31 Mart 2023 Cuma

KÂİNAT HÂLIKI'NIN MEBUSU

 Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dava etmiş ki: "Ben, şu kâinat Hâlık'ının mebusuyum.

Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek.

İşte parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor.

Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor.

Şu ağaca bakınız; beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor.

Şu bir parça taama bakınız; iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte iki yüz üç yüz adamı tok ediyor." Ve hâkeza yüzer mu'cizatı böyle göstermiştir.

   Şimdi, şu zatın delail-i sıdkı ve berahin-i nübüvveti yalnız mu'cizatına münhasır değildir.

Belki ehl-i dikkat için hemen umum harekâtı ve ef'ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvarı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder.

Hattâ meşhur ulema-i Benî-İsrailiyeden Abdullah İbn-i Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zat-ı Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle "Şu simada yalan yok, şu yüzde hile olamaz!" diyerek imana gelmişler.

Mektubat

30 Mart 2023 Perşembe

LAFZ-I CELÂL,LAFZULLAH

 Lafzullah, mecmu-u Kur'an'da iki bin sekiz yüz altı defa zikredilmiştir.

Bismillah'takilerle beraber lafz-ı Rahman, yüz elli dokuz defa; lafz-ı Rahîm, iki yüz yirmi; lafz-ı Gafur, altmış bir; lafz-ı Rab, sekiz yüz kırk altı; lafz-ı Hakîm, seksen altı; lafz-ı Alîm, yüz yirmi altı; lafz-ı Kadîr, otuz bir; Lâ İlahe İllâ Hû'daki Hû, yirmi altı defa zikredilmiştir.

{(Hâşiye):   Kur'an'daki âyâtın mecmu-u adedi 6666 olması ve şu sahifede mezkûr esma-i hüsnanın adedi, 6 rakamıyla alâkadar bulunması; ehemmiyetli bir sırra işaret ediyor.

Şimdilik mühmel kaldı.} Lafzullah adedinde çok esrar ve nükteler var.

   Ezcümle: Lafzullah ve Rab'den sonra en ziyade zikredilen Rahman, Rahîm, Gafur ve Hakîm ile beraber lafzullah, Kur'an âyetlerinin nısfıdır.

Hem lafzullah ve Allah lafzı yerinde zikredilen lafz-ı Rab ile beraber, yine nısfıdır.

Çendan Rab lafzı sekiz yüz kırk altı defa zikredilmiş fakat dikkat edilse beş yüz küsuru Allah lafzı yerinde zikredilmiş, iki yüz küsuru öyle değildir.    Hem Allah, Rahman, Rahîm, Alîm ve Lâ İlahe İllâ Hû'daki Hû adediyle beraber yine nısfıdır.

Fark yalnız dörttür.

Ve Hû yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmu-u âyâtın nısfıdır.

Fark dokuzdur.

Lafz-ı Celal'in mecmuundaki nükteler çoktur.

Yalnız şimdilik bu nükte ile iktifa ediyoruz.

Mektubat

29 Mart 2023 Çarşamba

KUR'AN RAMAZAN AYINDA İNDİRİLMİŞ

 ALLAH Kur'an-ı Hakîm'i ramazan-ı şerifte inzal eylemiş.

Elbette o ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.

Madem ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşâgilden insanları çekmek için oruca emredilecek.

   Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır.

Yani muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevk etmektir.

   Mesela dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak.

Ve o lisanı, tilavet-i Kur'an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek...

   Mesela, gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men'edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur'an dinlemeye sarf etmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır.

Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için oruç ile ona tatil-i eşgal ettirilse başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.

Mektubat

RISALE-İ NURUN DİĞER TEFSİRLERDEN FARKI

    "Neden senin Kur'andan yazdığın Sözler'de öyle bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur.

Bazan bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitab kadar tesir bulunuyor?"

   Elcevab:

   -Güzel bir cevabdır- Şeref, i'caz-ı Kur'ana ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâ-perva derim: Ekseriyet itibariyle öyledir.

Çünki:

   Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklid değil tahkiktir; iltizam değil, iz'andır; tasavvuf değil hakikattır; dava değil, dava içinde bürhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki:

   Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi.

Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi.

Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'in en parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilatından bir şu'lesini; acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur'ana ait yazılarıma ihsan etti.

Felillahilhamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi.

Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık mes'eleler toplattırıldı.

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.

Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imanî hasıl oldu.

Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

   Elhasıl:

   Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilat-ı Kur'aniyenin lemaatındandır.

Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur.

Derd benimdir, deva Kur'anındır.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi - 239

28 Mart 2023 Salı

ŞEFKATTE İLERİ GİTME

 İnsan bazen şefkatte o kadar ileri gider ki, her şeye ve herkese yardım etme arzusu duyar. Kazalarda, musibet ve belâlarda, afetlerde, insanların, özellikle de masumların ve çocukların başlarına gelenleri, kendi vicdanına ve sönük aklına sığıştıramaz ve bunu—haşa—Allah’ın zulmü ve adaletsizliği olarak görür. Bunlara ulaşıp yaralarını sarmaya gücü yetmediği için, ruhu azap içinde kalır. “Kalbin dalâletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-i mütenahi elemleri tazammun ediyor.” Eğer insan şefkatinde ifrata gidip, haddini aşarsa kendi kalbine, vicdanına ve ruhuna çektirdiği azabın yanında bir de dalâlete sapma ve isyana girme tehlikesiyle de karşı karşıya kalır.

Böyle bir tehlikeden kurtulmak için her şeyden önce Allah’ın adalet ve şefkatinden asla şüphemiz olmamalıdır. O’nun şefkati tamdır ve adaleti kusursuzdur. Belâ veya musibete uğrayanların elemlerini, bir nevi lezzet veya mükâfata çevirecektir. Birçok musibet çeşidinde musibetzedeye, kâfir bile olsa, hakkında bir nevî merhamet ve mükâfat müjdesi verildiği gibi, masumlar için de şehadet mertebesi vadedilmiştir. Zaten çocuk yaşta ölenler için azap diye birşey olmadığı gibi, meşakkatli ve geçici altmış seneye karşılık ebedî bir cennet hayatı verilecektir. İmanlı insanların çektikleri bütün sıkıntılar günahlarına keffaret olduğu gibi, mallarına gelen zarar da sadaka hükmüne geçecektir. Demek musibetlerde dahi Cenâb-ı Hakk’ın şefkat ve merhameti tam hissedilir.

İslâm’ın öngördüğü şefkat bütün yaratıkları içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Anne babalar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yetimler, kimsesizler, hastalar ve yoksullar başta olmak üzere bütün insanlara şefkat göstermenin yanı sıra, diğer bütün canlılara da şefkatli davranmak mü’minlerin görevidir.

Medeniyetin getirdiği; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” ve “Sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi bahsettiğimiz umumî teavün ve şefkat kanununa zıt olduğu için insanları zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe, kine, hasede, mübarezeye sevk etmiştir.

Sosyal hayatı tarif ederken Bediüzzaman, “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler muvazeneleriyle rahatla yaşarlar” demektedir. “O muvazenenin esası ise havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir.” Yani toplumdaki huzuru sağlayacak olan dengenin, zenginler ve fakirler arasında korunmasıdır. Kur’ân-ı Kerim bu dengeyi “vücub-ı zekât” (zekâtın verilmesi) ve “hurmet-i riba” (faizin yasaklanması) ile sağlar. Yani zekât vasıtasıyla zenginleri fakirlerin yardımına koşturur. Medeniyetin; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” anlayışı yerine “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir” anlayışını getirir.

Bediüzzaman medeniyetin bugününü okurken; “Heyet-i içtimâiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur” ifadelerini kullanır. Ve reçeteyi de şöyle verir: “Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslamiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruâtın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.”

RISALE- NUR BELALARI DEFEDER

 Hem siz, hem onlar bilsinler ki sadaka belayı def'ettiği gibi; Risale-i Nur Anadolu'dan, hususan Isparta, Kastamonu'dan âfât-ı semaviye ve arziyenin def' u ref'ine vesiledir.

Evet Sabri'nin

يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ى...وَاسْتَوَتْ

عَلَى الْجُودِىِّ

âyetinden istihrac ettiği mana, haktır ve mutabıktır.

   Evet Risale-i Nur, Sefine-i Nuh gibi Anadolu'yu Cebel-i Cudi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebebdir.

Çünki za'f-ı imandan gelen tuğyan, ekser musibet-i âmmeyi celbettiği gibi; imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risale-i Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmağa rahmet-i İlahiye tarafından vesile oldu.

Bu ehl-i dünya, bu Anadolu halkı Risale-i Nur'a girmeseler de ilişmesinler.

Eğer ilişseler; yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilasına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar.

Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzumsuz bir halde bu derece âhiretimize karışmalarında onlara felâket getirmek ihtimali kavîdir.

Kastamonu - 131

27 Mart 2023 Pazartesi

SIRRI İNAYETİN SEBEPLERİ

 Birinci Sebep: Eski Harb-i Umumî'den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım.

Birden o dağ, müthiş infilak etti.

Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı.

O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır.

Dedim: "Ana korkma!

Cenab-ı Hakk'ın emridir, o Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: "İ'caz-ı Kur'an'ı beyan et."

   Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilak olacak.

O infilak ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak.

Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendine müdafaa edecek.

Ve Kur'an'a hücum edilecek, i'cazı onun çelik bir zırhı olacak.

Ve şu i'cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.

Mektubat[Y] - 404

HATALAR VE TECRÜBE KLASÖRÜ

 OLUMLU DÜŞÜNME NEDİR?

