22 Ekim 2013 Salı

KİTAP OKUMAK ÖMRÜ UZATIR



Kitap okumak ömrü uzatır
Ünlü İtalyan yazar Umberto Eco, Balkanların İtalya ve Fransa’dan daha fazla devrimi olduğunu söyledi. Eco, BM’de verdiği ‘’Bellek Kültürü’’ adlı konferansının ardından Anadolu Ajansı’nın sorularını yanıtladı. Eco, Winston Churcill’in ‘’Balkanlar tükettiğinden daha fazla tarih üretiyor’’ sözünün hatırlatılarak Balkan yazarlara tavsiyesinin sorulması üzerine, ‘’Balkanların korkunç bir sosyal bellek problemi var. Çünkü onların İtalya ve Fransa’dan daha fazla devrimi var’’ ifadesini kullandı.
Konferansa, kişisel yansımalarından oluşan editoryal girişiminin kısa video tanıtımıyla başlayan Umberto Eco, ‘’gelecekle ilgili en önemli bilgi ve projenin geçmişi unutmamak’’ olduğunu söyledi. ‘’Dinozorlar zamanından, İsa’nın doğumuna kadar olan sürede çok az kişinin ne kadar çok hataya düşüldüğünü bildiğini” belirten Eco, ‘’insanlık tarihindeki bilinenlerin bir kısmının silinmesine odaklanılması gerektiğini” kaydetti.
Son zamanlarda internetten elde edilen özel bilgilerin filtrelenmesinin önemi konusunda uyarıda bulunan Eco, ‘’İnternet süzgeçten geçirme yeteneğimizi artırdı. Filtre olmadan sosyal bir hastalığa yakalanmış oluruz’’ dedi. Bilgi teknoloji patlamasının bir parçası olarak, ‘’bilgi selinden gelen her şeyi saklamak zorunda değiliz’’ ifadesini kullanan Eco, ortak tarihin de bu filtrelemelerden biri olduğunu belirtti.
Eco, BM’deki konferansında, kitapların ömrü nasıl uzattığıyla ilgili görüşlerini ifade ederken, ‘’Kitapları okumak, sadece hafızalarımızı zenginleştirmez, ömrümüzü de uzatır’’ dedi.
 Kitaplar sayesinde Mozart’tan Leo Tolstoy’a kadar pek çok kişinin hayatının öğrenildiğini ve bunun insanların yaşamlarındaki açıkları kapatmak için bir şans olduğunu ifade etti. 

12 Ekim 2013 Cumartesi

AYASOFYA, CEMAATİNİ BEKLİYOR...!

