29 Mayıs 2023 Pazartesi

5.ŞUA'DAKİ" SERASKER"

 Mareşal Fevzi Çakmak, 24 Aralık 1918’de ilk kez “Serasker” oldu.

Fevzi ÇakmakFevzi Çakmak Paşa’nın “Ferik/Korgeneral” rütbesiyle Serasker, yani Osmanlı Devleti’nde “Erkân-ı Harbiye Reisliği” ki, bugünkü Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunması, 14 Mayıs 1919’a kadar devam etti.

Fevzi Çakmak’ın âlim, akademisyen, asker, siyasetçi ve tarihçilerin çoğu tarafından bilinmeyen bir yönü, Üstad Bediüzzaman’ın ilk kez 1908’lerde telif etmiş olduğu “Beşinci Şuâ” isimli eserinde perdeli şekilde nazara veriliyor. O eserde, ondan “Süfyanın emrine/hizmetine girecek Serasker” diye bahsediliyor.

Rumûzat-ı Semâniye isimli eserin “4. Remiz”inde ise “Sûrî dindar ve bir derece iman sahibi” ifadesiyle Fevzi Paşa’dan ayrıca söz edilirken, Ebter Paşanın emri altındaki Süfyan Komitesi’nde yer alan “Zeki Sadrâzam”ın da İsmet Paşa olduğu “ilcaat-i zaman” ile vâzıh şekilde anlaşılır hale geldi.

Adı geçen bu iki eserde “tavr-ı aklın haricinde” görünen, dolayısıyla “müteşâbih” olan bilhassa Ahirzaman ile ilgili âyet ve hadislerin te’vili, yorumu yapılıyor.

Yaklaşık bir asırdır ilim-fikir meydanında olan bu eserler, muhakkik ehl-i vicdan nazarında da umumî kabul görmüştür; B. Doğu ve Sebilürreşâd gibi, siyâset noktasında kardeş olmadıklarımız müstesnâ…

Sadece Risâle-i Nur’dan görüp öğrenebildiğimiz bu orijinal bilgilerden sonra, şimdi de, “Süfyaniyetin (dindar görünümlü) üçüncü rüknü” olan Fevzi Paşa’nın az-çok bilinen biyografisinden kısaca söz edelim.

Toplam 25 yıl Serasker

Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yaklaşık 25 sene müddetle Genelkurmay Başkanlığı yapan Fevzi Çakmak, 1876’da İstanbul’da doğdu; 10 Nisan 1950’de yine İstanbul’da öldü.

Mezarı Eyüp Kabristanı’nda olup, tam da Yahudi asıllı iş adamı Üzeyir Garih’in öldürüldüğü yerdedir.


MAREŞEL FEVZİ ÇAKMAK

 

Bir asker çocuğu olan Mustafa Fevzi, askerî eğitimini tamamladıktan sonra mesleğe atıldı ve bu mesleğini bilhassa haricî saldırılara karşı (Balkan, I. Dünya ve İstiklâl Harpleri’nde) başarıyla icra etti.

İstanbul’un 16 Mart 1920’deki kanlı işgali üzerine Anadolu’ya geçti ve hiç tereddüt etmeden, kendisinden yaşça ve rütbece daha küçük olan M. Kemal Paşa’nın emri altına girdi. Aciptir ki, ölünceye kadar da onun emrinden hiç çıkmadı.

* * *

Askerî sahadaki bilgi ve kabiliyeti sayesinde, ordu kademesinin en üst basamağına kadar çıkarak Mareşal de olan Fevzi Paşa, ömrünün sonuna kadar, idareci siyasiler tarafından ne söylendiyse, ne emredildiyse, onu aynen yapmaya çalıştı.

Kendisi hemen hiç inisiyatif kullanmadı. Esasında, yakından tanıyanların ifadesine göre, onun karakteri zaten böyle idi: Üstündeki makamı sorgulama cihetine gitmediği gibi, baştakilerin dinli mi, dinsiz mi, dürüst mü sahte mi olduğu hususu da onu pek ilgilendirmezdi…

Onun tek bildiği ve hakkını verdiği şey, emri altında olduğu kişinin hemen her dediğini yapmak, her arzusunu yerine getirmekti.

İşte, onun bilhassa bu karakteristik özelliği sebebiyle, bir yandan mareşalliğe kadar yükselecek bir kabiliyeti sergiler iken, bir yandan da her emre âmade olan bir “emirber nefer” gibi siyasî otoriteye karşı itaatkâr davranmıştır.

Fevzi Paşa’nın hayret edilen bir yönü de şudur: Kendisi Nakşi tarikatının bir koluna mensup (Şeyh Hüseyin Küçük’ün müridi) olduğu ve emsâllerine nazaran dine bağlı bir komutan olarak bilindiği halde, vazife müddeti içinde din uğrunda ve dindarlar lehinde hemen hiç9 çalışmadı, zerrece olsun bir gayret göstermedi, hamiyetli bir tavır sergilemedi.

Dahası, dinin temelleri yıkılmaya ve dindarlara gâvur eziyeti çektirilmeye çalışıldığı zamanlarda bile, sesini hiç yükseltmedi, en ufak bir itirazda dahi bulunmadı. (Hilâfetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şapkanın dayatılması, Kurân’ın yasaklanması, ezanın susturulması esnasında kılını dahi kıpırdatmadı.) Aksine, dindarlara kan kusturanların direktifine uydu ve aynı emir doğrultusunda olmak üzere, kendi emir-komutası altındaki ordunun kuvvetini kullandı.

* * *

Fevzi Çakmak Paşa, 1922’den 1944’e kadar fiilen ve kesintisiz olarak Genelkurmay Başkanlığı yaptı…

İsmet Paşa’nın ardından, tam da Cumhurbaşkanı olmayı beklerken, 1944’te emekliye sevk edildi. 1946 seçimlerinde, DP listesinden bağımsız milletvekili olarak Meclis’e girdi. Aynı sene yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet cephesinin adayı oldu.

1948’de, muhalefetteki DP’yi bölen Millet Partisi’ni kurdurdu. Bu partinin fahrî başkanı olarak Nisan 1950’de Trakya’da çıktığı seçim gezisi esnasında hastalandı ve 10 Nisan’da İstanbul’da öldü.

Siyaseten onu destekleyen Eşref Edib, Sebilürreşad’ta yazdığı yazıda, onun kalabalıklı cenaze merasimini Hz. Peygamber’in (asm) cenaze merasimindeki hüzün ve heyecan haliyle kıyaslayarak anlattı.

@salihoglulatif: Dinsizlik nâm-ı hesabına put, heykel, sanemi savunan, düşman da olsa harbî ve MERT kimsedir; aynı şeyleri savunan dindar ise, NÂMERDin önde gidenidir.


26 Mayıs 2023 Cuma

AMAÇ VE METOT

 Meşru amaca, meşru yolla gidilir

İtalyan düşünür Machiavelli’nın temel düşüncesi ile özdeşleştirilen “Amaca ulaşmak için her yol mubahtır” veya “Zafere giden her yol mubahtır” şeklindeki felsefe, toplumlara kabul ettirilmeye çalışılan yanlış bir anlayıştır.

Bu yanlış ve sakat felsefi görüş, Cenab-ı Hakk’ın koyduğu ve kâinatta cari olan şeriat-ı fıtriye kanunlarına da zıttır. Bediüzzaman, bu felsefi görüşün yanlışlığını ve insan fıtratına da zıt olduğunu çeşitli misaller vererek ispat etmiştir. Hem “Meşrû bir amaca, meşrû bir yolla veya tarzla gidilmesi” anlayışının Cenab-ı Hakk’ın koyduğu yaratılış kanunlarıyla uyum gösterdiğini ifade etmiştir. Meşrû amaçlara, meşrû olmayan yollarla gitmeye kalkan kimselerin, genelde amaçlarının tersi ile ceza gördüklerini, geçici bir başarı elde etseler bile sonuçta hüsranla karşılaştıklarını nazarlarımıza sunmuştur.

Bediüzzaman, Risale-i Nur eserlerinde bu konu ile ilgili çeşitli misaller vermiştir. İlk misal, İslâm hukukunda yer alan ve miras bırakan kimsenin varisi tarafından öldürülmesi hakkındaki bir prensip ile ilgilidir. Diğer bir misal ise şöhret olmak isteyen kişilerin ve makamlarını muhafaza etmek isteyen liderlerin veya idarecilerin helâl-haram, iyi-kötü, zararlı-zararsız, hukuk içi-hukuk dışı her şeyi mubah görerek hareket etmesinin neticeleri ile ilgilidir. Başka bir misal de insan kabiliyetlerinin geliştirilmesi amacıyla verilen doğru veya yanlış eğitimin doğurduğu sonuçlar ile alâkalıdır.