Olumlu Düşünme, bilinçaltı zihnimizin yönlendirebilme yeteneğini olumlu biçimde kullanmaktır.
Olumlu Düşünme, kendinizi ve başkalarını sevmek çevrenizdeki insanlarla ilgilenmek demektir.
Olumlu düşünmenin de  ötesinde bir şey vardır ve bu ikinci şey olmadan birincisi işe yaramaz.Olumlu düşünmenin ötesinde olan şey, olumlu inançtır. Olumlu düşünme roketse, olumlu inanç ta onu yıldızlara götüren yakıttır.Düşünme gerçeğin doğuşudur.Olumlu düşünmenin gerçekleşmesini olumlu inanç sağlar.
OLUMLU OLMAK
Olumlu olmak, açık ve dostça olmaktır;ne istediğini bilmek ve buna göre harekete geçmek demektir.
Olumlu olmak demek,  bilinçli olarak işin parlak, güzel yanına bakmak demektir; dünyaya gerçek dışı şekilde toz pembe gözlerle bakmak değildir.
Diğer bir ifadeyle;
Olumlu olmak, daha az endişeli ve daha mutlu olmak demektir.
Zihninizi endişelerle doldurmak yerine, meselelerin iyi tarafına bakmayı seçmektir.
Mutsuz olmak yerine mutlu olmayı seçmektir.
Özetle Olumlu Olmak; Güzel gören güzel düşünür , güzel düşünen hayatından lezzet alır   düsturunu hayatımıza hayat edinmemizdir.
TAVSİYELER
*Olumsuz cümle yapılarından kaçının.
“Korkmayacağım”  demeyin  “Sakin ve rahatım” deyin. Başka sözlerle istediklerinizi düşünün,  istemediklerinizi değil.
*Eğer olumsuz düşüncelerden hemen kurtulmazsanız giderek büyürler ve zihninizi tümüyle kaplarlar.Kendinizi olumsuz düşünceler yolunda ilerlerken yakaladığınızda hemen aklınıza “ DUR” deyip yerlerine olumlu düşünceler koyun.(Vesvese hissinde olduğu gibi)
UNUTMAYIN Kİ!
Zihninizi olumlu düşüncelerle doldurur ve bunların gerçekleşmesi için Allah’ın yol göstermesini isterseniz, o gününüz daha iyi geçer.
Kendi kendinize,  “Ben olumsuz düşüncelerle dolu olursam, başarılı olmayı nasıl bekleyebilirim?” diye sorun.
Kendinizi ümitsiz ve yetersiz hissettiğiniz zaman, sahip olduğunuz yeteneklerin bir listesini yapın.
Küçük ve önemsiz olmasına aldırmadan  her işi büyük bir gayretle ve hevesle yapın
Sevginin ve bağışlamanın sağlığımız üzerindeki olumlu etkisini unutmayın.
Nefret ve kin duygusundan kurtulun, onun yerine iyi duygulara sahip olun.
Zihniniz sağlıklı olursa bedeniniz de sağlıklı olur,bunu hiç unutmayın!
Başkalarına yardım etme fırsatını yakaladığımız zaman çok şaşırtıcı sonuçları bekleyebiliriz. Gerçekten içten bir duyguyla yardım ederseniz, kendinizi iyi hissedersiniz.
Aşağıdaki ilkeleri daima aklınızda tutun
Hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmayın.İnsanlar işlerin yolunda gitmeyip artık başarılı olamayacaklarını düşündükleri anlarda gayret gösterip çalışınca başarıya ulaşmışlardır.
Sahip olduğunuz değer ve imkanların daima farkında olun.
Gerçeklere karşı çıkmayı bırakın... Ve söze dökülmemiş sevinçleri keşfedin.
Düşündüğümüz gibi bir insan oluruz.
Kendini güven, inançlı ve azimli bir insan ol.
“Ben yapamam!”düşüncesinden kurtulmak için daima “Ben yapabilirim, ben yapabilirim!” deyin ve buna inanın.
Zihnimizi Allah’ın isteklerine açarsak, Allah'ın yardımına kavuşuruz.
Bunları yalnızca okumakla kalmayın, muhakkak uygulayın.
HER ŞEY YOLUNA GİRER
Yolunuza sorunlar çıkarsa bunlara direnmeyin.En güçlü olabildiğiniz zamanlar, esnek kalabildiğiniz zamanlardır.Aksilikler her zaman olabilir ve bazen ters bir dalga gibi ayaklarınızı yerden kesip sizi sürükleyebilir.Dalgaya karşı yüzmeniz. Sinirlerinizi harap eder; enerjinizi tüketir ve kazanma şansınızı yok eder.Dalganın tepesinde yüzdüğünüzden emin olun.
OLUMLU DÜŞÜNME VE HATALAR
Hatalar, utanılacak şeyler değildir. Aksine hatalar, yaşam sürecindeki kaçınılmaz katkılardır.Eğer bir hata yaptıysak, onu tümüyle analiz ettikten sonra “TECRÜBE” Klasöründe dosyalayın. Hatalar, burada yardım etmek için bulunuyor, cezalandırmak için değil.

         

ŞÜKÜR VE ÇEŞİTLERİ

    Hem şükrün envaı var.

O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.

   Hem şükür içinde safi bir iman var, hâlis bir tevhid bulunur.

Çünkü bir elmayı yiyen ve "Elhamdülillah" diyen adam, o şükür ile ilan eder ki "O elma, doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir." demesi ile ve itikad etmesi ile her şeyi -cüz'î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor.

Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir.

Hakiki bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor.

   İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz.

Şöyle ki:

   Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i cennet olur.

Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk'ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor.

Mektubat

26 Mart 2023 Pazar

İNSAN BAŞIBOŞ DEĞİL

 Ey arkadaş!

İnsan da başıboş, serseri, sahibsiz bir hayvan değildir.

Ancak onun da bütün harekât ve ef'ali yazılıyor, tesbit ediliyor ve a'malinin neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrada ona göre derece alsın.

Hülâsa, her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir.

   Ve keza bu âlemde tasarruf eden Sâni'in öyle bir kitab-ı mübini vardır ki, ne küçük ve ne büyük, o kitabda yazılıp hıfzedilmemiş hiçbir şey yoktur.

O kitabın maddelerinden âlemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine bak!

Evet görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan bir şey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuddan çıkarsa, Fâtır-ı Hakîm onun çok suretlerini "Levh-i Mahfuz"larda tesbit eder.

Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve neticesinde nakşeder ve pek çok gaybî âyinelerde ibka eder.

Meselâ: Bir şecere, meyvesiyle hâmile olduğu gibi, tohumu da meyve ile hâmiledir.

Demek, ağacın bünyesinde semeresi mevcud olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuddur.

Ve keza vücuddan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hâfızasında mevcud kalır.

   İşte bu misallerden, hıfz ve hafîziyet kanunu ne derece ihatalı olduğu anlaşıldı.

Evet bu mevcudatın sahibi pek büyük bir ihtimam ile mülkünde cereyan eden her şeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır.

Mesnevi-i Nuriye - 44

DİKKAT EDİLİRSE

    Kezalik bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvaline dikkat edilirse anlaşılıyor ki: Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir.

Ancak Cenab-ı Hakk'ın ebedî ve sermedî olan "Dârü's-selâm" menziline davetlisi olan mahlukatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.

Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir.

Çünki visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez.

   Maahâzâ o lezzetlerden hiç kimse tam manasıyla muradına nâil olamaz.

Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez.

Ancak, o lezzetler ve o nefis şeyler ibret ve şükre sevk içindir.

Çünki onlar Cenab-ı Hakk'ın ehl-i iman için cennetlerde ihzar ettiği hakikî nimetlere numunelerdir.

Ve o müzeyyen masnuat-ı fâniye, fena ve adem için değildir.

Mesnevi-i Nuriye - 43

KÖTÜ NİYETLİLER YILAN GİBİDİR

    Fakat Cenab-ı Hak beni böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur etmiyor.

İhvanlarıma da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat'iye olmadan bunlarla uğraşmayınız.

"Cevabü'l-ahmaki's-sükût" nevinden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız.

   Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşci ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder.

Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.

   İkinci Nokta: وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyet-i kerîmesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor.

Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.

   İşte bir ehl-i kemal, kâmilane, şu âyetin çok cevahirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:

   Muîn-i zalimîn dünyada erbab-ı denâettir

   Köpektir zevk alan, sayyad-ı bîinsafa hizmetten.    Evet bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor.

Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin mealindeki tokada müstahaktır.

Mektubat

25 Mart 2023 Cumartesi

CUMHURİYET VE İSTİBDAT

 CUMHURİYET NEDİR ?

Cumhuriyet, adalet ve meşverettir

Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir vâkıa-i müdafaayı aynen beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki:

“Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim:

Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim.

İşitenler benden soruyordular; ben de derdim:

“Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler:

“Sen Selef-i Sâlihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum:

“Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

İşte, ey müdde-i umûmî ve mahkeme âzâları. Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni itham ediyorsunuz.

Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir—şimdi yirmi sene oluyorki—hayat-ı siyâsiye ve içtimâiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm “Hasbünallâhu ve ni’mel-vekîl” olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:

“Ben  idam olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım.”

Mevkuf Said Nursî

Târihçe-i Hayat, s. 625

***

CUMHURİYETİN İSTİBDATTAN FARKI NEDİR ?

Cumhuriyet ki, adâlet ve meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinâyettir. Ve şimâle müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat tevzî olunmuş olur. “Şüphesiz ki Allah, mutlak kuvvet ve kudret sahibidir” hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır.

Divân-ı Harb-i Örfî, s. 64

İBRET LEVHASI

 Her sabah ve akşam ona bakarım, dersimi alırım:

   Dost istersen Allah yeter.

Evet, o dost ise her şey dosttur.

   Yârân istersen Kur'an yeter.

Evet, ondaki enbiya ve melaike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.

   Mal istersen kanaat yeter.

Evet kanaat eden, iktisat eder; iktisat eden, bereket bulur.

   Düşman istersen nefis yeter.

Evet kendini beğenen, belayı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur, rahmete gider.

   Nasihat istersen ölüm yeter.

Evet ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddi çalışır.

Mektubat

........

   En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir.

Ahsenü'l-kasas olan Kıssa-i Yusuf aleyhisselâm hâtimesini haber veren تَوَفَّن۪ى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْن۪ى بِالصَّالِح۪ينَ âyetinin, ulvi ve latîf ve müjdeli ve i'cazkârane bir nüktesi şudur ki:

   Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor.

Bâhusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda, mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere "Eyvah!" dedirtir.

   Halbuki şu âyet, Kıssa-i Yusuf'un (as) en parlak kısmı ki Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf'un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki:

   Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak'tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu.

Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.

   İşte Kur'an-ı Hakîm'in şu belâgatına bak ki Kıssa-i Yusuf'un hâtimesini ne suretle haber verdi.

O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor.

   Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız, hakiki saadet ve lezzet ondadır.

   Hem Hazret-i Yusuf'un âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

Mektubat

24 Mart 2023 Cuma

İNSAN BİLMEDİĞİ VE ANLAMADIĞI ŞEYE DÜŞMANDIR

 Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telakki ediliyor.

Hataya düşer.

Mesela "Sevr" ve "Hut" isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut timsalinde berrî ve bahrî hayvanat nâzırlarından iki melaiketullah, âdeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.

   Hem mesela, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi.

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti ki: "Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp da ancak bu dakika cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür." İşte bu hadîsi işiten, hakikate vâsıl olmayan inkâra sapar.

Halbuki yirmi dakika o hadîsten sonra kat'iyen sabittir ki biri geldi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: "Meşhur münafık, yirmi dakika evvel öldü." Yetmiş yaşına giren o münafık cehennemin bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü tedennide, esfel-i safilîne, küfre sukuttan ibaret olduğunu gayet beliğane bir surette Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm beyan etmiştir.

Cenab-ı Hak o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.

