27 Aralık 2021 Pazartesi

ÖNCE OKU,DÜŞÜN SONRA KARAR VER

 Şu prensiplere uyarak çatırdayan evliliğimizi kurtaralım.

1- Çok sık eşimizi değil; kendimizi yargılayalım.  

Sloganımız: Eşimin yanlışını değil; kendi kusurumu görmeliyim.

2- Çok sık kendi nefsimizi değil; eşimizi affedelim. 

Unutmayalım: İnsan mükerremdir. Affedilirse, iyiliği ziyadeleşir, hatasından döner, özür diler. Affedilmezse kötülüğü ziyadeleşir, yüzü yırtılır, kötü huy yerleşir. 

3- Eşimizi takbih değil; takdir edelim. Eşimizin kusurlarını gördüğümüzde kınamayalım, ama iyiliğini gördüğümüzde takdir ve teşekkür edelim. 

4- Kendi iyiliğimizi küçümseyelim, azımsayalım; eşimizin iyiliğini küçümsemeyelim, azımsamayalım ve hor görmeyelim.

5- Daire-i harimimize selâmsız ve hayır duâsız girmeyelim. Evde eşimiz veya çoluk çocuğumuz olmadığında da meleklere selâm verelim.    

6- Daire-i harimimizden çıkarken selâmsız ve hayır duâsız çıkmayalım.  

EVDE KABADAYILIK YOK!

7- Ev içinde asla şiddete yer vermeyelim, asla kabalık ve kabadayılık yapmayalım. En az başkalarına gösterdiğimiz güler yüz kadar, eşimize güler yüzlü olalım.   

8- Bediüzzaman’ın ifadesiyle vakarı ve izzet-i nefsi iş yerimizde bırakalım. Evimize adım attığımız andan itibaren eşimize ve çocuklarımıza karşı tevazu ve mahviyet toprağına bürünelim.1

9- Husûmet, adavet ve düşmanlık dışarıda kalsın. Eşiğimizden içeriye adım attığımız anda muhabbet, sevgi ve şefkat en temel prensibimiz olsun.

10- Eşimizle ses yükseltme, öfke ve haklılık yarışına girmeyelim. Eşimiz sesini yükselttiğinde kesinlikle sesimizi alçaltalım.  

11- Eşimizi düzeltmeye çalışmayalım; onu olduğu gibi kabul edelim. Onu hatalarıyla ve kusurlarıyla sevelim.   

12- Sevginin nice açmazları açtığını unutmayalım. Kendimizi sever gibi eşimizi sevelim.  

13- İş yerindeki terslikleri evimize taşımayalım. Evimizi günün bütün olumsuzluklarına karşı bir sığınak, bir istirahatgâh, bir dinlenme yeri, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngâh” kılalım.2 

14- Kitabımızda en olumsuz vak’alarda bile umutsuzluğa yer yoktur. Kur’ân “Lâ taknetû min rahmeti’llah” (Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin)3 buyuruyor. Eşimizle mutlu olamayacağımız gibi bir önyargıya teslim olmayalım, umutsuz olmayalım.  

İYİLİK YAPALIM, İYİLİK UMALIM, İYİLİK BULALIM

15- Çıkmazlarımızı, problemlerimizi eşimizle paylaşalım. Eşimize dürüst olalım.

16- Eşimize cömert davranalım, ikram edelim, iltifat edelim. Bunlar sünnettirler.

17- Eşimizi şımartmaktan korkmayalım. Eşimizi şımartmamız günah değildir.

18- Özel olarak eşimize duâ edelim. 

19- Eşimizin bedeninden çok ruhunu, hüsn-ü suretinden çok hüsn-ü siretini, alışkanlarından ve huylarından çok güzel ahlâkını sevelim. 

20- Eşimize kızdığımızda o gün bir iyilik ve kötülük cetveli tutalım ve eşimizin günlük iyiliklerini ve iyi huylarını bir tarafa, kötülüklerini ve kötü huylarını diğer tarafa tek tek yazalım ve mizan terazisinde tartalım. Adaletli olalım. Eğer eşimizin iyilikleri kötülüklerinden, iyi huyları kötü huylarından sayıca bir fazla ise kızgınlığımızı geri alalım ve eşimizi sevmenin bir Allah ve mahşer hakkı olduğunu kabul edelim. 

21- Eşimizin bize Allah’ın emaneti olduğunu, Allah’ın emanetleri hakkında mahşerde hesap bulunduğunu unutmayalım. 

22- Başkalarının ve özellikle çocuklarımızın yanında eşimizi küçük düşürmeyelim. Çocuklarımızın yanında tartışmayalım!

23- Eşimize karşı en güçlü yanımız hoşgörümüz, en zayıf yanımız kin ve nefret duygumuz olsun.  

24- İnancımızı ve umudumuzu yitirmeyelim. 

25- Eşimizden kötülük gördüğümüzde eşimizi değil, kendimizi itham edelim.

26- İyilik yapalım, iyilik umalım, iyilik bulalım. Eşimizden vazgeçmeyelim.

 27- Ne maddî, ne manevî, ne dünyevî, ne uhrevî, hiçbir gerekçeyle eşimizi ihmal etmeyelim.

Dipnotlar:

1- Sünûhat, S. 20. 2- Sözler, s. 93. 3- Zümer Sûresi: 53. 


NİKAH VE NİKAH DUASI

 Nikah Nasıl Kıyılır? – Nikah Duası

Okunuşu:“Elhamdulillâhillezî zevecel ervâha bi’l-eşbâh. Ve ehallen nikâha ve harreme’s-sifâh. Vessalâtü vesselâmü alâ Resulinâ Muhammedinillezî beyne’l-harame ve’l-mübâh. Ve alâ âlihi ve eshâbihi’l-lezîne hüm ehlü’s-selâhi vel felâh.

“Eûzübillahimineşşeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm.

“Ve enkihû’l-eyâmâ minküm ve’s-salihîne min ibâdiküm ve imâiküm in yekûnû fukarâe yüğnihimullâhu minfadlihi vallâhu vâsiun alîm.(Sadakallâhulazîm)

“Ve kâle Resulullâh (asm). ‘Ennikâhu sünnetî femen ragibe an sünnetî feleyse minnî. (Sadakaresulullah)”

Nikah Nasıl Kıyılır?

Nikâhı kıyan ehliyetli kişi, yukarıdaki duaları bitirip ayeti ve hadisi okuduktan sonra kıza döner ve şu soruyu sorar:

“Bismillâhi ve alâ sünneti Resulillâhi. Allah’ın emri, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) sünneti ve imamımız İmam-ı Azam Hazretlerinin içtihadı üzere, hazırda bulunan şahitlerin şahadetiyle, ;Gülten kızım sen, Kıymet oğlu Emrahı, beş cumhuriyet altını  mihr-i müeccel ile eş olarak kabul ettiniz mi? (Vekil varsa vekile, “Vekâletiniz sebebiyle verdiniz mi?” diye sorar.)”

Kız, “Evet kabul ettim (vekil ise “Verdim”) derse, bu defa erkeğe döner ve şu soruyu sorar:

“Bismillâhi ve alâ sünneti Resulillâhi. Allah’ın emri, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) sünneti ve imamımız İmam-ı Azam Hazretlerinin içtihadı üzere, hazırda bulunan şahitlerin şahadetiyle Emrah sen, Fevziye kızı Gülteni, aranızda belli olan, beş cumhuriyet altını  mihr-i müeccel ile eş olarak kabul ettiniz mi? (Vekil varsa vekile, “Vekâletiniz sebebiyle verdiniz mi?” diye sorar.)”

O da, “Evet” dedikten sonra bu durum üçer defa tekrar edilir. Nikâhı kıyan kişi şahitlere dönerek, “Siz de bu nikâha hüsn-i şahadette bulunuyor musunuz?” diye sorar. Onlar da, “Evet” derlerse, nikâhı kıyan kişi, “Ben de sizin nikâhınızı kıydım” der ve şu duayı okur:

Okunuşu: “Allahummec’al hâzâ’l-akde meymûnen ve mübâraken. Vec’al beynehumâ ülfeten ve mehabbeten ve kararan. Velâ tec’al beynehumâ nefraten ve fitnete ve firâran. Allahümme ellif beynehümâ kemâ ellefte beyne deme ve Havva. Ve kemâ ellefte beyne yüksek Muhammedin (asm) ve Hatîcetü’l-Kübrâ (radıyallahuanha). Ve kemâ ellefte beyne Aliyyin (ra) ve Fâtimetü’z-Zehra (radıyallahuanha). Allahümme a’tı lehümâ evlâden sâlihan ve rızkan vâsian ve ömran tavîlen.”

Meali: “Ya Rabbi! Bu yapılan nikahı her iki tarafa mübarek eyle ve kabul et. Bu evlenen kimselerin aralarına nefret ve fitne gibi şeyleri koyma.

“Allah’ım! Hz. dem’e ve Hz. Havva’ya vermiş olduğun ülfet ve yakınlığı ve Hz. Muhammed (asm) ve Hz. Hatice Validemize, Hz. Ali (kv) ve Hz. Fatıma-i Zehra’ya verdiğin ülfet ve sevgiyi bu iki kimseye de ihsan eyle.

Okunuşu: “Rabbenâ heb’lenâ min ezvâcinâ ve zürriyyatinâ kurrete a’yünin vec’alnâ lil müttakînâ imâmen. Rabbenâ âtina fid dünyâ haseneten ve fil âhirati haseneten ve kınâ azâbennâr. Birahmetike yâ Erhamer’Rahimîn.

“Bi hürmeti Tâhâ ve Yâsin vel hamdülillâhi Rabbil âlemîn.” Amin.

Meali: Rabbimiz! Bizlere, çoluk çocuğumuza esenlik ve güzellik ver. Ve bizleri iyi kulların arasına kat. Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver, âhirette iyilik ver. Bizi Cehennem azabından koru. Merhametlilerin en merhametlisi hürmetine. Taha ve Yasin hürmetine. Hamd ve sena âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Ayrıca şöyle bir dua da eklenebilir:

“Allah’ım, bu (gençlere) hayırlı evlât, bol rızık ve uzun ömür ihsan eyle.

“Yâ Rabbi! Yapılan bu nikâhı kabul eyle. Huzurunda nikâhlanmış bu iki insanı ömürleri boyunca mutlu ve bahtiyar eyle.

“Yâ Rabbi! Bu insanların vücutlarına sıhhat ve âfiyet ihsan eyle. Kendilerine salih evlâtlar verip anne ve babalarına, vatanlarına ve dinlerine hayırlı olmalarını ihsan eyle. Bu iki kardeşimize her iki cihanda mutluluklar ihsan eyleyip, en sevgili kulların arasına ilhak eyle. Amin”


BOĞAZ AĞRISI VE ŞİFALI İÇECEKLER

 Boğaz Tahrişine Ne İyi Gelir Yutkunamıyorum Boğazım Ağrıyor Yanıyor  Virüslere, bakterilere veya mantarlara bağlı

Boğaz ağrıları,yanması ve tahrişi ağzın arka kısmından nefes borusuna kadar olan kısımda oluşan rahatsızlıktır. Virüslere, bakterilere veya mantarlara bağlı olarak oluşabildiği gibi çok bağırmak veya darbeye bağlı kas ağrılarında da  boğaz ağrısı, yanması ve tahrişi ile karşılaşılabilir. Özellikle kış aylarında soğuk algınlığı nedeniyle görülmekle beraber yılın her döneminde de boğaz ağrısı sorunu yaşayabiliriz. Boğaz ağrıları neden kaynaklanırsa kaynaklansın genellikle doktora gitmeden, evimizde uygulayabileceğimiz basit doğal, bitkisel yöntemler ile düzelir. Biz de bu yazımızda boğaz ağrılarından kurtulmanız için doğal tedavi yöntemlerini konu aldık. İşte boğaz ağrılarından, yanmalarından, tahrişinden kurtulmak için uygulayabileceğiniz doğal tedavi yöntemleri;


Dr. Ümit Aktaş'dan Boğaz Ağrısını Geçiren Kür Tarifi

Kaynamakta olan iki su bardağı içme suyunun içine dört yemek kaşığı tıbbi adaçayı ve bir tatlı kaşığı kaya tuzunu karıştırın. Ağzı kapalı olarak 10 dakika kısık ateşte kaynatın. Altını kapattıktan sonra yarım limonun suyunu içine sıkın. Kapağı kapalı olarak soğumaya bırakın. Oda ısısına geldiğinde bir cam sürahiye süzün. Bu karışımla, gün boyu akşam yatana kadar altı kere gargara yapın. Sabah hazırladığınız gargarayı aynı gün içinde tüketin.


Zeytinyağı & Aspirin


Aspirin ve zeytinyağı binbir derde deva en etkili ağrı kesicilerdir. Boğaz ağrısından, yanmasından tahrişinden kurtulmak için; 1 yemek kaşığı zeytinyağına 1 adet aspirin atın. Ocakta hafiften ısıtın. Ağzınızı yakmayacak dereceye düştüğünde karışımı ağzınıza atın. 3-4 dakika bu yağı ağzınızda boğazınızda dolandırın. Diliniz yardımı ile tüm diş ve dişetlerinize temasını sağlayın ve tükürün (gargara yapmayın).  Bu uygulamayı gece yatmadan önce yaparsanız; hem gece boyu rahat uyursunuz hem de ağrılarınızdan kurtulursunuz. Bu uygulama aynı zamanda diş ağrılarının da geçmesinde etkilidir.


Nane Limon Çayı


Şarkılara da konu olmuş olan nane&limon ikilisi boğaz ağrılarının geçmesinde etkili doğal bir ilaçtır. Bu doğal ilaç aynı zamanda varsa nezle & grip gibi hastalıklar ile de daha rahat mücadele etmenizi sağlar. Nane limon çayın yapımı için: 1 adet limonun suyunu sıkın ve bir bardağa alın. Limonun kabuğunu 2 su bardağı su ile kaynatın. Kaynamaya başladıktan sonra 5 dakika daha kaynatmaya devam edin. Ocağı kapattıktan sonra içine 1 çay kaşığı kuru nane veya 4-5 dal taze nane koyun. 10 dakika demlenmesinin ardından ayrı bir kaba süzün ve içine bardaktaki limon suyunu ilave edin. Karışımı 1-2 dakika ısıtın. Çayınız hazır afiyet olsun. Bu karışım boğaz ağrınızı dindirecektir.