Bediüzzaman’ın verdiği ilk misal ile ilgili açıklaması şu şekildedir: “Şeriatın, “Katil miras alamaz.” düstur-u âdilânesi (adaletli düsturu), şeriat-ı fıtriye (Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu kanun) olan kavanin-i kadere (kader kanunlarına) muntabıktır (uygundur) ki, tarik-i gayr-ı meşrû (meşrû olmayan bir tarz, bir yol) ile bir maksadı takip eden, maksudunun zıddıyla ceza görüyor. Wilson, Klemanso, Venizelos gibi…”1

Hz. Üstadın verdiği bu misal ile anlıyoruz ki miras bırakan kimse varisi tarafından öldürülse, İslâm hukuku “katil miras alamaz” 2 hadis-i şerif kaidesince öldüren veya azmettiren kişiye miras vermiyor. Bediüzzaman, miras almak amacıyla murisini kasten öldüren katilin, amacının tersi ile cezalandırılması şeklindeki bir hak mahrumiyeti ile karşılaşacağını bu hükmün hikmetlerinden birisi olarak yorumlar. Miras alma işini meşrû bir yol takip ederek, kanunlara müracaat ederek alınması gerektiği hatırlatılır. Adalet arayışının ancak mahkemelere müracaat edilerek, şahitler göstererek meşrû ve doğru bir metot takip edilmesi ile sağlanacağı akıldan çıkarılmaması gerektiği vurgulanır. Eğer meşrû olmayan – öldürmek gibi – yanlış bir yol takip edilirse, miras hakkını kaybetme gibi maksudunun zıttı bir ceza ile karşı karşıya kalınacağının unutulmaması gerektiği nazarlara sunulur.

Hz. Üstad, paragrafın sonunda Wilson, Klemanso, Venizelos gibi şahısları da misal olarak gösterir. Klemanso, Fransa eski başbakanı. Wilson, Amerika’nın 28. başkanı. Venizelos, Yunanistan’ın eski başbakanı.

Tarih kitaplarını karıştırdığımızda, bu meşhur şahısların da “Amaca ulaşmak için her yol mubahtır” felsefesiyle hareket ettiklerini ve meşrû olmayan yolları kullanarak şöhret olmaya çalıştıklarını okuyoruz. Tarihî süreçler takip edildiği zaman bu şahısların niyetlerinin aksiyle tokat yediklerini görüyoruz. Şan ve şöhret için her yolu mubah görüp her vasıtaya başvurdukları halde, geçici olarak bir şöhret elde ettiklerini, fakat sonlarının ise acı bir çöküş ve hüsranla bittiğini görüyoruz. Demek ki Bediüzzaman, bu kişilerin maksatlarının aksiyle tokat yedikleri tesbitini yapmıştır.

Bediüzzaman’ın idarecilere yönelik verdiği misal ise şu şekildedir:

“Bidayet-i inkılâbımızdan beri (II. Meşrûtiyetin ilânından itibaren) sevâb-ı âhiretin vesilesini (ahirete yönelik sevap kazanmaya vesile olabilecekken) dinsizcesine şan ve şerefe vasıta yapanlar (İslâm dinine uygun olmayacak bir tarzda hareket ederek, makamları şan ve şeref kazanmaya vasıta yapanlar), müthiş bir rezaletle neticelendi. Muvakkat bir şan ve şereften sonra, elîm bir sukut (feci bir hüsran) takip etti. Lisân-ı hâlleri “Keşke tamamen unutulmuş olaydım.” tilâvet ediyor.” 3

Bediüzzaman, bu misalde II. Meşrûtiyetten itibaren on yıllık bir süreçte (1908 – 1918) iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Partisi idarecilerinin “Amaca ulaşmak için her yol mubahtır” felsefesiyle hareket ederek ve meşrû olmayan yolları kullanarak şöhret olmaya çalışan, dünyevî makam, mevki, şan, mal ve mülk imkânlarını elde etmek gayesiyle yaptıkları yanlış ve hukuksuz uygulamaların sonuçlarını hatırlatıyor. Bu idarecilerin çoğu, “Halka hizmet etmek, Hakk’a hizmet etmektir” anlayışıyla hareket edip ahirete yönelik sevap kazanacaklarına, dinde lâubalilik göstererek, şiddetli baskı rejimi uygulayarak ve siyaseti dinsizliğe alet ederek yanlış yapmışlardır. Şiddetli istibdat uygulamışlar, muhalif gördükleri vatandaşlara yönelik sayısız cinayet işlemişlerdir. İnsanlıktan uzak karanlık yolları tercih ederek yaptıkları hukuksuzluk ve yanlışların hesabını halkın sorma endişesine kapılan bu idarecilerin bir kısmı, Birinci Dünya Savaşı yenilgisi sonrasında ülkeyi terk ederek kaçmışlardır. Bir kısmı ise perişan olmuşlardır. İnsan yüzüne çıkamayacak kadar itibarlarını kaybetmişlerdir. Kısacası maksatlarının aksiyle tokat yemişlerdir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursî, bu tarz hareket edenlerin yanlışlıklarını “İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri” 4 olarak nitelendirmiştir.


İNSAN FITRATINA UYGUN EĞİTİM

 Bediüzzaman’ın insan kabiliyetlerinin geliştirilmesi amacıyla verilen doğru veya yanlış eğitimin doğurduğu sonuçlar ile ilgili görüşü.

“Fıtrat-ı insan (insan fıtratı) bir mezraa (bir tarla) hükmündedir ki, secayâ-yı hasene (güzel huylar, güzel karakterler) temâyülât-ı şerriye ile beraber (kötülüğe duyulan meyiller veya eğilimlerle beraber), taneler gibi dest-i kaderle (kader eliyle) içinde ekilmiştir. Bu taneler neşvünemâ (büyüyüp gelişme) bulmak için bir suya muhtaçtır.

Hevâdan (faydasız, gelip geçici nefsanî arzulardan) gelse, şer taneleri neşvünemâ bulur: Şimdiki şu medeniyet-i habisenin (çirkin, pis medeniyetin) heyet-i içtimaiyeye (toplumsal hayata) verdiği tesir gibi…

Fıtraten, çendan hayır ciheti galiptir; fakat sümbüllenmiş, semere vermiş on çekirdek, yüz değil, bin kurumuş çekirdeğe galebe eder. İşte şunun çaresi, o bab-ı fitneyi (fitne kapısını) kapatmakla suyu hûdâ tarafından vermek lâzımdır.” 5

Bediüzzaman’ın bu paragrafını biraz daha açacak olursak:

İnsanın fıtrat tarlasındaki iyi veya kötü kabiliyetlerinin inkişafına ve şahsiyetinin, ahlâkî değerlerinin şekillenmesine sebep olacak en önemli sebeplerinden birisinin de medeniyetin sunduğu hayat felsefesidir. Pis, ahlâksız ve çirkin bir medeniyetin sunduğu eğitim, insaniyete zıt haram nefsanî arzuları tatmin etmeye yönelik faaliyetleri teşvik ettiği için insanlardaki güzel karakterlerin, huyların gelişmesine katkı sağlamayacaktır. Bilâkis kötü huyların ve ahlâksızların gelişmesini temin edecektir. Bu durum toplumsal hayatı da perişan edeceği aşikârdır. Yani hevâdan beslenen pis ve çirkin medeniyet suyu ile sulanan insan tarlasında, şer taneleri yeşerecektir. Güzel huylu taneler ise yeşermeyecektir. O sebeple insan şahsiyetinin güzel bir şekilde şekillenebilmesi için hüda suyuyla sulamak gerekir. Doğru bir eğitim vermek, Kur’ânî ve Nebevî ölçüleri dikkate alarak insanları yetiştirmek ve Kur’ân medeniyetinin güzellikleri ile aşılayarak insanî ve İslâmî ahlâk değerlerinin yeşermesine imkân tanınmak, hûdâ suyuyla fıtrat tarlasının sulanması demektir.

Böylece Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi “Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.” 6 hakikatinin toplumsal hayata yansıması da mümkün olacaktır.

Bediüzzaman, nasıl olsa “yaratılış itibariyle hayır galiptir, şer zayıftır” deyip, ihmalkâr davranmamız gerektiğini de hatırlatır. Çünkü “on tane sümbüllenerek meyve vermiş çekirdek, bin tane kurumuş çekirdekten daha kıymetlidir” kaidesince, insan fıtratındaki az kötü huy çekirdekleri yeşerirse, çokça olan hayırlı huylar ise yeşermezse veya kurursa, kötü huyların şahsiyetlerin belirlenmesinde galebe çalacağını da unutmamak gerekir.

Sonuç olarak, ferdî, içtimaî, siyasî veya cemaatî her türlü işlerde meşrû hedefimize meşrû yolları takip ederek, meşrû sistemleri çalıştırarak ulaşmayı hedeflememiz gerekir. Hem dünyevî hem de uhrevî saadete vasıl olabilmek için “Amaca ulaşmak için her yol mubahtır” yanlış anlayışından uzak durmalıyız. Bu felsefi görüş, İslâmî değildir.

Rabbim bizleri hayırlı ve meşrû işlerde, meşrû yolları takip eden kullarından eylesin. Vesselâm.

Dipnotlar: 

1- Eski Said Dönemi Eserleri, Tuluat, Yeni Asya Neşriyat, s. 578.

2- Tirmizî, Ferâiz: 17; Ebu Davud, Diyât: 18; Dârimî, Ferâiz: 41; İbni Mâce, Ferâiz: 8:, Diyât: 14; Müsned, 1:49.

3- Eski Said Dönemi Eserleri, Tuluat, Yeni Asya Neşriyat, s. 578.

4- Emirdağ Lâhikası II, Yeni Asya Neşriyat, s. 812.