Sözler[Y] - 378

İSTİĞFAR VE TÖVBE

 İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyariyesi çendan zayıftır, bir emr-i itibarîdir fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır.

Yani manen der: "Ey abdim!

İhtiyarınla hangi yolu istersen seni o yolda götürürüm.

Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim." desen o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün.

Çocuk üşüdü yahut düştü.

Elbette "Sen istedin!" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın.

   İşte Cenab-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder.

   Elhasıl: Ey insan!

Senin elinde gayet zayıf fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var.

O iradenin bir eline duayı ver ki silsile-i hasenatın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın.

Diğer eline istiğfarı ver ki onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan zakkum-u cehenneme yetişmesin.

   Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

Sözler[Y] - 521

KADERİN TECELLİSİ

 Kader, sebeple müsebbebe bir taalluku var.

Yani şu müsebbeb, şu sebeple vukua gelecek.

Öyle ise denilmesin ki: "Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir.

Cüz-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?"    Sual: Niçin denilmesin?

   Elcevap: Çünkü kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir.

Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen o vakit kaderin adem-i taallukunu farz ediyorsun.

O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin?

Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaat'i bırakıp fırka-i dâlleye girersin.

Öyle ise biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mutezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti."

Sözler[Y] - 519

23 Mart 2023 Perşembe

İNSAN BEKA ALAMİ İÇİN YARATILMIŞTIR

    Ey âlem-i beka için yaratılan ve fâni âleme mübtela olan bîçare insan!

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَ الْاَرْضُ

âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver!

Bak ne diyor?

Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani onların ölmesiyle memnun oluyorlar." Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki: "Ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar." Çünki ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur.

Zira iman ile Hâlık-ı Kâinat'ı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler.

Ehl-i dalalet gibi tahkir ve zımnî adavet etmezler.

   Ey insan, düşün!

Sen alâküllihal öleceksin.

Eğer nefis ve şeytana tâbi' isen, senin komşuların, belki akrabaların senin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar.

Eğer Eûzü billahi mineşşeytanirracîm deyip, Kur'ana ve Habib-i Rahman'a tâbi' isen; o vakit semavat ve arz ve mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firakından müteessir olup manen ağlarlar.

Ulvî bir matem ile ve haşmetli bir teşyi' ile, kabir kapısıyla girdiğin beka âleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal var olduğuna işaret ederler.

Lemalar - 86

FESAD EHLİ SALAH EHLİ

 Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu.

Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat'iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ve şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor.

Ve o misillü şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler.

Fakat وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ sırrıyla, اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلَا يُعْلٰى عَلَيْهِ düsturuyla: Onların o muvakkat galebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennem'i kendilerine ve Cennet'i ehl-i hakka kazandırmalarına sebebdir.

   İşte dalalette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfüruş, şöhretperest, riyakâr insanlar ve az bir şeyle iktidarlarını göstermek ve ihafe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler.

Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celbolunsun.

Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve ataletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip, ondan bahsedilsin.

Nasılki böyle şöhret divanelerinden birisi, namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin.

Hattâ ondan lanetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lanetli şöhreti hoş göstermiş diye darb-ı mesel olmuş.

Lemalar - 85

22 Mart 2023 Çarşamba

HERŞEY ALLAH'I ZİKREDER

    İşte Kur'an-ı Mübin

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى

fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlara işaret eder.    Eğer o yüksek hakikatları yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor.

"Ne diyorsunuz?" de.

Elbette "Yâ Celil, yâ Celil, yâ Aziz, yâ Cebbar" dediklerini işiteceksin.

Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor.

"Ne diyorsunuz?" de.

Elbette "Yâ Cemil, yâ Cemil, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyecekler.

{(Haşiye): Hattâ bir gün kedilere baktım.

Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar.

Hatırıma geldi: "Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?

"Sonra gece yatmak için uzandım.

Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi.

Sarih bir surette "Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı.

Aklıma geldi: "Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır?

Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?" Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim.

Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar.

Bidayette hırhırları arkasında "Yâ Rahîm" farkedilir.

Gitgide hırhırları, mırmırları, aynı "Yâ Rahîm" olur.

Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur.

Ağzını kapar, güzel "Yâ Rahîm" çeker.

Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim.

Onlar dahi dikkat ettiler, "Bir derece işitiyoruz" dediler.

Sonra kalbime geldi: "Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir?

Ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?" Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar.

Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilafına olarak esbabı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve "Yâ Rahîm" nidasıyla: Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbabperestlere ihtar ediyorlar.}

Semayı dinle.

Nasıl "Yâ Celil-i Zülcemal" diyor.

Ve arza kulak ver.

Nasıl "Yâ Cemil-i Zülcelal" diyor.

Ve hayvanlara dikkat et.

Nasıl "Yâ Rahman, yâ Rezzak" diyorlar.

Bahardan sor.

Bak nasıl "Yâ Hannan, yâ Rahman, yâ Rahîm, yâ Kerim, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin" gibi çok esmayı işiteceksin.

Ve insan olan bir insandan sor.

Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cebhesinde yazılı.

Sen de dikkat etsen okuyabilirsin.

Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir.

En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor.

Ve hâkeza kıyas et.

Sözler - 333

21 Mart 2023 Salı

YARDIM KÖPRÜSÜ ZEKAT

 Allahu Teâlâ İslâm’ın beş şartı arasına aldığı zekâtı Kur’ân ayetleriyle sıklıkla emrederken; “Sen başkalarına ver ki ben de sana vereyim” diyerek insanları yardımın her çeşidine dâvet eder. “Allah’ın en sevdiği amel aç olan bir muhtaca yemek yedirmek veya onun bir borcunu ödemek ya da onun bir sıkıntısını gidermektir” hadisinde vurgulandığı gibi maddî yardımın yanında sıkıntıda olanın sıkıntısını gidermek aynı zamanda manevi bir yardım olarak kabul edilir.

“Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minler bir vücut gibidir. Vücutta bir uzuv rahatsızlanıp şikâyet ederse, vücudun diğer uzuvları da uykusuzluk ve ateş içerisinde ona iştirak etmeye çalışır” derken Peygamberimiz (asm) toplumu bir vücuda benzetir. Böyle olunca bir mü’min, parçası olduğu cemiyette bazı uzuvların ıztırabı karşısında ilgisiz kalamaz. Çünkü onlara şefkat ve merhamet duygularıyla bağlıdır. Bu yüzden de yardım kuruluşları tarih boyunca hep var olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Evet şimdiye kadar saydığımız maddî yardım ve dert paylaşımcılığı gerektiren bu şefkatlerin dışında öyle bir şefkat daha vardır ki, o da, asıl en önemli ve bütün insanların muhtaç olduğu bir şefkattir. Bu şefkat insanların ebedî hayatlarını mahvedecek olan imansızlık, küfür ve günahlardan kurtaracak bir şefkattir. Allah bu konudaki şefkatini de çok belirgin bir şekilde göstermiştir. Binlerce peygamber, milyonlarca evliya ve İlâhî kitaplarla, insanlığı, ebedî saadete davet ederken sonsuz bir azaptan da sakındırmak istemiştir. İnsanlığın da bu şefkatten payına düşen, “tebliğ” vazifesidir.

Unutulmamalıdır ki; başkalarına ve hatta kâinattaki bütün varlıklara şefkat ve teâvün düsturunu uygulayan bir insana, Rabbi de aynen öyle yaklaşacaktır. Çünkü O, kulunun zannı üzeredir.Yani kul Rabbini nasıl bilirse Rabbi de ona öyle muamele eder.


KADER VE TESİRİ

 Kader-i İlahî ve rahmet-i İlahiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?

   Elcevab: 

   Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arab milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebeb olmuş.

   Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler.

Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem'i gayet müşkildir.

Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi.

Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın.

Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci' oldular.

Mektubat - 55

PEYGAMBERLERİN HALİ

 Hazret-i Yakub'dan sorulmuş ki: "Ne için Mısır'dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken'an Kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demiş ki: "Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır.

Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz.

Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz."

   Elhasıl: 

   İnsan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat

وَمَا تَشَٓاؤُنَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ

sırrınca, meşiet-i İlahiye asıldır ve kader hâkimdir.

Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir. اِذَا جَٓاءَ الْقَدَرُ عُمِىَ الْبَصَرُ

hükmünü icra eder.

Kader söylese; iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz'î susar.

Mektubat - 52

20 Mart 2023 Pazartesi

GÖÇER GİDER İNSANOĞLU

Bu dünyadan ahırete,

Göçer gider insanoğlu.

Özlediği dostlarına,

Vasıl olur insanoğlu.


Bir virüse olur esir ,

Bilinmeyen gizli bir sır.

İlaç bile etmez tesir,

Güçsüz düşer İnsanoğlu.


Emelleri uzar gider,

Olaylar keyfini bozar,

Haramlara eder nazar,

Doyma bilmez insanoğlu.


İnsan,nimetlerle doğar,

Şeytanı yanından, kovar

Sıkıntılar,aklını boğar 

Islah olmaz, insanoğlu.


Ölümdür ömrünün sonu,

Toprak olur vücud teni.

Ecel şerbetin içeni,

Unutamaz insanoğlu.


Deprem olur, tufan olur 

Tüm felaket onu bulur.

Evi barkı harap olur,

İbret almaz insanoğlu

Rafet Özcan 


HAYAT YOLCULUĞU

 Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur.

Şu zamanda, Kur'anın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi.

Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor.

Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider.

Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş.

Bir kısm-ı ekseri o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor.

Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor.. düşerek kalkarak gider, tâ boğulur.

Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufunetli, pis olduğunu hisseder.. fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar.

   İşte bunlara karşı iki çare var:

   Birisi: 

   Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

   İkincisi: 

   Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir.    Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor.

Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor.

Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor.

Mütehayyir adam "Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyor?" diye telaş eder.

Hem de bazan ârızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.

   İşte o bataklık ise, gafletkârane ve dalalet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir.

O sarhoşlar, dalaletle telezzüz eden mütemerridlerdir.

O mütehayyir olanlar, dalaletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar.. mütehayyir insanlardır.

O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır.

O nurlar ise, hakaik-i Kur'aniyedir.

Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adavet edilmez.

Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz.

İşte ben de nur-u Kur'anı elde tutmak için "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım.

Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var.

Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envâr-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir.

Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola...

   Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim.

Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.

Mektubat - 48

19 Mart 2023 Pazar

ÖLÜM BİR NİMETTİR

 Ölümün nimet olan dört vechesi:

 Birincisi: 

   Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah'ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

   İkincisi: 

   Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs'atli, sürurlu, ızdırabsız, bâki bir hayata mazhariyetle.. Mahbub-u Bâki'nin daire-i rahmetine girmektir.

   Üçüncüsü: 

   İhtiyarlık gibi şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir.

Meselâ: Sana ızdırab veren pek ihtiyar olmuş peder ve vâliden ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin.

Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

   Dördüncüsü: 

   Nevm nasılki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belalarla mübtela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir.

Amma ehl-i dalalet için müteaddid Sözlerde kat'î isbat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nıkmet içinde nıkmet, azab içinde azabdır.

O, bahisten hariçtir.

Mektubat - 8

ÖLÜM DE YARATILMIŞTIR

    Furkan-ı Hakîm'de

اَلَّذ۪ى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا

gibi âyetlerde "Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir nimettir." diye ifham ediliyor.

Halbuki zahiren mevt; inhilaldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü'l-lezzattır.. nasıl mahluk ve nimet olabilir?

   Elcevab: 

   "Birinci Sual"in cevabının âhirinde denildiği gibi: Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.

Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.

Çünki en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor.

Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülat-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor.

Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahluk ve muntazamdır.    Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe' olduğundan; "o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilir.

   İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt; elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, Âlem-i Berzah'ta, elbette bir hayat-ı bâkiye sünbülü verecektir.

   Amma mevt, nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört vechine işaret ederiz:

Mektubat - 7

18 Mart 2023 Cumartesi

ŞEHİTLERİN KABİR HAYATI

  Dördüncü Tabaka-i Hayat: 

   Şüheda hayatıdır.

Nass-ı Kur'anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır.

Evet şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarîk-ı hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak kemal-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Âlem-i Berzahta onlara ihsan eder.

Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar.

Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar.

Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.

Nasılki iki adam bir rü'yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler.

Birisi rü'yada olduğunu bilir.

Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır.

"Ben uyansam şu lezzet kaçacak" diye düşünür.

Diğeri rü'yada olduğunu bilmiyor.

Hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur.

   İşte Âlem-i Berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri, öyle farklıdır.

Hadsiz vakıatla ve rivayatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat'îdir.

Hattâ Seyyidü'ş-şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahu Anh, mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş.

Mektubat - 6

YAŞLILARIN DUASI

 Yaşlılar, Allah’ın duâlarına icabet ettiği, ihsan ve ikramına mazhar kıldığı kimselerdir. Onlar, yuvalarımızın dayanağı, bereket kaynağı, rahmet ve mağfiret vesilesidir. “Hem bir hanenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu; hem bir haneyi belâlardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş mâsum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu, hadis-i şerifin bir parçası olan “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti” diye ferman etmekle, bu hakikati ispat ediyor.”

Allah belli âyetlerle, evlâtları ihtiyar peder ve valideye karşı hürmete ve şefkate dâvet ediyor. İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor. İnsaniyet fıtratı dahi, ihtiyarlara karşı merhameti gerektiriyor.

Belâ ve musîbetlerin arttığı şu günlere, bir de ihtiyarların penceresinden bakabilsek. Acaba ne gibi bir hürmetsizlik, ne gibi bir saygısızlık yapıldı da bunlar başımıza geldi. Toplum olarak büyüklerimize sahip mi çıkamadık. Yoksa pandemiden hiç ders almayıp ihtiyarlarımızı yalnız mı bıraktık. Onların seriütteessür ruhlarını incitmeden, muhabbet ile yaklaşmamız gerekirken; hastalığı yayan etkenmiş gibi davrandık. Halbuki onlar belâları koruyan kalkandı. Ve her an sevgiye muhtaçlardı.

Yaratılış itibariyle sevgi ve ilgiye muhtaç olan insanın, yaş aldıkça ziyadeleşen bu ihtiyacını muhabbetle karşılamak gerekiyor. Bizleri büyüten ve bugünlere getiren büyüklerimize saygı göstereceğiz ki, sevgi görebilelim. Yaşlılara göstereceğimiz şefkat ve merhamet, onların huzurlu bir yuvaya en çok ihtiyaç duyduğu ihtiyarlık çağında ayrı bir önem taşır. Ömürlerinin bu en hassas döneminde onların yanı başında olmak, ihtiyaçlarını karşılamak, hayır duâlarını almak, bizim en önemli vazifemizdir. Her ihtiyarda kendi hayat serüvenimizi görmenin geleceğimize büyük faydası var. Yarının ihtiyarları bugünün gençleri olacaktır. Bizlere küçük yaşlarda merhamet kanatlarını geren anne babamız olmak üzere, büyüklerimize bunu unutmadan yaklaşmak gerekiyor. Hayatlarını ko- laylaştırmak ve tecrübelerinden faydalanmak için çalışalım.

Ömrümüzün bereketi, ihtiyarlarımızın avuçlarında saklı. Ne yapıp edelim, onu kazanalım…


GÜNÜMÜZ TEKNOLOJİSİ

 Teknoloji çağı dediğimiz günümüzde, bilgiye ulaşmak artık çok kolaylaştı.Bu durum insanların birazda hantallaşmasına ve hazırcılığa alışmasına sebep oldu.Bir tıkla bilgiye ulaşabilen insan okumaktan, düşünerek iş yapmaktan ve bedenen yorulmaktan kurtuldu.Fakat tıpkı bir çocuk gibi eline aldığı cep telefonunu, tabletini bırakamaz bir alışkanlık haline getirdi ve zihnen yoruldu.Güzel bir iletişim ve haberleşme aleti olan cep telefonları tabletler ve bilgisayarlar tıpkı bir  oyuncak aletine dönüştü.

Çocuklarımızı bu aletlerin zararından (radyasyon ve göz yorgunluğu gibi) korumak isterken malesef anne baba ve yetişkinler olarak bizler teknolojinin esiri olduk.Anne çocuğunu okşayıp koklama yerine telefon  yada tabletini bilgisayarını tıpkı bir oyuncak gibi elinden bırakamaz hale geldi.Baba oğlum kızım dersinize çalışın derken kendisi cep telefonu ile meşgul oldu.Çocuk ders çalışma yerine telefon oyunlarına merak sardı ve fırsat buldukça açık yada gizli olarak oyuncağına sarıldı.Evler sessizliğe büründü insanlar yalnızlaştı.Yemek sofrasında sohbetler unutuldu aile bağları zayıfladı.Hatta zaman zaman aile içi münakaşalar ve sürtüşmeler dahi  başladı.En acısı ise, kimse kimseyi dinlemez oldu ve ailelerde iç huzursuzluklar başgösterdi.Gelin kaynana, baba oğul tartışmaları başladı.Herkes kendi bildiğini okuyarak sonunda kendini haklı bulup biraz daralınca hemen, isyan edercesine kalkıp oturmalar, çekip gitmeler söz konusu oldu.

İşte, yerinde kullanılınca faydalı bir alet, yerinde kullanılmayınca zararlı hale geldi.İnsanlar çocuklaşarak emziği elinden alınınca ağlayan çocuk gibi oldu.Telofonuna müdahale edileceği düşüncesinde olan fertler bir bahane ile sıcak yuvalarını terkederek sokağı yada tek başına yaşamı tercih etti. Yalnızlaşan bu insanlar ev köşelerinde teknolojinin esiri olarak yaşamlarına devam ediyorlar.

Evliler evlilikten, bıkıp sıkılarak yavrularını yapa yalnız analı babalı öksüz durumunda bırakarak sıcak yuvalarını bazdular.Saçma sapan bahanelerle ayrılığı tercih edip boşanma yolunu seçtiler.

Ne diyelim, demek ki, Z kuşağı adı verlen gençlerin sınavı da,belki bu oyuncak teknolojidir. İçinde yaşadığımız çevremizdeki bu durumu görünce, böyle düşünmekten başka birşey söyleyemiyorum.Allah sonumuzu hayır eylesin.

17 Mart 2023 Cuma

İNSANDA BULUNAN EMANETLER

 Öyle bir emanetler yumağına sarılmışız ki… Bize ait hiçbir şey yok!

Ne’miz varsa miri malıdır; saltanat-ı ulûhiyete aittir.

Ne’miz varsa, bizde emanettir; mülkiyeti Allah’ındır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Senin vücudun ve âzâ ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek başkasının mülküdür.”1

Canımız, bedenimiz, malımız, mülkümüz, hayatımız, gençliğimiz, nefsimiz, benliğimiz, ruhumuz…

Hayatımızı idame ettirdiğimiz rızıklarımız… Meselâ hava, su, güneş, ateş, toprak, rahmet cihetinden gönderilen ve toprak kapısından gelen her türlü rızıklar…

Sevinçlerimiz, saadetlerimiz, sevdiklerimiz, maddî-manevî zenginliklerimiz…

Bütün bunlar ve daha niceleri üzerimizdeki emanetlerdir.

Değerini bilmemiz gereken…

Şükrünü eda etmemiz gereken, ama çoğu zaman edemediğimiz emanetler!

Öncelikle, “bir kanun-u emrî”2 olan ruhumuz bizde Allah’ın bir emanetidir.

“Emânetin müteaddit vücûhundan bir ferdi, bir vechi olan ene”3 bizde Allah’ın bir emanetidir.

Esasen, ene’mizin ‘Benim!’ dediği her şey Allah’ın üzerimizdeki sayısız emanetlerindendir.

Öyle emanetler ki, “Gök, zemin, dağ, tahammülünden”4 çekinmiş ve korkmuştur.

Maharet, emaneti aldığımız gibi, aldığımız günün safiyetinde, arılığında, duruluğunda, sadeliğinde, günahsızlığında, masumluğunda teslim etmektir.

Ruhumuzu teslim ettiğimizde elimizde kırıp döktüğümüz, dağıtıp tarumar ettiğimiz, hukukuna riayet göstermediğimiz, temellük ettiğimiz emanet bulunmamaktır.

Ama heyhat ki heyhat!

İsyanımız, günahımız çoktur!

Vebalimiz, hainliğimiz fazlacadır!

Su-i istimalimiz, benciliklerimiz, temellüklerimiz…

Kulluğumuzu unutup, ulûhiyete soyunmak gibi bahtsızlıklarımız…

Emaneti unutarak, malikiyete oynamak gibi densizliklerimiz…

Acziyetimizi unutarak, zulme şiddete davranmak gibi haddi aşmalarımız…

Fakriyetimizi unutarak, mülkiyet davasına kalkmak gibi, Kur’ân’ın ifadesiyle, “mal toplayıp sayıp durmak”5 gibi hamakatimiz, elimizde emanet namına ne varsa şükürsüzlük derelerine fırlatıp atıyor!

Bizi küfran-ı nimet içinde kadir kıymet bilmez, emanete riayet etmez bir kimliğe sokuyor!

Bizi tanınmaz hale getiriyor!

Bu ameller emanete riayet değil; ihanet amelleridir!

Ne kadar da terbiye etseniz nefis ihanet istiyor, isyan istiyor, günah istiyor, uçurumun kenarlarında yuvarlanmak istiyor, ateşin çeperlerinde dolaşmak istiyor!