Elma Sirkesi


Elma sirkesi antibakteriyel özelliği sayesinde doğal bir bakteri giderici ilaç etkisi yapar ve boğaz ağrısından kurtulmanızı sağlar. 1 bardak ılık suya, bir yemek kaşığı elma sirkesi, bir tatlı kaşığı limon suyu ve 1 çay kaşığı bal katın ve karıştırın. Bu şekilde hazırladığınız karışımdan günde 2-3 bardak için. Gün içinde boğaz ağrılarından kurtulmuş olursunuz. Diğer bir uygulama yöntemi ise; elma sirkesi ile gargara yapmaktır. Tarifi; bir çay bardağı ılık suya 1 yemek kaşığı sirke ve 1 çay kaşığı tuz katın. Bu karışım ile ağzınızı gargara yaparak 3-4 dakika çalkalayın ve lavaboya tükürün. Bunu gün içinde 3-4 defa tekrarlayın.


Tarçın


Soğuk algınlığına bağlı boğaz ağrılarında etkili bir deva da tarçındır. Bunun için 1 bardak ılık suya 1 tatlı kaşığı tarçın ve bir çay kaşığı kırmızı (acı) pul biber atın ve karıştırın. Bu karışım ile gargara yapın. (bu karışımı yutmayın). Tarçının çay olarak tüketimi de etkili bir boğaz ağrısı kesicidir. Bunun için; aktarlardan toz olarak satın alacağınız tarçından bir tatlı kaşığını sıcak bir bardak suya atın. 3-5 dakika demlenmesinin ardından sıcak olarak tüketin.


Tuzlu Su


Boğaz yanmasından, acısından kurtulmanın en pratik yollarından biri de tuzlu su ile gargara yapmaktır. Bu karışım doğal antiseptik  vazifesi görüp boğaz yolunu ağrıya neden olan maddelerden temizler. Ağız ve boğazda ki enfeksiyona bağlı oluşan mukusu incelterek bölgeyi temizler. Uygulanışı; 2 tatlı kaşığı tuzu 1 bardak ılık suya atın ve bu suyun yarısı ile ağzınızı gargara yapın. Diğer yarısını burnunuza çekin ve sümkürün. Bu uygulama özellikle üst solunum yoluna bağlı boğaz ağrılarında etkilidir. Gün içinde 3-4 defa uygulayın. Not: Yüksek tansiyon hastalarına tuzlu su ile gargara yapmaları tavsiye edilmez.


Sarımsak


Antibakteriyel ve antiseptik özelliklere sahip olan sarımsak da boğaz ağrılarından kurtulmanızı sağlayacak etkili bir tedavi yöntemidir. Gün içinde 2-3 diş sarımsağı çiğneyerek yemelisiniz. Diğer bir uygulama ise; kaynamış bir bardak suya 5-6 diş sarımsağı ince ince kıyarak katın. 5 dakika sonra posasını süzün. Kalan su ile ağzınızı gargara yapın. Kokusundan rahatsız olanlar ise; 2-3 diş sarımsağı küçük parçalar halinde doğrayın ve 1 bardak su ile hap gibi yutun.


Karaağaç Kabuğu


Karaağaç bitkisi de boğaz ağrılarında etkili bir tedavi uygulaması olarak yardımımıza yetişir. Ağrıyı azaltmasının yanında tahrişleri de geçirir. Aktarlardan toz olarak bulabileceğiniz karaağaç kabuğundan 1 tatlı kaşığını 2 bardak kaynamış suya atın. 3-5 dakika demlendirin ve süzün sonra ılık olarak için.


Bal


Bal boğaz tahrişine ve ağrısına doğal şifadır. Enfeksiyonlar ile savaşan, antibakteriyel özelliği olan bal aynı zamanda yüksek sesle bağırmak veya uzun seminerler sonucu oluşan boğaz ağrılarının tedavisinde de etkilidir. Ayrıca boğaz mukozasında ozmos etkisi yaparak orada şişmeye sebep olan ödemi de çekerek ağrı ile birlikte şişmelerin de geçmesini sağlar. Bunun için 1 bardak ılık suya 1 yemek kaşığı bal ekleyerek için. Sevdiğiniz bitki çayına da(nane, ıhlamur vs) bal katarak içebilirsiniz.


Zerdeçal


Zerdeçal güçlü antiseptik ve anti-inflamatuar özelliklere sahip etkili bir boğaz ağrı kesicidir ve boğaz tahrişini de giderir. 1 çay kaşığı toz zerdeçalı 1 bardak ılık suya katın ve gün boyu 3-4 bardak olarak tüketin. Diğer bir uygulama; 1 bardak ılık sütün içine, 1 çay kaşığı zerdeçal ve az pul biber ilave edin. Bu karışımı gece yatmadan önce için. Ayriyeten; 1 bardak ılık suya 1 tatlı kaşığı zerdeçal ve 1 çay kaşığı tuz katarak karıştırın. Bu karışım ile gargara yapın. Bu da boğaz ağrılarından kurtulmanızı sağlayacak etkili bir gargara yöntemidir.


CENNET YOLCUSU İNSAN

 İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu sorulara cevap veriyor. 

Bediüzzaman mealen diyor ki: Sen bazı yönlerden fenaya gittiğin zaman, Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’in ilminde, yüksek nazarında, bilgisinde yok oluyor değilsin, fena buluyor değilsin.

Allah’ın ilminde ve yüksek nazarında var olman; buna iman etmen ve bunu iman cihetiyle hissetmen, sana varlık ve beka olarak yeter.

Nitekim senin için koca Cenneti hazırlayan O’ndan başkası değildir! Seni yaratan ve seni tanıyan Allah, senin damak tadına, zevk anlayışına ve huzur iklimine uygun şekilde ve senin için ebedî Cenneti hazırlamıştır!

Senin bekan için, ebedî yaşama hasretin için ebedî Cennet yeter! Nitekim Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm ezelî ilim, ezelî görüş, sonsuz bilgi, sonsuz rahmet, sonsuz rıfk u şefkat sahibidir.

Bundandır ki, insan için, bütün hücrelerine sinmiş biçimde dayanılmaz ebediyet isteğine ve beka arzusuna karşı, dayanılmaz hicranına karşı, ebedî ve baki Cenneti hazırlamıştır.Cennet seni bekliyor.

ÖLMEK NE DEMEK ?

  İnsan imanda ne yüksek varlık olduğunu, Allah’a yönelişte ne sonsuz hayat müjdesi gizlendiğini, Allah’ın rızasında ne erişilmez saadet bulunduğunu bir bilse, bir bilse, bir bilse...

Hiç imana karşı öyle kayıtsız kalabilir mi? Hiç Allah’a karşı böyle duyarsız davranabilir mi? Hiç Allah’ın emirlerine karşı böyle umursamaz olabilir mi? Hiç Allah’ın rahmetine karşı böyle ilgisiz bulunabilir mi?

Öyle ki ölümle insan fenaya, yok olmaya, mahvolmaya, çürümeye, erimeye, bozulmaya, dağılmaya, yani ölüme gitmiyor.

Ölüm hiçbir şekilde dağılmak ve bozulmak değildir. Ölüm insanı sadece dünyadan koparıyor; hayattan değil, gençlikten değil, saadetten değil, rahmetten değil! İnsan için dünyadan ayrılmak neden yok olmak olsun?

HAYAT YENİ BİR BİÇİMDE DEVAM EDİYOR  

Unutmamalıdır ki insan cisim itibariyle her sene değişmekte, her sene başkalaşmakta, her sene vücudunun yapı taşı olan hücrelerini bir yandan atarken, diğer yandan tazelemektedir. Bu bir yok oluş süreci değil, bir yenilenmek ve tazelenmek sürecidir. Yaratılış faaliyetinin devam edişidir. Kudretin insanı ilmek ilmek işlemesi ve yeni hayatlara mazhar kılmasıdır.

Bir gün gelip vücut elbisesi birdenbire ruhumuzdan boşanırsa veya ruhumuz bir et ve kemik kafesten ibaret olan cisim yuvasından çıkar giderse, yani ölüm dediğimiz şey başımıza gelirse biz yok mu olacağız? Fena mı bulacağız?

Cismimizin çürüyüp dağılması bizim de dağılmamız, çürümemiz ve hayatı terk etmemiz demek mi olacak?

Yoksa hayat yeni bir tarz ve yeni bir biçimde devam mı edecek?


ÖLÜME HAZIR OLMAK

 Dünya hemen her bakımından insanı yiyip söndürmeye ve soldurmaya hazır bir potansiyele sahiptir.

Üzerindeki fena damgası, insanı durmadan hırpalamaktadır.

İnsan âcizdir, yalnızdır, kimsesizdir. Bu fena canavarına karşı çaresizdir.

Oysa “Allah’a İman” gibi bir güç kaynağı insanın yanı başında hazır durmaktadır.

İnsan el verdiğinde elinden tutacak, gönül verdiğinde gönlünü sonsuz şekilde kavrayacak bu iman aydınlığı ile bilir ki, Allah kendisine şah damarından daha yakındır.

İnsan tek bir yönelişle, tek bir niyetle ve katıksız bir samimiyetle Allah’a iman nuruna kavuşabilir ve artık fena canavarının can yakıcı darbesine maruz kalmaktan kurtulabilir.

Aksi takdirde, yarının yokluk, ölüm ve ayrılık taşlarıyla örülü yolları, insanı her gün yıkmakta, her gün soldurmakta, her gün ölmeden öldürmektedir.

Varlıktan kopma düşüncesi dayanılmaz bir keder halinde insanoğlunun her gün gözünü karartmakta, her gün yüreğini yakmaktadır. İnsanı ölmeden öldüren şey, imansızlıktır.


KOMPLEKS NEDİR ?

 Kompleksler (Aşağılık kompleksi)

Küçük yaşlarda karşılaşılan çeşitli olaylar, korkular, kızgınlıklar, üzüntüler, travmalar yaratabilir. Aynı olaylar tekrarlanır veya yaraları tedavi edilmez ise bıraktıkları izler bilinçaltımıza yerleşir. Hayatımıza kompleksler olarak yansımaya başlarlar. Bunların en zor tedavi edileni aşağılık kompleksidir.

Aşağılık kompleksi insanları esareti altına alır, ama onlar kendilerini öyle bir büyüklük duygusuna kaptırmışlardır ki kesinlikle ne kendilerinin, ne kusurlarının farkında değildirler. Tek çabaları kendi büyüklerini kanıtlamak, diğer insanları küçülterek üzerlerinde etkinlik kurmaya çalışmaktır.

Geçmiş yıllarda bir hizmet kuruluşunda genç emekli bir beyle birlikte çalışmıştım. Tepeden tırnağa komplekslere bürünmüş biriydi. Kendini mağlup bir insan olarak görür, hak ettiği yerlere ulaşamadığını iddia eder ve buna sebep olarak her gün ayrı bir insanı suçlardı. Müthiş bir aşağılık duygusu içindeydi. Dernek üyelerinden başarılı gördüğü her insanın düşmanıydı sanki. Onlarla alay etmek, zora sokmak, küçük düşürmek için can atardı. Dernekte haftada bir kez toplanırdık. Her toplantıya özel fıkralar, anekdotlar hazırlayarak gelirdi. Her hafta başarılı gördüğü bir insanı iğnelemeye, yaralamaya çalışırdı. Bilinçli olarak fırsatlar yaratır, içindeki zehri insanların üzerine boşaltırdı. Çevresini inciterek, küçülterek büyüdüğünü, tatmin olduğunu zannederdi. Çok uzun süre dayanamadı dernekte, küçüldü, küçüldü, yapayalnız kaldı ve ayrıldı, gitti…

Aşağılama alışkanlığı uzun yıllar biriken başarısızlıkların, yenilgilerin, ezilmişliklerin dışa yansımasıdır. İçten içe biriken olumsuz duygularla beslenir. En büyük gıdası ise kıskançlıktır. Aşağılama alışkanlığı olan insanlara güvenilmez, sır verilmez, öğrendikleri en ufak bir zaafı bile sizi topluluk önünde mahcup etmek veya küçük düşürmek için silah olarak kullanabilirler. Etrafta kusur aramaktan kendilerine bakacak halleri kalmaz. Aşağılık komplekslerini tatmin edebilmek için her yola başvurabilir, her türlü aşağılığı çekinmeden yapabilirler.

Aşağılık kompleksinin oluşmasındaki en büyük etken sevgisizliktir. Size verebilecekleri zararlardan kurtulmak için birlikte yaşamak zorunda olduğunuz bu tip insanlara kızmak, gücenmek, onların yaptığı gibi aşağılamak yerine, siz esirgemez olunuz. Onları sevginizle güçlendiriniz; sevilmeye değer oldukları duygusunu veriniz. Kendi değerlerine güvenmelerini ve inanmalarını sağlayınız.



ŞİFA KAYNAĞI BİTKİLER

 Enfeksiyon hastalıklarının korunma ve tedavisinde, geniş etkili antibiyotik kapsülleri görünümünde hazırlanmış, İlâhî şifa hazinelerinin değerli bir ürünüdür. Güçlü bir antioksidan kaynağı olan SOĞAN da lif, C vitamini ve organik kimyasallar yönünden harika bir kaynak olarak, organizmanın savunmasında güçlü bir destek sağlar. Bağışıklık sistemini güçlendiren antioksidan deposu YEŞİL ÇAY’ın günde 1-2 bardak tüketilmesi, enfeksiyonlara karşı vücuda direnç kazandıracaktır. Evde KEFİR yapımı gerçekleştirilebilirse, bağışıklık sisteminin düzenlenmesini sağlayan, faydalı bağırsak florasının güçlendirilmesine büyük destek sağlayacaktır. Mevsiminde bol tüketilmesi gereken zengin C vitamini kaynağı ve pişirildiğinde, değeri daha da yükselen antioksidan deposu LİKOPEN maddesi, birçok hastalığa karşı organizmaya koruyucu destek sağlar.

