15 Aralık 2018 Cumartesi

İHLAS HAKKINDA

İKİNCİ DÜSTURUNUZ:
   Bu hizmet-i Kur'aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev'inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne takaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa'ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.
   İşte ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur'anın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin a'zâlarıyız. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet olan Dârü's-Selâm'a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden bin yüz onbir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlası kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz. Evet üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz onbir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbin dörtyüz kırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. hakikî sırr-ı ihlas ile, onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
   Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.(Haşiye)
İhlas Risalesi - 33

İHLAS HAKKINDA

 BİRİNCİ DÜSTURUNUZ:
   Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.
Lemalar - 160

İHLAS HAKKINDA

Yirmibirinci Lem'a
  İhlas hakkında
  (Onyedinci Lem'anın Onyedinci Nota'sının yedi mes'elesinden Dördüncü Mes'elesi iken, ihlas münasebetiyle Yirminci Lem'anın İkinci Nokta'sı oldu. Nuraniyetine binaen Yirmibirinci Lem'a olarak Lemaat'a girdi.)
  Bu Lem'a lâekal her onbeş günde bir defa okunmalı.
 ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤٰﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

 ﻭَﻟﺎَ ﺗَﻨَﺎﺯَﻋُﻮﺍ ﻓَﺘَﻔْﺸَﻠُﻮﺍ ﻭَﺗَﺬْﻫَﺐَ ﺭِﻳﺤُﻜُﻢْ ٭ ﻭَ ﻗُﻮﻣُﻮﺍ ﻟِﻠّٰﻪِ ﻗَﺎﻧِﺘِﻴﻦَ ٭ ﻗَﺪْ ﺍَﻓْﻠَﺢَ ﻣَﻦْ ﺯَﻛّٰﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﻗَﺪْ ﺧَﺎﺏَ ﻣَﻦْ ﺩَﺳّٰﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَﻟﺎَ ﺗَﺸْﺘَﺮُﻭﺍ ﺑِﺎٰﻳَﺎﺗِﻰ ﺛَﻤَﻨًﺎ ﻗَﻠِﻴﻠﺎً

   Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır. Madem ihlasta mezkûr hâssalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi' olur, devam etmez; hem şiddetli mes'ul oluruz.
 ﻭَﻟﺎَ ﺗَﺸْﺘَﺮُﻭﺍ ﺑِﺎٰﻳَﺎﺗِﻰ ﺛَﻤَﻨًﺎ ﻗَﻠِﻴﻠﺎً

âyetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfüruşane, sakîl, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi'-i cüz'iyenin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.
   Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm
 ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻨَّﻔْﺲَ ﻟَﺎَﻣَّﺎﺭَﺓٌ ﺑِﺎﻟﺴُّٓﻮﺀِ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﺭَﺣِﻢَ ﺭَﺑِّﻰ

demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın. İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
Lemalar - 159

14 Aralık 2018 Cuma

BENCİLLİK GİRDABI


İnsana bahşedilen benlik emaneti, en büyük gerçeği tanıyıp bulma yolunda ona verilmiş mukaddes bir armağandır. Vazife biter bitmez de taşa çalınıp kırılması gerekli olan bir armağandır. Böyle yapılmadığı takdirde kabarır, şişer ve sahibini yutacak bir ifrit haline gelir. Fert, onunla Yüce Yaratıcı'yı, O'nun kudretinin, ilminin, iradesinin sonsuzluğunu; eksiklik ve kusurların O'nun semtine sokulamayacağını idrâk edecek, sonra da sinesinde tutuşturduğu marifet ve muhabbet ateşiyle onu eritip bitirecek; sadece Yüce Yaratıcı'nın varlığıyla bakıp görecek; O'nunla düşünüp O'nunla bilecek ve sadece O'nunla soluyacaktır.Hep bencil olarak kalıp gitme, Hakk'ı görüp bilememenin, sonsuzluk yolunda mesafe alamamanın ve gözleri bağlı, aynı yerde dönüp durmanın ifadesidir. Devamlı benlik hesabına düşünenler, benlikle oturup kalkanlar, aradıklarını "ego"nun karanlık atmosferinde arayanlar, yıllarca deretepe demeden aşıp gitseler de bir çuvaldız boyu yol alamazlar.Yapılan işler, işlerin en ağırı, en yorucusu dahi olsa, benlik hesabına yapıldığı takdirde kat'iyyen fazilet va'detmez ve İlahî Dergâh'ta kabul göremez. Kendini aşmamış, benliğine bıçak çalıp parçalayamamış, basireti bağlı kimselerin ötelere doğru her hamlesi bir avunma ve aldatmaca, her fedakârlığı da bir akılsızlıktır.Bencillik, şeytanî bir sıfat olduğundan, ona kapılanların, şeytanın akibetine uğrayacağından şüphe edilmemelidir. Şeytanın mazeret ve müdâfaaları bile, gümgüm birer benlik melodisidir. Adem Nebi (a.s.), ufkunun karardığı bir anda, gözyaşlarından yepyeni bulutlar meydana getirerek onunla gönül ateşini, hasret ateşini söndürmeye çalışmasına karşılık, İblis, her kelimesi gurur ve inat, her ifadesi saygısızlık, mazeretler sayıp döküyordu.Benliğin ilimden kaynaklananı, servet ve iktidarla ortaya çıkanı, zekâ ile, cemâl ile şişip büyüyeni ve daha birçok çeşidi vardır... Bu sıfatlardan hiçbiri, insanın zâtî malı olmadığından, bu husustaki bir iddia, hakiki Mal Sahibi'nin gazabına bir vesile ve dâvetiye sayılmış ve bu mağrur ruhların helâkiyle neticelenmiştir.
Ferdin şahsî dünyasını tesir altına alan "ego", bir cemaat benliğiyle de omuz-omuza verince, bütün bütün devleşir ve mütecaviz birifrit haline gelir. Artık böyle azgınlaşmış bir ruhun elinde en hayırlı şeyler dahi simsiyah bir bulut kesilir ve etrafa gülle, bomba yağdırmaya başlar. Evet böylelerinin elinde, ilim, bir yalancı ışık; servet, çalım ve cakaya vesile; gönül, bir çiyan yatağı; cemâl, çevreye ekşilik saçan bir gam sayfası; zekâ, başkalarını hafife alan uğursuz bir şaklaban hâlini alır.Öteden beri felsefe, benliği; peygamberlik de, hakkı ve mahviyeti temsil etmiştir. Evvelkilerin yolunda; şüpheler, tereddütler, aldatmalar, şiddet ve hiddetler aysberglerin birbiriyle çarpışmaları gibi korkunç müsademelerle dağılıp parçalanmalarına karşılık; ikincilerin yolunda; aydınlıklar, gönül inşirâhları, birbirinin imdâdına koşmalar ve birbirini desteklemeler vardır.Her fırsatta kendini etrafa anlatma ruh haleti, fertte bir eksiklik ve aşağılık duygusunun ifadesidir. Böyleleri, iyi bir ruh terbiyesiyle varlıklarını gerçek Mal Sahibi'ne fedâ edecekleri güne kadar da bu durum sürer gider. Bunların her işi bir çalım, her ifadeleri gürülgürül benlik, her mahviyyet ve tevazûları da ya bir riyâ, ya da kendilerini başkalarına anlattırabilme yatırımıdır. Bin nefrin haknâşinas(53) bencillere!(54)

ـ5217 ـ1ـ عن أبي سعيدٍ وأبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قاَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: قَالَ اللّهُ تَعالى اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي، وَالْعِزُّ إزَارِي، فَمَنْ نَازَعَنِي شَيْئاً مِنْهُمَا عَذَّبْتُهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود .

1. (5217)-Ebu Said ve Ebu Hureyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyorlar: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teala hazretleri şöyle dedi: "Büyüklük ridamdır, izzet de izarımdır. Kim bu iki şeyde benimle niza ederse ona azab veririm." [Müslim, Birr 136; Ebu Davud, Libas 29, (4090).][2]          

8 Aralık 2018 Cumartesi

ALTINCI RİCA

...Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlık'ımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem o var, bizim için herşey var. Madem o var, melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil. Hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk'ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler. Evet bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat'umatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahidler, bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlık'ımızın, Sâni'imizin, Hâmi'mizin dergâhını gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır. Ve acz ve zaafın tam zamanı da, ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.
Lemalar - 228

25 Kasım 2018 Pazar

ÖĞRTMENLİK

BU ZAMANDA ÖĞRETMEN OLMAK VE ÖĞRETMENLİK GÖREVİNİ YERİNE GETİREBİLMEK, ÇOK ZOR BİR İŞTİR.