Bu yüzden Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki:

“Benimle sizin misâliniz, ateş yakıp da çekirge ve pervaneler ateşe düşmeye başlayınca; onları oradan uzaklaştırmaya çalışan adamın hâli gibidir. Ben sizi ateşe düşmekten korumak için, eteklerinizden tutuyorum. Siz elimden kurtulmaya çalışıyorsunuz.”6

Nefis böyle iken; kalbin, emre karşı boynu kıldan ince!

Nefsin bu rezil istekleriyle teslim-i ruh ederse eğer, ruhun hali perişan!

Emaneti sahib-i hakikisine satmamış olduğundan, emanette emin olmadan teslim-i ruh etmiş olacak!

Emanete hıyanet cezası görecek!

Emaneti çarçur etmenin ve saçıp savurmanın vebalini çekecek!

Bu ise, ahirette hasarettir, hüsrandır!

Oysa emanete hıyanet etmeden, emanette emin olarak bir teslim-i ruh eylesek…

Artık başka imtihanımız olmayacaktır!

DUÂ

“Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin!”

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 208, 2- Sözler, s. 478, 3- Sözler, s. 494, 4- Ahzâb Sûresi: 72; Sözler, s. 494, 5- Hümeze Sûresi: 2, 6- Müslim; Kitabu’l-Fedâil, 2285 ve Atımed b. Hanbel, (Müsned); İmam Nevevî, Riyazü’s-Sâlihîn, 1/325

YENİDEN KONUŞAN TÜRKİYE

 

Susmak ve susturulmak, korkunun dağa taşa hakim olduğu, olağanüstü hallerin sonucudur.

Ülke insanları, zaman zaman, sıkıntılı dönemlerden geçer. Belki o zamanlarda susmanın konuşmaktan iyi olduğu söylenebilir.Zira konuşsan kimseye söz dinletmek ve susturanları aşmak mümkün değildir.

Korkunun hakim olduğu toplumlar, kalkınmayı değil yaşamayı, karnını doyurmayı hedef aldığı için, kendisini kontrol eden efendisinin isteklerini yerine 

getirmekten başka çare düşünemez.Bu çaresizlik içerisinde korkutulanlar susmak zorunda kalır.

İnsanlar, konuşma ve düşündüklerini ifade edebilme hürriyeti yaratılıştan gelen bir hak olmasına rağmen, bu hakkı gasp edildiği için konuşamaz.Halbuki  hak ve hürriyetler normal şartlarda olsa insanların varlık sebebi olduğu ve kısıtlanamayacağı herkes tarafından bilinir.Zalim ve baskıcı yöneticiler tarafından ellerinden alınan bu haklar onların istekleri doğrultusunda yönlendirilir. Bu şekilde köle durumuna düşürülen toplum insanları, düşünemez konuşamaz hale getirilir.

"Yeter söz milletin" diyerek şahlanan bu millet,"Konuşan Türkiye" olarak susmaktan ve susturulmaktan kurtulmuştur. Fakat yıllar sonra ise,ne yazık ki,  düşmanlar tarafından susturulamazken, bir zamanlar korkudan susanlar ve susturulanlar tarafından bugün susturulur hale getirilmiştir.

Yeniden Konuşan Türkiye ve kalkınan Türkiye için elele verelim, Demokrasimize sahip çıkalım yeniden yeter artık diyelim..Neden ülke tekrar "Konuşan Türkiye" olmasın.?

DEPREM KORKUSU

 

6 Şubat sabahı Kahramanmaraş'ta ard arda olan iki şiddetli deprem 11 şehrimizde yıkıma sebep olmuş birçok can kaybı ile tüm ülke yasa bürünmüştü. O günden beri yaraların sarılmasına devam edilmektedir.Allah devlet ve milletimize zeval vermesin,böyle felaketlerden ülkemizi ve tüm insanlığı korusun.
Deprem sonucu 50 bine yakan can kaybı yüzbinlerce bina yıkımı ve unutulmaz maddi manevi hasarlar.Allah ölenlere rahmet eylesin geride kalan yarılılara şifa, yakınlarını kaybedenlere sabır versin.
Son on onbeş yıldır, ard arda gelen felaketler, gerçekten hem dünyayı hem de ülkemizi korku ve endişe içerisinde bırakmıştır.
İklim değişiklikleri seller, fırtınalar hastalıklar ve enson da bu depremler dünyayı yaşanamaz hale getirdi.
Bir kaç yıl önce, Çinde baş gösterip tüm dünyaya yayılan korona virüs belası, ardından gelen deprem felaketleri, zalimlerin zulmü, ülke işgalleri ve savaşlarla mazlum insanların ölümü.
Sanki dünya korku kâbusu ile sarılmış vaziyettedir.
Halbu ki, korku insan hayatının muhafazası için Allah'ın verdiği bir his bir duygudur.Ne yazık ki, bu havf ve  korku damarından istifade eden şeytan ve şeytanın uşakları, pek çok insanın ruhi bunalıma sürüklenmesine sebep olmaktadırlar.
Kovid 19 neticesinde ölen insanların acıları unutulmadan hergün televizyonlarda  güya sağlık kurulu üyesi oldukları söylenen koca koca proflar hergün metorloji raporu verir gibi korku üreterek insanları tedirgin ettiler. Malesef ülke yöneticileri de buna alet oldular.Zalim idareciler dikdatörlüklerini sürdürebilmek için ya savaş taktiği güttüler ya da herşeyin dizgini elinde bulunan Allah'ı unutturacak sözlerle insanları korku içine sokarak hayatı zindan ettiler.Şimdiler de ise, hergün verilen deprem haberleri ile bilhassa bu zamana kadar adını duymadığımız mühendis olduğundan bile şüpheye düşülen sözüm ona prof şarlatanlar korku yaymaya devam etmektedirler.İnsanlar şunu unutmamalı ecel birdir değişmez. Tedbir almak sağlam binalar yapmak bizim ve hükümetlerin görevidir.Buz üstüne ve fay üzerine bina yapılırsa buz erir fay kırılır bina da uçar.Altında kalan binlerce can yok olur,milyarlarca zarar oluşur.
Uygun olmayan araziye ev yapan suçlu, ona izin veren yada rüşvet alıp göz yuman suçsuz öyle mi? Yazık bu millete çok yazık.Depremi maddi sebeplere bağlayıp manevi yönü inkar etmek ne kadar anlamsız ise,yalnız evi inşa eden ev sahibi ve mütahidi suçlayıp cezalandırmakda o kadar anlamsızdır. Onları cezalandırmak ne kadar gerekli ise, ona izin veren  yetkiliyi cezalandırmakta en az o kadar gereklidir.Suçlu ise, yetkili de  suçludur. Mütaahidi  suçlayıp cezalandırmak yetkililere hesap sormamak, insanların öfkesini artırır ve önlem almayı aksatır.İşte depremler de ve ihmalkarlıklarda ki en büyük etken budur.
Çare sebeplere sarılıp dizginleri elinde tutan gemi kaptanına itimat etmektir.Ayrıca hak edenin hak ettiği cezaya çaptırılmasıdır.
Ayrıca sebepsiz korkuları yaymayalım. Korkunun yersiz olduğunu halka telkin edelim. Allah'ın herşeyin sahibi olduğu ve herşeye gücünün yettiği inancını topluma yerleştirelim.Yeter ki biz O'nu tanıyıp ve O'na itimat edelim.Yalnız O'ndan korkup yalnız  O'na kulluk ederek, O'na sığınalım.
Allah dost ise herşey dostur.Allah'ı bilen ve O'na dayanan bütün korkulardan kurtulur.Allah'ı bilmeyenin dünya dolusu belalar başında vardır. Allah hepimizin yâr ve yardımcısı olsun.


DEPREMLE GELEN DEPREMLE GİDER...!


Siyasi Partiler kurulur ve iktidar olmak için çalışır. Lider ise, önüne çıkan fırsatları iyi değerlendirerek partisini ülke yönetimi için iktidara taşır.
AK Parti kurulmadan önce geçmişte yaşanan olayları iyi değerlendirip 28 Şubat hadisenin ürünü olarak Milli görüş gömleğini çıkarıp dört eğilim gömleğini giymiştir.İktidarda bulunan beceriksiz Ecevit koalisyon hükümetinin deprem ve ekonomik yıkımını fırsata çevirdi.Arkasına aldığı yeni bir rüzgarla kurulduğu yılın ikinci senesinde iktidar olmayı başardı.Kendisine destek veren iç ve dış güçlerle ilk devre ve ikinci devre ülkeye hizmet etti.Daha sonra menfaat çatışması ve mücahitlerin mütahitliğe soyunmaya başlaması ile, işler hizmetten ziyade ülkeyi talan etmeye rant elde etmeye dönüştü.
Liyakat ortadan kalktı adama iş bulma düşüncesi ile yerel yönetimler partililerin karargahı haline geldi.Benden olana iş var, olmayana yok diyerek ülke insanları arasına fitne sokuldu.Ülke gerilerek insanlar kutuplaştırıldı.Kendileriden olmayanlar ihanet ve gayri millilikle suçlandı.Yanlarına aldıkları ülkücü Bahçelinin MHP'si ve komünist Doğu Perinçek'in Vatan Partilileri ile  ülke talan edildi.
Din adamları, cemaatler ve din siyaset malzemesi olarak kullanıldı.Gele gele günümüze kadar geldi dayandı. Yirmi yılı aşkın iktidarda kalınarak ülke borç bataklığına gömüldü. Zengin daha zengin fakir daha fakir olarak milletin çoğunluğu fakir hake getirildi. Faiz ve yolsuzluklarla fakir duruma düşürüldü.Allah öyle bela ve musibetler verdi ki, aklımızı başımıza almamızı istedi almadık. Zulme, ahlaksızlığa haksızlığa seyirci kaldık.Sonunda ülke deprem ve sellerle çalkalandı nice canlar gitti.Allah ülkemizi ve insanlarımızı  bu tür felaketlerden korusun.Ülkeyi yöneten AKP ve yandaşları Deprem ile geldiler herhalde yine 6 Şubat deprem ile gidecekler. 15 Mayıs sabahı sandıkta büyük bir hezimete uğrayacaklar. Seçim sonucunda Demokratlar galip gelecek.AKP iktidarı ve yandaşları yasalar gereği hesap vermek üzere çekip gidecekler.İnşallah ülkemiz insanları da bu seçim sonunda huzur ve mutluluğa kavuşacaktır.
Milletimiz temsilcileri, yeniden "Yeter söz milletin" diyerek hür ve demokrat Türkiye bayrağını dünyaya duyuracaktır.
Rafet Özcan

DUA BİR KULLUKTUR

    Hem, dua bir ubudiyettir.

Ubudiyet ise semeratı uhreviyedir.

Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir.