Bağışıklık sistemini güçlendiren, şifa ve rahmet hazinelerinin nimetlerinden faydalanmaya daha çok gayret etmeye çalışacağız.

SAĞLICAKLA KALIN

AKLIMIZI BAŞIMIZA ALALIM

 “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.” 

(Mesnevî-i Nuriye)

Varlık içinde yokluğun hüküm sürdüğü garip bir dünyada yaşıyoruz. Duygu var his yok. Akıl var düşünce yok. Haneler var komşuluk yok. Yiyecek var tadı yok. Para var huzur yok. Adam var yiğit yok. Mahkeme var adâlet yok. Kalp var sevgi yok. İman var amel yok. İnsan var kul yok. Nimet var şükür yok….

Maddiyatın öne çıktığı, varlık içinde yokluğun kıt’alar dolaştığı bir âlemde, başı boş, umursamaz bir halde, kendi başına buyruk bir hayatı yaşayıp, birilerinin meçhul dediği ve fakat hakikâtte var olan ebedî bir âleme doğru hızla gidiyoruz.

Hem de duyguların köreldiği, bencil, hırslı, kendi başına buyruk, her şeye sahip olmak isteyen açgözlü, ruhsuz, duyarsız, vicdansız, sevgi ve merhametten yoksun, Nefsin istek ve arzularının esiri olmuş, insanlıktan nasibini almamış insanların var olduğu bir dünyada, feda ettiğimiz ve kaybettiğimiz değerlerin farkına varmadan yaşayıp gidiyoruz

İşte o an, sahip olduklarımızı bırakıp gitme korkusu kaplar içimizi. Zor gelir bir ömür boyu elde ettiklerimizi terk etmek. Oysa pişmanlıklarımızın fayda vermediği o sekerat anında, bir zamanlar vazgeçemediğimiz şeyler, bırakıp gider bizi. Ve geride sadece kefene sarılı bir cesed kalır. O da turab olur çürüyüp gider toprağın altında.

Ruh hisseder son deminde olup bitenleri. Bilir sonunda bir mizan ve hesap gününün var olduğunu. Ödül gelmez aklımıza, lâkin cezanın varlığı korkutur bizi. Yaptıklarımızın veya yapamadıklarımızın hesabını verme ya da verememe endişesi, kâbusumuz olur. İşte bu yüzden ruhumuz daralır, sıkıntı basar, korkarız ölümden.

Ne mal, ne mülk, ne de başka bir şeyin fayda vermeyeceği o dehşetli gün, kaçırır uykularımızı. Doğrusu “Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir.” (Al -i İmran 185)

Keşkelerin hayatımızda asla yeri yoktur ve faydasızdır. Ancak ah insanoğlu! Keşke “Ölümün hayat gibi mahlûk ve hem bir nimet“ (Mektubat) ve “Ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. 

Ehl-i dalâlet için zulümat-ı ebediye kuyusudur.“ (Lem’alar) olduğunu bir idrak edebilseydin.


İNSAN VE ÖLÜM

 İnsan; ölümü bilen, hayatın manasının farkında olabilen tek canlı. Fareler ve hamam böcekleri hayatın manasına dair bir sorgulama yapamaz.

İnsan ise, ölüm şuuruna erebildiği nispette diğer canlılardan farklılaşır. Hamlıktan kur- tulur, olgunlaşır. Değersiz şeylere önem vermez. Seçici olur. Geçici sorunları kafaya takıp, kalan ömrünü israf etmez. 

Hayat; çıkışlar ve inişler, ümitler ve pişmanlıklar, kederler ve sevinçlerle doludur ve ölüm vardır. İnsanın egosunu hiçlikte eritmesi için belki de en önemli adım, ölüm şuuruna sahip olmaktır.

İnsan ölüm şuuru ile düşünürse ve vicdandan yükselen sese kulak verirse işitir; 

“Dünya madem fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem ebedî hayat burada kazanılacaktır. Hem madem Dünya sahipsiz değil. Hem madem ne iyilik, ne fenalık karşılıksız kalmayacaktır. Hem madem şu dünya misafirhanesinin gayet Hakîm ve Kerîm bir idarecisi var. 

Hem madem  “Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez” sırrınca, kimseye yapabileceğinden fazlasını yüklemek yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola tercih edilir. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. 

Elbette en bahtiyar odur ki; dünya için ahiretini unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin. Ebedî hayatını dünya hayatı için bozmasın, faydasız şeylerle ömrünü telef etmesin. 

Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine uygun hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”


VATAN SEVGİSİ İMANDANDIR

 Vatan ve İman


Allah'ın son peygamberi:

"Vatan sevgisi imandandır" demiş...

Ama dinleyen kim?..

Vatan toprakları  Kanadalı altın şirketlerine peşkeş çekilip topraklar siyanürle, insanlar arsenikle zehirleniyor. 

Vatan nereye düşer usta , iman nereye?..

***

Hristiyan Batı'nın deisti, ateisti, komünisti bile vatanseverdir.

Dini-dar İslamcılar ise "Seccadeyi serdiğim her yer vatanımdır " derler, Vatikan'daki Kilise'nin gölgesi  olsa bile...

Vatan nereye düşer usta, iman nereye?..

***

Limanlar, bankalar, fabrikalar, topraklar, kıymetli arsalar, Telekomlar Hristiyan Batı'ya ya da kırk cariyeli Arap şeyhlerine satılırken akla gelmez hadisler, ayetler...

Vatan nereye düşer usta, iman nereye?..

***

Altın varaklı koltuklar, klozetler, musluklar Saray'dan taşıp valiliklere, kaymakamlıklara kadar uzanmış.

Hz. Ebu Zerr, Şam'da saray yaptıran Muaviye'ye:

"Sen bu sarayı kendi paranla yaptıysan israftır, eğer halkın  parasıyla yaptıysan haramdır, ihanettir, kul hakkına girer" demiş.

Bu söz sadece Muaviye'ye mi söylenmiş?..

İslam nereye düşer usta, Kuran nereye, biz nereye?..

 

EY İNSAN GURURU BIRAK

 İnsan bu !

Nisyan ile mağlul insan, hem unutur hem de tekrar aynı hataya düşer. Bir türlü ibret almaz ders çıkarmaz.  Tevbe eder tekrar tevbe ettiği şeylere döner.Bazen göklerde gezer yeryüzüne sığmaz gurur ve kibir yüklü sanki herşeye gücü yeter bir varlik gibi, yürürken yeri deler başı göklerde gurur abidesi.Bilmez ki görülmeyecek kadar küçük bir mikroba mağlup olur.Yeryüzünün sarsıntısı hayatının zindana dönmesine sebep olur.Gök yüzündeki bir gezegen şimşek yıldırım rahatını kaçırır korku içerisinde tirtir titremesine yeter.

İnsan bu unutur hiç bir olay olmamış gibi günlük işlerine devam eder edecektir de.Hayvana nisbeten akıl ile donatılan insan ne yazık ki çoğu zaman aklını yerinde kullanmaz.Hayvanin düsmeyeceği hatalara düşer.Dünyayi versen doymaz bazen de dünyada boğazı boğulmuş gibi daralır küçük bir eve odaya hapsolur.Dahası var dar bir kabre girer orada yerleşir.

Ey insan gururu bırak seni yaratani düşün.Bu dünyadaki görevin hayvan gibi çabalamak dünyayı omuzuna almak değil, misafir olarak gönderildiğini bilip hane sahibinin rızası dairesinde hareket etmektir.Allaha kul ol ki ,mahlukata kul olmaktan kurtulasın.

KIYAMET NEDİR ?

 Kıyamet senaryoları:

İki çeşit kıyameti bekleriz.

Biri, bizim hayatımız ile; diğeri, büyük kıyamet ile ilgilidir.

Harab-ı Dünya, harab-ı kâinat…

Bunlar şarta ve zamana bağlıdır.

Her şey Cenâb-ı Hakk’ın iradesi iledir.

Son günlerde gündeme gelen asılsız iddialar, boş lakırtılardır.

Evet, bu hayat ve bu dünya ebedî kalacak değildir.

Elbette kâinatın da bir ömr-ü fıtrîsi vardır.

Önemli olan bizim ona hazırlıklı olup olmadığımızdır.

Kıyamet her zaman beklenilmiştir.

Bir yıldızın, bir gezegenin yeryüzüne çarpması ve güneşin batıdan doğması her zaman muhtemeldir.

Zaman âhir zamandır.

Yani, son zamandır.

Bir kıyamet kopacak.

Dağlar uçuşacak, denizler yanacak, gökyüzündeki büyük cisimler çarpışacak ve bir mahşer yeri kurulacak.

Bütün insanlar kabirlerinden diriltilerek burada toplanacaktır.

İnsan zanneder mi ki başıboş kalacak?

Hâşâ.

İnsan ebede namzettir.

Küçük büyük her hareketinden hesaba çekilecektir.

Ya taltif görecek, ya da cezasını çekecektir.

Nasreddin hocaya sormuşlar:

“Hocam, Kıyamet ne zaman kopacak?”

Hoca hiç düşünmeden cevap vermiş:

“Hanım ölünce küçük kıyamet, ben ölünce büyük kıyamet kopacak!”

Evet, insanın ölümü kendi kıyametidir.

İşte hayatımız bu esaslar üzerine hareket halinde olmalıdır.

“ki gaflet olamaz.

Biz, bize ait vazifelerimizi yapmak ile mükellefiz.

Biz Cenâb-ı Hak’tan razıyız, yeter ki O bizden razı olsun.

Kâinat oldukça ihtiyarladı.

Her sabah bir melaike çağırırmış:

“Ölmek için dünyaya geliyorsunuz, harap olmak için binalar yapıyorsunuz” diye.

Dünyanın ve kâinatın harap olması mümkündür.

Ama, bu Cenâb-ı Hakk’ın iradesi ile olacaktır.





HZ. MEHDİ

 Peygamberimiz’in (asm) hadislerinden anlaşıldığı üzere Mehdî 35-40 yaşlarında vazifeye başlayacağı, kendisi 40 yaşında çıktığında halkın onu tanımayacağını ve zamanla anlaşılacağını biliyoruz. Dolayısıyla Hz. Mehdî, mehdî olduğunu iddia etmeyecektir. Bu iddia edilmemek ile ilgili hadisler de şunlardır. “Sen Hz. Mehdî’sin dediklerinde, O kabul etmeyecek.” “Kendisine “senin ismin budur, babanın ismi şudur, alâmetler sende mevcuttur diyecekler, ancak o yine kabul etmeyecek…” “İnsanlar nihayet Hz. Mehdi’ye gelirler ve kendisi istemediği halde ona biad ederler.”

Görüldüğü üzere Hz. Mehdî, mehdilik iddiası ile ortaya çıkmaz ve bu tür iddiaları red eder. Elbette ki bunun birçok hikmeti vardır. Çünkü sırr-ı ihlâs maddî ve mânevî bütün makamları red etmeyi zarûrî kılar. Bediüzzaman Hazretleri’nin de yaptığı budur. Barla Lâhikası’nda “Hatta Üstadın kendisi de bir zaman böyle bir zatın geleceğine muntazır imiş.” cümlesi baştan Bediüzzaman Hazretleri’nin de böyle bir zatın geleceğine muntazır olduğunu gösteriyor. Risâle-i Nur’da “Sonra gelecek o zat” gibi ifadeleri ve “Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki: O zat, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanâati gelmiş ki, ‘Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümâtını dağıtacak.’ Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zatlara zemin ihzar ediyoruz.” ifadelerinin de bu bağlamda okunması icab eder.

Sual: Bazı adam, dediğiniz gibi demiyor. Belki, “Mehdî gelmek lâzımdır?” der. Zira; dünya şeyhuhet (ihtiyarlık) itibariyle müşevveşedir; İslâmiyet ağrazın teneffüsü ile mütezelziledir.

Cevap: Eğer Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli. Zira, güzel bir zemin müheyya ve mümehhet (hazır) oldu; zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücutpezir olur. Rahmet-i İlâhî şe’nindendir ki, şu milletin sefaleti nihayetpezir olsun.” Buna mukabil Münâzarât veya Emirdağ Lâhikası’nda Bediüzzaman Hazretleri “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah Cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz.” diyor. “Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli.” cümlesinin mütemmimi “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah Cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz.” değil mi? Bediüzzaman Hazretleri daha ne desin? Bu iki parçayı göremeyen ve gördüğü halde birleştiremeyenlere ne denebilir ki?

Ayrıca Barla Lâhikası’nda Kuleönü’nde Sofuoğlu Nur Talebesi Mustafa Hulûsî (rh) son noktayı koyuyor: “Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdî Hazretleri’nin pişdarı ve müjdecisi, Üstadımın neşrettiği Risâle-i Nur’dur.”1 Devam eden mektubun son paragrafında Mustafa Hulûsî (rh) Ağabey şu sırlı izahları ifade ediyor. “Ey hocalar ve ehl-i kalb! Soracağınız suallerin cevaplarını Risâle-i Nur’da bulabilirsiniz. Ehl-i keşif ve kalbden birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdî’yi soruyor: “Ne vakit gelecek?” Daha Mehdî’yi anlayamamış!”

Evet, “Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zat, Risâle-i Nur imiş.” ifadesi ile Âyetü’l Kübra’daki Seyyah-ı Âlem’in Müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî’nin “Eski zamanda, büyük zatlar demişler ki, ‘Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-ı imaniye ve İslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemal-i vuzuhla ispat edecek.’ Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki (Haşiye) o adamım.” ifadesini Bediüzzaman Hazretleri ilgili haşiye ile beklenen zatın Risâle-i Nur olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Haşiye: Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risâle-i Nur’dur. Belki, ehl-i keşif, Risâle-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri sûretinde keşiflerinde müşahede etmişler, “bir adam” demişler.

TEDBİR BİZDEN ŞİFA ALLAH'TAN

 Evet tedbirimizi alacağız, maddî manevî duâmızı yapacağız. Gerisi Allah’a havale edip, kadere teslim kederden emin olmalıyız…

Şöyle ki:

“Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan ta taun ve tufan ve kaht (kıtlık) ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, O Rahim-i Hâkimin elindedir. O’ Hâkim’dir, abes iş yapmaz, Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.”