 Neden mi dersiniz? İsterseniz anlatayım size;
Öğretmenlik mesleği kutsal bir meslek,öğretmenler ise, mesleği nedeni ile saygı duyulması gereken insanlardır.Toplumları eğitim ile değiştirecek bu eğitim kadrosunun fertleri öğretmenlerimiz maalesef bugün toplumda istenilen saygıyı görmemekte ve istenilen  yerini almamaktadır.Bu durumun başlıca birkaç sebebi vardır.
1-Öğretmenlerimiz yanlış yönetmelikler ve değerlendirmeler sonucu toplumdaki saygınlığını yitirmiş ve öğrencilerin velilerin gözünde sen de kimsin gerekirse sana görev dahi yaptırmamak  için notunu düşürür seni kendimize kul ederiz.
2-Öğretmen değil mi? aldığı maaş nedir ki? Benim çocuk giyim ve kuşamı ile araba ve harcaması ile öğretmene eyvallah etmeyecek durumda.İster okusun ister okumasın bir diploma alsın yeter demek çok yanlıştır.
3-Ögretmene saygı tamamen ortadan kalkmış öğrenci öğretmeni tehdit eder ve disiplin ve ahlaktan yoksun duruma gelmiştir.Böyle bir ortamda öğretmenlik yapmak ve başarılı olmak mümkün mü?
4-Öğretmen çoğu zaman aceb bir iftiraya kurban gider miyim düşüncesi ile rahat hareket edemeyecektir.Bu da öğrenci öğretmen ve öğretmen veli ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.
Şikayet edilebilirim korkusu ile ders yapan bir öğretmen ne kadar başarılı olacaktır,bunun takdirini sizlere bırakıyorum.
Veliler, aileler, maalesef çocukları gerekli terbiye vererek okula gönderme yerine, okulu vakit geçirilecek yer olarak görmektedir.Bu nedenle çocuklar gerekli eğitimi okulda alamamaktadır.
Okul yönetimi bu durumu bildiği halde çok zaman koltuk sevdası nedeniyle ya da kendi yetersizlikleri sebebi ile vaziyeti idare etme cihetine gitmektedir.Bu demek değildir ki tüm yöneticiler böyle, hayır. Okulunun başarısı için tüm imkanları seferber edip öğretmenlerine değer veren birçok yöneticimiz vardır elbette. Ben öğretmenini koruyup, çalıştırarak ondan en büyük verimi sağlayan yöneticilere teşekkürü bir borç bilirim.
Değerli öğretmen arkadaşlarım;Her türlü sıkıntı olumsuzluklara rağmen bu zor ve kutsal görevde başarılı olmakla görevlisiniz .Zira siz toplumun geleceğinde söz sahibi olacak kişileri en güzel şekilde eğitip yetiştirmek zorundasınız. Allah yardımcınız olsun.
Değerli yöneticilerimiz unutmamalısınız ki,öğretmenlerimizin huzurlu bir ortamda çalışmaları onları başarılı ve mutlu kılacaktır.Bu başarı sadece onların değil sizin de başarınızdır.Unutmayalım ki,başarı bir ekip işidir. Öğretmenlerimize sahip çıkalım ve onlardan en güzel şekilde faydalanalım.
Bu vesile ile, 24 Kasım öğretmenler gününüzü kutlar, başarılar dilerim.

23 Kasım 2018 Cuma

ELLERİ ÖPÜLEN ÖĞRETMENLER


24 Kasım Öğretmenler günü anısına;

SEVGİ ÇİÇEKLERi

 BU ÇİÇEKLER SOLMASIN

Bu çiçeklerin solması,bizim milletimizin bahtını,talihini de solduracaktır.Açılsın daima,yaprak yaprak,çiçek çiçek açılan goncalar.Bu açılan goncalar,bahtımızın da açılışı olacaktır.Bir gün gelip bu vatan bahçesi gördüğün bu yavru çiçeklerle donanacaktır.O zaman sen ise yetişen bu çiçeklerle iftihar edip mutluluk duyacaksın.
                                           
ELLERİ ÖPÜLECEK İNSAN,

ÖĞRETMENİM !

Öğretmenim siz;
Bizleri aydınlatan bir nur,
Sönmeyen bir güneş,
Bir ışıksınız.

Öyle bir ışık ki;
Bu ışığa herkes muhtaç.
Öyle bir nur ki;
Bu nura herkes hasret.

Öğretmenim siz;
Öyle bir Cevher'siniz ki;
Kıymetinizi ancak ,
Aydınlığa muhtaç olanlar anlar.

Siz öyle bir değersiniz ki;
Bunu ancak öğrenci anlar.

Yine siz, öyle birisiniz ki;
 Öğretmensiniz .

Öğretmenim siz;
Bir rehber ve öndersiniz.
Siz muhtaçlara elini uzatan,
Yardım seversiniz.

Öğretmenim siz ;
Bizler için her şeysiniz.
Öyle ki; Okumayı bize siz öğrettiniz.

Vatanımızı,bayrağımızı,dinimizi sevmeyi,
Mutlu insan olmayı, siz öğrettiniz.
Çünkü siz, hep mutluluk duyup,
Mutlu insan oldunuz.

Siz gönülleri okşayan,
Sevgililer sevgilisinin dostu.

En büyük insan,öğretmensiniz.

Biz biliyoruz ki;
Bir harf öğretene köle olunur.
Ama siz bize köle olmayı değil,
Efendi olmayı öğrettiniz.

Size ne kadar minnet duysak azdır.
Zira siz,elleri öpülen öğretmensiniz.

                               Rafet ÖZCAN


KİME KARŞI GÜNAH İŞLİYORUZ ?

Günahımız kime karşı? 

İnsan iki şeyden mürekkeptir; birisi bedeni, diğeri ise ruhudur. İnsan bedeni bu kâinatın maddesiyle münasebettar olduğu gibi; ruh da o madde­de tecelli eden esmâ-i İlâhiye ve sıfat-ı kudsiye ile ve bunların müsemmâ ve mevsufu olan Sani-i kâinat ve Hâlik-ı ezel ve ebedin marifeti ve mu­habbetiyle alâkadardır. Meselâ; insan bedeni, bir elmadaki vitaminler ile alâkadar olurken ruhu da bu elmada tecelli eden lûtuf ve ihsana, kerem ve in’ama meftûn ve onların Sahib-i Zülkemâl’i olan Rahmân-ı Rahîm’e müteveccihtir. İşte, irade sıfatından gelen Tekvinî şeriatiyle bu kâinat sarayında had ve hesaba gelmez bir nimet sofrasını insan bedeninin önüne seren Sani-i Kerîm; o insanın kalben ve ruhen terakki etmek için yapması icabeden şey­leri de Kelam sıfatından gelen şeriatiyle, yani emir ve nehiylerinin mecmu­ası olan Kur’an-ı Hakîm ile insanın önüne sermiştir. Tekvinî Şeriat âhiretten ziyade dünyaya nâzır olduğundan, bu kâinat sof­rasından maddeten istifade etmek de ruhtan ziyade, bedenle alâkadardır. Dünyadan ziyade âhirete nâzır olan Kur’ân-ı Hakîm ise, insanın hangi mânevî gıdalarla rıza-ı İlâhiye’ye ve saadet-i ebediyeye mazhar olacağını ve nelerden içtinabla gazab-ı İlâhî’den ve şekavet-i dâimeden mahfuz ka­lacağını bizlere bildirmiştir. Ruhun bedenle, ebedî saadetin ise bu fani hayatla kıyas kabul etmeye­ceğini idrak eden insan, Kur’ân-ı Kerîm’in fermanlarına harfiyen riayete azami derecede hassasiyet göstermelidir. Bedenini beslemek için kâinattaki ışıktan, havadan, sudan tut, ta sebze­lerin ve meyvelerin envaına kadar her şeye ihtimam gösteren ve bu noktada aza kanaat etmeyen insanın, bu ihtimamı çok daha fazlasıyla; ruh ve kalbi­ni besleyen mânevî gıdalara yani Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve nehiylerine karşı da göstermesi yaratılışının muktezasıdır. Bir insan, bedenini beslemek için bir cihetle kâinatı yiyor, yine de onu muhafaza edemiyor ve ölüyor. Ruhuna karşı ise hakikatın zıddıyla muamele ederek, sadece bir iman ettim demekle yetiniyor ve ruhun gıdası olan amellerde ihmalkârlık yapıyor. Yalnız mücerred bir imanın ruh binamızı ayakta tutacağı ve onu ebedî saadete kavuşturacağı çok şüphelidir. Bedenimizin çeşitli gıdalarla beslen­mesi gibi, ruhumuzun da sıhhatını muhafazası ve terakki etmesi için birçok gıdalar alması lazımdır. Kur’ân-ı kerîm bütün ayetleriyle ve umum ehâdis-i nebeviye bu gıdaların neler olduğunu bize öğretmiş bulunmaktadır. İnsan sadece ekmek yemekle iktifa etmediği gibi, sadece namaz kılmak­la da iktifa etmemelidir. Bir kimse, bedenine ihtimam gösterirken, her âzasıyla alâkadar oluyor ve zararlardan muhafazaya çalışıyor. Meselâ, ayağındaki bir parmağına ehemmiyet vermemezlik etmiyor. Bu parmağa bir arıza geldiğinde bütün kuvvetiyle onun yardımına koşuyor. İnsan bu hassasiyeti ruhu için de gös­termeli ve işlediği hiçbir günahı küçük görmemelidir. Her günahın ruhta açtığı yara, muhtelif ve mütefavit olmakla beraber, en küçük günah dahi, misâldeki parmak yaralanması gibi, ruhu incitmektedir. Meselenin diğer bir yönünü de yine bir misâlle izaha çalışalım: Bir padi­şahın muhtelif emirleri ve bu emirlere uymamanın da muhtelif cezaları var­dır. Cürümler ve cezalar muhtelif olmakla beraber, bütün cürümlerin müş­terek olduğu nokta, padişahın emrine riayet edilmemesi meselesidir. Bir kimse bu noktada küçük suçları da kendi nefsi itibariyle büyük addetmeli ve sultanın emirlerine itaatsizlikten şiddetle çekinmelidir. Aynen bunun gibi, küçük günahların büyük günahlarla ittifak ettikleri husus, her iki hâl­de de bu kâinatın Mâlik-i Ebedî’si ve Sultan-ı Sermedî’sinin emri hilâfına hareket edilmesidir.Yani, günahın küçüklüğüne değil, günahın kime karşı işlendiğine nazar edilmelidir. Yukarıda izah ettiğimiz mesele, kendi nefsimizi günahlardan muhafaza için dikkate almamız gereken önemli bir nokta olmakla beraber, başkaları­nın günahlarını bu düşünce tarzıyla değerlendiremeyiz. Müsbet ve menfî bütün fiillerin fazilet ve mahzur; mükâfat ve ceza dereceleri en ince teferru­atına kadar dinimizce tayin ve tesbit edilmiştir. İşlenen müsbet veya menfî bir fiile terettüb eden bu ceza veya mükâfatı noksanlaştırmak veya çoğaltmak hiç kimsenin haddi değildir. Binaenaleyh, kendi işlediğimiz küçük günahlarımızı büyük görerek sakınmaya çalışabi­leceğimiz hâlde, başkalarının günahlarını ancak dinimizin tesbit ettiği ölçü­ler içinde değerlendirebiliriz. Mehmed Kırkıncı