O maksadlar, gayeleri değil.

Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibadettir.

Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir.

Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir.

Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.

Nasılki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir.

Hem Güneş'in ve Ay'ın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir.

Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder.

Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş'in husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir.

Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir.

Ve beliyyelerin istilası ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak'ın dergâhına iltica eder.

Sözler - 317

16 Mart 2023 Perşembe

HAYIRLI VE ŞERLİ AMELLER

 

Amellerin en güç olanı şunlardır:

1. Öfke anında affetmek

2. Sıkıntılı zamanında cömert olmak

3. Tenhada nefsini kötülükten men etmek

4. Korku ve menfaat fark etmeden doğru konuşmak. (Hz. Ali (ra))

Riyakarlık alametleri dörttür:

1. Tenhada ibadetlerde tembel olmak

2. İnsanların yanında gayretli olmak

3. Övüldüğü zaman sevinip gayrete gelmek

4. Yerildiği zaman öfkelenmek ve kin gütmek. (Hz. Ali (ra))

Günahkarın kalbini şu altı şey parlatır

1. Günahsız alimlerle konuşmak

2. Kur’ân-ı Kerimi okumak

3. Az yemek ve az uyumak

4. Namazı vaktinde kılmak

5. Seherlerde Allah’a yalvarmak

6. Risale-i nurları anlayarak okumak.

Altı şeye hâkim olan cennete girer:

1. Diline hâkim olup yalan söylemeyen

2. Emanete emin olan ve riayet eden

3. Sözüne sadık olan ve ifa eden

4. Gözünü haramdan koruyan

5. Elini haramdan koruyan

6. Fercini haramdan koruyan

Beş şeyi hatırlamak insanı olgunlaştırır

1. Geçmiş günahları hatırlayıp tevbe etmek

2. İyilikleri Allah’ın lütfu bilip şükretmek ve riyadan kaçmak

3. Ömrünün kalan günlerini değerlendirme gayreti içinde olmak

4. Allah’ın rızasını esas alarak onu kazanmaya çalışmak.

Peygamberimize birisi geldi sordu:

“- İnsanların en bilgini olmak istiyorum.

“- Allah’tan kork. Allah’tan ancak alimler korkar.

“- İnsanların en zengini olmak istiyorum.

“- Kanaatkâr ol. Kanaat en büyük hazinedir.

“- İnsanların en hayırlısı olmak istiyorum.

“- İnsanlara faydalı olan insanların en hayırlısıdır.

“- İnsanların efendisi olmak istiyorum

“- İnsanlara hizmet eden insanların efendisidir.

“- İnsanların en adili olmak istiyorum.

“- Kendin için sevip istediğini insanlar için de iste buyurdular.

Kim altı şeyi yaparsa saadet kapısını açmış olur:

1. Allah’ın bilerek gönülden itaat etmek

2. Şeytanı bilerek düşman bilip ona uymamak

3. Hak ve hakikati görüp muhalefet etmemek

4. Batılı batıl bilip ona uymamak

5. Dünyayı bilerek ona göre davranmak

6. Ahireti tanıyarak ona hazırlanmak. (Hz. Ali (ra))


TEAVÜN DÜSTURU VE ÖLÇÜ

 İnsan bazen şefkatte o kadar ileri gider ki, her şeye ve herkese yardım etme arzusu duyar. Kazalarda, musibet ve belâlarda, afetlerde, insanların, özellikle de masumların ve çocukların başlarına gelenleri, kendi vicdanına ve sönük aklına sığıştıramaz ve bunu—haşa—Allah’ın zulmü ve adaletsizliği olarak görür. Bunlara ulaşıp yaralarını sarmaya gücü yetmediği için, ruhu azap içinde kalır. “Kalbin dalâletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-i mütenahi elemleri tazammun ediyor.”(6) Eğer insan şefkatinde ifrata gidip, haddini aşarsa kendi kalbine, vicdanına ve ruhuna çektirdiği azabın yanında bir de dalâlete sapma ve isyana girme tehlikesiyle de karşı karşıya kalır.

Böyle bir tehlikeden kurtulmak için her şeyden önce Allah’ın adalet ve şefkatinden asla şüphemiz olmamalıdır. O’nun şefkati tamdır ve adaleti kusursuzdur. Belâ veya musibete uğrayanların elemlerini, bir nevi lezzet veya mükâfata çevirecektir. Birçok musibet çeşidinde musibetzedeye, kâfir bile olsa, hakkında bir nevî merhamet ve mükâfat müjdesi verildiği gibi, masumlar için de şehadet mertebesi vadedilmiştir. Zaten çocuk yaşta ölenler için azap diye birşey olmadığı gibi, meşakkatli ve geçici altmış seneye karşılık ebedî bir cennet hayatı verilecektir. İmanlı insanların çektikleri bütün sıkıntılar günahlarına keffaret olduğu gibi, mallarına gelen zarar da sadaka hükmüne geçecektir. Demek musibetlerde dahi Cenâb-ı Hakk’ın şefkat ve merhameti tam hissedilir.

İslâm’ın öngördüğü şefkat bütün yaratıkları içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Anne babalar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yetimler, kimsesizler, hastalar ve yoksullar başta olmak üzere bütün insanlara şefkat göstermenin yanı sıra, diğer bütün canlılara da şefkatli davranmak mü’minlerin görevidir.

Medeniyetin getirdiği; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” ve “Sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi bahsettiğimiz umumî teavün ve şefkat kanununa zıt olduğu için insanları zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe, kine, hasede, mübarezeye sevk etmiştir.

Sosyal hayatı tarif ederken Bediüzzaman, “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler muvazeneleriyle rahatla yaşarlar” demektedir. “O muvazenenin esası ise havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir.”(7) Yani toplumdaki huzuru sağlayacak olan dengenin, zenginler ve fakirler arasında korunmasıdır. Kur’ân-ı Kerim bu dengeyi “vücub-ı zekât” (zekâtın verilmesi) ve “hurmet-i riba” (faizin yasaklanması) ile sağlar. Yani zekât vasıtasıyla zenginleri fakirlerin yardımına koşturur. Medeniyetin; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” anlayışı yerine “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir”(8) anlayışını getirir.

Bediüzzaman medeniyetin bugününü okurken; “Heyet-i içtimâiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur”(9) ifadelerini kullanır. Ve reçeteyi de şöyle verir: “Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslamiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruâtın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.”(10)


BEN KİMİM,GÖREVİM NEDİR ?

 

1-Kendimizi tanımak ve bilmek(Ben kimim)

2-Beşeri münasebetleri insani ilişkileri bilmek ve uygulamak(İnsanlara karşı davranışlarımız)

3-Dünyevi ve uhrevi hayat ile ilgili yaşantımızı gözden geçirmek (maddi ve manevi yaşantımız)

4-Okumak hem dünyevi hem uhrevi hayatı düzenleyen kitaplar okumak

a-Dünya hayatımız(Dünya ve insan ilişkileri aile komşu ilişkilerimiz)

b-Ahiret hayatımız (İnanç ve dini yaşayışımız)

5-Muhabbet sevgi hoşgörü ve güven ile ilgili davranışlar(Aile hayatımız)

6-Uhuvvet kardeşlik ilişkileri

7-İhlas düsturları ve ihlasın önemi

8-İktisad  şükür ve kanaat ölçüleri

9-Haddimizi ve hesabımızı bilmek

10-Ölçülü olmak Kuran sünnet, Peygamberimiz ve sahabelerin hayatları (Bayanlar için;Hz.Hatice Hz Fatıma Hz Meryem Hz Asiye)Erkekler için ;(Dört halife ve sahabelerin hayatı)

11-Son olarak kusur aramak değil, kusurları örtmek.( iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batırmak) kısacası bağcıyı dövmekten ziyade üzüm yemeye çalışmak.

Şunu unutmamalıyız ki, nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.

Bunları yaparken ise, Hak hukuk va adaletten ayrılmamalıyız.Yani şeytanın ve nefsin isteklerine değil aklın ve vicdanın sesine kulak verip, Rabbimizin emrine uymamız gerekir.

GÜLLER ARASINDAN GELEN

 Gülü-Muhammedi

Bir gün Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali ye sorar der ki:

Ya Ali Allah ı seviyor musun?

Evet Ya resulullah

Peki Beni seviyor musun?

Evet Ya resulullah

Peki Anne babanı seviyor musun?

Evet ya resulullah

Peki çocuklarını seviyor musun?

Evet ya resulullah

Peki bunların hepsini bir kalpte nasıl yapıyorsun?

diye sorunca, Hz. Ali bu beklemediği soru karşısında şaşırmış ve cevap verememişti. Bunu düşünmem gerek diyerek oradan ayrılmıştı..

Hz. Ali düşünceli bir şekilde dolaşırken eşi Hz. Fatıma eşinin düşünceli olduğunu fark edince kendisine sorar:

‘Nedir bu hal ya Ali’ der. “Eğer bu düşünceliliğin dünyevi kaygılardan dolayı ise sana yakışmaz bırak gitsin. Yok bu halin Rahman i kaygılardan dolayı ise anlat birlikte çözüm bulmaya çalışalım” der.

Hz. Ali, efendimizle (s.a.v) geçen diyaloğu birbir Hz. Fatıma ya anlatır. Hz. Fatıma durumu öğrenince tebessüm eder ve Hz. Ali ye der ki:

“Git babama ve de ki:

Kişi Allah ı aklı ve ruhuyla sever..

Peygamberini kalbiyle sever..

Anne babasını saygısıyla sever..

Eşini nefsiyle sever..

Çocuklarını şevkatiyle sever..

Hz. Ali aldığı bu cevap karşısında memnun olur ve hemen Peygamberimizin yanına gelir.

Hz. Fatıma dan öğrendiklerini Peygamber efendimize anlatır.

Efendimiz cevabı alınca tebessüm eder ve der ki:

Ya Ali bu bana getirdiğin bir güldür ve o gül nübüvvet ağacından koparılmıştır..




SEVEN SEVGİLİSİNE BÖYLE DAVRANIR

 -" HZ FATIMA'NIN AĞLATAN ÖLÜMÜ -Sevgililer Sevgilisinin Kızını defnedecekler.. - Mezara giriyor, mezara oturuyor Hz. Ali (r.a.). Ve 'Uzatır mısınız bana Fatımayı' diyordu, uzatıyorlardı.. -Fatıma’yı (r.a.)- Zaten nahifti, zaten inceydi, zaten zayıftı Fatıma (r.a.). Ve O’nu mezara doğru uzatırken Hz. Ali (r.a.) öyle ağlıyordu ki gözlerinden akan sicim gibi yaşlar Fatıma (r.a.)'nın yeni kefenini ıslatıyordu.. Hz. Ali (r.a.) şöyle söyleniyordu; 

"Habibun leyse ya’diluhu habibun.. Vema lisivahu fikalbi nasibun.. Habîbun rabâ ayni ayni vecismî vean kalbi la yağibu"

 "Sevgilim" diyordu Fatma’sına. Sevgilim..! Senin sevgini karşılayacak bir sevgi daha yoktur.. Doğrusu Senden gayrısı için şu yürekte bir nasip de olmayacaktır, her ne kadar gözlerimden ve vücudumdan uzaklaşsan da kalbimdesin sürekli ve her dem…… 

Sonra toprağı atacaklardı Fatma’nın üstüne.. Toprağa bulaşmış ellerini çırparken Hz. Ali (r.a.) şöyle diyecekti "Doğrusu dünyada tek bir isteğim kaldı Fatıma... Babana ve Sana kavuşacağım, ulaşacağım günü bekliyorum".