Bütün mahlûkat ile beraber virüslerin de, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın” Kabza-i tasarrufunda” olduğunu bilmeliyiz.

Virüsler, musîbetler hepsi de birer ikazdır. Önemli olan bu ikazlardan ders ve ibret almaktır.

Mü’min, ne koronavirüsden, ne de başka virüslerden korkmaz ve korkmamalıdır…

Mü’minin korkusu gıybet virüsü, haset virüsü, kin ve garaz virüsü, makam virüsü, mal virüsü ve hırs virüsüdür….

Cenab-ı Allah (cc) belâ ve musîbetler başımıza gelmeden önce günahlarımıza tövbe etmeyi, halimizi düzeltmeyi, emir ve yasakları istikametinde yaşamayı nasip eylesin.

Bizleri el-Hafiz, sığınanları koruyan, saklayan isminin hürmetine belâ ve musîbetlere karşı korusun. Âmin…

SOKRAT VE BEDİÜZZAMAN

 Atina’da dünyaya gelmişti Sokrat.

Hak dine inanıyordu. Bir taş ustasının oğluydu. Bu mesleği bırakıp kendine bir dava seçmişti.

Atina’da rastladığı insanlara şunları soruyordu: “Kendine dair ne biliyorsun? Sen nesin? Hayat nedir? Neye yarar? Kendini tanımağa çalış, kendini bilmeyen başka neyi nasıl bilir?”

Sokrat’ın sorguladığı sorular, özellikle gençler arasında önemli bir revaç bulur. Bu sorular, onu bazı insanlar tarafından ve istenmeyen adam ilan edilemesine sebep olur. Bu sorgu halkası gittikçe yaygınlaşır. Nihayet kurulan engizisyon mahkemesi tarafından yargılanır ve ölüm cezasına çarptırılır. Mahkemenin gerekçesi, “Yunan gençlerini yoldan çıkartmak” şeklindedir.

Maneviyattan uzak insanlara Sokrat bir kurtuluş reçetesi sunuyordu. “Köpeklerin terbiyesine verdiği değer kadar bile gençlerin terbiyesine önem vermeyen” anne ve babaları ikaz ediyordu. Yetmiş yaşındaki Sokrat, gençlerin ahiretini kazanmalarını arzu ediyordu. Mahkemenin vereceği karar hiç onu üzmüyordu.

Ahiret hayatının daha güzel olduğuna inanıyordu. Mahkeme kararından sonra ziyaretçileri gittikçe artmış ve nihayet baldıran zehiri ile hayatına son verilmiştir.

Zehiri getiren uşaktan alarak kendisi içti. Etrafındaki gençler ve sevenleri ağlaşırken: “Neden böyle yapıyorsunuz ben kadınlar böyle yaptıkları zaman yanımdan kovmuştum. Sakin olunuz, metanetinizi koruyunuz” dedi.

Artık Sokrat ölüyordu.

Doğruldu ve şöyle dedi: “Bu iş ne bizimle başladı ne de bizim ile bitecek! Hak ve hakikati her şeyin üstün de tutanlar daima benim akıbetimi kovalayacaklar.” Sözleri ile ruhunu teslim eder.

Bu silsile Sokrat’tan sonra asırlardan beri devam etmektedir. “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularını soran Bediüzzaman Sokrat gibi, insana sorular sorduruyor, cevaplarını veriyordu.

Bu sorulara cevap veren ve hayatını bu istikamette devam ettirenler imtihanı kazanmışlardır. Bediüzzaman günümüzün bazı insanların morallerini bozmuştur. Bu yüzden çeşitli baskı veya zulümlere maruz kalmıştır.

Yirmiden fazla zehirlenmiş, fakat Allah’ın inayeti ile ölmemiştir. Hayatta ondan korktukları gibi mezarını bile muçhul bir yere nakletmişlerdir.

Fakat. Sokrat’ın ve Bediüzzamanın sordukları sorular kıyamete kadar devam edecektir.

BİRAZCIK DÜŞÜNELİM

 *Mide beyinden akıllıdır çünkü mide kusmayı bilir, beyin her pisliği yutar. Beynin en kötü özelliği bir  boşaltım sistemine sahip değil.*

*Beyne giren her fikir, iyi ya da kötü içerde kalır. Dışarı atamazsın. Görmezden gelir daha az düşünürsün ama yok olmaz.*

Bu yüzden okuduğunuz herşey çok önemlidir. Asla ihmal etmememiz gereken dört okumamız vardır. 

1. Mutlaka her gün Kur'an ı Azimüşşanı okumak.

2. Ahirzaman tefsiri olan Risale i Nuru en az 10 sayfa okumak.

3. Çok mühim dua kitabımız olan Cevşenimizi okumak.

4. Ve Ruhumuzun gıdası tesbihatı her namazda okumak...

Bu şekilde Ruhumuzu, Kalbimizi, Aklımızı ve lâtiflerimizi muhafaza ederiz —“Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur'u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi'nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.”

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 Hasta Kardeşiniz

 Said Nursî

 Emirdağ L/2 ;104

DUA EDİP YALVARALIM

 Allah’ım! Sana iman ettik! Senin son elçin Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma iman ettik! Senden her derdimize devâ umuyoruz! Seni işlerimize vekil kıldık! Senden râzıyız! Senden korkuyoruz!

Sana sığınıyoruz! Gücümüz yok, kudretimiz yok, kuvvetimiz yok, izzetimiz yok, himmetimiz yok, gayretimiz yok Allah’ım! Bir Sana imanımız var! Bir de dilimizde duâmız ve yakarışımız…Günahkârız! İsyankârız! Günahkâr ellerimizi ve âsî gönlümüzü Sana açtık! Senin celâlinden, azabından, gazabından, kahrından, gayretinden, izzetinden, Senin merhametine, şefkatine, affına, mağfiretine, himmetine, himâyetine, bağışlamana sığınıyoruz! Allah’ım, Senden Sana sığınıyoruz! İslâm âlemi olarak Sana karşı olan kusurumuz bizi vartalara, tehlîkelere, maddî-mânevî sıkıntılara, acziyetlere, zaafiyetlere, güçsüzlüklere, bozgunluklara, fitneye, fesada ve çeşit çeşit âfetlere uğrattı. Bunu itiraf ediyoruz!

Allah’ım!

İslâm âlemi olarak üzerimizde dolaşan kara bulutların dağılması, üzerimizden âfetlerin ve belâların kaldırılması için yalnız, yalnız ve yalnız Sen’den yardım istiyoruz. Yalnız Sana sığınıyoruz! Yalnız Senden medet bekliyoruz!

 Allah’ım, bize yardım et! Günahlarımızı bağışla! Bize tevfik ve hidâyet ver! Allah’ım, bize acı! Bize merhamet et! Yalnız Sana güveniyoruz. Yalnız Sen’i senâ ediyoruz. Bütün hayrın Sen’den olduğunu biliyor ve yalnız Sana teşekkür ediyoruz. Sana nankörlük etmekten Sana sığınıyoruz!

Yâ İlahenâ! Rabbimiz Sensin! Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin!.. Hem sensin Hâlık! Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak Sensin! Çünkü biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin!.. Hem Sensin Mâlik! Çünkü biz memluküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz Sensin! Hem Sen Aziz’sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek Senin izzetinin âyinesiyiz. Hem Sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünkü biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına ve bir zenginlik veriliyor. Demek gani Sensin, veren Sensin!.. Hem Sen Hayy-ı Bâki’sin! Çünkü biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem Sen Bâki’sin! Çünkü biz, fena ve zevalimizde Senin devam ve bekanı görüyoruz. Hem cevap veren, atiyye veren Sensin! Çünkü biz umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevap veren Sensin!.

Allah’ım! Güzel İslâmiyetini yanlış temsil etmekten Sana sığınıyoruz! Yüksek cihad emrini yanlış tefsir etmekten Sana sığınıyoruz! Senin adını yükseltme çabasıyla hatâ etmekten Sana sığınıyoruz! Müslümanların adlarının kanlı teröre ve insan kıyımına karışmalarına izin verme!

Allah’ım!  Müslümanların üzerinden zâlimlerin ve düşmanların ateş çemberini, hîle ve tuzaklarını kaldır.  Müslümanlarının üzerinden deprem acılarını bertaraf et! Mâsumlara acı! Çoluk, çocuk ve günahsızlara merhamet et! Müslümanları yuvalarından, evlerinden, barklarından, çoluk ve çocuklarından, sağlıklarından ve hayatlarından etme! o­nları koru! o­nlara şefkat et! o­nların acılarını dindir! o­nları ıztırapta bırakma! o­nları ağlatma! o­nlardan râzı ol Rabbim! Ölenlerine şehâdet ver! Mekânlarını Cennet eyle! Kalanlarına sabır, sıhhat ve selâmet ver!

Müslüman olarak hatâmızın büyüklüğünden, cürmümüzün azametinden ve cinâyetimizin dehşetinden endîşe duyuyoruz, ürperiyoruz, korkuyoruz; fakat yine Sana sığınıyoruz Rabbim! Sana karşı mahcûbuz; fakat Sen’den başka kimsemiz yok! Sen Erhamü’r-Râhimîn’sin! Müslüman’ları kader, takdir ve adâlet-i İlâhiye kılıcıyla, ölümle, kanla, musîbetlerle, belâlarla, acıyla, ıztırapla ve gözyaşıyla terbiye etme! Dînini ve Kur’ân’ını hakkıyla anlamada Müslüman’lara kolaylıklar ihsân eyle!

Allah’ım! Müslümanlara, içinde yaşadıkları Cennet vatanlarını bağışla! Müslümanlara imanlarını ve vatanlarını pahalıya satma. Ey Rabb-i Rahîm, Mâlikü’l-Mülk, Settâru’l-uyûb, Erhamü’r-Râhimîn olan Allah’ım! Duâlarımızı kabul buyur!

Âmîn. Âmîn. Âmîn. Bi hürmeti seyyidine’l-murselîn. Ve’lhamdülillahi rabbi’l-âlemîn

ZULÜM NE ZAMAN BİTER ?

  Geçenlerde bir arkadaşın “ne olacak bu memleketin akibeti” şeklindeki sorusu üzerine, tarihi ibretlik şu hadise; hatırımıza, yeniden insanlığa ibret olması ümidi ile kaleme alınmıştır.

Hani anlatılır ya; 

Hülagü Han, Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han’ın torunu, İlhanlı Devleti’nin kurucusu Mengü Kağan’ın kardeşidir. 1255’te ağabeyi Mengü Han tarafından Ortadoğu’da henüz ele geçirilmemiş toprakların ele geçirilmesi için görevlendirilir.

Hülagü, 1258 tarihinde Bağdat’a girerek Abbasi Halifesi Mutasım’ı keçeye sarıp Moğol atlarının ayakları altında ezdirerek öldürtür. Şehirde katliâmlara başlar ve şehri yağmalatır. Kadın, yaşlı, çocuk, hamile demeden bazı kaynaklara göre 200 bin, bazı kaynaklara göre de 400 bin kişiyi katleder.

Cami, hastane, saray ne varsa hepsini yok eder. Kütüphaneleri ve tarihi eserleri yakar, yıkar. Milyonlarca dinî ve ilmî eserin büyük bir kısmını Dicle Nehri’ne attırır. Hülagü’nün zalimliğini anlatmak için Dicle’nin günlerce kan ve mürekkep aktığı söylenir.

Hülagü bir gün, şehrin dışına kurduğu karargâhında, o beldenin en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir. Bu haber, âlimler arasında korku ve endişeye sebep olur. Kimse Hülagü tarafından öldürülmek korkusuyla bu dâvete icabet etmek istemez. Bu haber, zamanın genç âlimlerinden Kadıhan’a da ulaşır. Kadıhan, ufak tefek tıfıl bir gençtir. Daha sakalı bile çıkmamıştır.

Böylesine bir dâveti kabul ettiğini söyleyerek Hülagü ile görüşmeye gidebileceğini bunun için kendisine bir deve, bir keçi, bir de bir horoz verilmesini ister. Böyle bir fedainin ortaya çıkması ulema sınıfını rahatlatır. Çünkü bir kurban bulunmuştur. Hülagü’nün şerrinden korkan ulema sınıfı bu isteği hemen karşılar.

Kadıhan, hayvanlarla birlikte çadıra varır. Hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer ve kendini tanıtır. Kendisiyle görüşmek üzere geldiğini söyler. Hülagü, genci tepeden tırnağa süzer ve beklediği tipte biri olmadığını görerek, ‘Bana göndermek için bula bula seni mi buldular. Gönderecek başka birini bulamadılar mı?’ diye sorar.

Kadıhan gayet sakin bir şekilde ‘Görüşmek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı yaşlı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan horoz getirdim. Üçünü de çadırın önüne bıraktım. Onlarla görüşebilirsin’ der.

Hülagü, karşısındakinin sıradan biri olmadığını anlar ve ‘şöyle otur bakalım’ diyerek kendisine yer gösterir ve ilk sorusunu sorar: ‘Söyle bakalım, beni buraya getiren sebep nedir?’ 

Kadıhan gayet sakin bir şekilde; ‘Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Allah’ın bize verdiği nimetlerin kıymetini bilemedik. Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük. Zevk ve sefaya daldık. Cenab-ı Hak da bize verdiği nimetleri almak üzere seni gönderdi’ der.

Hülagü, ikinci sorusunu sorar: ‘Peki, beni buradan kim gönderebilir?’

Cevap çok manidardır: ‘O da bize bağlı. Benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetin kıymetini bilir, zevk ve sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen buralarda duramazsın.’