Ayasofya'nın müze olmasında Amerika Faktörü
Uzun yıllar zamanın Maarif Vekili Abidin Özmen’in gayretkeşliği ve Ayasofya Komisyonu’nun raporu üzerine müze yapıldığı söylenirken maalesef tarihî bilgiler ihmal edildi. 1930’lu yılların ortalarına doğru gidilirken Türkiye’yi yönetenlerin hangi dış etkiler ve baskılar altında hareket ettiği nedense gündeme getirilmedi. Oysa bu yılların dış dünya ile ilişkilerin yeniden kurulduğu, özellikle Anglo-Sakson dünyasıyla krediden tutun da kültürel ilişkilere kadar bir restorasyon dönemi olduğu bilinmelidir.
İşte bu dönemde bir yandan yurtdışına Anadolu medeniyetlerini araştırmak üzere araştırmacılar gönderilirken, öbür yandan Bizans araştırmalarını yürütmek üzere uzmanlar davet edilir. Kimi Bodrum ve Fenari İsa camileri üzerinde çalışırken 1940’larda Kariye Camii ile İznik’teki Bizans kiliselerini cami olmaktan çıkarma çalışmaları dikkat çeker. Demek ki genel olarak vaktiyle cami yapılmış Bizans kiliselerinin eski kimliklerinin ortaya çıkarılması ve yeniden kilise yapılamadıkları için de müzeye dönüştürülmeleri süreci başlar.
İşte Ayasofya’nın müzeleştirilmesi ve mozaikler dahil Bizanten kimliğinin yeniden ortaya çıkarılması faaliyetinin tam bu yıllara denk gelmesi ilginçtir.
İşte laik bir Ayasofya için ilk adımın Thomas Whittemore adlı garip bir ABD’liden gelmiş olması önemlidir. Ayasofya’nın özellikle mozaiklerini yeniden ortaya çıkarma fikriyle İstanbul’a gelen ve bir restorasyon için izin koparmaya çalışan Whittemore’un Atatürk ile bizzat görüşerek onu Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarıp bir müze haline getirmeye nasıl ikna ettiğini araştırmacı Natalia Teteriatnikov şöyle ortaya koyuyor:
“Amerika Bizans Enstitüsü, 1930’da Thomas Whittemore tarafından Boston’da kuruldu. Harvard’dan Prof. Robert Blake otobiyografisinde şöyle yazıyordu: “Bizans sanatı, tarihi ve arkeolojisi incelemelerini teşvik etmek konusunda bir Amerikan, İngiliz ve Fransız girişimi olan Bizans Enstitüsü’nün kuruluşunda onunla (Whittemore) birlikte çalıştım. Bizans Enstitüsü’nün büyük başarılarından biri, 1931’de TC’nin Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ü, Ayasofya Bazilikası’nın içindeki mozaiklerin ortaya çıkarılması sorumluluğunu Bizans Enstitüsü’ne teslim etmeye ikna etmesiydi.” (Kariye, Pera Müzesi Yay., 2007, s. 34.)
Bu alıntıdan Bizans Enstitüsü’nü yalnız ABD’nin değil, İngiltere ile Fransa’nın da desteklediğini öğreniyoruz. Ancak makalenin devamında daha önemli bir pasaj var. Onu da beraber okuyalım:
Ayasofya müzakereleri
“Atatürk ile Whittemore arasında, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Ankara’daki Amerikan Elçiliği’nin aktif destek verdiği müzakereler yürütüldü. Bu müzakerelerin sonucunda Ayasofya cami olarak kapatıldı ve müze olarak açıldı.”
Yeterince açık bir ifade, değil mi? Meğer Atatürk ile Ayasofya pazarlığının içine ABD Dışişleri Bakanlığı ile ABD Büyükelçiliği de girmiş ve sonuçta Ayasofya Camii’ni müze yapma girişimi başarıya ulaşmış. Daha da çarpıcı bir alıntı bu defa bizzat Whittemore’un, çalışmalarını finanse eden Robert ve Mildred Blisse’e yazdığı mektupta geçen şu cümleleri:
“Türk hükümeti geçen yıl üç kiliseyi ulusal anıt ilan etti (Kariye dahil). Bizans Enstitüsü’nün, Türk hükümetinin İstanbul’da kalan Bizans kiliselerinin gözeticisi olarak onların kalıntılarının gecikmiş korumasından sorumlu olduğu yönündeki UYARISINA verilmiş bir karşılıktır bu. Geçenlerde Eski Eserler ve Anıtları Koruma Heyeti’nde bana tanınan yer, Türkiye’de bana her zamankinden daha sağlam bir nüfuz pozisyonu sağlıyor.”
Durum bu: ABD, İngiltere ve Fransa’nın desteklediği bir kurum tarafından uyarılmışız ve buna kiliseden çevrilmiş üç camiyi ‘anıt’ yaparak cevap vermişiz.
Bu durumda Lord Curzon’un 2 Ocak 1918’de söylediği şu sözle yan yana getirilince nasıl bir manzara çıkıyor, takdiri size bırakıyorum:
“İstanbul, özellikle Doğu dünyasının kozmopolit ve enternasyonel bir şehridir. Ayasofya ki, 900 yıl önce bir Hıristiyan Kilisesiydi, elbette gene eski durumuna getirilecektir.”
Anlaşılan o ki, Ayasofya’nın yeniden kilise yapılması istenmiş ama olmayınca orta noktada buluşulmuştur. Neden olmadığını da başka bir yazıda değerlendiririz.

Ayasofya için tarihî çağrı
Geride bıraktığımız Kurban Bayramında, bayram namazı için Sultanahmet Camiini dolduran cemaate verdiği vaazda Ayasofya’yı gündeme getiren İstanbul Başvaizi Mustafa Akgül’ün yaptığı çağrı tarihî önemdeydi. 