İşte gerçek sevgi ve mutluluk budur.Sevgiliden ayrı kalmanın üzüntü ve hasretliği de budur.

AH BU KAVGALAR

 AİLE BÜTÜNLÜĞÜ VE HUZUR

Günümüz insanlarının en önemli sorunu, bozulan aile düzeni ve sonunda ailelerin ayrılklarla dağılmasıdır.

Sıcak bir aile yuvası kimi mutlu etmez ki? Basit gerekçeler ile aile düzenini altüst etmek, hem toplumu hemde fertleri huzusuz eder.Allah'ın hoşuna gitmeyen bir helal olan boşanmalar aile fertlerinin en son düşünmesi gereken bir çözüm yolu iken daha nikah esnasında ayrılmayı kafaya koyan kişilerin ileride basit gerekçelerle yuvasını dağıtması kaçınılmaz olacaktır.Anlaşmalı evlilikten tutun da, anlaşmalı boşanmaya kadar hertürlü akıl almaz işleri düşünmek bu milletin fertlerine yakışmayacak davranışlardır.Hele bir de çocuklu ailelerde çocuklar ayrılıklar sonunda analı babalı öksüz durumuna düşünce toplumun huzuru tamamen altüst olmaktadır.Ülkeyi yönetenlerin başta olmak üzere tüm akıl sahiplerinin bu konular üzerinde düşünüp önlemler almaları zamanı çoktan gelmiş geçiyor bile.Eğer bu ülkenin insanları olarak aynı topraklar üzerinde kardeşçe yaşayıp hem kendimizi hem başkalarını mutlu görmek ve huzurlu olmak istiyorsak huzur ve mutluluğun yolu sorumluluklarımızı yerine getirmekten geçer.

HUZURA DOĞRU

Huzura doğru adımlar atalım ki huzuru yakalayalım.Bozuk düşünce ve bozuk niyet ile iyi netice elde etmek mümkün mü? Önce aile fertlerinin her bireyi üzerine düşen görevleri yaparak büyük ve huzurlu bir aile ortamına katkı sağlamalıdır.

Ailelerin huzur içerisinde bir arada olması toplumun dayanışmasını sağlar. Dayanışma ise ülkenin çalışarak kalkınmasına yardımcı olur. Dolayısıla fert ve ailelerin düzelmesi toplumun düzgün ve huzurlu olmasında büyük rol oynar.

Herkes kendinden sorumludur.Önce nefsimize, sonra yakınlarımıza, daha sonra yakın çevremize etkili olmalıyız.Daha sonra geniş dairede mahallemiz ,kasabamız ,şehrimiz ülkemiz hatta içinde yaşadığımız dünyamız dahi bizim bu gayretlerimizle yaşanır hale gelecektir.

Gayret ve çalışma bizden, yardım ve tevfik Allah'tandır.

20.09.2022

Rafet Özcan 

KALP GÖZÜ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Bir şeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez.

Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvali hakkında ihtilafları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir.

Binaenaleyh Avrupa feylesofları maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur'anın hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır.

Onların en büyüğü, yakından hakaik-i İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir.

Ben böyle gördüm, nefsü'l-emir de benim gördüğümü tasdik eder.

Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fennî mes'eleleri keşfeden feylesoflar, Hakkın esrarını, Kur'an nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin.

Zira onun aklı gözündedir.

Göz ise, kalb ve ruhun gördüklerini göremez.

Çünki kalblerinde can kalmamıştır.

Gaflet o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür.

Mesnevi-i Nuriye - 239

UNUTMA

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsan nisyandan alındığı için, nisyana mübteladır.

Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır.

Fakat hizmet, sa'y, tefekkür zamanlarında nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalalettir.

Hizmetler görüldükten sonra neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemaldir.

Bu itibarla ehl-i dalal ile ehl-i kemal, nisyan ve tezekkürde müteakistirler.

Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibadet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır.

Lâkin mükâfatın, menfaatın tevziinde bir zerreyi bile terketmez.

Amma nefsini unutan ehl-i kemal sa'y, tefekkür, sülûk zamanlarında herşeyden evvel nefsini ileri sürüyor; fakat neticelerde, faidelerde, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.

Mesnevi-i Nuriye - 238

ZEHİR İÇENİN HALİ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Cenab-ı Hakk'ın günahkârları afvetmesi fazldır, tazib etmesi adldir.

Evet zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder.

Sonra hasta olursa, adldir.

Çünki cezasını çeker.

Hasta olmadığı takdirde, Allah'ın fazlına mazhar olur.

Masiyet ile azab arasında kavî bir münasebet vardır.

Hattâ ehl-i itizal, masiyet hakkında, doğru yoldan udûl ile masiyeti, şerri Allah'a isnad etmedikleri gibi, masiyet üzerine tazibin de vâcib olduğuna zehab etmişlerdir.

Şerrin azabı istilzam ettiği, Rahmet-i İlahiyeye münafî değildir.

Çünki şer, nizam-ı âlemin kanununa muhaliftir.

Mesnevi-i Nuriye - 238

15 Mart 2023 Çarşamba

ESKİ CHP SAİD NURSİ'Yİ NİÇİN SEVMEZDİ ?

 Bediüzzaman Said Nursi, CHP'lilere göre Cumhuriyet düşmanıydı, yobazdı, mürteciydi. Ona bu sıfatların yakıştırılması, biraz da kızgınlığın ve öfkenin ürünüydü. Çünkü Said Nursi, siyaseti hiç sevmemesine ve siyasetten hep uzak durmasına rağmen, 1950 seçimlerinde ve sonrasında da Demokrat Parti'yi desteklemişti.


CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, ona 'Said-i Kürdi' diyordu. Oysa Said Nursi'nin CHP ile bir sorunu yoktu. Kırgınlığı, tek parti döneminde çok çile çektiği, sürgünden sürgüne, cezaevinden cezaevine gönderildiği içindi. Şahsına yapılan baskılardan da önemlisi, CHP’nin dine ve dindarlara yaptığı baskılardı.
Bediüzzaman, DP'nin iktidara gelmesi ve Celal Bayar'ın Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine Bayar'a ve Menderes’e bir kutlama telgrafı çekmiş, onlardan da teşekkür telgrafı almıştı. Ezan tekrar Arapça okunmaya başlandığı için, DP'ye, Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a ve Başbakan Adnan Menderes'e özel bir sempatisi vardı.
Said Nursi, atılan bu adımı çok önemser, tarihi bir karar olarak memnuniyetini belirtir. Anadolu’nun bağrına saplanan, kalbine isabet eden ve manevi gücünü imhaya yönelik geçen döneme karşılık yeni hamlelerin devamını ister.
“Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur'un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahati da onlara yüklenmez fikrideyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım.” (10)
Bu mektupta görüleceği üzere, Said Nursi Ayasofya’nın ibadete açılmasını ve Risale-i Nur eserlerinin resmen yayınlanmasını talep etmektedir. “Otuz beş seneden beri terk ettiğim siyaset”in dediği, aynı zamanda İttihat ve Terakki dönemi ile birlikte savaş yılları ve CHP dönemidir. Otuz beş yıl öncesinde Bediüzzaman Said Nursi, Ahrar Fırkasını mevcut şartlarda benimseyerek, hürriyet hareketlerini desteklemektedir. İttihat ve Terakki’nin müspet kanadını tasvip etmektedir. Ayrıca eleştiri ve uyarı hakkını da kullanmaktadır. Desteği ve tasvibi ilkeseldir. İkinci meşrutiyet döneminde bireyin iman ve hürriyet ihtiyacını merkeze koyan bir siyasi çerçeveyi belirleyen Said Nursi, otuz beş yıllık kesintiden sonra (1915-1950), aynı çizginin yeni versiyonu olarak DP’yi kendine yakın bulmaktadır. Bu anlamda Adnan Menderes’e dostane tavsiyelerde bulunmaktadır. (11)
Bediüzzaman’ın Menderes’e ve demokratlara mektuplar göndermesinin esas sebebi, onlara Kur’an’ın bazı “kanun-u esasilerini” hatırlatmaktı. Bu mektuplarında onları doğrudan şeriatı yürürlüğe koymaya çağırmıyordu. Fakat yeni kanunların bu temel prensipler doğrultusunda yapılmasını, yeni politikaların bu yolla belirlenmesini ve mevcut kanunların yine bu yolla uygulanmasını teklif ediyordu. (12)
Bediüzzaman’ın, Başvekil Adnan Menderese yazdığı mektuptaki isteklerden sadece Ezanı Muhammedi isteği tam manasıyla gerçekleşmiştir.
Risale-i Nurun neşri ise kısmen gerçekleşmiştir. Yani Üstadın isteği hükümetin bir dairesince resmen basılması idi. Bu istek maalesef bugüne kadar gerçekleşememiştir. Diğer istek ki, Ayasofya’nın ibadete açılması ise yine maalesef tahakkuk etmemiştir. 1980 yılında kısmen bir teşebbüs olmuşsa da daha sonra ihtilaller ve başka sebeblerden gündeme gelmemiştir. Halbuki bu şerefe nail olacak bir hükümet ebediyen Müslümanların gönlünde taht kuracak ve güçlerinden daha fazla güce kavuşacaklardır.

DP iktidara gelince devletin toplum üzerindeki baskısı yavaş yavaş azalmaya başladı. Partinin hürriyetçi yaklaşımları geniş toplum kesimlerinin bilhassa dini hayatında hissedilir ölçüde bir rahatlamaya neden oldu. Ezanın Türkçe okunmasına dair uygulamadan dönülmesi, Kur’an talimini hedef alan çalışmalardan vazgeçilmesi, DP'nin geniş toplum kesimleri tarafından kısa sürede benimsenmesini kolaylaştırdı.
Said Nursi, DP'yi bu hürriyetçi tutumundun dolayı destekledi. Hatta, CHP'nin iktidara gelmemesi için "Demokrat Partiyi, Kur'an, vatan ve İslamiyet namına muhafazaya⁹ çalışıyorum" diyordu.
Ayrıca DP'nin yanlış icraatlarını da yapıcı ikazlarla eleştiriyor, demokratik bir partinin taşıması gereken özelliklere dikkat çekiyordu. Bu bağlamda, gazetelerde okuduğu "Din propagandası yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış, fakat solcular hakkındaki kanunu ta'cil edip tasdik etmişler." şeklindeki bir haber üzerine, "Demokrat dindar milletvekillerine bir hakikatı ihtar" başlığı altında bir ikaz neşretmiştir.