Evet, Kadıhan’ın verdiği cevap çok manidar. Hepimiz zihnimizde bu verilen cevapları Yaratıcı tarafından bir memur olarak istihdam edilip, insanlığa sayabileceğimiz hangi kötülük ve gayrı ahlâkî, insanlık dışı muamelelerimiz sebebiyle vesile olduğunu bilip, bunlardan vazgeçilip ıslah olunmakla yeniden yaşanılabilir bir hayata kavuşulabilir. Aksi halde musîbet hali hazırda şiddetlenerek devam etmektedir. İbret alıp, ıslah olmakla, istikametini muhafaza edebilenlere ne mutlu…

Alıntı

SEVKİYAT VAR

 Aklı başında olan her insan düşünür ki, eşsiz kabiliyetler ve cihazlarla donanımlı insanın bu dünyada var olması, abes ve mânâsız olamaz. Sonsuz uzay boşluğunda, güvenli, güzel bir gezegende, insanın yaşaması için her türlü şartların ve rızıkların temin edilip insanın hizmetinde çalıştırılması tesadüf ve gelişigüzel işler değildir.

Tâ en başa dönelim. Hiçbir şey yoktu. Sadece ezelî ve ebedî olan Allah vardı. Sanatını göstermek, tanınmak ve bilinmek, ikramlarda bulunmak isteyen Cenab-ı Hak ilk önce esir maddesi denen maddeyi yaratmıştır. Bu ana maddeden atomlar, kütleler halinde ayrılarak gökyüzündeki yıldızları ve gezegenleri oluşturmuştur. Bu kopan parçalardan biri olan dünyamız bir ateş topu iken kesifleşip katılaşarak kabuk bağlamış, bu yaşadığımız yeryüzü meydana gelmiştir. O “ol” diyor her şey oluveriyordu. Daha sonra melekleri yarattı. Sonra cinleri, şeytanları, hayvanları, bitkileri, son olarak da insanı yaratmıştır.

Melekler devamlı ibadet eden, itaatkâr, günaha ve şerre meyli olmayan varlıklardır. Allah insanı yaratmayı dilediği zaman, melekler bunun hikmetini merak etmişlerdir. Zira insan günah işleyebilir, şeytana uyabilirdi. Bilindiği üzere Allah, ilk insan olarak Hz. Adem’i yarattı ve ona can verdi, çok üstün özellikte cihazlarla donattı, bütün eşyaların ismini öğretti, ilim öğrenecek kabiliyet verdi. Sonra melekleri de huzuruna çağırdı ve gösterdiği varlıkların isimlerini sordu. Melekler cevap veremedi. Hz. Adem ise hepsine cevap veriyordu. Melekler hep bir ağızdan: “Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur.” dediler. Allah’a saygı ile secde ettiler. Daha sonra Allah, meleklerin Hz. Âdem’e de secde etmelerini istedi. Melekler Allah’ın emrine uydu ve hepsi Hz. Adem’e secde ettiler. Ateşten yaratılan şeytan ise, gurura ve kibire kapıldı, secde etmediği gibi isyan dolu itirazlarda bulundu. Onun saygısızlığı ve isyanı karşısında Cenab-ı Hak da onu huzurundan kovdu. Kovulan şeytanın bir isteği vardı. “Kıyamete kadar yaşamak istiyorum, nefret ettiğim bu insanları günahkâr yapabilmek için tuzaklar kurmak, kendim gibi isyankâr yapmak için çalışmak istiyorum” demişti. Allah, hikmet lisanıyla “Sen benim sadık kullarımı doğru yoldan saptıramazsın, ancak sana aldananlar olacaktır. Ben de seni ve senin peşinden gidenleri hesap gününden sonra Cehenneme atacağım” demiştir.

Hak yolda devam eden, gönderilen Peygamberlerine itaat eden insanları ise saadet saraylarına, Cennetine alacağını müjdelemiştir. Böylece şeytanla insanın mücadelesi ve müsabakası başlamıştır. 12. Mektupta geçen bir ifade şöyledir: “Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. Âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.”

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın katında iyilerin ve Cennete namzet olanların makamı olan âlây-ı illîyine lâyık olarak yaratılmıştır. Kendi tercih ve iradesiyle imansızlığı seçse, insanlıktan çıkar, “esfel-i sâfilîn” denilen hayvanlardan da aşağı bir dereceye düşer. Mahlûkat içinde bir sultan olarak yaratılan insan, aklı varsa bu seviyeye düşmez. Nereden gelip nereye gittiğini, yaradılış hikmetlerini, bu yolculukta dünyanın bir misafirhane ve han olduğunu düşünür, bilir. Yaratıcısını tanır, sever, O’nun emirlerine itaat eder. İmanda dünyada dahi hissedilen bir nebze Cennet lezzetiyle hayatından lezzet alır, güzelce yaşar. İmansızlık içindeki karanlığı ve bir parça Cehennem azabını hisseder, bilir.

Bediüzzaman Hazretleri, insanın bu yolculuğunun ehemmiyetine binaen şöyle sesleniyor: 

   Ey insan!

Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?

Otuzikinci Söz'ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes'udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.

Mübtela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel'in, bir Mahbub-u Lâyezal'in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet'e çağrılıyorsunuz.

Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

   Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan!

Fenaya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz!

Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz.

Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz.

Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz.

Sahib ve Mâlik-i Hakikî'nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî'nin payitahtına dönüyorsunuz.

Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz.

Firaka değil, visale müteveccihsiniz.

(Yirminci Mektub/1.Makam/11.Kelime)

Mektubat - 228

26 Aralık 2021 Pazar

MÜSBET HAREKET NEDİR?

 Hakikat şudur ki, “müsbet hareket” hiçbir zaman pasiflik, eylemsizlik ve hatta sivil itaatsizlik dahi değil, bilâkis meşrûiyetten sapmadan hakkın hatırını üstün tutmak, izzet ve vakarla zulme girmeden hakkı ve hakikati savunmaktır. Acze düşmemektir, “insanın vazifesi” ile “İlâhî vazife” ayırımını belirleyen bir hassasiyettir.

“Müsbet hareket” asla teslimiyet değil, haksızlığa, zulme, gadre karşı meydan okumaktır. Dâvânın, milletin izzetini muhâfaza ederek zâlime-zulme karşı direnmektir, sabırdır, metânettir. Mazlûmların, mâsumların hakkını korumaktır.

Âyetin hükmüyle, “Kâfirlere (dışa) karşı şiddetli, Müslümanların aralarında (içte) merhametli olmaktır. “Kâfirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı alçak gönüllü (yumuşak ve müsamahalı) hareket etmektir.”

“Müsbet hareket”, sünnetullaha riâyettir, muvaffakiyettir, selâmdır, sulhtur; hakta sebât ve sabırdır; hakkın hukukunu ve izzetini muhâfaza etmektir, haksızlığa karşı dirençtir, duruştur, mânevî cihaddır, zaferdir…

ÖFKE KÂBUSU

 Engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusu; gazap, hiddet. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılandan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir.

Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur" denilmiştir.

Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak;

"(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever" (Âl-i İmran, 3/ 134) buyurmuştur.

Peygamberimiz'e gelerek kendisine öğüt vermesini isteyen bir adama Resulullah (s.a.s); "Öfkelenme!" demiş ve bu sözünü birkaç kere tekrarlamıştır (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Öfkeli birisini gören Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese muhakkak öfkesi geçer. O kelime: Eûzü billahi mineş-şeytânirracîm", sözüdür" (Müslim, Birr ve Sıla, 109).

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

"Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir" (Müslim, Birr ve Sıla, 107).

Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur:

Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar" (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Kur'an-ı Kerim'de genellikle kâfirlerin müminlere karşı duydukları öfkeden bahsedilmiştir. Aksine müminler öfkelerini yenen insanlardır.

Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk'a sığınmayı öfkenin ilâcı olarak tavsiye etmiş, insanın kendi kendine telkinle ulaşacağı irade sağlamlığının onu öfkelenmekten kurtaracağına işaret etmiştir. Yine Peygamberimiz öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür. Öfke nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir.

Rafet Özcan

BİZ EMANETÇİYİZ

 Hastalıklarla iç içe bir ömür, size ne öğretti?

Hayatımızın bir başkasının elinde olduğunu. Çok kere “benim gözüm, benim kulağım, benim gönlüm, benim elim” deyip duruyoruz. Hâlbuki gözümüzün nurunu Cenâb-ı Hakk söndürecek olsa, bize kim bir göz bağışlayabilir? İşte hastalıklar insanda olan âfiyet nimetinin daima hatırlanmasını sağlıyor ve kulu Hâlikına daha çok bağlıyor. Hiç bir eksiği olmayan, her nimete mazhar olan kimseler çok defa hüsranın yaylasına çadır kurup mezarlarda geçecek günleri unutuveriyorlar. Hâlbuki insan sabaha çıktığında akşama ereceğini bilemez. Hattâ bir dakika sonra başına ne gelecek, onu bile tahmin edemez. İki Cihanın Saâdet Güneşi Efendimiz (Aleyhisselâtu Vesselâm), Abdullah b. Ömer’e şöyle dedi: “Sabaha çıktığın vakit akşama çıkacağını düşünme, akşama çıktığın vakit de sabahlayacağını hatırına getirme. Hayatından ölümün ve sıhhatinden hastalığın için –zaman– ayır. Yâ Abdullah! Yarın adının ne olacağını bilemezsin!” Evet, günümüzdeki bütün kavgalar, gürültüler ölümün unutulmasından, hesap gününün hesaba alınmamasından ileri gelmektedir.

Şunu da ifade edeyim ki, hastalıklar ölüm sebebi değildir. Ancak eceli gelenler ölür. Herhangi bir hastanın başında O'nun ölümünü bekleyen nice sağlam insanlar senelerce önce ebediyete kanat açtı. Hayatı yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi, ölümü yaratan da yine O’dur. O halde ne gam!..

Rafet Özcan 

KUTUP YILDIZI VE LAHİKALAR

 Kutup yıldızları diğer gök cisimlerinin aksine yerlerini hiç değiştirmezler, sabittirler. Yollarını kaybeden seyyahlar, denizciler kutup yıldızlarının bu özelliğinden istifade ederek yollarını bulmuşlar, kutup yıldızları onları hiç şaşırtmamış, her zaman doğru yolu göstererek menzillerine ulaşmalarını sağlamıştır.

Risale-i Nur Külliyatı’ndaki “Lâhika Mektupları” da kutup yıldızlarına benzerler. Tâbi olanlar istikametlerini bulurlar.

İmanî bahisler, Müdafaalar ve Lâhika Mektupları olarak üç başlık altında toplanan Külliyatımız için Zübeyir Ağabeyin şöyle bir ifadesi vardır:

“İmanî bahisleri okuyanlar, ehl-i takva ve ehl-i salâhat olur. Müdafaaları okuyanlar, dâvâsının müdafaasıyla mücehhez olur. Lâhikaları okuyanlar, hadiseler karşısında nasıl hatt-ı harekette bulunacaklarını öğrenirler.” diyerek, Lâhikaların ne kadar önemli olduklarını vurgulamıştır.

Üstadımız da, (hizmet düsturlarına uyulmadığı takdirde) “…bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var.” (21. Lem’a, 396) diyerek bizleri uyarmıştır.

Buradan anlaşılıyor ki; imanî meseleleri okuduğumuz halde, bizlere hizmetin düsturlarını gösteren lâhikaları okumadığımız veya onlara önem vermediğimiz zaman dinsizlik cereyanına yardım etmek ihtimali olduğunu söylemiştir.

Ayrıca, Müslüman uyanık ve müteyakkız olmalı, olayların görünen kısmından ziyade, içinde gizlenmiş oyunu görebilmeli. 

Bu zamanda şeytanın, çoğu zaman sağdan gelebileceğini de unutmamalı.

Üstadımız, Hutuvat-ı Sitte eserinde, “Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır… İnsan cemaatlerindeki… zayıf damarları buluyor. Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını [makam-mevki hırsını], kiminin tamaını, kiminin humkunu [ahmaklığını], kiminin dinsizliğini, hatta en garibi, kiminin de taassubunu [aşırı ve cahilce bağlılığını] işletip siyasetine vasıta ediyor. “

Süfyanın ve onun şahs-ı manevîsinin Müslümanlar tarafından iyi okunabilmesi ve bilinmesi gerekir. Bu durumda bize hata yaptırmayacak yol göstericimiz “Lâhikalar”dır.

Hizmetimizin merkezine Lâhikaları koymadığımız zaman, bu ince ve hassas durum anlaşılmaz. Liyakatten ziyade kişiyi özel durumlarıyla değerlendirdiğimizde, lâyık olmayanlar idareye gelir ve çok önemli değerlerimizi kaybederiz.

Meselâ, imanın hassası olan hürriyetin zedelenmesi, devleti ayakta tutan adaletin tartışılması, kanunda olması gereken kuvvetin şahsa geçmesi gibi dine zarar veren icraatların “dindar” diye nitelenen kişiler tarafından yapılmasını bile normal karşılayarak, “vardır bir bildiği, namazında niyazında yanlış yapmaz” diyen safderunlaşmış Müslümanlar dinimize ne kadar zarar verdiklerinin farkında bile olmazlar.

Din hizmeti, makam ve şöhret kazanmak için yapılamayacağı gibi, istiğna düsturundan taviz vererek dünyevî ve uhrevî menfaat sağlama cihetine de gidilemez.

Üstad Hazretleri, mü’minleri bekleyen diğer tehlikeleri de şöyle ifade ediyor:

“Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabâne affetmesi ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. (Hâşiye: Yani elması elmas bildiği halde camı ona tercih eder.)” (Kastamonu Lâhikası, s. 48) 

İşte ey kardeşlerim! “Lâhikalar” bunun için bu hizmetimizin “Kutup Yıldızları”dır. Takip ettiğimizde, hiç yolumuzu şaşırmayız.

DEMOKRASİ AĞACININ MEYVELERİ

 Üstada soruyorlar: İstibdat nedir, meşrutiyet nedir diye?

Üstad bu soruya daha 1911 de çok ilginç cevaplar veriyor.

Günümüz demokrasisinin temel kurallarını o cevaplarda ortaya koyuyor.

Bakın ne diyor Üstad Münazarat adlı eserinde o zamanki meşrutiyet, günümüzde ise demokrasi hakkında:

“Sual: “tiryâk-ı meşrutiyeti bize târif et.”

Bu soruya verdiği cevaplardan,

Birincisi:

İşte, meşrutiyet

“Ve işlerde onlarla istişare et.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:159.)