Kaynak Linki : https://www.nurdanhaber.com/tr-tr/haberler/5125/gunahimiz-kime-karsi/

20 Kasım 2018 Salı

GÜNAHLARDAN KAÇINALIM

Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır. Bu hayat-ı dünyevîde dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekva etmezsen, şu muvakkat bir hastalık ile daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun. Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya ALLAH'ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki; milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. Ondan feryad et. Çünki bütün dünyanın mevcudatıyla kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır. Mütemadiyen firak ve zeval ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bâhusus âhireti bilmediğin için, ölümü i'dam-ı ebedî tahayyül ettiğinden -âdeta- güya yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var.
   İşte en evvel hadsiz yaralı ve hastalıklı bu büyük manevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat'î ilâç ve kat'î şifa verici bir tiryak olan iman ilâcını aramak ve itikadını düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve zaafın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelal'in kudretini ve rahmetini tanımaktır. Evet ALLAH'ı tanımayanın dünya dolusu bela başında vardır. ALLAH'ı tanıyanın dünyası nurla ve manevî sürurla doludur. Derecesine göre iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen manevî sürur ve şifa ve lezzet altında, cüz'î maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.
Lemalar - 209

BİR HATIRA

İBRET DOLU BİR OTOBÜS YOLCULUĞU HATIRASI

Yine bir aile ziyareti için düşmüştüm yollara. Gecenin karanlığında usûlca ilerleyen otobüsün içerisi karanlık ve sessizdi.

Yolcular kendi koltuğunda oturmuş, ölümün kardeşi olan uyku âlemini ziyaret etmekteydiler. Bu yüzden otobüs Berzah âlemini andırıyordu bana. Yolculuk ettiğim yedi numaralı koltuk kabrimi, diğer yolcular da kabrime komşu olan ruhanileri andırıyordu iç âlemimde. Çünkü gece karanlık, otobüs karanlık, yollar karanlık, âkıbetim de bulanıktı. Takdir-i Hüda neyi nasip eder bilemiyordum. Acizdim.. O an, Üstadımın şu sözü geldi hatırıma “Îman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.” Ben de Cenâb-ı Hakk’a teslim olup tevekkül ettim.

Bu tevekkül vesîlesiyle içimde bir saadet, bir sürur hâsıl oldu. Bu saadet ve sürurla kaldırmaya tâkât getiremediğim yüküm hafifledi ve ferah buldum. Yoksa aklım ve kalbim bu hazin hâlet karşısında dayanamayacak, şeytan ve nefsime mudhike olacaktım. Bir kez daha îman ve tevekkül ni’meti için Rabbime hamd ettim. Ne büyük bir ni’mettir îman. Îmansızlık ise şu gecenin karanlığından daha karanlık bir nikmet. Ne de büyük bir illet ve zillet. Ya Rabbim, medet et...

Tevekkülden sonra yolculuk bir başka devam ediyordu artık. Çünkü Rabbime teslim olup, tevekkül etmiştim. Madem O var, huzur var, saadet var kısaca her şey var. Âkıbetim ne olacak düşünmüyor, dert etmiyor, tefekkür ederek yolculuğun derin düşüncelerine dalıyordum.

Ama düşündüm de ben zaten yolcu değil miydim? Âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, sabavetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, Berzahtan, haşirden, Sırat’tan geçer uzun bir imtihan seferinin yolcusuydum. Yapmış olduğum bu büyük seferin yanında esamesi dahi okunmayacak bir yolculuktu bu otobüs yolculuğu. Ne de çabuk unutuyorum zaten yolcu olduğumu. İlla küçük yolculuklar mı yapmam gerekiyor bu fânî dünyada yolcu olduğumu hatırlamam için. Hâlbuki unutmamam gerekir, ama gel gör ki insanız, nisyandan geliyoruz ve de çok çabuk unutuyoruz.

Bu küçük otobüs yolculuğu için gün boyu hazırlıklar yaptım. Her şeyimi bu yolculuğa göre planladım. Otobüs saatini kaçırmamak için de a’zamî dikkat ettim. Ve zamanında otobüse bindim. Peki, asıl yolculuğum ve varacağım yer olan kabir için, Berzah âlemi için ne derece hazırlık yapıyorum diye sordum kendime. Meğer ne de hazırlıksızmışım. Bu yolculuk bana ibretlik bir ders oldu. “Bu kısa yolculuğa hazırlandığın gibi asıl yolculuğuna da dikkat et ve gideceğin yer olan kabre, Berzaha iyice hazırlan” diye ikaz etti beni. Çünkü dünya fâni, ölüm âniydi. Her an ecel cellâdı, başımı kesmek için gelebilir. Bu yüzden hayatımı bu büyük yolculuğa göre planlayacağım. Bu günden itibaren her daim yolcu olduğumu unutmayacağım ve ölüme karşı her an hazırlıklı olmaya çalışacağım inşaallah..

Siz de mi benim gibi yolcu olduğunu unutanlardansınız yoksa?

13 Kasım 2018 Salı

SOSYAL MEDYA DEPRESYONA SEBEP OLABİLİR

Sosyal medya depresyona neden olabilir

Sosyal medyada fazla zaman geçirmenin kişileri depresyona sürükleyebileceği belirtildi.

Sosyal medyada fazla zaman geçirmenin kişileri depresyona sürükleyebileceği belirtildi.

Pensilvanya Üniversitesinden psikologların yaptığı çalışmada, ilk kez sosyal medyada geçirilen zaman ile depresyon ve yalnızlık hissi arasında nedensel bir ilişki olduğu ortaya konuldu.

Çalışmanın lideri Profesör Melissa Hunt ve ekibi, birkaç hafta boyuna 143 üniversite öğrencisinin ruh halini ve mutluluk hissini 7 farklı skala kullanarak test etti.

Katılımcıların yarısı, belirlenen sosyal paylaşım sitelerini kullanmaya normal şekilde devam ederken, diğer yarısının belirlenen her bir sosyal paylaşım sitesini günde 10'ar dakika kullanmasına izin verildi.

Kullanım, katılımcıların telefonlarından pil verilerini gösteren düzenli ekran görüntüleri alınarak izlendi.

Çalışma boyunca sosyal medyada vakit geçirme süresini azaltan kullanıcıların depresyon ve yalnızlık hissinde "klinik olarak belirgin" düşüş gözlenirken, sosyal medya alışkanlığını değiştirmeyen katılımcıların sonuçlarında değişiklik kaydedilmedi.

Hunt, "Üç hafta boyunca, sosyal medya kullanımını sınırlayan kişilerdeki depresyon ve yalnızlık hissi oranlarında kayda değer düşüş olduğunu gördük." dedi.

Araştırmacılar, Facebook, Instagram ve Snapchat'in yalnız ve depresif kişiler tarafından sevilmediğini, aksine bu mecraların söz konusu kişileri daha da yalnızlaştırdığı ve depresyona soktuğunu belirtti.

Daha önce, bu konuda yapılan çalışmalar sosyal medya kullanımı ile depresyon ve yalnızlık hissi arasında korelasyon olduğunu ortaya koyarken, bu çalışma her ikisi arasındaki "nedensel ilişkiyi" gösterdi.

Çalışmanın sonuçları "Journal of Social and Clinical Psychology"de yayımlanacak.