14 Mart 2023 Salı

DUA ÜÇ KISIM

  İ'lem Eyyühel-Aziz!


   Dualar üç kısımdır.

   Birisi: 

   İnsanın lisanıyla yaptığı kavlî dualardır.

Savt ve sadâlı hayvanatın, -meselâ- acıktıkları zaman kendi hususî lisanlarıyla çıkardıkları sadâlar dahi kavlî dualardandır.

   İkinci Kısım: 

   Nebatat, eşcarın bilhâssa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları ihtiyacî dualardır.

   Üçüncüsü: 

   Tahavvül, tekemmül şe'ninde olan şeylerin, lisan-ı istidad ile hissedilen istidadî dualarıdır.

Evet her şey Cenab-ı Hakk'ı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah'a dua eder.

Mesnevi-i Nuriye - 237

KÖPRÜLER ÇEŞİTLİDİR

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnkılablar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor.

O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun.

Lâkin o köprülerin inkılabat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur.

Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür.

Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür.

Ve misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür.

Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür.

Kıyamette ise, inkılab bir değildir.

Pek çok ve büyük inkılablar olacağından, köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir.

Mesnevi-i Nuriye - 225

İNSAN

 Ey insan!

Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir.

Baksana!

Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva'-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor?

Senin ağzına getirip sokacak değil ya!

Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir?

Allah insaf versin!    Hülâsa: 

   Allah'ı ittiham etmekle işini terk edip Allah'ın işine karışma ki nankör âsiler defterine kaydolmayasın.

Mesnevi-i Nuriye - 224

İNSAN BİR ÝOLCUDUR

  İ'lem Eyyühel-Azi

   İnsan bir yolcudur.

Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü'l-Mülk tarafından verilmiştir.

Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarfediyor.

Halbuki, o levazımattan lâekal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarfetmek gerektir.

Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmidört lira harcırah alan bir memur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmiüç lirayı sarfederse, öteki yerlerde ne yapacaktır?

Hükûmete ne cevab verecektir?

Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?

Binaenaleyh Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmidört saatlik bir vakit vermiştir.

Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmiüç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatı da beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarfetmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!

Mesnevi-i Nuriye - 223

13 Mart 2023 Pazartesi

İKİ YOL

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Her bir insan için hayat seferinde iki yol vardır.

Bu iki yolun uzunluğu kısalığı birdir.

Amma birisinde ehl-i şuhud ve ehl-i vukufun şehadet ve tasdikleriyle onda dokuz menfaat ihtimali var.

İkinci yolda mes'ele ma'kusedir.

Onda dokuz zarar ihtimali vardır.

İkinci yol ile gidenin ne silâhı var, ne zahîresi.

Tabiî yolda pek çok korkulara maruz kalacağı gibi ihtiyaçlarını def' için çoklara minnet altında kalır.

Fakat birinci yola sülûk edenin, hem silâhı, hem erzakı beraberdir.

Pek serbestane gider.

Birinci yol Kur'an yoludur, ikinci yol ise dalalet yoludur.

   Evet ehl-i şuhudun, ehl-i vukufun tasdik ve şehadetleriyle sabittir ki, iman yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir.

Ve bilâhare merkez-i hükûmete ulaştığında onda dokuzu büyük mükâfatlara mazhar olacaklardır.

Fakat, dalalet zulümatı içinde yürüyenler esna-yı seferde korkudan, açlıktan her şeye ve herkese tezellül ettikten sonra, mahall-i hükûmete vâsıl olduğunda onda dokuzu ya i'dam veya ebedî hapse mahkûm olacaklardır.

Binaenaleyh aklı olan, zararlı bir şeyi, dünyevî, edna bir hiffet için tercih etmez.

   Ehl-i şuhud dediğimizden maksad, evliyaullahtır.

Zira velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor.

Mesnevi-i Nuriye - 222

KUR'AN YOLU

 Kur'an yolu ile gidenlerin silâh ve zahîreleri ise; Kadîr-i Mutlak'a, Ganiyy-i Kerim'e olan tevekkül onları temin eder.

Zira tevekkül, istinad ve istimdad noktalarını tazammun ediyor.

Bu noktalar da kelime-i tevhidi istilzam ediyor.

Kelime-i tevhid de namazı iktiza ediyor.

Namaz dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür.

Ubudiyeti emreden tekliftir.

Mükellefiyetini îfa edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları ve sair hayat lâzımeleri hazine-i Rahmandan verilir.

Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir.

Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.

Mesnevi-i Nuriye - 223

ECEL ARSLANI

 "Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız.

Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.

Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdid ediyor.

Eğer iman kulağıyla Kur'anın sadâsını dinleyecek olursan o ecel arslanı bir burak olur.

Bizleri rahmet-i Rahmana ulaştıracaktır.

Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar.

Bâtıl itikadınız gibi, ebedî bir firak ile dağıtacaktır.

Ve keza önümüzde i'dam sehpaları kurulmuştur.

Eğer iman îkanla Kur'anın irşadını dinlersen, o sehba ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i âhirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.

   Ve keza sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaaf cerihası vardır.

Eğer Kur'anın ilâçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahmanın ziyafetine şevk u iştiyaka inkılab edecektir.

Acz ve za'fımız da Kadîr-i Mutlak'ın dergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

   Ve keza bizler uzun bir seferdeyiz.

Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz.

O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır.

Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümid yok.

Ancak Kur'an'ın güneşinden, Rahman'ın hazinesinden tedarik edilebilir.

Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekâlâ.

Ve illâ sükût ediniz, 

Mesnevi-i Nuriye - 219

DENİZ DALGALARI

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir.

Yani melufları olan şeyleri kendilerince malûm bilirler.

Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler.

Halbuki ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer hârika ve birer mu'cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; tâ onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye im'an-ı nazar edebilsinler.

Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garib hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuâatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlikü'l-Bihar olan Allah'ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.

Mesnevi-i Nuriye - 196

HÂLIKINI RAZI ET

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Ey nefis!

Eğer takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir.

Eğer halk da Allah'ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse, iyidir.

Şayet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur.

Çünki onlar da senin gibi âciz kullardır.

Maahâzâ ikinci şıkkı takib etmekte şirk-i hafî olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir.

Evet bir maslahat için sultana müracaat eden adam, sultanı irza etmiş ise, o iş görülür.

Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur.

Maamafih yine sultanın izni lâzımdır.

İzni de rızasına mütevakkıftır.

Mesnevi-i Nuriye - 185

YANILMA

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Gafil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor.

Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır.

Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümidvar olur.

Âhiret için lâzım olan a'mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır.

Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor.

Ancak sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder.

Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor.

Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki: "Matlublarımın dünyada semereleri olmasa da, esasları âhiret ile muttasıl ve âhirette faideleri vardır" diye müteselli oluyor.

Meselâ: İlim gibi, "Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardır" diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.

   Hülâsa: 

   Nefis, devekuşu gibidir.

Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir.

Mesnevi-i Nuriye - 183

12 Mart 2023 Pazar

FANİ ÖMRÜ BAKİ YAPMAK

 İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdud, ömrünün günleri ma'dud ve her şeyin fânidir.

Öyle ise, şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarfetme ki, fâni olmasın.

Bâki şeylere sarfet ki, bâki kalsın.

   Evet yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifade ancak yüz sene olur.

Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeği farzedelim.

Bu çekirdekler iska edilip muhafaza edilirse, ilâ-mâşâallah semere verecek yüz tane ağaç olur.

Aksi takdirde ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez.

Kezalik senin o yüz senelik ömrün de, şeriat suyu ile iska ve âhirete sarfedilirse, âlem-i bekada ilelebed semerelerinden istifade edeceksin.

Binaenaleyh semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanırsa, o adam, Hutame'ye (cehenneme) hatab olmaya lâyıktır.

Mesnevi-i Nuriye - 182

NEFS-İ EMMARE NEDİR?

  Ey nefs-i emmare!

   Ne için kendini hariç tevehhüm ediyorsun?

Eğer evamire imtisal dairesinden çıkarsan, ya herkesin ayağını öpercesine müraat ve ihtiram etmeğe mecbur olursun.

Veya ehemmiyet vermeyerek "Zalim-i Alelküll" olacaksın.

Bu yük ağırdır, taşıyamıyacaksın.

En iyisi, ecnebi olan şirki terk ile mülküllahın dairesine gir ki, rahat edesin.

Ve illâ, sefineye binip yükünü arkasına alan ebleh adam gibi olacaksın.

Mesnevi-i Nuriye - 182

11 Mart 2023 Cumartesi

İNSAN OLMAN YETMEZ Mİ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkâl ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine getirmiştir.

Mebde-i hareketin ile son aldığın suret arasında müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin herbirisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir.

Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin enva'ına bir fihriste şeklini veriyor. Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvalinde: "Nasıl bu nimete vâsıl oldun?

Ne ile müstehak oldun?

Ve şükründe bulundun mu?" diye suale çekileceksin.

Çünki vukua gelen haller suale tâbidir.

Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir.

Geçirmiş olduğun ahval, vukuattır.

Gelecek ahvalin ademdir.

Vücud mes'uldür, adem ise mes'ul değildir.

Öyle ise, mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.

Mesnevi-i Nuriye - 136

SEKERAT ANI VE GAFLET

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.

Zira dünya durmuyor, gidiyor.

İnsan da beraber gidiyor.

Sen de yolcusun.

Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû' etmiştir.

Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış.

Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır.

Maahâzâ, ebedî ömrün önündedir.

O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa'y ve çalışmalarına bağlıdır.

Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok.

Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

Mesnevi-i Nuriye - 130

UYULMASI GEREKEN ESASLAR

  Şu esasata dikkat lâzımdır: 

   1- Allah'a abd olana her şey müsahhardır.

Olmayana her şey düşmandır.

   2- Her şey kader ile takdir edilmiştir.

Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.

   3- Mülk Allah'ındır.

Sende emaneten duruyor.

O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek.

Sende kalırsa, meccanen zâil olur gider.

   4- Devam olmayan bir şeyde lezzet yoktur.

Sen zâilsin.

Dünya da zâildir.

Halkın dünyası da zâildir.

Kâinatın şu şekl-i hazırı da zâildir.

Bunlar sâniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

   5- Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

Mesnevi-i Nuriye - 129