5- Eski Said Dönemi Eserleri, Tuluat, Yeni Asya Neşriyat, s. 578.

6- Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s. 802.

  Prof. Dr. Hüseyin Uzun


25 Mayıs 2023 Perşembe

RÜ'YAY-I SADIKA

    İşte umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki, rü'ya-yı sadıkada, evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar.

Evet uyku nasılki avam için rü'ya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velayet hükmündedir; öyle de umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhıdır.

Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür.

Güzel düşünen, güzel levhaları görür.

Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür.

Hem herkes için, âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir.

Hem mukayyed ve fâni insanlar için, saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır.

Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır.

İşte bu gibi sırlar içindir ki, Kur'an-ı Hakîm

وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا

nev'indeki âyetlerle, hakikat-i nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.

Mektubat - 349

İÇGÜDÜ MÜ İLHAM MI?

 Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına "sevk-i tabiî" diyorlar.

Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor.

Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

   Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilü'l-lahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kable'l-vuku ilhamıyla ve o saika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.

   Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o saika ilhamıyla döner, yuvasına girer.

Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkınde aynı adam gelir.

Hattâ Kürdçe durub-u emsaldendir:

نَافِ گُرْب۪ينَه پَالَانْدَارْ ل۪ى وَر۪ينَه

Yani: "Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünki kurt geliyor." Demek bir hiss-i kable'l-vuku' ile, latîfe-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder.

Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder.

Mektubat - 348

MADDİYET VE MEDENİYET

 Medeniyetin getirdiği; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” ve “Sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi bahsettiğimiz umumî teavün ve şefkat kanununa zıt olduğu için insanları zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe, kine, hasede, mübarezeye sevk etmiştir.

Sosyal hayatı tarif ederken Bediüzzaman, “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler muvazeneleriyle rahatla yaşarlar” demektedir. “O muvazenenin esası ise havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir.” Yani toplumdaki huzuru sağlayacak olan dengenin, zenginler ve fakirler arasında korunmasıdır. Kur’ân-ı Kerim bu dengeyi “vücub-ı zekât” (zekâtın verilmesi) ve “hurmet-i riba” (faizin yasaklanması) ile sağlar. Yani zekât vasıtasıyla zenginleri fakirlerin yardımına koşturur. Medeniyetin; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” anlayışı yerine “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir” anlayışını getirir.

Bediüzzaman medeniyetin bugününü okurken; “Heyet-i içtimâiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur”(9) ifadelerini kullanır. Ve reçeteyi de şöyle verir: “Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslamiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruâtın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.”

Allahu Teâlâ İslâm’ın beş şartı arasına aldığı zekâtı Kur’ân ayetleriyle sıklıkla emrederken; “Sen başkalarına ver ki ben de sana vereyim” diyerek insanları yardımın her çeşidine dâvet eder. “Allah’ın en sevdiği amel aç olan bir muhtaca yemek yedirmek veya onun bir borcunu ödemek ya da onun bir sıkıntısını gidermektir” hadisinde vurgulandığı gibi maddî yardımın yanında sıkıntıda olanın sıkıntısını gidermek aynı zamanda manevi bir yardım olarak kabul edilir.

“Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minler bir vücut gibidir. Vücutta bir uzuv rahatsızlanıp şikâyet ederse, vücudun diğer uzuvları da uykusuzluk ve ateş içerisinde ona iştirak etmeye çalışır” derken Peygamberimiz (asm) toplumu bir vücuda benzetir. Böyle olunca bir mü’min, parçası olduğu cemiyette bazı uzuvların ıztırabı karşısında ilgisiz kalamaz. Çünkü onlara şefkat ve merhamet duygularıyla bağlıdır. Bu yüzden de yardım kuruluşları tarih boyunca hep var olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Evet şimdiye kadar saydığımız maddî yardım ve dert paylaşımcılığı gerektiren bu şefkatlerin dışında öyle bir şefkat daha vardır ki, o da, asıl en önemli ve bütün insanların muhtaç olduğu bir şefkattir. Bu şefkat insanların ebedî hayatlarını mahvedecek olan imansızlık, küfür ve günahlardan kurtaracak bir şefkattir. Allah bu konudaki şefkatini de çok belirgin bir şekilde göstermiştir. Binlerce peygamber, milyonlarca evliya ve İlâhî kitaplarla, insanlığı, ebedî saadete davet ederken sonsuz bir azaptan da sakındırmak istemiştir. İnsanlığın da bu şefkatten payına düşen, “tebliğ” vazifesidir.

Unutulmamalıdır ki; başkalarına ve hatta kâinattaki bütün varlıklara şefkat ve teâvün düsturunu uygulayan bir insana, Rabbi de aynen öyle yaklaşacaktır. Çünkü O, kulunun zannı üzeredir.Yani kul Rabbini nasıl bilirse Rabbi de ona öyle muamele eder.


YARDIMLAŞMA VE ŞEFKAT

 Yardımlaşma ve şefkat

“İnsan hikmet ile yapılmış bir masnudur.” Birçok maddî azalarla donatıldığı gibi sayısız manevî his ve duygularla da teçhiz edilmiştir. “İnsanın en lâtif ve şirin bir seciyesi olan şefkat” de bunlardan bir tanesidir. İnsandaki şefkat Allah’ın Rahîm isminin tecellîsidir. Râhim ve Hakîm olan Allah rahmetiyle, kuvvetiyle, emriyle kâinattaki bütün varlıkları şefkatkârâne şuurlu bir şekilde birbirlerinin yardımına koşturur.

Teâvün-i umumî dediğimiz kâinatta görünen umûmî yardımlaşma kanununu Bediüzzaman şu cümlelerle ifade eder:

“Bu mütemadiyen çalkanan inkılâplar ve tahavvülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde teavün hakikati görünüyor. Meselâ, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları, nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrât-ı taâmiye dahi hüceyrât-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi, teshîr-i Rabbânî ile ve istihdam-ı Rahmânî ile, hakikat-i teâvünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-âlemînin umumî ve rahîmâne rububiyetini gösteriyorlar. Evet; camid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârâne, şuurdarâne vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelâlin kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyor.”

Bu yardımlaşma “bir Rabb-i Kerîmin emriyle bir vazife-i muâvenet ve teavün ve uhuvvet” olup, “kavînin musahhariyeti”dir. Evet Cenâb-ı Hak güçlüyü zayıfın, zengini fakirin, büyüğü küçüğün, sıhhatli olanı hastanın, göreni görmeyenin emrine verip yardımına koşturmuştur. İşte bu umumi yardımlaşma kanunu gereği insanların da hem birbirlerinin, hem de diğer yaratılmış mahlukların yardımlarına koşmaları gerekmektedir. Risâle-i Nur, medeniyetin koyduğu “düstur-ı cidal”in (mücadele kanunu) karşısına “düstur-ı teavün”ü (yardımlaşma kanunu) koyup kâinatta yaratılmışlar arasındaki yardımlaşmanın insanlar arasında da olması gerektiğini savunur.

 İnsan bazen şefkatte o kadar ileri gider ki, her şeye ve herkese yardım etme arzusu duyar. Kazalarda, musibet ve belâlarda, afetlerde, insanların, özellikle de masumların ve çocukların başlarına gelenleri, kendi vicdanına ve sönük aklına sığıştıramaz ve bunu—haşa—Allah’ın zulmü ve adaletsizliği olarak görür. Bunlara ulaşıp yaralarını sarmaya gücü yetmediği için, ruhu azap içinde kalır. “Kalbin dalâletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-i mütenahi elemleri tazammun ediyor.”Eğer insan şefkatinde ifrata gidip, haddini aşarsa kendi kalbine, vicdanına ve ruhuna çektirdiği azabın yanında bir de dalâlete sapma ve isyana girme tehlikesiyle de karşı karşıya kalır.

Böyle bir tehlikeden kurtulmak için her şeyden önce Allah’ın adalet ve şefkatinden asla şüphemiz olmamalıdır. O’nun şefkati tamdır ve adaleti kusursuzdur. Belâ veya musibete uğrayanların elemlerini, bir nevi lezzet veya mükâfata çevirecektir. Birçok musibet çeşidinde musibetzedeye, kâfir bile olsa, hakkında bir nevî merhamet ve mükâfat müjdesi verildiği gibi, masumlar için de şehadet mertebesi vadedilmiştir. Zaten çocuk yaşta ölenler için azap diye birşey olmadığı gibi, meşakkatli ve geçici altmış seneye karşılık ebedî bir cennet hayatı verilecektir. İmanlı insanların çektikleri bütün sıkıntılar günahlarına keffaret olduğu gibi, mallarına gelen zarar da sadaka hükmüne geçecektir. Demek musibetlerde dahi Cenâb-ı Hakk’ın şefkat ve merhameti tam hissedilir.

İslâm’ın öngördüğü şefkat bütün yaratıkları içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Anne babalar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yetimler, kimsesizler, hastalar ve yoksullar başta olmak üzere bütün insanlara şefkat göstermenin yanı sıra, diğer bütün canlılara da şefkatli davranmak mü’minlerin görevidir.


24 Mayıs 2023 Çarşamba

RİSALE-İ NURLAR NİÇİN KIRMIZI RENKLİ?