AA

4 Kasım 2018 Pazar

Hz.PEYGAMBERİN AÇLIĞA TAHAMMÜLÜ

NEBÎ (S.A.V)’İN AÇLIĞA TAHAMMÜLÜ

Ebu Hureyre (r.a.) şöyle anlatıyor: Allâh Rasûlü’nün ailesine ait hiç bir evde ne ekmek ne de yemek pişirmek için ateş yakılmadığı olurdu. Bu hâl bazan bir ay, bazan da iki ay böyle devam ederdi. Dinleyenler “Peki ne ile yaşıyorlardı, ey Ebu Hureyre?” diye sordular. Ebu Hureyre (r.a.), “Hurma ve suyla geçinirlerdi. Bir de, ensardan bir kaç komşuları vardı. Allâh (c.c.) onları mükâfatlandırsın. Ara sıra Hz. Peygamber (s.a.v.)’e süt gönderirlerdi” dedi.

Mesruk şöyle anlatıyor: Hz. Aişe (r.anha)’nın hanesine gittim. Bana yemek verilmesini söyledi ve “Ben doyuncaya kadar yemek yediğim zaman ağlarım” dedi. Niçin ağladığını sorduğum zaman da “Resûlullâh’ın (s.a.v.) dünyayı terkettiği halini hatırlıyorum. Andolsun, Resûlullâh (s.a.v.) hiç bir zaman, bir günde doyasıya ekmek ile et yemedi” dedi.

Hz. Aişe (r.a.) şöyle diyor: Resûlullâh (s.a.v.) Medine’ye geldiği günden itibaren arka arkaya üç gün buğday ekmeğini doyasıya yememiştir.

Zaman olurdu ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hanımlarına ait hücrelerin hiç birinde, aylarca ne ışık yanar, ne de ateş yakılırdı. Zeytinyağını buldukları zaman, onu merhem yerine kullanır ve iç yağını bulurlarsa da onu yerlerdi. Allâh Resûlü (s.a.v.) ailesiyle beraber aç oldukları halde peşpeşe çok gece yemeden gecelemişlerdir. Onlar akşam yemeği bulamazdı. Ekmeklerinin çoğu ise arpa idi.

Ebu Hureyre (r.a.) şöyle anlatıyor: Peygamber oturarak namaz kılarken ben huzuruna girerek “Ey Allâh’ın Resûlü! Bakıyorum oturarak namaz kılıyorsun? Sana isabet eden nedir?” dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ey Ebu Hureyre! Açlıktır” dedi. Bunun üzerine ben ağladım, bana “Ey Ebu Hureyre! Ağlama, kesinlikle kıyamet gününde, hesabın şiddeti dünyada Allâh rızası için açlık çekene isabet etmez” buyurdu.

(Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, c.1, s.268-269)

31 Ekim 2018 Çarşamba

GİLABURU VE FAYDALARI

'Gilaburu'nun faydaları bilimsel olarak kanıtlandı

Daha çok Kayseri'nin Bünyan ilçesi ile civarında yetişip "gilaburu" adıyla bilinen bitki, böbrek taşı düşürme ve ağrı kesici özelliğinin bilimsel olarak kanıtlanmasının ardından eczanelerde takviye edici gıda olarak yerini aldı.

Yoğunlukla Kayseri'nin Bünyan ilçesi ile civarında yetişen ve "gilaburu" bitkisi, böbrek taşı düşürme ve ağrı kesici özelliğinin bilimsel olarak kanıtlanmasıyla eczanelerde takviye edici gıda olarak satılıyor.

Özellikle böbrek taşı hastalarının yakından tanıdığı, Türkiye'nin farklı bölgelerinde "gilabolu, gilaboru, giraboru, kirabolu, frenk üzümü" gibi çeşitli isimlerle anılan gilaburu, içeriğindeki mineraller ve asit dolayısıyla "gençlik iksiri" olarak da anılıyor.

Üzüme benzeyen kırmızı meyvesi ve çalı şeklinde bitkisiyle bilinen gilaburu, yöre halkı tarafından toplanıyor ve meyve suyu olarak tüketiliyor.

Ekim ayının ilk haftasında hasadı tamamlanan gilaburu, salamura olması için şişelere doldurularak bekletiliyor. Kış aylarında meyvesi ezilen gilaburu tatlandırılarak meyve suyu şeklinde içiliyor.

Bazı firmalarca işlenen gilaburu, içecek olarak raflarda, lokantalarda yerini alırken, ilçe halkı tarafından da yol kenarlarında satılıyor.

Bünyan Belediye Başkanı Şinasi Gülcüoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ilçeye özgü aromatik bir meyve olan gilaburunun tanıtımının yapılması yönünde göreve geldikleri günden bu yana çeşitli çalışmalar yaptıklarını, üreticileri bilgilendirdiklerini, şişelenmesini ve paket çayını hazırladıklarını belirtti.

Coğrafi işaret için de başvuruda bulunduklarını hatırlatan Gülcüoğlu, gilaburunun tıp otoriterilerinin de kabul ettiği birçok hastalığın tedavisinde kullanıldığını dile getirdi.

Ankara Üniversitesi'nin gilaburu üzerinde çeşitli çalışmaları olduğunu anlatan Gülcüoğlu, şunları kaydetti:

"Farmakognozi bilimiyle uğraşan bir grup araştırmacı, gilaburu meyvesinin tıptaki yararına ilişkin ciddi çalışmalar yapıyor. Birçok hastalığa, özellikle böbrek taşına, önleyici anlamda kanser hastalığına, tansiyona faydası olduğu bilinen gilaburu, ABD'de tablet şeklinde satılıyor. Belediye olarak biz de bu meyvenin hak ettiği değeri görmesi için gerekli çalışmaları yapıyoruz. Ciddi bir talep var, Türkiye içinde olduğu gibi yurt dışından da talep alıyoruz."

"Gilaburu, ABD'deki raflarda yerini aldı"
Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülçin Saltan İşcan da gilaburu bitkisi üzerinde 2006 yılından bu yana çalıştıklarını söyledi.

Bitkinin halk arasındaki geleneksel kullanımını bilimsel olarak incelediklerini anlatan İşcan, şöyle konuştu:

"Biz halkın arasında bilinen faydalarını bilimsel temellere oturttuk. Böbrek taşı düşürmesi özelliğinin klinik öncesi ve klinik çalışmaları yapıldı. Böbrek taşı düşürdüğü doğrulandı bu çalışmalarla. Ağrı kesici etkisi de bilimsel deneylerle doğrulandı. Bu bilimsel çalışmalar ışığında ürünü ticarileştirmek için Ankara Üniversitesi Teknopark'ı bünyesinde bir şirket kurduk. Önce pilot üretim yaptık, daha sonra da endüstriyel üretim yaptık. Bitkinin içindeki klorojenik asit üzerinden bitkisel ekstreyi standart hale getirdik. Şu anda eczanelerde satılıyor. İlk 30 bin kutuyu ürettik. ABD'deki İlaç ve Gıda Dairesinin gerekliliklerine uyarak ham maddeyi ABD'ye ihraç ettik geçen yıl. ABD'de 'Gilaburu +PP' adıyla satılıyor. Kayseri'de yetişen bir bitki bugün ABD raflarında. Tarım Bakanlığından onay alınmış takviye edici gıda olarak satılıyor."

AA

ENERJİ TASARRUFLU LAMBALARA DİKKAT EDELİM

geçenler‼️

Eşim kazara enerji tasarruflu 8 ampulün bulunduğu kutuyu yere düşürünce tüm cam parçaları tuzla buz olup çevreye saçıldı. İlk iş, ayaklarına batmasın diye köpeklerimizi ortamdan uzaklaştırdık. Ben ise bütün düşüncesizliğimle alelacele büyük parçaları çıplak elle toplayarak çöpe attım ve hemen ardından elektrik süpürgesiyle küçük parçaları temizledim. Sorun çözülmüştü. Ya da ben öyle sandım... (Bilim insanı falan fark etmiyor, bazen boş bulunup olmadık yanlışlar yapabiliyor insan.)

Aradan birkaç saat geçtikten sonra nefes alma zorluğu başladı. Anaflaktik şok belirtileri yaşıyordum. Geç de olsa anlamıştım ki ampulde bulunan gaz halindeki cıva, solunum sistemimi felç etmek üzereydi.

Süratle en yakın hastanenin acil servisine attık kendimizi. Giriş işlemlerinin ardından acil doktoru belirdi. Eller cepte beni tepeden tırnağa süzdükten sonra, neler olduğunu anlatmama müsaade etmeden “Eşinizle kavga mı ettiniz?” diye sordu. Yükselen tansiyon, solunum bozukluğu, eşimdeki korkudan kaynaklanan gerginlik sayın doktorumuzda çok anlamlı bir teşhise ve tedavi kararına sebep olmuştu:
Anksiyete atağı geçiriyor, sakinleştirici verin! Ben iyice yavaşlayan solunumumla kendimi kaybetmeden eşimin bağırdığını duydum: “Zehirlendi, nefes alamıyor, dudakları ve tırnakları morardı; ölüyor, ne anksiyetesi? Ne biçim hekimsiniz?” Gerisini hatırlamıyorum.