Kazım GÜLEÇYÜZ
irtibat@yeniasya.com.tr
Son yıllarda farklı TV’lerin iftar ve sahur programlarındaki sohbetlerinden de aşina olduğumuz Mustafa Hoca, kürsüden şöyle seslenmiş:
“Sultanahmet bugün cemaatle doldu, taştı. Ancak Ayasofya cemaatten mahrum, ağlıyor, mükedder. Ayasofya’nın ibadete açılması için daha kaç paket bekleyeceğiz?” (Taraf, 16.10.13)
Bu çağrının, bir bayram sabahı cemaatle dolup taşan Sultanahmet’te seslendirilmesinin çok ayrı ve özel bir anlamı var. Çünkü Başbakan, geçen Mayıs’ta Ayasofya ile ilgili bir soruyu “Sultanahmet Camii çok boş; orası dolarsa Ayasofya’da ibadeti gündeme alabiliriz” diye cevaplamıştı.
(Biz de bu cevabı 7-8.5.13 günleri çıkan “Ayasofya ve AKP” başlıklı yazılarımızda değerlendirmiştik.)
Sonrasında İstanbullular, geçen Ramazan Bayramı namazını Sultanahmet’te kılmaya davet edilmiş ve cami bu çağrıya icabet eden kalabalık bir cemaatle dolup taşmıştı. Benzer, hatta daha yoğun bir katılım da Kurban Bayramında oldu.
Bu durum, Erdoğan’ın söylediği hususta halkın inisiyatif alarak ortaya koyduğu bir tablo. Ve “Sultanahmet artık boş değil” mesajıyla, Ayasofya için de gereğinin yapılması talebini ifade ediyor.
Başvaiz Mustafa Akgül’ün çağrısı, gerek bu düşünceyle Sultanahmet’i hınca hınç dolduran cemaatin, gerekse fiziken orada olamasalar da ruhları ve kalpleriyle aynı manayı paylaşan bütün Müslümanların ortak talebini seslendiriyor.
Evet, Peygamber müjdesine mazhar İstanbul’un fethinin en önemli sembollerinden biri sıfatıyla beş asra yakın süreyle cami olarak hizmet verdikten sonra, en başta M. Kemal’in imzasını taşıyan korsan bir kararname ile mabed olmaktan çıkarılan Ayasofya’nın neredeyse 80 yıldır devam eden hicranı ne zaman sona erdirilecek?
Konunun tekrar gündeme gelmesi vesilesiyle, Turing’in 10 sene önce önce vefat etmiş olan eski genel müdürü Çelik Gülersoy’a atfen aktarılan şu sözleri de kısaca ele alarak değerlendirelim:
“İstanbul’un ikinci bir fatihi var. O da Ayasofya’yı müze yapmış. Fatih’in iradesi hukuk oluyor da Atatürk’ün iradesi neden hukuk olmuyor?”
(Aktaran: Doğan Hasol, Cumhuriyet, 14.9.13)
Bu sözlerdeki mantık son derece tartışmalı.
Bir defa, tarihte İstanbul’un Türkler tarafından aylarca muhasara edilerek ikinci kez fethi diye bir olay var mı? Anadolu’daki millî mücadele zaferle sonuçlandıktan sonra, en azından Yunan askerinin İzmir’de “denize dökülmesi”ne benzer bir durum, İstanbul’daki İngiliz işgalcilere karşı da gerçekleşti mi? İngilizler Türk ordusuyla girdikleri bir savaşta mağlûp oldukları için mi, yoksa kendiliklerinden mi İstanbul’u terk ettiler?
Bu çekilmeyi, Fatih’in İstanbul’u fethiyle denk ve eşdeğer tutan bir mantık ciddîye alınabilir mi?
İkincisi, M. Kemal hangi yetkiyle ve hangi haklı gerekçeyle, Ayasofya’da Fatih’in iradesini geçersiz kılan bir tasarrufa imza atabiliyor ve onun iradesi Fatih’in iradesinden üstün sayılabiliyor?
Ve bu çarpıklık daha ne kadar devam edecek?
22.10.2013