 Kırmızı renk hayatımızın belki de en önemli renklerinden biridir. Kanımız hemoglobin ile kırmızıya boyanmış ve bedenimizdeki pek çok organ kırmızının farklı tonları ile renklenmiştir. Yine milletimizin ortak şuurunda kan ve kırmızı arasındaki bağlantı bayrağımıza yansımıştır. Şehitlerimizin kanlarını temsil eden kırmızı, Türk Bayrağı’nın fonunu oluşturmaktadır. O yüzden Türk Milleti’nin milli benliğinde kırmızının ayrı bir önemi ve canlandırdığı farklı duygular vardır.

Ruhlarımızda kahramanlık, şeref, haysiyetli bir hayat sürme cehdi, azamet ve şanlı bir toplum olma eğilimi gibi duygular oluşturur.

Bu manada Aziz, Cebbar, Mütekebbir, Sultan, Subhan, Rab gibi isimleri yansıtır. Ruhlarda ila-yı kelimetullah azmini harekete geçiren bir yönü vardır. Bu yönü ile Aliy, Fettah, Deyyan, Hakim, Müteal gibi isimleri hatıra getirir. Fiziksel gücün, hareketin, canlılığın rengidir. Başlangıçları teşvik eder. Çalışmaya şevk verir, tembelliğin karşıtıdır. Bu yüzden olsa gerek pek çok kitabın kapağında ve Risale-i Nur Külliyatı’nda kırmızı renk tercih edilmiştir. Bu anlamda Fail, Fettah, Subhan, Kayyum, Alim, Katib, Ehad, Samed gibi isimlere ayinedir.

Yine Külliyatın rengi olarak seçilme nedenlerinden olması muhtemel bir yönü iştah açmasıdır. Dünyadaki gıda firmalarından çoğunun logosunda kırmızı rengi kullandığı ifade edilmektedir. Bu anlamda kitap kapaklarında kullanılan kırmızı renkler okumaya kışkırtıyor ve kitabın albenisini artırıyor olmalıdır. Özellikle açılmakla bağlantı kurulan kapakta kullanılması çok isabetli bir seçimdir. Bu anlamda Fettah, Miftah gibi isimlerin tecellisine de mazhar olmaktadır.

Yine kitap okumaya başlarken lazım olan adrenalin yükselmesine vesile olur, bu sayede tansiyon yükselip kan akışı hızlanır ve uyanıklık haline yönlendirir. Bu özellikler ile de Kayyum, Samed, Fail, Karib, Mübin, Cebbar, Cevval gibi isimlere mazhardır. Bu hareketlilik hali kırmızı tonlarla mahlukatın geneline yansır. Hayat faaliyet ve yeni açılımlarla dolu olarak geçer. Boğaların kırmızıya saldırdığı inancının yanlış olduğu, aslında boğaların renk körü olduğu ifade edilmektedir. Bu hayvanlar kırmızıya değil, kendilerine sallanan koyu renkli beze saldırıyorlarmış. Kırmızı ise hareketli, kıpır kıpır insanlar için en ideal renktir. Bu renk canlılık ve dinamizmle ilgili bir renktir. Mutluluğu temsil eder.

Kırmızı renk, fiziksel olarak; ataklığı, canlılığı ve bir işi sonuna kadar götüren azim ve kararlılık duygusunu gösterir. Bu anlamda yüce idealleri olan ve dünyayı ilgilendiren dava adamlarının ruh hallerini en iyi yansıtan renklerden biri olmalıdır. Sanki kırmızının ruhunda ve özünde ila-yı kelimetullah, emr-i bilma’ruf, nehy-i an’il münker vardır. Yine bu yönleri ile Azim, Kebir, Kadir, Hakk, Rauf, Sultan gibi isimler ön plana çıkar. Özellikle kanımızın kırmızılığı ve iliklerimizden üretiliyor olması kırmızı ve Alemlerin Rabbi’nin iliklerimize kadar sinmiş olan sevgisinin sıcaklığını ve bize şah damarımızdan daha yakın oluşunu hissettirir. Bu yönü ile kanın kırmızılığında Karib ismine de mazhariyet ön plana çıkar.

Kırmızı hayatımızın en önemli renklerinden biridir ve bize kanımız kadar yakındır. Bütün hücrelerimizin hayat suyunun rengidir. Yine bu yatağına sığmayan, taşkın bir sel gibi akan kanın sosyal hayatta tezahürleri olan kahramanlık, kararlılık, azim ve sebat, davası uğruna hayatını ortaya koyabilme büyüklüğünün uzantısı aynı hayat suyunun vatan topraklarının da ab-ı hayat olmasına ve manen hayatlanmasına mazhar olmaktadır.Yine aynı ab-ı hayatın verdiği enerji ile alemin tamamında Sultan-ı Ezel’in namını yaymak azim ve gayreti ile bütün ruhlar coşmaktadır. Bu coşku kitaplarımızın kırmızı renginde de kendini hissettiriyor olmalıdır. Kanın coşkulu akışından yeryüzüne uzanan ve dava ehlinin ellerindeki kırmızı kaplı kitaplara yansıyan nağmelerde Ya Aziz, Ya Cebbar, Ya Deyyan, Ya Hakim, Ya Mütekebbir, Ya Sultan, Ya Subhan, Ya Aliy, Ya Gani, Ya Fettah, Ya Müteal, Ya Fail, Ya Kayyum, Ya Alim, Ya Katip, Ya Ehad, Ya Samed, Ya Miftah, Ya Karib, Ya Mübin, Ya Kebir, Ya Kadir, Ya Hak, …Ya Allah nidaları kulakların melekutunda hep işitilmektedir. Şimdi nabzınıza bakın ve damarlarınızda akan kırmızı renkli kanın sesine kulak verin, bu nağmeleri işittikten sonra kırmızı kaplı Kur’an, Risale ve Cevşen’e sanki çok güçlü bir mıknatısla çekileceksiniz. İşte o çekim bu isimlerin cazibesi olmalı…


İFRAT VE TEFRİTTEN KAÇINALIM

 Yeni Asya ve 15-20 Temmuz süreci

15 Temmuz büyük bir fitne idi.

Toplumun geniş katmanları arasına çok büyük bir fitne ve kargaşa sokuldu bu yolla.

Bilhassa dini hizmet grupları çok sıkıntı çektiler.

Yeni Asya camiası da payını aldı bu sıkıntıdan.

Hala da devam ediyor, tam olarak aşılabilmiş değil.

Çünkü iki kesim kardeşler yangına körükle gidiyor.

Birisi:

Tuti kuşları gibi, 15-20 Temmuz süreci diye tekrar ede ede, mağduriyet diye diye ısrarla meseleyi gündemde tutmak istiyor…

Adeta 15-20 Temmuz davaları olmuş…

Bunlar ifrat ediyorlar…

Diğerleri ise: Bu kadar haksız ve hukuksuz durumu görmezden gelip mağduriyet diye bir şey yok deyip, “hatta bazıları hak ettiler” mantığı ile meseleyi ters yüz ediyorlar.

Bunlar da tefrit ediyorlar…

Her iki kesimin de davranış şekli aşırı.

Hatta birbirini tahrik eder mahiyette.

Bu durum da camiamıza zarar veriyor.

Peki bu işin bir orta yolu yok mu?

Elbette ki var.

Üstadın bazı hadiseler karşısındaki davranış şekline bakarak, bir vasat noktada buluşmak pekala mümkün.

Çünkü Üstad Bediüzzaman her zaman davasını ön planda tutmuş.

Dünyevi en dehşetli olaylar karşısında bile…

İşte İkinci Dünya Savaşı…

Zamanında en dehşetli bir olay olmasına rağmen dönüp bakmamış.

4. Meseleyi hatırlayınız…

Üstad o dehşetli savaşta ölen masumlara ve çocuklara acımamış mı dersiniz?

Elbette ki hem acımış ve hem de üzülmüş.

Ama bu acıması ve üzülmesi hiçbir zaman davasının önüne geçmemiş.

Her şart ve durumda iman ve Kuran davası hep en öncelikli meselesi olmuş.

Çünkü kainatta iman ve Kuran davasından daha değerli bir şey yok ki…

Nur talebelerinin de en önemli davası işte bu.

Dersim olaylarında da benzer bir tavır görüyoruz.

O meşum olayda binlerce insan ve kadın, çoluk çocuk perişan olmuş, mağaralara doldurulan insanlar canlı canlı ölüme terk edilmiş.

Şimdi bu duruma Üstad hiç üzülmemiş mi?

Elbette ki üzülmüş ve çok müteessir olmuş. Masumlara gelen bu zulüm karşısında ağladığı da olmuş.

Demek ki üzülmek, acımak, müteessir olmak ayrı bir şey.

Kendi davasını ön planda tutmak daha ayrı bir şey.

İşte Üstad da her hal ve şartta kendi davasını en önde tutmuş.

Bize düşen de bu yolda giderek kendi davamızı en önde tutmaktır.

Davamıza ve iç bünyemize zarar verecek davranışlardan uzak durmaktır.

Kesin haklı olduğumuz bir konuda bile temkinli davranmaktır.

Çünkü çok zor bir süreçten geçiyoruz.

Peki, mazlum ve masumların hakkını ve hukukunu hiç savunmayacak mıyız?