Gözümü açtığımda etrafımda 5 hekim, 4 hemşire, yüzümde de oksijen maskesi vardı. Nihayet doğrular anlaşılmış, teşhis konulmuştu: Kırılan ampullerdeki zehirli gazı soluyarak zehirlenmiştim. En yaşlı olan hekim, elimi tutarak konuşmaya başladı: “Bakın çok ciddi bir sağlık problemiyle karşı karşıyasınız. Enerji tasarruflu ampuller aslında çok ciddi sağlık sorunu oluşturan baş belalarıdırlar.
1. Kırıldığında elinizle dokunmayacaksınız.
2. Derhal pencereleri açarak havalandıracaksınız.
3. Havalandırmanın ardından elektrik süpürgesi asla kullanmayacak, cam kırıklarını fırça ve faraşla toplayacaksınız...”

Dinlerken utandım gerçekten. Kendi kendime “Biliyordum bunları ama nasıl yaptım böyle bir hatayı?” diye düşündüm. Akciğer fonksiyon testleri ve diğer kan testlerinin ardından taburcu edildim. Hakikaten bugün sağlığıma kavuştuğum için çok şanslıyım. O günden bugüne halkı bu konuda bilinçlendirmek için elimden geleni yapıyorum.

27 Ekim 2018 Cumartesi

HUY, AHLAK NEDİR? NASIL GÜZELLEŞİR?


Hulk (veya huluk), Nihâye'de din, tab' ve seciyye olarak açıklanır. Dilimizdeki huy'un karşılığıdır. Bazen tabiat kelimesini de bu mânada kullanırız.
Hulk ile, bir bakıma insanın nefsi olan bâtınî sûreti ve evsâfı ifade edilir. Tıpkı zâhirî sûret ve evsâfına da halk dendiği gibi. Nefsin iyi ve kötü vasıfları vardır. Sevab ve ikab, zâhirî sûretin evsafından çok, bâtınî sûretin evsafına taalluk etmektedir.
Hulk şu hadise göre fıtrîdir ve yaratılıştan gelen bir vasıftır:
  إنَّ اللّهَ قَسَّمَ بَيْنَكُمْ اَخَْقَكُمْ كَمَا قَسَّمَ بَيْنَكُمْ اَرْزَاقَكُمْ
"Allah aranızda rızkınızı taksim ettiği gibi ahlâkınızı da taksim etmiştir."
Huyun yaratılıştan geldiğini ifade eden bir diğer hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın el-Eşecc (radıyallâhu anh)'e söylediği şu sözdür:
"Sende iki haslet var ki Allah onları sever: Hilm ve hayâ." Eşecc sormuştur:
"Ey Allah'ın Resûlü, bunlar bende eskiden beri mi var, (yoksa Müslüman olduktan sonra) yenilerde mi hasıl oldu?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mevzumuz açısından ayrı bir ehemmiyet taşıyan cevabı şu:
"Eskiden beri var!" Bunun üzerine Abdü'l-Kays kabilesinden olan Eşecc'in Allah'a ifade ettiği şükran cümlesi de mevzumuzu aydınlatır:
"Beni, sevdiği iki hasletle mecbul kılan Allah'a hamd olsun:
 اَلْحَمْدُ للّهِ الَّذِى جَبلَنِى عَلى خُلَّتَيْنِ مِمَّا يُحِبُّهُمَا اللّهُ
Hadiste Eşecc'in, o iki hasletin eski mi, yeni mi? olduğunu sorması ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın eskiden beri mevcudiyetini beyan etmesi, huyu meydana getiren bir kısım hasletlerin yaratılıştan mevcut olduğunu ifade eder.
Ancak bâzı hasletlerin sonradan kazanıldığı, irade ve gayretle iyi hasletlere sahip olunabileceği de inkâr edilemez. Gerçi ahlâkçılar, dünyanın her tarafında, huyun fıtrî mi, iktisabî mi olduğunu tarih boyunca münâkaşa etmiştir. Bu münâkaşaya sadece Doğulu hükemâ değil, Batılı feylesoflar da katılmıştır. Her iki görüşü destekleyen müşâhedeler ve dogmaya ve nassa dayalı deliller mevcuttur. Aristo, Lock, Rousseau, Erasme gibi feylesof ve terbiyeciler insan ruhunu her bilgiyi, her ahlâkı almaya kabil boş bir levhaya, bal mumuna, ekime hazır verimli boş bir tarlaya benzetirken, Goethe, Schopenhauer gibi diğer bir kısımları da karakterin doğuşta sâbit şekilde tesbit edildiğini, sonradan verilecek terbiye ile hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylemişlerdir.
"Ey iman edenler, kendinizi ve âile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten koruyun" (Tahrim 6).
"Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiş, ihmal edip örten de ziyana uğramıştır" (Şems 9-10) gibi âyetlerden, "Ben bir muallim olarak gönderildim", "Hayır bir alışkanlıktır", "Çocuklarınıza ikrâm edin, terbiyelerini güzel yapın" gibi terbiyevî faaliyete dikkat çeken, teşvik eden pek çok nass, insanı kurtuluşa erdirecek güzel hasletlerin terbiye yoluyla kazanılacağını beyan ederler. Bu inanç esas olmasaydı, peygamberlik müessesesinin, kitapların, dâvetin, irşadın ne mânası olurdu?
Meseleyi her iki yönüyle de değerlendiren İslâm âlimleri, yaratılıştan gelen iyi hasletlerin irâdî gayretle desteklenerek meleke haline getirilmesine, kötü huyların da baskı altında tutularak sindirilmesine hükmederler. Sözgelimi Hz. Ömer (radıyallâhu anh): "İnsanda on (fıtrî) ahlâk vardır, bunlardan dokuzu iyidir, birisi kötü. Bu kötü (serbest kalırsa) diğerlerini de bozar..." demiştir.
İbnu'l-Arabî de şunu söyler: "...Güzel ahlâk ile mecbul olanlar cidden azdır. Kötü ahlâk üzere mecbul olanlar ise, insanların çoğunluğunu teşkil eder. Zîra insan tabiatına galebe çalan, şerdir. Bu sebeple eğer insan, fikrini, temyiz gücünü, hayâ duygusunu, korunma melekesini kullanmaksızın kendisini tabiatının akışına bırakıverecek olsa ona hayvanî huylar galebe çalar. Zîra insan fikir ve temyiz vasıflarıyla hayvanlardan ayrılır. Bunları kullanamazsa âdetlerinde onlara iştirak eder, kuvve-i şeheviye her çeşidi ile onu istila eder, hayâ uzaklaşır, yok olur..." Aynı görüşü paylaşan Mâverdî, akıl vs.'ye güvenmeyip her daim nefsin te'dibiyle uğraşmanın gereğine dikkat çektikten sonra şunu söyler:
"Zîra edeb tecrübe ile kazanılır!"