“Onların işleri, aralarında yaptıkları istişare iledir.” (Şûrâ Sûresi, 42:38.)

âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir.

İkincisi:

O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.

Üçüncüsü:

Evet, meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz.

Dördüncüsü:

İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız.

Beşincisi:

Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz.

Altıncısı:

Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz.

Yedincisi:

Zira meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza geldi. Zira, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakiki ve nisbî ve izâfîden mürekkeptir. Başka millete benzemiyor.

Özetle böyle.

Siz daha fazla bilgi için Münazarat adlı esere müracaat edebilirsiniz.

Bunlar demokrasi ve demokrasiyi temel alan demokratlık hakında çok önemli ölçü ve tespitler.

Tahkik ehli için şablon mahiyetinde adeta.

Yani bu prensiplere göre hareket edilir ise demokrasi ağacı nurani meyveler verir.

Bu işin müspet yönü…

BAKMAK VE GÖRMEK

 Göz halk aleminden, basiret ise Allah'ın basar sifatina dayanan ve emir aleminden olan bir fonksiyondur. Göz görme vasitasidir. Gören ruhtur. Ruh ise Cenab i Allah in külli sıfatlarindan teşaüb eden ana kütüğe bağlı küçük cuzdanlar gibidir. Aslinda bakan gozdur gören ruhtur en nihayetinde her bakışta olanı gören ve bizim ruhumuza da görme yetisi veren ana basar sifatinin külli fonksiyondur. Cebrail a.s. a ruh tesmiye edilmesinin bir hikmeti de Allah u alem bi savab kainatta halk aleminden olup esma tecelliyatina mazhar olarak terbiye olmus her bir mahlukun Allah in külli sifatlariyla fonksiyonlandirilmasi ve dolayisiyla hu fonksiyonlarin ibadet yekünlerinin kulli kaydi ve musahadesi vazifesini yapmasindan olsa gerektir. Kadir suresinde Ruh un arza indigi ifade etmesi o gecede olan hadiselere bi açıdan da ışık tutuyor. Ruh evrenin her noktasinda kulli mahlukat ibadetlerini tahsil ve mahlukatı anlamlandıran fonksiyonlari ita vazifesinde koprü görevi görürken arza gelir ve arzda bulunan insan şuuru kainatin tüm külli ibadetini o Ruh vasıtasıyla tabir i caizse keskin ve kısa bir yol olan bir otobandan kainat namina Allah a takdim fırsatıni bulur. O gece bir tek insanin bu kulli ruh tecellisiyle arkasina koca bir mahlukat nevinin milyarlar efradini alarak bir saatte inanilmaz bir yekun i ibadete mazhar olabilmesi mumkundur. Dolayisiyla Ruh Cenab i Allah in Rububiyetinin kainattaki her kabiliyeti gerçek sürekli fonksiyonlariyla buluşturduğu idare sistemidir diyebiliriz…


YANLIŞ TEŞHİS YANLIŞ TEDAVİ

 Bu tezatlı durum ne ile izah edilir? Dindar kimlikli idarecilerin başımızda bulunmasının toplumdaki yansımaları neden görülmüyor? Neden ters orantılı bir durumla karşılaşıyoruz? Bu noktada akla bir sürü sual geliyor. Toplumun dindar olarak bildiği bu idarecilerin öncelikli tercihleri dinî değerler mi, yoksa sahip oldukları makam-mevkiler mi? Bulundukları makamları muhafaza etmek uğruna dinî değerlerinden taviz veriyorlar mı? Yoksa sahip oldukları makamları kaybetmek uğruna da olsa dinî yaşantılarından taviz vermeden, her halükârda inançlarının gereğini yerine getiriyorlar mı?

Konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’ın şu tesbitlerini hatırlamakta fayda var: “Siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar.” Bir de, “bir elinde siyaset topuzunu, diğer elinde de Nuru tutanlar” dine tam hizmet edemezler.

Konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’ın şu dikkat çekici tesbitini de çok iyi okumak gerekir: “…Bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, her şeyi kendi mesleğine âlet ederek, hatta dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevî âlet hükmüne getiriyor.” (Tarihçe-i Hayat, s: 476)

Görülüyor ki tepeden inme bir tarzda “dindarlığı” sağlamak mümkün olmuyor. İdarî makam mevkilerdeki zevatın muhafazakâr olması öyle beklendiği gibi topluma yansımıyor. Bu işler öyle; “Biz dindar bir nesil yetiştireceğiz… Hiç kimse bizden tinerci bir gençlik beklemesin” türünden kulağa hoş gelen nutukları atarak olmuyor.

BAŞ DİNDAR OLMAKLA DİNDAR OLUNMUYOR

 Geçenlerde liseye giden bir yakınımın çocuğunun anlattıkları: “Başta okul müdürümüz olmak üzere öğretmenlerimizin çoğu namazında niyazında dindar insanlar. Fakat okulumuzda namazını kılan öğrencilerin sayısı yok denecek kadar az.

Bunun sebebi ne olabilir?” suali doğrusu benim de kafamı karıştırdı. Bu enteresan ve tezatlı gibi görünen durumun sebebini düşünmeye başladım.

Bu çocuğun gittiği lisenin halini bir tarafa koyarak, bulunduğum ilin durumunu düşündüm, buranın durumunun da bahse konu olan o okuldan farklı olmadığını gördüm. Bu ilde de başta vali olmak üzere Belediye Başkanı ve devlet kurumlarındaki âmir ve memurlarının bir çoğunun namazlarını tam olarak kılmasalar dahi manevî değerlere saygılı, muhafazakâr diyebileceğimiz yapıda olduklarını görüyoruz. Tahmin ediyorum, Türkiye’nin genelindeki durum aşağı yukarı böyledir.

Ankara’ya baktığımızda da görünürde iç açıcı, umut verici bir durumdan söz edebiliriz. Mecliste hatırı sayılır, azımsanmayacak sayıda tam dindar olmasa da dinî değerlere saygılı milletvekilleri var. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanların çoğu yine dindar kimlikleriyle bilinen makam sahipleri. Diğer yandan devlet kurumlarının üst kademelerinde bulunan bir çok makam sahibi ve bürokratın da en azından dinî değerlere saygılı, hatta dindar olarak bilinen zevattan olduklarını biliyoruz. Ve artık vitrinlerde, resmî protokollarda başı örtülü, milletin dindar diye bildiği başta Cumhurbaşkanı, Başbakan eşleri olmak üzere bir çok Bakan, Vali, Belediye Başkanı eşleri..

Şimdi ülkemiz adına iç açıcı, umut verici bu durumla beraber, tablonun bir de şu yüzüne bakalım: Gittikçe artan suç oranlarının artışının bir sonucu olarak, cezaevlerindeki doluluk oranı tavan yapmış… Toplum hayatımızın çekirdeği olan aile yapısının bozulması neticesinde boşanma olaylarının artarak devam etmesi… Toplumdaki kavga gürültü ve şiddetin hızlanarak artması… İçki, kumar, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkların artık toplumu ciddî manada tehdit eder hale gelmesi… Sınır tanımayan her türlü müstehcenliğin artık toplumda yer etmesi… Daha bir sürü, toplumu dejenere eden, yozlaştıran, geleceğimizi tehlikeye sokan, iç karartan manzaralar… İşte böyle… Bir tarafta dindar kimlikli insanlardan müteşekkil bir hükûmet ve devlet kurumlarının çeşitli kademelerinde makam-mevkileri işgal eden muhafazakâr amir ve memurlar; diğer taraftan da toplumda devam etmekte olan savrulmalar ve yozlaşmalar…

NE OLDUM DEME NE OLACAĞIM DE

 Vaktiyle hac farizasını yerine getirmek isteyen bir topluluk hac için yola çıkar.Yol hazırlıkları yapılmış yolda giderken garip fakir birine rastlarlar.Bu garip fakir adam sorar nereye gidiyorsunuz diye.Kafiledekiler hacca gittiklerini söyleyince benide yanınıza alın ne olur bende sizlerle hac farizamı yerine getireyim deyince adamın haline bakarlar almak istemezler onu hakir görürler.Adam çok ısrar edince işlerinden bazıları alalım yolda dslgamızı geçeriz derler ve kafileye alırlar.Yolculuk devam eder fakat kafiledekiler zaman zaman bu garibi hor görerek rencide ederler sabır içerisinde şükretmeyi bilen bu garip onların incitici söz ve davranışlarına aldırış dahi etmez.

Kafile Mekkeye ulaşır hac farizası için herkes dağılır.Fariza yerine getirildikten sonra tekrar dönüş için toplanırlar.Aralarında anlaşarak derlwrki şu garibe bir oyun oynayalım.Gariban kimse gelince derler ki sende hac farizanı yerine getirdin mi? Saf temiz kalpli insan Allah'a şükür yerine getirmeye çalıştım Allah sizden razı olsun diye dua eder.Fakat muzip insanlar ona madem hac görevini yaptın hanı beratın deyince adam şaşırır başlar hüngür hüngür ağlamaya ve kafileden ayrılır koşar beratını almak için işte olanlar o zaman olur Allah bu garip kulunu memnun eder hiç ummadığı bir zamanda önünde beratını yazılmış olarak bulur.Diğer kafile mensupları telaş ile adamı aramaya başlarlar,çünkğ geri dönüş için adamın yanlarında olması gerekir.Birde ne görsünler elinde haccın kabul beratı ile çıka gelir.Kafiledekiler pişman olur ama işişten geçmiştir.Onun için ne oldum dememeli,ne olacağım demeli.

DİNİMİZE GÖRE HÜRRİYETİN SINIRLARI

 Dinimize göre hürriyet:

 Ferdin hem kendi hayatına, hem de başkasının hayatına kastetmeye hakkı yoktur, her ikisi de haram ve büyük günahtır.

Hürriyetin kâmil manada bulunduğu yerde kuvvet kanunda olur ve hukukun üstünlüğü hüküm ferma olur. Kişilerin hak ve hürriyetleri kanunla düzenlenir, güçlü olan değil, haklı olan güçlüdür. Bu alanın öncüleri Medine Sözleşmesi ve Magna Carta’ dır. Kanun hâkimiyetinin olmadığı yerde haklı olan değil, güçlü olan haklı olur. Bu hayvanlara mahsus bir vasıftır. İlkel toplumlarda, tek adam rejimlerinde ve aşiret kültürü ile yönetilen toplumlarda kanun hâkimiyeti olmadığı için güçlü olan haklı olur. Mağduriyetler had safhadadır. Kişi hak ve hürriyetlerinin tamamı rafa kaldırılmıştır, hürriyet diye bir olguda bahsedilemez.

Kalkınma ve refah seviyesi hürriyetle alâkalıdır. Kalkınmanın itici gücü hürriyet veya herhangi bir şeyin baskısını hissetmeyen hür düşüncedir. Kalkınmış ve Gelişmiş ülkelere baktığımız zaman hürriyet normlarının ve insanların refah seviyelerinin çok yüksek olduğunu görürüz. Kalkınma için hür düşünce ve teşebbüs hürriyeti gerekli ve vazgeçilmez bir unsurdur. İnsan hakları ve hürriyetler açısından hür olmayan ülkeler için kalkınmış ülke denilemez.

Geçmişin demir perde ülkeleri buna iyi bir örnektir. Hürriyet insanın ve bir ülkenin zenginliğidir.

HÜRRİYETİN ÖNEMİ


Vücud için besinler ile hava, su ne kadar önemliyse duygular içinde de hürriyet o kadar önemlidir. Bediüzzaman hürriyet sevdalısıdır, hürriyet kahramanıdır. Bu sebeple bu asırda hürriyete çok değer vererek üst düzey bir anlam yükleyip, hürriyeti ekmeğe tercih etmiş ve bir kimlik kazandırmıştır.” En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan hürriyetimdir… Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.” (Emirdağ Lâh.1 s.51) cümleleri Bediüzzaman’ın hürriyete yüklediği anlamı ortaya koyarak, hürriyetin sahip çıkılacak ve onun hayat için mükemmel bir cevher olduğunu nazara verir. Hürriyet hayatın motor ve dinamiğidir, hayatın her alanında kendisini hissettirir.

Hürriyet, herkesin istediğini yapabileceği veya bütün nefsanî arzu ve isteklerini yerine getirebileceği şeklinde anlaşılmamalı. Bu hayvanî tarzda mutlak bir hürriyettir. Kişi hürriyetini kullanırken başkalarına zarar vermemeye azamî hassasiyet göstermelidir. Çünkü verilen zarar kul hakkına girer, bu haktan kurtulmak için kişi ile bizzat helâlleşmek gerekir. Bir diğer yönden de kendi aza ve duygularına zarar vermemelidir. Yani hürriyetin kullanımında hem başkasına, hem de kendimize zarar vermemeliyiz. Bediüzzaman’ın tabiri ile “Hürriyet’in şe’ni odur ki; ne nefsine ne gayra zararı dokunmasın” (Münâzarât s. 55) Hürriyette esas alınması gereken ölçü budur. En kâmil manada hürriyeti Bediüzzaman bu şekilde tarif eder, aynı zamanda bu anlayışa riayet etmek insanî bir vecibedir.

"BEN" DİLİNDEN "BİZ" DİLİNE

 İnsan doğumundan ölümüne kadar değişik evrelerden ve devirlerden geçmektedir.Bu devirlerin her birinde türlü türlü tavır ve vaziyetler takınır.

Daha yaratılşta anne karnında başlayan hayat şartları insanın gelişip birey haline gelmesiyle benlik ve toplum içerisine girmesiyle ferdiyetten yani bireysellikten ben merkezcilikten toplumsallığa yani biz oluşculuğa dönüşür.

Birey iken ben diyen benim evim benim eşyam benim hayatım derken toplum içine girince bizim mahalle bizim okul bizim aile demek durumunda kalır.Doğrusu zaten budur.Benden bize ulaşan fert artık yalnız değil paylaşımları ve sorumlulukları artmış benim dünyam sözü özelinde kalmış bizim dünyamız diyerek toplumun bir ferdi olduğu ama toplum içerisinde ortak değerlere sahip olma bilinci gelişmektedir.