Elbette ki savunacağız.

Ama bu savunma şekli bir davaya dönüşmeyecek.

Ya da bizim davamızın önüne geçmeyecek.

Şimdi siz mağduriyet diye diye kendi kardeşlerinizin hak ve hukukunu göz ardı ederseniz o zaman kendi iç bünyenizde mağduriyetler oluşturmuş olmaz mısınız?

Evet, biraz dikkat ve biraz temkin.

Biraz daha dikkatle Nurları okumak…

“Her söylediğin hak olsun, ama her hakkı söylemek senin hakkın değil” diyen Üstadın tavsiyelerine daha sıkı sarılmak.

“Her kişi kendi mesleğinin muhabbeti ile hareket etsin, diğer mesleklerin ne muhabbeti ne de tenkidi sizi ilgilendirmesin” diye bizi ikaz eden İhlas risalelerini daha dikkatle okuyup hayatımızın merkezine yerleştirmek.


MASUMLAR NİÇİN ZARARA UĞRAR ?

 Masumlar neden zarar görüyor?

Felâket ve musibetler için İlâhî ikaz yorumu yapıldığında en çok sorulan suallerden biri şu: “O ikaz veya cezaya sebebiyet verdiren hata ve günahlardan sorumlu olmadıkları halde zarar gören masumlara ne diyeceksiniz? Allah niye başkasının suçundan dolayı onları cezalandırsın? İlâhî adalet böyle bir haksızlığa nasıl müsaade eder?”

Bu ve benzeri sorular, bir deprem sonrası Bediüzzaman’a sorulmuş, o da cevaplandırmış.

O suallerden biri: “Bazı eşhasın (şahısların) hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?”

Cevap: “Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın (insanların çoğunun) o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen (taraf tutarak) veya iltihaken (katılarak) taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i ammeye sebebiyet verir.”

Bu cevap üzerine bir sual daha geliyor:

“Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffaretüzzünuptur (günahları temizleyen bir kefarettir). Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah (Allah’ın adaleti) nasıl müsaade eder?”

Cevabın başında, işin bu cihetinin kader sırrıyla ilgili olduğunu ifade ile okurları Kader Risalesine havale eden Said Nursî, devamında “Bir belâ ve musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp, masumları da yakar” mealindeki ayeti aktarıyor  (Enfal: 25).

Ardından bu dünyadaki imtihan sırrının gereği olarak hakikatlerin perdeli kaldığını, böylece müsabaka ve mücadele ile Ebu Bekir’lerin âlâ-yı illiyyîne çıktığını, Ebu Cehil’lerin de esfel-i sâfilîne düştüğünü belirten bir izah yapıyor ve “Masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydı, teklif ve imtihan sırrı bozulurdu” diyor.

“O biçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?” sualine verdiği cevap ise şu:

“O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehadet (şehitlik) hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat (geçici) bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, ayn-ı gazap içinde bir rahmettir.” (Sözler, s. 281)

“İlâhî ikaz” yorumlarına “Kullarını rahmetiyle kucaklayan değil, gazabıyla ceza veren ve bunu yaparken masumları da işin içine katan bir Allah imajı veriliyor” gerekçesiyle karşı çıkanlar, bu izahlar için acaba ne düşünürler?

Ki, bütün olarak bakılırsa, bunca zulüm, günah ve isyana rağmen ikaz ve cezalar istisna, rahmet tecellîleri ise genel ve daimî; değil mi?


23 Mayıs 2023 Salı

SİYASET İHLASI ZEDELER

 İhlâs, kalbî bir ameldir. Kullukta harika sadâkat ve fevkalâde metânettir. İhlâs, İslâmiyetin bir esâsıdır. Rızâ-i İlâhî cihetinde Kur’ân’ın ders verdiği hükümler ve kudsî hakîkatlere ait harekât ve a’mâldir. Hakîkat-i ihlâs, rızâ-yı İlâhîden başka hiçbir şeye âlet ve tâbi olamaz ve Kur’ân’dan başka hiçbir nokta-i istinâdı yoktur.

“İnsanın çekirdeği olan kalb, ubûdiyet ve ihlâs altında İslâmiyetle iskâ’ edilmekle îmânla intibaha gelirse, nûrânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nûrânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine rûh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nûra inkılâp edinceye kadar ateşle yanması lâzımdır.”

Hem “Her şeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâsla bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder.”Mânevî hizmetlerin gâye-i aslîsi ihlâsa dayanır. Çünkü ihlâs sırrı kulun kalbî niyetlerini Rabbine rapteder ve kul sadece Rabbinin rızâsını esâs alır. Aslî olan dünyevî gâyeler ve siyâsî maksatlar ve neticeler sırr-ı ihlâsa münâfîdir. Çünkü ihlâs, bir fiili yalnız Allah emrettiği için yapmaktır. İhlâs hakîkati öyle bir sırdır ki kâinatta maddî ve mânevî bütün gâyeleri, neticeleri ve maksatları hedef ittihaz etmemeyi gerektirir. Onun içindir ki cemaatî olan mânevî îmân ve Kur’ân hizmetleri arzî ve dünyevî mes’eleler olan siyâset, ticaret, hubb-u câh, benlik, gösteriş ve şöhretperestlik olan lüzûmsuz malâyaniyata âlet edilmemelidir.

Hele hele “Nûr mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevî şöhretperestlik, merdûd olduğundan, bu enâniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nûr şakirtleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhûr mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlâhî, Nûr şakirtlerini tam ihlâsın muhâfazası için şimdilik müsâade etmiyor.”

Ancak siyâset daireleri ve aslî olarak siyâseti meslek ittihâz edenlerde durum farklılık arz eder. Çünkü “güneş gibi îmânlar taşıyan bir kısım Sahâbeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka, siyâsetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakîkî dindar, müttakî olanlar, siyâsetçi olmazlar.”

Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin tesbitleri çok önem arz ediyor. Demek oluyor ki “güneş gibi îmânlar taşıyan bir kısım Sahâbeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihîn” hem dindâr hem de siyâsetçi olabiliyor. Ancak onlardan başkaları “ekserce tam müttakî dindar olamaz.” O halde ekserde hem salâhat hem de mahâretin birlikte bulunması ve birbirini cerh etmemesi mümkün görünmüyor.

Hem “maksâd-ı aslî siyâsetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakîkî dindar ise, ‘Bütün kâinatın en büyük gâyesi ubûdiyet-i insaniyedir’ diye, siyâsete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakîkate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar.”

İşte Üstâd Bediüzzaman Hazretleri de mesleğini ve dâvâsını ucu ecnebilerin elinde ve neticesi meşkûk olan siyâset cereyanlarına kaptırmamak için bâki elmas hakîkatleri kırılacak âdi şişelere âlet yapmamış ve yaptırmamıştır.


İHLAS VE SİYASET

 Siyâset cereyanları özellikle bu âhirzamân asrında bizzat müteharrik değil, bilvasıta müteharriktir. Hem siyâset dünyevî bir hizmettir. Gâyesi dünyaya ait netice almaya yöneliktir. Siyâsetin aslî maksadı önceden belirlenmiş ve galibiyet üzerine kuruludur. Onun için de o maksada çoklar taliptir. O maksada ulaşmak için de çok şiddetli çarpışmalar ve boğuşmalar yapılacak demektir. Çünkü neticesi ve şartları acımasızdır. Bu sebepledir ki “Tam ve hakîkî dindar, müttakî olanlar, siyâsetçi olamazlar” denilmiştir. Çünkü siyâset menfaate ve neticeye odaklı olduğu için ihlâsı kırar. Hem siyâsette tarafgirlik olduğundan tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakîkati değiştirir. Bedîüzzamân Hazretleri de “Hattâ, benim otuz seneden beri siyâseti terk ettiğime sebep, bir mübarek âlimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarıyla, sâlih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhâlif olmasından tefsîk (fısk) derecesinde tahkîr edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvâfık meşhûr ve mütecâviz bir münâfığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün rûhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyâsetçilik de karışsa, böyle acîp hatâlara sebebiyet veriyor diye ‘Şeytanın ve siyâsetin şerrinden Allah’a sığınırım’ dedim, o zamandan beri siyâseti terk ettim.” demiştir.

Siyâsetin bir cihetini de hırs tutar. “Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhrevîyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir.” 

Bir cemaatin gâyesi ihlâs olmalıdır. İhlâs ile hareket edenlere rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Çünkü ihlâslı amellerde dünyevî hatta uhrevî maksatlar aslî gâye olmamalıdır. Eğer dünyevî olarak “insanların takdîri, istihsânı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetini izâle eder. Eğer sırf alâmet-i makbûliyet olarak, istemeyerek, Cenâb-ı Hak ihsân etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü te’sîri namına kabûl etmek güzeldir ki, ‘Bana, arkamdan hayırla yâd edilmeyi nasip et’ buna işarettir.”

Öyleyse hizmet-i Kur’ânîyede ve vazîfemizde mağlûp da olsak, kuvve-i mânevîyemize ve hizmetimize noksanlık gelmemelidir. İhlâs, güzel ahlâkın esâsı ve rûhudur. Hizmet-i dînîyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemesidir.