21 Ekim 2018 Pazar

GASB ETMEK VE CEZASI

Gasb, başkasının malını zulmen ve tecâvüzen almaktır. Kitabımız, gasbla ilgili olarak iki hadis kaydetmiştir. Her ikisi de arazi gasbıyla ilgilidir. Şunu bilelim ki, gasb kelimesi sadece arazi ile ilgili olarak kullanılmaz, her çeşit malın zulmen alınması gasb'tır.
2-Hadiste karış (şibr) kelimesi kullanılarak zulmen alınan şeye terettüpedecek vaîde maruz kalmada alınan şeyin az veya çok olmasının farketmediğine işaret edilmiştir. Bir kimse haksızlıkla bir başkasının malını bile bile aldı mı, aldığı şey ne kadar az da olsa ciddi bir tehdide maruzdur, büyük bir cezaya müstehak olmuştur. Bazı hadislerde "Gasbettiği şeyi boynuna takmış olarak gelir" buyrulmuştur. Bu, kıyamet gününde kişinin gâsıb oluşunun Mahşer halkı önünde teşhiri demektir, rezil rüzvay kılınması demektir.
Müslim'in bir rivayetinde geldiğine göre Ervâ Bintu Üveys adında bir kadın, Emeviler devrinde Saîd İbnu Zeyd'i, Mervân'a şikayet ederek, Said'in evinden bir kısmın kendine ait olduğunu söylemiştir. Saîd Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Kim başkasının arazisinden haksız olarak bir karış alacak olsa kıyamet günü, yedi kat yerin dibine kadar boynuna dolanacak" dediğini işittim" diyerek evi kadına bırakır, ancak şöyle bir bedduada bulunur: "Allahım eğer bu kadın yalancı ise gözünü kör et, kabrini de evinde yap!" Hadisi rivayet eden ravi der ki: "Sonra ben bu kadını kör olmuş, eller ile duvarı yoklarken gördüm." Ben Said İbnu Zeyd'in bedduasına uğradım" diyordu. O bu şekilde el yordamıyla yürürken, önüne çıkan bir kuyuya düşüp ölmüş ve kuyu ona kabir olmuş."
3-Birinci hadiste geçen  طَوِّقَهkelimesi farklı manalarda açıklanmıştır. Hattabi iki manayı nazara verir:
1)Kıyamet günü, zulmen gasbettiği şeyi Mahşer yerine kadar taşımaya mecbur edilir. Böylece, o haram mal, boynunda bir halka gibi olur.
2)Yedi kat yerin altına batırılır böylece her bir arz tabakası, bu halde boynunda ayrı bir halka teşkil eder. Bu manayı ikinci hadis te'yid eder. Zira bu hadisin metni gasıbın yedi kat yerin altına batırılacağını zikretmektedir.
Hadisin tevilinde başka manalar üzerinde de durulmuştur: Bazıları, birinci manayı benimsemekle beraber ilave ederler: Hepsini taşıdıktan sonra, tamamı boynuna bir halka halinde konulur. Boynu, bu malın tamamını istiab edecek şekilde büyütülür.
Taberî ve İbnu Hibbân'ın bir rivayetinde şöyle buyrumuştur: Ya'la İbnu Mürre Resulullah'tan naklediyor: "Kim araziden bir karış gasbederse, Allah onu, yedikat yeri, sonuncu kata kadar kazmaya mecbur eder. Sonra Kıyamet günü onu boynuna yükler ve insanların hesabı görülünceye kadar (o vaziyette tutar)." Bu manayı teyid eden bir başka hadiste  "Müslümanların yolundan bir karış gasbeden kimse, Kıyamet günü, o parçayı yedi kat arzın altına kadar boynunda taşır." Bu manada bir başka hadis, zekatla ilgili olarak gelmiştir. "Bir deveyi zimmetine geçiren, Kıyamet günü o deveyi boynuna takmış olarak getirilir."
Şu halde, boynuna takılırdan murad, gasbedilen şeyin, boynuna bir halka olarak konmasıdır. Tabii ki bunu taşımaya gücü yetmeyecek ve dolayısıyle o gasbı sebebiyle ona azab edilecektir. Nitekim, rüyada görmediği şeyi görmüş gibi yalan söyleyerek rüya uyduran hakkında da "arpa"yı düğümleme cezası verileceği ifade edilmiştir.
Hadisin te'vilinde bir başka ihtimal şudur: "Gasbedilen şeyin yüklenmesi" demek, "günahın yüklenmesi" demektir. Yani, mezkur zulüm, gasıbın boynuna yapışmış kalmıştır, tıpkı günahın yapışıp kalması gibi. Bu te'vil şu âyetin manasına muvafıktır: "Her insanın boynuna işlediklerini dolarız ve Kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız" (İsra, 13).
İbnu Hacer, ilk kaydedilen tevil hususunda Ebû'l-Feth el-Kuşeyrî'nin cezmettiğini, Bağavi'nin de bunu sahih bulduğunu belirttikten sonra; bütün bu tevillerin doğru olmasının da caiz olduğunu belirterek tahlilini sonuçlar: "Muhtemeldir ki, bu cinayetin sahibine, bu sıfatların hepsi farklı farklı uygulanacaktır. Yahut da bu cinayeti işleyenler kısım kısımdır: Bazıları bu şekillerden biriyle, bazıları diğeriyle, yaptığı cinayetin derecesine muvafık olarak cezalandırılacaktır." İbnu Ebû Şeybe'nin, Ebû Malik el-Eş'arî'den nakline göre: "Kıyamet günü Allah nazarında "en büyük" hırsızlık bir kişinin gasbettiği bir zirâlık arazidir. Yedi kat arzla birlikte boynuna yüklenir."
Şu halde gasbın hepsi aynı ağırlıkta bir suç değil, aralarında derece farkları var.[3]
3- Bazı Fevâid:
*Hadis, zulüm ve gasbın haram olduğunu ifade eder.
*Gasbın cezası pek ağırdır.
*Arazi gasbı büyük günahlardandır.
Burada şunu belirtelim ki: Arazi gasbının büyük günahlardan olması, hadiste ifade edilmemiş ise de Kurtubî, büyük günahlar hakkında zikredilenler ölçüsünde şiddetli vaid zikredilmiş olmasından hareketle, bunun da aynı sınıftaolması gerektiğini istidlal etmiştir.
*Kim bir araziye malik olmuşsa, onun derinliklerine de, arzın öbür tarafına varıncaya kadar mâlik olur. Arazisinde bir başkası izinsiz olarak kuyu, kanal vs. kazamaz.
*Arzın zahirine mâlik olan, bâtınına da orada her ne varsa, sabit taş, binalar, madenler vs. malik olur. Kişi mâlik olduğu arazide kuyu vs. açarak dilediği kadar derinliklere inebilir, yeter ki yanındaki komşusuna zarar vermesin.
*Şarih Dâvudi'ye göre, arz, bir biri üstünde, ayrılması kabil olmayan yedi kattır. Eğer ayrılsa idi, sadece gasbettiği tabakanın boynuna yüklenmesi kâfi gelirdi, çünkü bu tabaka mütâkip tabakadan ayrılabiliyor idi. Araları ayrılamadığı için yedi tabaka birden yüklenmiş olmaktadır.
*Yedi arz, semavat gibi tabakalar halindedir. Bu mana şu âyetin zahirine muvafıktır: "Yedi göğü ve "yerden de bir o kadarını" yaratan Allah'tır." (Talâk 12). Ancak, bazı âlimler "yedi arz"la yedi iklim'in (bölge'nin) kasdedildiğini söylemiştir. Fakat bu ikinci tevil makul değildir. Çünkü böyle olsaydı, gasıb'ın boynuna diğer iklimlerin (bölgelerin) birer karışını dolamak mümkün olmazdı.[4]



[1]İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/303.

17 Ekim 2018 Çarşamba

ŞİKAYETE HAKKIMIZ VAR MI?

Ey insan-ı müşteki! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...
   Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun? Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın. Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.
   Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan! Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme. Kimden kime şekva ettiğini bil, sus. Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır.

BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR

Bediüzzaman yazdığı eserlerin Kur’an’a perde olmaması için ilginç bir üslup ve yeni bir metot takip etmiştir. Onun bütün amacı kaynağın kutsiyetine perde olmamak, aksine ayine olmaktır. Nitekim Risale-i Nur’daki kuvvetin tesirini soranlara verdiği cevapta şöyle diyor:
Şeref, i’caz-ı Kur’an’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilaperva derim: Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir. Teslim değil imandır. Marifet değil şahadettir, şuhuddur. Taklid değil tahkiktir. İltizam değil izandır. Tasavvuf değil hakikattir. Dava değil dava içinde bürhandır. Elhasıl yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur’an’ındır.
Kur’an’ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için şehit olmayı göze alan Bediüzzaman Kur’an için yaşamıştır. “Kur’an’a ait her şey güzeldir, kıymetlidir. Zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür” düşüncesinden hareketle Kur’an’ı öne çıkarmak, onu yüceltmek ve anlatmak adına ömrünü bu kutsi gaye uğruna harcamıştır. O hayatı boyunca daima Kur’an’ı terennüm etmiştir. Zira Kur’an kainatın ruhu ve aklı hükmündedir.
Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin nuru çıksa gitse kainat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse kainat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek; belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.
Kur’an-ı Kerim’i kainatın ruhu ve aklı kabul eden bir anlayışla tefsir yazan Bediüzzaman, yazdığı eserlerde hem Kur’an’a ayine olmuş hem de Kur’an’ın manevi mücevherleri olan hakikatlerini bu asırda Risale-i Nur sergisinde insanlığa haykıran en yüksek sesli bir dellal ünvanını da kazanmıştır.

ZALİM CÂLÛT

CÂLÛT;

Hz. Dâvud (a.s.) zamanında yaşamış, "Amâlika" kralının adı.

"Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti. Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz. Musa'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek, birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü. Esirler içinde İsrâil krallarının bir çok prensi de bulunuyordu. Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu. HattaTevrât'larını bile almıştı. Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu. Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828).

Nihayet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine gönderilen Aşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirayetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi. Bu hükümdar sayesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi. Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesaret sahibi hükümdarı tayin etti. Fakat İsrailoğulları tayin edilen bu kumandana itiraz ettiler. Her şeyi maddi ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tayinine razı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibariyle bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir (el-Bakara, 2/246-247). Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait bir takım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tabutu, meleklerin getirmesi mucizesini göstermiştir (el-Bakara, 2/248).

Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti. Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti. Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı.

Fakat Tâlut bu kutsal mücadelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir. Halbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi. Buna rağmen, az sayıda samimi mümin ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşı kazanmıştır. Tâlut'un ordusunda bulunan Hz. Dâvud da Câlut'u öldürmeyi başarmıştır.

Hz. Dâvud (a.s.) Tâlut ve Eşmuil (a.s.)'ın vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti (el-Bakara, 2/249-252). Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1. ve 2. Sammel sifrinde geçmektedir.

Kur'an'ın anlattığı bu hadise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir.