Aile içerisinde bir fert olduğu gibi toplum içerisinde de bir ferttir fakat ben yerine biz olmak ortak değerleri koruyup kollamak ve bu değerlere benden ziyade biz nazarı ve düşücesi ile bakmak insanı diğer fertlere karşı saygılı hale getirecektir.

Evlilik ile yeni bir hayat devresi içine giren fert birey artık baba evindeki benden kendi evindeki biz haline gelmiştir.İki kişinin birlikteliği sonucu oluşan evlilik çocuklar vasıtası ile aileye dönüşür.İki ben olan fertlerin birleşmesi sonucu biz ve bizm aile meydana gelir.Bu birliktelik ortak sorumlulukları beraberinde getirir.Çalışan eşler ben yerine biz demediği taktirde benim evim benim işim ve sonunda benim param ile önce benlik ferdileşme sonra da ayrılıklara kadar giden çatışma ve dağılma.Çocuklar ise bu durumdan en fazla zarar gören taraftır.Anne babanın ben sen kavgaları biz olan ailenin dağılmasına, evliliklerin yok olmasına, sıcak aile yuvalarının dağılmasına, toplumda boşanan çift sayılarının artması, anneli babalı öksüz çocukların ben ve sen kurbanı olmasına yol açar.

Bu kavgalara ve huzursuzluklara sebebiyet vermemek için, benim annem senin annen benim ailem senin ailen, benim işim senin işin, benim maaşım senın maaşın yerine, bizim ailemiz bizim paramız bizim çocuklarımız bizim ülkemiz diyelim.  Benlikten kurtulup biz olalım.Allah tüm insanlığı ve ülkemizi benlikten ve bencillikten korusun.Hepimizin gönlüne biz ve bizim sözcüklerini yerleştirsin.

TOPLUM DÜZENİ

 Toplum düzeni birlik ve beraberlikle sağlanır. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde, birlik ve beraberlik içinde yaşamanın toplum hayatı bakımından ne kadar önemli olduğunu, birliğin temin edilememesi halinde sosyal bünyede nasıl huzursuzluklar çıkacağını toplumu bir insan vücûduna benzeterek anlatmak istemiştir. Bazı organları hasta olan bir insanın vücudu nasıl zayıf ve güçsüz düşerse; düşmanlıkların yaygınlaştığı,birlik ruhunun kaybolduğu toplumlar da öyle güçsüzleşirler. Bu da düşmanın işine yarar. Bunun için bir milleti yıkmak,isteyenler, önce, o milleti meydana getiren fertler arasında ayrılık tohumları ekerek onları birbirine düşürürler. Birlik ve beraberliklerini bozarlar. Maddî ve manevî güçlerini kardeşlerine karşı kullanan ve düşmanlarını unutanlar kolayca başkalarına yem olurlar. Bu gerçek öteden beri bilindiği için, dünyaya hükmetmiş nice büyük devletler, düşmanları tarafından önce içeriden parçalanmış, sonra yıkılıp tarihten silinmişlerdir. Cenâb-ı Hak çeşitli ayet-i kerimelerde bu değişmez gerçeği hatırlatmakta ve böyle bir akibete uğramamak için Allah'ın ve O'nun Peygamberi'nin emirleri çerçevesinde birlik ve beraberliğin korunmasını emretmektedir.

BİRLİK VE BERABERLİK

 İslâm'ın hakimiyeti için mümin kulların bir arada bulunup birlikte hareket etmeleri ile ilgili olarak kullanılan bir tabir. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de: "Hepiniz birden Allah'ın ipine (İslâm'a) sarılın, asla ayrılmayın, " (Âli İmrân, 3/103) buyurmuş ve müslümanları Kur'an'ın etrafında birlik olmaya çağırmıştır. Aslında bütün semavî dinler gibi İslâmiyet de vahdet dinidir. Bu vahdetin (birliğin) temelinde "tek Allah inancı" vardır. İnsanca yaşamanın, huzura kavuşmanın tek yolu birlik ve beraberliktir.

Dinimizin emirleri müslümanlar arasında birliği sağlamağa yöneliktir. Tek Allah'a inanan müslümanların tek bir kitabı, tek bir kıblesi vardır. Her gün beş kere camide cemaatle namaz kılan ve bir araya gelen müslümanlar, birlik olmanın huzurunu duyarlar. Cuma ve bayram namazları da böyledir. Hac ibadeti ise İslâm birliğinin sembolüdür. Dünyanın dört bir tarafından gelen müslümanların, aynı anda Arafat'ta buluşmaları, tanışıp görüşmeleri gönüllerde İslâm'ın birlik ve beraberlik anlayışını kökleştirmektedir.

Sevgili Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Size birlik halinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zira şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup, beraber bulunan iki kişiden uzaktır. Kim Cennet'in ta ortasında yaşamak isterse, toplu halde bulunmaya baksın." (Tirmizî, Fiten, 7).

"Müslüman topluluğundan bir karış da olsa ayrılan kimse boynundaki İslâm bağını çözmüş demektir. " (Tirmizi, Âdâb, 78).

"Cemaatten ayrılmayınız. Şunu biliniz ki sürüden ayrılanı kurt kapar. "

" Allah'ın yardımı cemaatle (toplulukla) beraberdir. " (Ebû Davûd, Salat, 46).

Bu hadis-i şeriflere ve dinimizin birlik ve beraberlikle ilgili emir ve tavsiyelerine dikkat etmeli ve "cemaatin (birlik ve beraberliğin) rahmet, ayrılığın azap" (Tirmizî, Fiten, 7) olduğu unutulmamalıdır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: " Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir. " (el-Enfâl, 8/46).


HER ŞEYDE BİR HAYIR VAR

 İlâhi öğüt:

“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 1

***

Delikanlının biri damdan düşmüş; bacağı kırılmış; canı fenâ halde yanmıştı. Uzun bir müddet yatağa mahkûm olur. Ziyarete gelenler;

“Üzülme, bunda da bir hayır vardır!” diye teselli ediyordu.

“Yâhû, bacağım kırıldı; bunun neresinde hayır vardır?” diye karşılık veriyordu.

Bir müddet sonra seferberlik ilân edilmiş; bütün gençler çağrılmıştı. Gidenler bir daha geri dönmedi. Onun ayağı kırık olduğundan almadılar. Gidenlerin bir kısmı geriye dönmemiş, dönenlerin bir kısmı da bacağını kaybetmişti! Onları görünce:

“Elhamdülillah, iyi ki bacağım kırılmış, bunda da büyük hayır varmış!” demiş.

***

Kral, her olumsuz olayda, “Bunda da bir hayır var!” diyen çok sevdiği arkadaşı ve veziri ile sık sık avlanmaya çıkarmış. Vezir tüfeği doldurur, kral da patlatırmış. Bir gün nasılsa yanlış doldurmuş, kralın parmağı kopmuş.

“Bunda da bir hayır var!” deyince, kral kızmış arkadaşını zindana atmış.

Tekrar ava çıkan kral, ormanın derinliklerine dalınca yamyamlar yakalamış. Kazanları kurmuşlar ve herkesi tek tek kazana atmışlar.

Sıra krala gelince, salı vermişler. Zira, inançlarında kusurlu kurban edilmezimiş.

Sarayına gider-gitmez ilk işi arkadaşını ziyaret edip zindandan çıkarmak olmuş:

“Özür dilerim, gerçekten de parmağımın kopmasında büyük bir hayır varmış; sana haksız yere zindanlarda çile çektirdik!”demiş

“Üzülme Kralım, bunda da çok büyük bir hayır vardır! Zira, ben zindanda olmasaydım, kazanda olacaktım!”

Dipnot:

1- Kur’ân, Bakara Sûresi, 216.

HAYAT VE GENÇLİK

 Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.


Evet, gençlik insanlığın en kıymetli dönemi ve unsurudur. İnsanın en güzel devrelerinden biridir. Ve insana verilen büyük bir nimettir. Risale-i Nur, bilhassa gençliğin bu nimet cihetine dikkat çekmiş, istikamette sarf edildiğinde ebedî hayatta ebedî bir gençliği kazandıracağını müjdelemiştir. “Evet, o şirin güzel gençlik nimetine istikametle taatle şükretse, hem ziyadeleşir, hem bakileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider; hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.”


 “Eğer terbiye-i Kur’âniye ve nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ud bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.”


Elhâsıl: Gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, israfât ile gelen evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhânelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahânelerden ve hapishânelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahânelerin ekseriyetle lisân-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfât ve sû-i istimâlden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishânelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-i meşrû dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe’l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.

Sözler, On Üçüncü Sözün İkinci Makamı, s. 133


"HARAMA BAKMAM!"


Birinci Dünya Savaşında, gönüllü bir fedai alayı kurarak düşmanla kahramanca çarpışmış, dillere destan bir mücadele vermişti. Büyük başarılar elde etmişti. Ancak Ruslara esir düşmüştü.

Seneler sonra tutsaklıktan kurtulmayı başararak İstanbul'a geldiğinden 35 yaşlarındaydı.

İstanbul, İngiliz işgali altındaydı. Dönemin en tantanalı, Osmanlının can çekiştiği günlerdi. Bediüzzaman da cesur çıkışlarıyla, hamiyet-perver davranışlarıyla göze batmaktaydı.

O zaman geleneksel olarak her sene Kağıthane Şenlikleri düzenlenmekteydi. İşte bu şenliklere denk gelen bir gündü.

Haliç Köprüsünden Kağıthane'ye kadar, Haliç'in iki tarafında binlerce açık saçık Rum ve Ermeni kadınlar ve kızlar dizilmişti.

Bediüzzaman ilk Meclis milletvekillerinden Seyyid Taha ve Hacı İlyas'la birlikte bir kayığa binmiş, kadınların yanlarından geçmekteydiler.

Seyyid Taha ile Hacı İlyas, Bediüzzaman'ı, etraftaki "Kadın ve kızlara bakıyor mu, bakmıyor mu?" diyerek denemeye karar verdiler.

Nöbetle, gözlerini onun üzerinden ayırmadan izliyorlardı. Gidecekleri yere kadar gözetlemeye devam ettiler. Seyahat sonunda her ikisi de takdir ve hayranlıklarını şöyle itiraf ettiler Bediüzzaman'a:

- "Senin bu haline şaşırdık kaldık. Hiç etrafındaki kadın ve kızlara bakmadın! Seni tebrik ediyoruz."

Bediüzzaman şöyle cevap verdi:

- Evet, bakmadım ve bakmam da... Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin sonu acı ve pişmanlıklarla doludur."

Kaynaklar: Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler (Ömer Faruk Paksu)

ÜÇ ÇEŞİT KAFA

 Behlül Dana Hazretleri, bir gün pazara üç tane kuru kafa getirerek satmaya başlamış ve her üçüne de ayrı ayrı fiyat takdir etmişti. Bu kafaları kaça satıyorsun diyenlere, birini bir paraya, birini on paraya, birini de ağırlığınca paraya sattığını söyledi. 

Behlül'ün bu tuhaf hareketlerini seyrederlerken biri dayanamayarak: 

— Ey Behlül! Bunların üçü de kurumuş kafalar olduğu halde sen üçüne de ayrı ayrı fiyat biçiyorsun. Bunların birbirlerinden ne farkı var ki? dedi. 

Behlül Dana Hazretleri, bundaki esrarı şöyle anlattı: 

— Şu birincisi, taş kafadır. Bunun değeri hepsinden düşük. Çünkü hu hiç nasihat dinlemez ve ihtiyaç da duymaz, ikincisi, yani on paralık kafa ise nasihat dinler ama tutmaz... Bir tarafından girer öbür tarafından çıkar. Bunun adı da boş kafadır. Üçüncüsü ise tam kafadır. Hem dinler, onunla amel eder, hem de başkasına öğretir, İşte en kıymetli kafa budur. Bunu da ağırlığınca paraya veriyorum, dedi. 

Tabii ki bunda anlayanlar için büyük hikmetler gizlidir. Velilerin hareketi ilk nazarda tuhaf gibi olsa da o çok değerlidir aslında...

EBU CEHİL'İN ELİNDEKİ TAŞLAR

 Bir gün Ebû Cehil, Peygamber Efendimiz'i denemek istedi.

Avucunun içine taş parçaları saklayarak Peygamberimiz'in

yanına gitti.

''Göklerin sırrından haberin varsa ve gerçekten peygamber

isen, bil bakalım avucumda gizlediklerim nedir?'' diye sordu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurdu: 

''Elindekilerin ne olduğunu ben mi söyleyeyim? Yoksa hak peygamber olduğumu avucunda sakladıkların mı söylesin?'' Ebû Cehil, 

''İkinci teklifin mümkün değil, olamaz'' dedi. Peygamber Efedimiz,

''Allah'ın kudreti, daha da ötesine kadirdir'' buyurduğunda

Ebû Cehil'in elindeki taşlar kelime-i şehadet getirmeye

başladılar. Her bir taş ''lâ ilâhe illallah, Muhammeden Resûlullah'' dedi.

Ebû Cehil taşlardan bu sözleri duyunca öfkeyle onları yere attı.

 

 


"BİZ HAİN DEĞİLİZ"

 Dağda kalırken Üstadımız, Cuma günleri Cuma namazına giderdi. Bir gün beni de götürdü. Namaz kıldık geliyorduk. Dağda koyunlar yayılıyordu. Köpekleri de vardı. Bizi görünce köpekler hücum ettiler. Bizi tutmaya geliyorlar. Üstadımız önde ve başında şemsiye olarak gidiyordu. Köpeklerin hücumunu görünce ben taş toplamağa başladım. Bana Üstadımız ne yapıyorsun dedi, bende: dağdan gelenleri görüyorsun dedim. Ayıp ayıp at o taşları dedi. Bende taşları attım. Bakalım gelsinler ne olacak dedim. Köpekler gelince Üstadımız, şemsiyesini uzatarak: 

“KÂFİ KÂFİ, SİZ VAZİFENİZİ YAPTINIZ GERÇİ BURASI SİZİN ÜLKENİZDİR. FAKAT BİZ HAİN DEĞİLİZ” deyince köpekler oldukları yerde kaldılar. Bir adım daha ileriye gidemediler. Buna şahid oldum. Biz yolumuza devam ettik. 