Bedîüzzamân Hazretleri “Risâle-i Nûr dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibâdet-i tefekkürîye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibâdet şekli değişir. Evet, dünyaya ait harîka neticeler, bazı evrâd-ı mühimme gibi, Risâle-i Nûr’a çokça terettüp ediyor. Fakat onlar istenilmez, belki veriliyor; illet olamaz, bir fayda olabilir. Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlâsı kırar, o ibâdeti kısmen iptal eder.”  demektedir. Bu noktaya çok dikkat etmek gerekir. Özellikle “Dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz; aranılsa, sırr-ı ihlâsı bozar.” 

“Hem o geniş ve câzibedar siyâset ve boğuşma dairelerine dikkat eden, bazan kapılır; vazîfesini yapamadığı gibi, selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetindeki ihlâsı kaybetmese de o ithâm altında kalabilir.” 

Bunun içindir ki Bedîüzzamân Hazretleri “Güneş gibi hakîkat-i îmâniye ve Kur’ânîye, yerdeki muvakkat ışıkların câzibesine tâbi ve âlet olmadığı gibi, o hakîkati cidden tanıyan, değil küre-i arzdaki hâdisata, belki kâinata da âlet edemez”  demiştir.

Bizler de Üstâdımız dediğimiz o zata benzemeliyiz ve onun yolundan ve mesleğinden ayrılmamalıyız.


KURAKLIK MUSİBETİ

 Kuraklık ve yağmursuzluk belası ve yağmur duası

 Hani merhamet var ya.. !!!

 Dünya’da mağduriyet yaşayan, haksızlığa uğrayan insanların, haklarının korunması ve edası ve aynı zamanda bir teselli dayanağıdır. Bunun da yegane kaynağı ahirette, yani sonsuz hayata olan iman duygusudur.

Hz. Peygamber, “Rahmet etmeyene, merhamet edilmez. Siz bir birinize merhamet ediniz ki, Allâh da size merhamet etsin.” Buyurmak suretiyle merhamet duygusunun, en önemli insanî ve ahlâki bir değer olduğunu nazara vermiştir.

Hani merhamet !!!

Takdir edilmelidir ki, bu zamanda merhamet, aranıp da bulunmaz bir meta’ haline gelmiştir. Gücü eline geçiren, zayıfı ezmekte hiç bir beis görmemekte, zalimler zulümlerinde sınır tanımamakta. Diğer yandan mağdurun, mazlumun feryadına kulaklar tıkanmakta veya ah-u figanı hiç duyulsun istenmemekte.

Hz. Muhammed, “Kardeşinin derdiyle hem dert olmayan –Onun elemine, kederine ortak olmayan, ilgilenmeyen– bizden değildir.” Ve yine “Komşusu aç iken, tok olarak yatan bizden değildir.” Dehşetli ikazını yapmadı mı?

Bütün bu olumsuz fiillerimiz, bizleri merhametsizliğe sevk eden kötü davranış ve hasletlerimiz nedeniyle, Allâh’ın hikmetinden hiç uzak değildir ki; yer ile gökler anlaşsın ve insanların akılları başlarına gelsin ve birazcık da terbiye edilsin diye, suyunu yağmurunu kesmiş vaya kısmış olsun.

İşte anlaşıldığı kadarıyla, bu kuraklık ve yağmursuzluğun yegane sebebi, insanların sevgiden uzaklaşmaları ve bu sevgi yerine, kin, nefret ve husumet’e olan muhabetleri ve Dünya’lık menfaate dayalı sevdaları nedeniyle, yine kendileri olmaktadır.

Öyleyse, Hacı Bektaş-ı Velinin “Ne ararsan kendinde ara.” Dediği gibi, herkes kendi kendine bakmalı ve muhasebesini ona göre yapmalı, muadele ve vicdanî muvazenesini de ona göre tartmalıdır.

Ve bilge insan Üstad, bütün beşeriyetteki, yani insanlık âlemindeki savaşların, mücadelelerin, boğuşmaların ve geçimsizliklerin menba-ı iki kelimedir, diyor.

Bunlara dikkatlice bakmamız gerekir ki, Kâinatın, hal-i hazır manzarasını ne kadar da veciz ifade etmiştir. Bunlardan;

“Birincisi: Sen çalış, ben yiyeyim.

İkincisi: Benim karnım tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse banane.”

Görüldüğü üzere, bütün bu acı durumlar ve olumsuzluklar, bu tarz inanç, tutum ve düşüncelerden kaynaklanmaktadır. Bu zihniyet, dile getirdiğimiz merhamet duygularının tam aksine olan, fiil ve davranışlarımızdır ki; ahlâkî değerlerimizi kaybetmiş olmamızın da en büyük nedeni ve mesnedidir.

Bediüzzaman, yağmursuzluk hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Yağmursuzluk bir musibettir ve caza-yı amel bir azabtır. Buna karşı ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet (pişmanlık) ve tövbe ve istığfar ile karşılamak ve şartların tayin ettiği tarzda dergah-ı İlâhiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubuduyetle mukabele etmektir. Hem böyle umumi musibetler ekseri insanların hatasından ileri geldiği cihetle, o insanların kısm-ı a’zamı tövbe ve nedamet ve istiğfar etmekle defolur.”

Yağmursuzluk zamanlarında bir de yağmur duaları yapılır.

“Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmur getirmek için değildir.” Buna benzer “Husuf” ve “Küsuf” namazları da vardır. Ay ve Güneş’in tutulmaları bu tarz ibadetlerin vaktidir ki, o zamanlarda eda edilir. Husuf namazı Ay’ın açılması için kılınmadığı gibi, hakeza Güneş’in tutulması da öyledir. Eğer yağmur namazı ve duası gibi Husuf ve Küsuf duaları da sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet halis olmadığından kabule layık olmaz.

O yağmur duasını eda edenlerin çoğu bu hikmetten gaflete düşüyorlar. Ve yine ekseriyeti, birinci şık için, yani yağmur yağsın diye bu namazı ve duayı yaparlar. Hikmeti ve mahiyeti bilinmeyen bir dua, Allah indinde elbette ki müstecab olmaz.

Yukarıda, “Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır.” denildi. Bu tarz bir musibete karşı eda edilen namaz ve duadan maksad, insanların acziyetlerini Allah’a karşı izhar edip, hata ve günahlarından pişman olup, O’na dönmek ve Azametine sığınmaktır.

Allah (cc) tan, bu kuraklık ve yağmursuzluk halinin, herkesin hata ve kusurlarına pişman olmakla, iyiliğe ve güzelliğe dönüşüne vesile kılınmasını ve bol yağmur ve rahmet’e tebdil etmesini temenni ve niyaz ederim.

“Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendi yapacak kadar uzun yaşamaz.” TOLSTOY


SENİN GEÇMİŞTEKİ TEK PARTİ ZULMÜNDEN NE FARKIN VAR ?

 Doğru değil bu politikalar.

Her ne sebeple olursa olsun partizanlık hiç bir siyasi kuruma fayda vermez.

Verseydi zamanındaki Tek Parti idaresine verirdi.

Ne oldu sonuç: 14 Mayısta ağır bir tokat yedi milletten.

Adil ve dürüst olunmaz ise yeni bir tokatlar kaçınılmaz.

Bu nedenler iktidar:

Toplumu kucaklamalı. Ayrılıkçı fikirlerden uzak durmalı.

İnsani değerleri öncelemeli.

Menfaat gibi bir canavarı siyasi gündeminden uzak tutmalı.

Böylesine ağır musibetler aslında her kes için bir fırsattır. Kötü hasletlerden kurtulup iyi duygulara yönelmenin zamanıdır bu anlar.

Ülkeyi idare ettiğini düşünenler de bu musibetlerden ibret almalı.

Bozdukları adaleti, paramparça ettikleri milleti, bozup dağıttıkları ahlaki değerleri tekrar düzeltmek için işte fırsat.

İktidar ise bunu fırsat olarak göreceği yerde akıl almaz bir inatla yine “bildiğim bildik, çaldığım düdük” modunda.

Gördüğümüz kadarıyla da çok az ibret alınıyor.

Bazı yanlışlarda ve sorumsuz davranmaktaki ısrar bu yüzden.

Bu da tabi ki güveni sarsıyor.

İşte bu son para toplama kampanyası da böyle oldu.

Zira milletin kafasında cevabı verilemeyen bir sürü soru ve bir o kadar da tereddüt var.

Çünkü iktidarın hiç hesap vermek gibi bir huyu yok.

“Topladığınız deprem paraları nerede?” diyorsunuz.

“Size hesap mı vereceğiz” diye adeta toplum tehdit ediliyor.

“Şehitler için topladığınız kimlere verdiniz” diye soruyorsunuz.

Alakası ve varlığı olmayan bir sanal vakıf adres gösteriliyor.

Yani anlayacağınız paralar hak sahiplerine gitmemiş. Nereye gittiği de belli değil.

Sonra da çıkıp haydi zekat ve yardım kampanyasına deniliyor.

Şimdi insanlar size nasıl güvenecek?

Nasıl itimat edecek?

Hani siz Hz. Ömer’i örnek alıyordunuz ya?

“O ganimet elde ettikleri zaman bir kaç metre kumaş bezin” hesabını veren Ömer’i.

Peki ne oldu size?