GADR (VEFASIZLIK)

1-Gadr, vefasızlık demektir. Yani bir şeyi yapmaya söz verdiği halde sözünde durmamak. Vefasıza gadir denir.
2-Dinimiz verilen sözün tutulmasını emreder ve bu hususa ehemmiyet verir. Vefasızlık şiddetle yasaklanmış ve haram ilan edilmiştir. Ahde vefa, Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah'ın vasıflarından biri" olarak zikredilmiş (Tevbe, 111), mü'minlerin de bu vasıta muttasıf olmaları taleb edilmiştir (Bakara 177). Ahde vefayı emreden birçok ayetten sadece bir tanesini kaydediyoruz: "Ahdi de yerne getirin. Muhakkak ki ahidden dolayı mes'uliyet vardır" (İsra, 34).
Sadedinde olduğumuz İbnu Ömer (radıyallahu anh) hadisi, ahdini tutmayan vefasızların kıyamet günü arkalarına dikilecek bir bayrakla teşhir edileceklerini belirtiyor. Bayrak vefasızlığın ölçüsü nisbetinde yüksek tutulackatır. İbnu Ebî Cemre "gadr" kelimesinin mutlak gelmesine bakarak, "büyük" veya "küçük" her çeşit vefasızlığa şâmil olduğunu söyler ve hadisin, herhangi bir günah işleyen kimsenin dahi, Cenab-ı Hak teşhir edilmesini dilediği takdirde, onu gösterecek bir alemeti bulunacağını ifade ettiğini söyler. Bu hususu şu âyet te'yid eder: "Günahkârlar simalarıyla tanınacaklar" (Rahmân, 41). İbnu Ebî Cemre devamla der ki: "Hadisin zahiri her bir vefasızlık çin bir bayrağın bulunacağını ifade eder. Böylece anlaşılır ki, tek bir şahıs için vefasızlıkları adedince, birçok bayrak olacaktır." Bu ifadenin şümûlünü anlayabilmemiz için, her bir günahın Allah'a karşı işlenen bir gadr, bir vefasızlık olduğunu hatırlamalıyız. Çünkü her bir günah, Allah'a olan kulluk misakımızın bozulması, bezm-i elestteki ahdimize vefasızlık ifade eder. Şu halde Allah'a karşı ahdimizi tutmayı (yani gadr'e düşmemeyi) emreden ayet-i kerîme (Bakara, 27) bizi günaha karşı uyarmaktadır. İbnu Ebî Cemre devamla der ki: "Bayrak dikilmesindeki hikmet, cezanın, çoğunlukla günahın zıddı ile vaki olmasındandır. Nitekim gadr (günah) gizli işlenir. Öyleyse bunun cezasının açık şekilde verilmesi pek münasip düşer. Arap örfünde bir şeyin teşhirinde en iyi vasıta bayrak dikilmesidir."
3-Hadis, bir başka meseleye de parmak basar: "Kıyamet günü insanlar babalarına nisbetle çağrılacaklardır. Bu hükmüyle hadis, insanların Kıyamette annelerine nisbetle çağrılacağnı bildiren hadise muhalefet etmektedir. İbnu Hacer o hadisin Taberânî'de İbnu Abbâstan rivayet edildiğini, senedce çok zayıf olduğunu söyler. İbnu Battâl, "babalara nisbet edilerek çağırılma tarifte daha açık ve başkalarından tefrikde daha mükemmeldir" der.
İbnu Hacer, İbnu Battâl'ın bu yorumunu şöyle açıklar: "Bu söz, "babalar (=âbâ)" kelimesini nefsü'l-emire değil, dünyada adamın nisbet edildiği şahsa hamletmeyi gerekli kılar. Esas alınan yorum da budur."
4-Hadiste, zahire göre hükmetmenin caiz olduğu da anlaşılmaktadır.
5-İkinci hadiste, amme hizmetinde bulunan devlet reisi, vali, kaymakam gibi yetkililerin verdikleri sözü tutmamalarının daha büyük bir cürüm olduğu ifade edilmektedir. Çünkü insanlar ahidlerini yerine getirmemek suretiyle güvensizlik hasıl ederlerse beşeri hayatta ilerleme olmaz. Pek çok işin yürümesi, karşılıklı güvenle olur. Bu kalkarsa her şey muallakta kalır. Hele memurlar vefasızlıkları sebebiyle güvensizlik verecek olurlarsa, amme hizmetleri fevkalade aksar, milletin devlete itimadı kalmaz.
Kadı İyaz, hadisten iki çeşit vefasızlık anlar: Birincisi yukarıda temas ettiğimiz devlet adamının millete karşı gadri, ikincisi de milletin devlet adamına karşı gadridir. Yani millet de hükümdarına karşı vefasızlık yapabilir. Bu, çeşitli itaatsizlik, isyan, vergi kaçakçılığı, fitnecilik, vatandaşlık vazifelerinde ihmal gibi değişik menfi davranışlarla kendini gösterir.
Şu halde, hadiste gelen tehdide bu hallere düşen herkes muhatap olabilecektir.

16 Ekim 2018 Salı

KÖTÜLÜKLERE GÖZ YUMMAK

Gemiyi Delenler:


Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) fenalıklar karşısında, iyilerin seyirci kalmaması, kötüler yüzünden gelecek (fitne, fesad, şer vs. her çeşitten) içtimâî ızdırabların, iyiler de dâhil bütün cemiyetin varlığını tehdid edeceğini ifade ederek fenâlıklar karşısında nemelâzımcılığı önlemek için zihinden çıkması zor olan bir de teşbîhte bulunur:
"Allah'ın hudûduna (emir ve yasaklarına) giren meseleleri tatbîk eden -ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen iyi- kimse ile, yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur'a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip:
"Yâhu ne yapıyorsunuz?" diye sorunca alttakiler:
"Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, halbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz" deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler."[20]

8 Ekim 2018 Pazartesi

GÜZEL DÜŞÜNCE

HÜSN-Ü ZANN

İyi niyetli ve iyi düşünceli olma hali. Sâlih bir mü'min, insanlar ve olayların hakkında değerlendirmelerde bulunurken, olabildiğince iyi niyetli davranır ve hayra yorar. İyi niyetli ve güzel düşünceli olma insanın iç güzelliğini ve hayırhahlığının bir göstergesidir. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Şu üç özelliği taşıyan müslümanın kalbinde hıyanet ve kin bulunmaz, Allah için ihlaslı amel, bütün müslümanlara karşı iyi niyetli ve nasihatçi olma ve fikir ve amelde müslümanlarla birlik olma" (İbn Mâce, Mukaddeme, 1 8).

İnsanların iyiliğini isteme, onları iyiliğe ve güzelliğe sevketme temelde müslümanın aslî vazifelerindendir. Hz. Peygamber buna dikkat çekmek için, "Bütün müslümanlara karşı iyi niyetli olmak" üzere insanlardan bey'at almıştır (Buhârî, İmân, 42). Ancak burada unutulmaması gereken Hz. Peygamber'in "bütün müslümanlara" ifadesidir. İslâm dairesine giren istisnasız bütün müslümanların iyiliğini hayrım isteme ve onlar hakkında güzel düşüncelere sahip olma bir müslümanın vazifesidir. Müslüman, kâfir ve müşriklere karşı insanî münasebetler açısından, davranış ve hareketlerinde onların kalbini İslâm'a ısındırmak için olgun ve kusursuz olmalı; kalbi ise onlara ve onların kötü huylarına karşı sevgi duymamalıdır.

Sâlih müslümanın sıfatlarından biri de insanlara su-i zann da bulunmamasıdır. Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir kısmı günahtır" (el-Hucurât, 49/1 3).

Rasûlüllah (s.a.s), zann ve insanlar hakkında gerçekten uzak şeyleri arkalarından söylemek hususunda, "Zandan sakının: Çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır" (Buhârî, Vesâyâ, 8, Nikâh, 45, Müslim, Birr 28) buyurarak, zannı sözlerin en yalanı olarak nitelendirmiştir. Sadık müslümanın dilinden, üzerinde yalan kokusu olan sözler çıkmaz.

Müslüman, insanlar hakkında zahirde görecekleri ile hükmetmeli: Zann, şüphe, dedikodu ve evham ile başkalarına iftiradan uzak durmalıdır. İnsanların gizli şeylerini ortaya çıkarmak, özel işlerine burnunu sokmak ve namusları hakkında ileri geri konuşmak müslümanın ahlâkî vasıflarından değildir. Ancak müslüman zahirde gördüğüyle amel eder. Ne gördüyse onu söyler. Şüphe ve zarın ile hükmetmez. Hz. Ömer b. Hattab (r.a) şöyle buyurmuştur: "insanlar Rasûlüllah (s.a.s.) zamanında vahiy ile hükmediyorlardı. Şimdi Vahiy kesilmiştir. Biz artık sizin amellerinizden gördüğümüze hükmederiz. Bize iyilik izhar edeni korur ve kendimize yaklaştırırız. Onun gizledikleri bizi ilgilendirmez. Gizlediklerinden dolayı Allah onu hesaba çeker. Bize şer izhar edene güvenmez ve tasdik etmeyiz. İsterse kalbinin temiz olduğunu söylesin" (M. Y. Kandehlevî, Hayatü's-Sahâbe, çev. A. Meylanî, IV, 253).

Bu sebeple şuurlu ve muttaki müslüman konuştuğu her kelimede ve verdiği her hükümde şu âyeti asla aklından çıkarmaz: "Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz, kalb bunların hepsi o şeyden sorumlu olur" (el-İsra, 17/36).

Müslüman başkalarının aleyhinde konuşmaz. Zira kalben inanır ki, konuştuğu her kelime bir melek tarafından kaydedilmektedir: "Sağında ve solunda onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapteder" (Kâf, 50/17, 18).