(Son Şahitler)


İNSANLARIN AĞZINDAN ÇIKAN SÖZLER

 Mukaddime 

   Ey insan!

Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var.

Ehl-i iman, bilmeyerek istimal ediyorlar.

Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz:

   Birincisi: 

   "Evcedethü'l-esbab" Yani, "Esbab bu şey'i icad ediyor."

   İkincisi: 

   "Teşekkele binefsihi" Yani, "Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor."    Üçüncüsü: 

   "İktezathü't-tabiat" Yani, "Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor."

   Evet madem mevcudat var ve inkâr edilmez.

Hem her mevcud san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor.

Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor.

Herhalde ey mülhid!

Bu mevcudu, meselâ bu hayvanı ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor; yani esbabın içtimaında o mevcud vücud buluyor.. veyahud o kendi kendine teşekkül ediyor.. veyahud tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor.. veyahud bir Kadîr-i Zülcelal'in kudretiyle icad edilir.

Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-ı kabil oldukları kat'î isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdaniyet, şeksiz şübhesiz sabit olur.

Lemalar - 177

HER MUSİBET ZULÜMMÜDÜR?

    Cenab-ı Hak musibetleri veriyor, belaları musallat ediyor.

Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?

   Elcevab: 

   Hâşâ!

Mülk Onundur.

Mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Hem acaba: San'atkâr bir zât, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp gayet san'atkârane yaptığı murassa' bir libası sana giydiriyor, hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor.. seni oturtuyor, kaldırıyor.

Sen ona diyebilir misin ki: "Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana, oturtup kaldırmakla zahmet verdin"?

Elbette diyemezsin.

Dersen, divanelik edersin.

Aynen öyle de: Sâni'-i Zülcelal göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa' gayet san'atkârane bir vücudu sana giydirmiş.

Mütenevvi esmasının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, mübtela eder, aç eder, tok eder, susuz eder.. bu gibi ahvalde yuvarlatır.

Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmasını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor.

Sen eğer desen: "Beni ne için bu mesaibe mübtela ediyorsun?" Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak.

Zâten sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır.

Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır.

Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder.

Hayat cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.

Mektubat - 44

ALLAH'I BULAN

 Meşhur Hikem-i Atâiye'nin şu fıkrası:

مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ ٭ وَ مَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ

   Yani: "Cenab-ı Hakk'ı bulan, neyi kaybeder?

Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?"

   Yani: "Onu bulan herşey'i bulur; Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına bela bulur." ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve طُوبٰى لِلْغُرَبَٓاءِ hadîsinin sırrını anladım, şükrettim.

   İşte kardeşlerim, karanlıklı bu gurbetler, çendan nur-u imanla nurlandılar; fakat yine bende bir derece hükümlerini icra ettiler ve şöyle bir düşünceyi verdiler: "Madem ben garibim ve gurbetteyim ve gurbete gideceğim; acaba şu misafirhanedeki vazifem bitmiş midir?

Tâ ki sizleri ve Sözler'i tevkil etsem ve bütün bütün alâkamı kessem." fikri hatırıma geldi.

Onun için sizden sormuştum ki: "Acaba yazılan Sözler kâfi midir, noksanı var mı?

Yani: Vazifem bitmiş midir?

Tâ ki rahat-ı kalble kendimi nurlu, zevkli, hakikî bir gurbete atıp, dünyayı unutup, Mevlâna Celaleddin'in dediği gibi:

دَان۪ى سَمَاعِ چِه بُوَدْ ب۪ى خُودْ شُدَنْ زِهَسْت۪ى

اَنْدَرْ فَنَاىِ مُطْلَقْ ذَوْقِ بَقَا چَش۪يدَنْ

deyip, ulvî bir gurbeti arayabilir miyim?" diye sizi o sualler ile tasdi' etmiştim.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

  Said Nursî 

Mektubat - 26

ZAMAN TARİKAT ZAMANI DEĞİL

    Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi.

Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır.

Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.

İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur.

Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir.

Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.

Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi.

Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...

   İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.

Madem hakikat budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi' bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır.

Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir.

Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu.

Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi.

Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Cenab-ı Hak şu zamanda, i'caz-ı Kur'anın manevî lemaatından olan malûm Sözler'i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

  Said Nursî 

Mektubat - 23

TASAVVUF

    Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim."

   Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."

   Hem demiş ki: "Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir.

Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır.

Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."

   Hem demiş ki: "Tarîk-i Nakşî'de iki kanat ile sülûk edilir." Yani: Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur.

Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.

Öyle ise tarîk-ı Nakşî'nin üç perdesi var:

   Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: 

   Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

   İkincisi: 

   Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

   Üçüncüsü: 

   Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir.

Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.

Mektubat - 22

EGO VE ZARARLARI

 İnsanın şahsî dünyasını tesir altına alan "ego", bir cemaat benliğiyle de omuz-omuza verince, bütün bütün devleşir ve mütecaviz birifrit haline gelir. Artık böyle azgınlaşmış bir ruhun elinde en hayırlı şeyler dahi simsiyah bir bulut kesilir ve etrafa gülle, bomba yağdırmaya başlar. Evet böylelerinin elinde, ilim, bir yalancı ışık; servet, çalım ve cakaya vesile; gönül, bir çiyan yatağı; cemâl, çevreye ekşilik saçan bir gam sayfası; zekâ, başkalarını hafife alan uğursuz bir şaklaban hâlini alır.Öteden beri felsefe, benliği; peygamberlik de, hakkı ve mahviyeti temsil etmiştir. Evvelkilerin yolunda; şüpheler, tereddütler, aldatmalar, şiddet ve hiddetler aysberglerin birbiriyle çarpışmaları gibi korkunç müsademelerle dağılıp parçalanmalarına karşılık; ikincilerin yolunda; aydınlıklar, gönül inşirâhları, birbirinin imdâdına koşmalar ve birbirini desteklemeler vardır.Her fırsatta kendini etrafa anlatma ruh haleti, fertte bir eksiklik ve aşağılık duygusunun ifadesidir. Böyleleri, iyi bir ruh terbiyesiyle varlıklarını gerçek Mal Sahibi'ne fedâ edecekleri güne kadar da bu durum sürer gider. Bunların her işi bir çalım, her ifadeleri gürülgürül benlik, her mahviyyet ve tevazûları da ya bir riyâ, ya da kendilerini başkalarına anlattırabilme yatırımıdır. Bin nefrin haknâşinas bencillere!


 


BENCİLLİK GİRDABI


İnsana bahşedilen benlik emaneti, en büyük gerçeği tanıyıp bulma yolunda ona verilmiş mukaddes bir armağandır. Vazife biter bitmez de taşa çalınıp kırılması gerekli olan bir armağandır. Böyle yapılmadığı takdirde kabarır, şişer ve sahibini yutacak bir ifrit haline gelir. Fert, onunla Yüce Yaratıcı'yı, O'nun kudretinin, ilminin, iradesinin sonsuzluğunu; eksiklik ve kusurların O'nun semtine sokulamayacağını idrâk edecek, sonra da sinesinde tutuşturduğu marifet ve muhabbet ateşiyle onu eritip bitirecek; sadece Yüce Yaratıcı'nın varlığıyla bakıp görecek; O'nunla düşünüp O'nunla bilecek ve sadece O'nunla soluyacaktır.Hep bencil olarak kalıp gitme, Hakk'ı görüp bilememenin, sonsuzluk yolunda mesafe alamamanın ve gözleri bağlı, aynı yerde dönüp durmanın ifadesidir. Devamlı benlik hesabına düşünenler, benlikle oturup kalkanlar, aradıklarını "ego"nun karanlık atmosferinde arayanlar, yıllarca deretepe demeden aşıp gitseler de bir çuvaldız boyu yol alamazlar.Yapılan işler, işlerin en ağırı, en yorucusu dahi olsa, benlik hesabına yapıldığı takdirde kat'iyyen fazilet va'detmez ve İlahî Dergâh'ta kabul göremez. Kendini aşmamış, benliğine bıçak çalıp parçalayamamış, basireti bağlı kimselerin ötelere doğru her hamlesi bir avunma ve aldatmaca, her fedakârlığı da bir akılsızlıktır.Bencillik, şeytanî bir sıfat olduğundan, ona kapılanların, şeytanın akibetine uğrayacağından şüphe edilmemelidir. Şeytanın mazeret ve müdâfaaları bile, gümgüm birer benlik melodisidir. Adem Nebi (a.s.), ufkunun karardığı bir anda, gözyaşlarından yepyeni bulutlar meydana getirerek onunla gönül ateşini, hasret ateşini söndürmeye çalışmasına karşılık, İblis, her kelimesi gurur ve inat, her ifadesi saygısızlık, mazeretler sayıp döküyordu.Benliğin ilimden kaynaklananı, servet ve iktidarla ortaya çıkanı, zekâ ile, cemâl ile şişip büyüyeni ve daha birçok çeşidi vardır... Bu sıfatlardan hiçbiri, insanın zâtî malı olmadığından, bu husustaki bir iddia, hakiki Mal Sahibi'nin gazabına bir vesile ve dâvetiye sayılmış ve bu mağrur ruhların helâkiyle neticelenmiştir.


HÜRRİYET VE EKMEK

 Ekmeksiz hürriyet

Son senelerde hürriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu anladık.

Sokağa çıkma yasakları, kısıtlama tedbirleri, sosyal mesafe ve kucaklaşmalar…

Oysa, eski hayatlarımızda, bu haller aklımıza bile gelmezdi... Hürriyeti, Cenab-ı Hak insanlara sınırsız bir şekilde ihsan etti… Ve bizler, kendi istikametimizde onu kullanıyoruz. Yani, hidayetin yolları da açık, dalâletin yolları da…

Hürriyetin nasıl bir nimet olduğunu en fazla hisseden Bediüzzaman’dı.  “Ben ekmesiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” demişti. Ama, kaderin bir cilvesi olarak, otuz yaşından hayatının sonuna kadar hürriyeti sınırlanmak istendi. Esaret zindanları, memleket hapishaneleri, mecburî ikamete tabi tutulduğu köy, ilçe ve iller… Dört duvar arasında kalmasını istediler. Hava almak için kırlara bile gitmesine müsaade etmediler... Onun için, hürriyet çok önemliydi. Vefatından sonra bile onu rahat bırakmak istemediler.

Ancak vefatı ile tam hürriyetine kavuştu... Kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçe oldu.

Kabrinde de rahat bırakılmadı... Hürriyetin en büyük bir nimet olduğunu en iyi anlayanlar hapis hayatı yaşayanlardır. 

Daha düne kadar isteyen istediği ile ve bir başka ülkeye gidemiyordu. Ne kadar acı ve zor şeylerdi bunlar... Allah’ın verdiği bu hürriyeti bazı krallar ve idareciler hep yok saydılar...

Kimi dar ağaçlarında vefat ettiler, kimileri kurşuna dizildiler.

“İstibdat, hangi suret ile gelse sille vuracağım. Velev meşrûtiyet libası giyse de” demişti Bediüzzaman.

Adı Cumhuriyet olduğu halde, idaresi mutlak istibdat ve baskı olan nice ülkeler vardır.

İşte ülkemiz! Tek kişinin ağzından çıkan söz, daha metne geçmeden kanun gibi kabul ediliyor. Asık surat ve kin dolu insanlardan çocuklar bile kaçarlar. Fakat, muameleler insanın fıtratına uygun olmalıdır.

Sınırsız hürriyet, mahkûmiyetin adıdır. Yüz elli kilometre hızla giden vasıtanın akıbeti çok iyi değildir.

Zira, virajı var, tepesi var, inişi vardır. Onun gibi insan, hürriyetinin sınırlarını iyi bilmesi gerekir.

İMAN VE DERECELERİ

 İmanda Dereceler

İmanda üç yol vardır:

1- Akıl ile algılama yolu. Bu mertebede îmân taklidden tahkîke geçer. Yani duyarak ve işitilerek elde edilen îmân, akıl ile elde edilen mârifetler ve bilgilerle, yapılan tahkîkat ve araştırmalarla olgunlaşır. İlme’l-yakîn mertebesine çıkar.

2- Göz ile görme yolu. İlme’l-yakîn mertebesinden sonra kâinât bahçesi incelenmeye devam edilir. Görülen her şey, müşahade olunan her yaratık incelemeye alınır. Allah’ın isimlerinin tezâhürleri gözle incelenir ve görülür. Allah’ın isimlerinin mahlûklar üzerindeki tecellîleri görüldükçe îmânda yüksek inkişaflar başlar. Bu olgunlaşma sürecine “ayne’l-yakîn” denir. Çünkü imanda görürcesine bir itminan başlamıştır.

3- Gerçeğini yaşama yolu. Bir çok iman nüktesi yaşanarak elde edilmeye başlanır. İmanın hakikati yaşanırcasına açılmaya başlar. Bu mertebe çok yüksek bir iman mertebesidir. Bu mertebeye hakka’l-yakîn denmiştir. Bu mertebedeki îmânla insan Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmaz. Kâinâta meydan okuyabilir.

Bu üç mertebe basitçe şu örnekle de anlatılmıştır: Uzaktan duman görmek, ateşe işarettir. Bu ilme’l-yakîndir. Yakınlaşıp ateşi gözle görmek ayne’l-yakîndir. Daha yakınlaşıp ateşin ısısıyla, rengiyle ve sair tezahürleri ile bizzat iç içe yaşamak hakka’l-yakîn derecede ateşi bilmektir.

Risâle-i Nûr sadâkatle okunmaya devam edildiğinde bu üç mertebede inkişaf da devam eder. Meselâ Yedinci Şuâ, imanı taklidden alıp tahkike çıkarmaya; tahkikten de sırayla bu üç dereceyi kazandırır.7

GÜNÜN DUÂSI

Allah’ım! bize îmân-ı tahkîkî, niyet-i hâlise, tevbe-i nasûha ve hüsn-ü hâtime nasip eyle! Bizi sırat-ı müstakimde sabit tut! Bize imanda istikamet, hizmette ihlâs, ihlâsta sebat ver! Bize doğru inanış, doğru davranış, doğru kavrayış, doğru yöneliş, doğru niyet, doğru fikir ihsan eyle! Âmîn..