Dilinizle haliniz niye çelişiyor böyle?

Bırakın bezi ve kumaşı, niçin milyonların, milyarların hesabından kaçıyorsunuz?

Millete hesap vermekten uzak duruyorsunuz?

Hadi burada kaçtınız diyelim…

Peki ötede ne yapacaksınız?

O kaçıp durduğunuz şey sizi bir gün yakalamayacak mı?

Çaresiz yakalayacak…

Daha vakit varken aklınız başınıza alın. Güneş batıdan doğmadı daha.

İşte bakın bu gün bir fırsat doğdu size.

Bu felaketler bir ikaz, bir uyarı.

İkaz ve uyarı sürecinde ise her zaman istiğfar ve hatadan dönme kapısı açıktır.

Gelin bu kapıdan tevazu ile girin.

Yoksa…

Gazap tecelli eder ki ondan her kes korksun.

Çünkü bir azap geldiğinde suçlu masum demeden tüm toplumu sarar, Allah korusun!..


BU ZAMANIN HİZMET TARZI

 Bu zamanda hizmetin temel taşlarından biri, belki de en önemlisi; ferdin kendi vazifesini yaptıktan sonra, neticesi ne olursa olsun üzerinde durmaması, yani vazifesini yapıp, İlâhî vazifeye karışmamasıdır.

Yeni Asya’nın, yayın hayatı boyunca, böyle ihlâslı bir duruşu sergilediğine milyonlarca şahidi vardır. Hadiseler ve gelişmeler de hep buna şahitlik etmiştir.

12 Eylül’ün en baskın dönemlerinde kaç defa kapatılmasına rağmen, başka isimler altında cesur ve hürriyetperver yayınına devam etmiştir.

Bediüzzaman’ın; iman, hayat ve diyanet sahasındaki Kur’ânî beyan ve ölçülerini hayata geçirme ve geniş kitlelere aynıyla, orijinalitesini koruyarak intikal ettirme yolundaki neşriyatını sürdürmüş ve aynı kararlılıkla sürdürmeye devam etmektedir.

Üstâd’ın siyaset âlemindeki beyanlarının; konjonktürel gelişmelerin ve farklı siyasî argümantasyonların aleti olmasına da müsaade etmemiş ve hiçbir zaman müsaade etmeyecektir.

Hem de neye ve kimlere rağmen?

Evet, maalesef; Üstâd’ın, şaşmaz ölçüler ve şablonlar içindeki siyasî ve içtimaî beyanlarınının getirilip, kerameti kendinden menkul yeni yetme siyasî yapılanmalara yamanarak, o köksüz ve akıbetsiz yapılanmaların payandası, âleti yapılmasından içtinab edilememiştir.

Ama şükür ki, Yeni Asya vardır. Cenâb-ı Hak ebeden razı olsun ki, Zübeyir Ağabey, o hakikatbîn nazarıyla bu günleri görmüş, Üstâd’ın yaşayan hizmetkârlarını da yanına alarak meşveret sistemini kurmuş, Külliyat’tan Beyanat ve Tenvirler’i ve Hizmet Rehberi’ni hazırlamış ve matbuat âleminde böyle bir gazetenin lüzumunu idrak etmiştir. Yoksa halimiz ne olurdu acaba?

Bakın şu hale ki, bir mü’min diğer bir mü’mine mesaj atarak, “tercihini bu yönde kullanmazsan, senin Müslümanlığından şüphe ederim” diye pervasızca yazabiliyor.

Herhangi bir partinin “din” yerine ikame edildiği hangi kitapta, hangi fıkıhta, hangi ilimde ve hangi dünya görüşünde vardır?

Şöyle veya böyle bir seçim daha geride kaldı. Lâkin acımasız, ayrıştırıcı ve bölücü dil de geride kaldı mı?

Hele ki, iktidar cenahının seçim çalışmalarını, bir İstiklâl Mücadelesi olarak gösterip, demokrasinin olmazsa olmazı olan muhalefeti “hain” ilân etmesi; seçimin eşit ve adil bir ortamda gerçekleşmesine mani olmuştur.

Peki, bu durumda, devlet imkânları da seferber edilerek, böylesi telkinlerle elde edilen sonuçlar “galibiyet” göstergesi olabilir mi?

Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kaldı. Hâlâ makamında oturan sayın cumhurbaşkanının gözle görünen dünyevî kazanımları saymakla bitmeyeceği gibi, kaybettiklerinin de haddi hesabı yoktur. Sağlık ve sıhhati de kaybettikleri arasındadır.

Sultan Süleyman'a kalmayan dünya sana da kalmaz Ey gafil insan...


GAYESİZ NETİCESİZ BİTEN ÖMÜRE YANARIM

 Nasıl geçti?

Hızlı geçen hayat ritmiyle insanlar, günlük meşguliyetlerin telâşıyla zaman iklimi içinde ömür sermayesini harcıyor. Ters çevrilip başa dönmesi olmayan ve içinde kalan miktarı görünmeyen kum saati gibi dünya hayatımız, mahiyetini bilmediğimiz kader çizgisi içersinde ahirete doğru durmadan yol alıyor.

İnsanlar akıldan ziyade, hissiyatlarıyla hareket ettikleri için cüzi iradeleri ile bir dirhem hazır lezzetin peşine takılıp ötedeki binler batman ebedi lezzetlerden feragat edebiliyorlar.

Bu aynı zamanda asrımızın bir hastalığıdır. Bu hastalıkları doğru teşhis eden Risâle-i Nur, insanın mahiyetini ve sırat-ı müstakimi en iyi şekilde bizlere ders vermektedir. Yaşadığımız hayat serüveni içerisinde küfürden gelen mânevî cehennemin çekirdeğini tam göstererek, ikna edici misallerle hissiyatın gafletten kurtuluşuna vesile olmaktadır.

Hayata ve olaylara iman gözü ile İslâm ölçülere içersinde bakıldığı zaman muhakkak tefekkür edilebilecek yönleri, derseler ve ibretler alabileceğimiz mahiyetleri bulunmaktadır.

Dünyanın aldatıcı, şirin, tatlı görünen cazibedar güzelliklerinin ruhumuzu sardığı zaman ya da başımıza gelen hastalıkların, belâların ve musibetlerin çekilmez ağırlıkları duygularımızı kapladığı anda Risâle-i Nurların verdiği ölçüler, derslerle ve sabır kuvveti ile sahil-i selâmete çıkmak mümkün.

Gençlere elli, altmış sene sonraki hayatlarını hatırlatarak iman cevherine sarılmanın kazandırdıklarını ders vermektedir. Bizler de onun tavsiyesine uyarak, her hadiseden tefekkürî bir ibret dersi çıkarıp ibadet sevabı almalıyız.

Hayatın yavaşladığı, hareketlerin ve bakışların donuklaştığı, sessizlik ve çaresizlikle yatağın içersinde emaneti sahibine devredecekleri zamanı bekleyen insanlar lisan-ı halleriyle bizlere birçok şeyler anlatıyor, ders veriyorlar.

Bazılarının albümünde kalan gençlik resimlerine bakarak şimdiki durumlarını kıyas etme imkânı buluyoruz. “Gençliğinde çok güzelmişsin–yakışıklıymışsın!” denildiğinde; genelde hepsi ellerini boşluğa sallayarak, yüzlerindeki önemsemez, donuk ifade, sakin tavırla ve tek kelime ile: “Geçti” diyerek hayıflanırlar. 

Göz açıp kapayıncaya kadar, “Bir ân-ı seyyale” tabir edilen insan ömrü elbette geçip gidiyor. Rabbim insanı yaratmış ve envai çeşit nimetlerle donatmış. Kâinatı ve mevcudatı emrine vererek her türlü güzellikler, ihsanlar, rahmetler ve bereketleri lütfederek, adi, aciz, zayıf ve muhtaç olduğu halde mahlûkatın en üstünü, en şereflisi olarak, en yüce değeri vermiş.

Bütün bu verdiklerinin karşılığında insandan sadece kendisini tanımasını ve ibadet etmesini istemiş. O’nu tanıyıp bilmenin, rahmetini, keremini ve bereketlerini bütün mevcudat üstünde görerek ve anlayarak iman etmek gerekiyor. Hayretle ve tefekkürle muhteşem kudretine ve azametine boyun eğmek insanı manen yüceltir. Marifetullah ve muhabetullah ummanlarında gezdirir, ruhanî lezzetler, tatlar ve hazlar verir.

İnanç ikliminin insana bahşetmiş olduğu güzellikleri nazarlarından kaçıran bazı insanlar da tüm kâinatı kaplayan güzellikleri, sanatları, mucizeleri ve O’nu tanıtan delilleri, âyetleri kendi iç dünyasındaki inançsızlık ve inkâr zulümatları ile karartır, perdeler, göremez. Nefsinin ve şeytanın emrine itaatkâr bir nefer olur. İç dünyasındaki acılarla, bunalımlarla, fırtınalarla, elemlerle, kederlerle ömrü zail olur gider.

Hayatının son demlerinde, hasta yatağında sükûnet içersinde ve Rabbine teslim olmuş vaziyette kaderin tecellisi ile ecelini bekleyen hasta ve yaşlı insanların konuşma ve ifade güçlüğü içersinde kendi hayatını “Geçti” diye tarif ederken aklımızda hep aynı sorular dolaşıyor: “Nasıl geçti?”