Bu emirlerin şuuruna ermiş bir müslüman ağzından çıkan her kelimenin mesuliyetinden korkar. Bu yüzden konuştuğu her kelimede onu, dikkatli ve sözlerini tartan bir vaziyette görürüz. Çünkü o, konuştuğu kelimenin kendisini Rabbının rıza makamına çıkaracağı gibi, cehennemin en alt tabakalarına indirilebileceğini de bilir. Bu hususta Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurur: "Kişi Allah'ın rızasına uygun bir kelime konuşur da bu kelimenin kendisini Allah katında ulaştıracağı yüksek mertebeyi hiç ummaz. Halbuki Allah kendine kavuşacağı güne kadar ona rızasını yazar. Bir kişi de Allah'ın azabını celbeden bir kelime konuşurda bu kelimenin onu ne dereceye düşüreceğini tahmin edemez. Halbuki Allah bu kelimeye karşılık ona kıyamet gününe kadar gazabını yazar" (Buhârî, Rikâk, 23; Müslîm, Zühd, 49, 50)

Muttaki ve kalbi temiz müslüman insanların mantıksız sözlerine kulak vermez ve bugün toplumumuzda kol gezen dedikodu, şayia ve zanlardan kulağına gelenlere aldırış etmez: buna ilâveten insanlardan duyduğu şeylerin doğru olduğunu öğrenmeden nakletmez: bilakis başkalarına naklettikleri şeyin, yalan veya doğru olduğunu öğrenmeden, aktarmayı Rasûlüllah (s.a.s)'ın haram olan yalandan saydığını bilir "Kişiye duyduğu her şeyi nakletmesi günah olarak yeter" düsturuyla hareket eder.

7 Ekim 2018 Pazar

KÖTÜ DÜŞÜNCE

SÛİZAN (SÛ-İZAN)

Kötü zann, fena tahmin, şüphe "Sû" "fenalık, kötülük" demektir.

"Sû-i hareket (kötü davranış)", "sûi ahlâk (kötü ahlâk)", "sû-i niyet (kötü niyet)" vb. gibi, "sû-izan" da, "kötü zan" anlamındadır. "Sû" kelimesi, verilen örnekler ve benzerlerinde, daima, "sıfat" anlamını ifade eder.

"Zan" kelimesi ise, "sanma; farz ve tahmin etme; ihtimâle göre hükmetme" demek olduğu gibi, "şek, şüphe, tereddüd, vehim, hayâl" gibi anlamlara da gelir.

"Sû-i zann"ın zıddı (karşıtı), "Hüsnüzan * (hüsn-i zan)"dır. "Hüsn", "güzellik, iyilik, hoşluk, olgunluk, mükemmellik" demektir. "Hüsn-i ahlâk (iyi - güzel ahlâk)", "hüsn-i hat (güzel yazı)", "hüsn-i niyet (iyi niyet)"... gibi, "hüsn-i zan"da, "iyi-güzel zan; bir kimse veyâ bir olayın iyiliği hakkında vicdânî kanâat" demektir.

Görüldüğü gibi, iki türlü "zan" vardır. Zan, "tahmin" ve "ihtimâl''e dayandığına göre, bu konuda alınacak tavır ne olmalıdır. Kur'ân ve Hadis, bu hususla ilgili davranışın nasıl olması gerektiğine açıklık getirmektedir: Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey inanan (mü'min)ler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır... " buyurulmuştur (el-Hucurât, 49/12). Âyette, "zanların birçoğundan kaçınınız" denilmekte; sebep olarak da, "bazılarının günah olduğu ifade edilmektedir. Demek ki, zannın hepsi günah değildir; hattâ Allah'a ve mü'min (inanan)lere hüsn-i zanda bulunmak gereklidir. Nûr Süresi'nde: "Onu işittiğiniz vakit erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin, kendi vicdanları (önünde) iyi bir zann'da bulunup da..." buyurulduğu gibi (en-Nûr, 24/12), bir Kudsî Hadis'de de:

"Ben, kulumun, bana zannı gibiyim " diye vârid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Her biriniz, Allah'a, hüsnüzan ederek ölsün"buyurmuş ve bir başka hadisinde de: "Hüznüzan, imândandır" demiştir.

Keşşâf ve benzeri büyük Kur'ân müfessirleri, "doğruyu ve yanlışı, açık belirtileriyle seçmeden, iyice gözleyip düşünmeden zanda bulunulmamasını" önemle tavsiye etmekte, "açıkta bir sebebi ve doğru belirtisi bulunmayan zannın harâm olduğunu, kaçınılması gerektiğini" belirtmektedirler. İhtimal üzerine hüküm olan zanlar, gerçeğe uymadığından, başkasına bühtan ve iftira olacağından, zanda bulunanı vebâl altına sokacaktır.

Bütün bunlardan, zan konusunda çok dikkatli olmak gerektiği ve "Sû-i zann"ın ise, kesinlikle yasak olduğu, açıkça anlaşılmaktadır. Sû-i zann'ın harâm olmayanı, yalnızca fısk ve fucûr (günahkârlık) ile tanınan kimselere karşı yapılanıdır. Durumu kesin olarak bilinmeyen birine hüsnüzan gerekmese bile, Sû-i zan da câiz değildir.

Sû-i zan'dan kaynaklanan "tecessüs" hakkında da, daha önce verilen Hucurât Süresi'ndeki âyette, "tecessüs de etmeyin" buyurulmaktadır. Tecessüs, "Onun-bunun durumlarını araştırmak, eksik (kusur)lerini öğrenme isteği"dir. Allah tarafından yasaklanan bu davranışla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'de:

"Müslümanların eksiklerini, ayıplarını araştırmayın. Zira herkim müslümanların ayıplarını araştırırsa, Allah Teâlâ'da onun ayıb (kusur)ını tâkip eder, nihayet evinin içinde bile onu rezil ve rüsvây eder" buyurmuştur (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, VI, 4471-4473; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İstanbul 1957, 633-634).

TOPLUMU SARAN KÂBUS

ÖFKE

Engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusu; gazap, hiddet. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılandan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir.

Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur" denilmiştir.

Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak;

"(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever" (Âl-i İmran, 3/ 134) buyurmuştur.

Peygamberimiz'e gelerek kendisine öğüt vermesini isteyen bir adama Resulullah (s.a.s); "Öfkelenme!" demiş ve bu sözünü birkaç kere tekrarlamıştır (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Öfkeli birisini gören Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese muhakkak öfkesi geçer. O kelime: Eûzü billahi mineş-şeytânirracîm", sözüdür" (Müslim, Birr ve Sıla, 109).

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

"Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir" (Müslim, Birr ve Sıla, 107).

Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur:

Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar" (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Kur'an-ı Kerim'de genellikle kâfirlerin müminlere karşı duydukları öfkeden bahsedilmiştir. Aksine müminler öfkelerini yenen insanlardır.

Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk'a sığınmayı öfkenin ilâcı olarak tavsiye etmiş, insanın kendi kendine telkinle ulaşacağı irade sağlamlığının onu öfkelenmekten kurtaracağına işaret etmiştir. Yine Peygamberimiz öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür. Öfke nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir.

GENÇLERİ BU BELADAN KURTARALIM

21 YAŞINDAKİ BİR UYUŞTURUCU BAĞIMLISI GENCİN ÖLMEDEN ÖNCE ANASINA YAZDIĞİ SON YAZISI..

Düştüm bir batağa çıkamıyorum ana. Öldürüyor beyaz zehir diyorlar adına,
biliyorum yandığımı ama sönmüyorum ana.
Bir tadan bir daha bırakamıyor ana, beyaz zehir derlerdi aldırmazdım. Rüya görürsün derlerdi uyanamazdım. Şimdi bir kabustayım,
Korkmaktayım. Bitirdi beni ana yok olmaktayım. Gençtim ana cahildim hiç ölmem derdim. Bu sefer son bir daha kullanmam derdim. Öyle değilmiş ana, ben beyaza yenildim. Aynada değişen yüzümdü, değişen bendim, bilseydim düşermiydim bu çıkmaza, üzermiydim sizi ağlatırmıydım ana. Dost dediklerim itiyor beni uçuruma ümidim kalmadı dayanamıyorum ana Kaçmak istiyorum bu dertten bu meletten bırakmak istiyorum olmuyor, be ana. Affedin beni ana son özrüm sizden seni düşünüyorum yaşamak istiyorum ana. Pişmanım ana pişmanım, hemde çok pişmanım. Sizi ne kadar üzdüğümün farkındayım siz üzülmeyin, derdime kendim yanayım kavrulayım bu dertle, kurtulayım ana. Kendimi düşünmüyorum ana yaktım sizi,
çok inciltim kırdım tertemiz kalbinizi
size yakıştıramıyorum şimdi kendimi
yine de oğlun olarak ölmek isterim ana.
Babama söyle ana ne olur beni affetsin.
Benimde bir oğlum vardı, adı kemaldi desin.
Mezarıma gelipte benim için dua etsin,
ne olur ana babam hakkını helal etsin.
Yakındır ölüm haberim gelir sana, gelir tabutun konur musalla taşına, günahım çok ana çıkamam Allah'ın karşısına ana dua et sen yinede biricik yavruna...
Hakkını helal eyle ana yaklaşıyorum sona,
Bu son sefer çıkıyorum son yolculuğuma
genç yaşta kavuşuyorum kara toprağa
İbret olsun kaderim ana ardımda kalanlara...