Hz.EYYÛBUN KISSASI

 Eyyûb aleyhisselâm, dûçâr olduğu ağır bir hastalığa karşı gösterdiği sabırla meşhurdur. Onunla ilgili olarak rivayet edilen hikâyelerin pek çoğu sıhhatçe güven verici değildir. İbnu Hacer, Buharî'nin bu rivayetler içerisinde, kendi şartına uyanı sadece sadedinde olduğumuz rivayet olması haysiyetiyle diğer rivayetlere yer vermediğini belirttikten sonra, onun hakkında gelen bir diğer sahih rivayetin şu olduğunu kaydeder. İbnu Ebî Hâtim, Hz. Enes'ten naklen kaydetmiştir: "Eyyûb aleyhisselâm hastalığa müptela oldu ve bunu onüç yıl çekti. Bu esnada kardeşlerinden ikisi dışında, uzakyakın herkes, onu terketti. Bu iki kişi her gün akşam ve sabah kendisine uğrarlardı. Biri diğerine dedi ki:

"Eyyûb büyük bir günah işlemiş olmalı. Değilse bu belâ şimdiye kadar ondan kalkardı!"

Diğeri, Eyyûb aleyhisselam'a bunu zikretti. O, bu sözü işitince çok üzüldü ve Allah'a dua etti. İhtiyacı için dışarı çıktı. Hanımı elinden tuttu. Eyyûb ihtiyacından boşalınca, kadını onu geri almada ağır davrandı. Cenab-ı Hak kendisine, "Ayağını yere vur!"  diye vahyetti. Ayağını yere vurdu. Oradan bir göze  kaynadı. Eyyûb aleyhisselâm gözenin suyunda yıkandı. Sağlıklı olarak geri döndü. Hanımı gelince onu tanıyamadı. Eyyub nerede? diye sordu.

Eyyûb benim!"  dedi.

Onun iki harman yeri vardı. Bunlardan biri buğday, biri arpa içindi. Allah bir bulut gönderdi, buğday harmanına altın, arpa harmanına gümüş yağdırdı. Her ikisi de taştılar." İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'dan gelen bir rivayette şu ziyade var: "Allah ona cennet hullelerinden  giydirdi. Hanımı gelince onu tanıyamadı ve sordu:

"Ey Allah'ın kulu! Burada bir hasta vardı, gördün mü? Kurtlar onu götürmüş olmasın?" Eyyûb:

"Bak hele! Yahu o benim!" dedi.

Bir başka rivayette şu ziyade var: "...Bunun üzerine secdeye kapandı ve:

"Ey Rabbim izzetin adına yemin ediyorum, hastalığımı almayınca başımı kaldırmayacağım! dedi. Allah  hastalığını aldı."

Bir başka rivayette: "...Allah hanımına da gençliğini iade etti, öyle ki, Eyyub aleyhisselam'a yirmialtı erkek çocuk dünyaya getirdi" denir.

Burada kaydında fayda umduğumuz bir başka rivayete göre, Eyyub aleyhisselâm Vahranlıdır. Çokça malı, ailesi,  evladu iyali vardır. Derken, yavaş yavaş malını, mülkünü evladlarını kaybeder. Ama o sabreder, Allah'tan sevab  bekler. Musibeti daha da artar, bedeninde çeşitli hastalıklar zuhur eder ve şehrin dışına  atılır. Kadını hariç herkes onu reddeder. Kadının ücret mukabili çalışarak para kazandığı, bununla kendisine yiyecek temin ettiği, sonunda hastalık bulaşır korkusuyla kimsenin iş vermediği, bunun üzerine uzun ve güzel olan iki saç örgüsünden birini keserek, eşraftan birinin kızına sattığı, onunla kendisi için iyisinden yiyecek satın aldığı kulağına ulaşır. Kadın bu yemeği kendisine getirince bu yemeği nasıl temin ettiğini söylemezse yemiyeceğine dair yemin eder. Kadın başını açar durumu gösterir. Eyyûb aleyhisselâm'ın üzüntüsü daha da artar ve bu esnada Kur'ânda zikri geçen duayı yapar: "Bana gerçekten zarar dokundu, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin" (Enbiya 83).


Hz.EYYÜP ALEYHİSSELAMIN KISSASINDAN HİSSE

 Hz. Eyyûb aleyhisselâm'ın kıssasını şöyle özetler:

 "Pek çok yara bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azim mükâfaatını düşünerek kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış; sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-iİlahiyenin mahalleri olan kalp ve lisanına iliştikleri için,  o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i ilahiye için demiş: "Yâ Rab zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel geliyor" diye münacaat edip, Cenâb-ı Hak o halis ve sâfi, garazsız, lillah için o münâcaatı gayet harika bir surette kabul etmiş; kemal-i afiyetini ihsan edip enva-i merhametine mazhar eylemiş.

Hazret-i Eyyûb aleyhisselam'ın zahiri yara hastalıklarının mukabili, bizim batınî ve ruhi ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hz. Eyyub'dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü, işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyûb aleyhisselam'ın yaraları kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim  mânevî yaralarımız  pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyubiyye'ye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bâhusus nasıl ki o Hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler, (neûzubillah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imânı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanisine ilişip zikirden nefretkarâne uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra ta nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılâından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkar etmek arzu ediyor. Hem meselâ: Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidâtını  işittikçe istiğfar ile ona karşı siper olmazsa bütün ruhuyla cehenemin ademini arzu ettiğinden küçük bir emare ve bir şüphe, cehennemin inkarına cesaret veriyor. Hem meselâ: Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir amirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultân-ı Ezel ve Ebed'in mükerrer  emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki: "Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi." Ve bu arzudan bir manevi adâvet-i ilâhiyyeyi işman eden bir inkar arzusu uyanır. Bir şüphe, vücûd-u İlâhiyyeye  dair  kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helaket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki; İnkâr vasıtasıyla gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukâkbil, inkârda  milyonlar ile o sıkıntıdandaha müthiş manevi sıkıntılara  kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza bu üç misal kıyas edilsin ki    بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ

sırrı anlaşılsın."

Burada kaydedilen ayet: "...Bilakis, onların irtikab edegeldikleri (mâsiyet), kalplerini paslandırmıştır" (Mutaffifîn 14) mealindedir.[19]


22 Mayıs 2023 Pazartesi

HZ.YUNUS ALEYHİSSELAM

 Hz. Yûnus, Musul'un Ninova kasabasından idi. Orası yüzbinden fazla nüfuslu birşehirdi. Halkının ahlâkı bozulmuş ve puta tapmaya başlamıştı. Hz. Yûnus, 30 yaşında halkı Hakk'a davet etmek üzere peygamber kılındı. Tam 33 yıl çalışmasına rağmen, iki kişi hariç kendisine kimse iman edip yolunu düzeltmedi. Sonunda halkı kendilerine yaklaşmakta olan büyük bir azabla korkuttu ve gün belirtti. Yine de dinleyen olmayınca, öfkeyle beldeyi terkedip, Dicle (veya Deniz) kenarına çekildi. Halk Hz. Yûnus'un sözünü dinlemese de azab ihtimalinden telaşlı, korkulu bir bekleyişe girmişti. Belirtilen gün gelince haber verilen azâbın belirtileri zuhur etmeye başladı. Halk yaptığına pişman oldu. Hz. Yûnus'u aradılar. Bunun üzerine şehri terkedip hariçte toplanarak hep birlikte tevbe ettiler. Allah, tevbelerini kabul ederek azabı geri çevirdi.

Kur'ân-ı Kerîm'in ilgili âyetlerini yorumlayan âlimler Hz. Yûnus'un, öfkeyle kavmini terkedişini, onun bir hatası (zellesi) olarak değerlendirir. Gerçi burada emre itaatsizlik mevzubahis değildir. Allah Teâlâ Hazretleri, "Şehirden çıkma!" emrinde bulunmuş değil, veya "şöyle yap!" demiş de, O, yapmamış değil. Ama "Şehirden çıkarken Hak Teâla'nın iznini almamıştır. İzin almalıydı, almamış olması bir zelle bir hatadır" denmiştir.

İşte bu hatası sebebiyle, şehirde olup bitenlerden habersiz olarak bir gemiye binen Yûnus aleyhisselâm, İlahî te'dibe mâruz kalır. Şöyle ki: Bindiği gemi arızalanıp yürümez hale gelince, gemiciler: İçimizde efendisinden kaçan köle var' deyip kim olduğunu tesbit için kur'aya başvurdular. Üç sefer tekrar edilen çekimde, kur'a her seferinde Hz. Yunus'a isabet etti. Onu, kaldırıp denize attılar. Derhal bir balık yuttu.

Hayatında çok tesbihte bulunan Hz. Yunus, balığın karnında derhal tesbihe başlayıp "Ey Rabbim! Senden başka ilâh yoktur, seni tenzih ederim. Ben nefsine zulmedenlerden oldum" (Enbiya, 87) der. Hatasını itiraf eder, mağrifet diler. Allah O'nu bu tesbihinin hatırına mağfiret buyurur: "Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, Kıyamete kadar balığın karnında kalıp gitmişti" (Saffat 143-144).

İbnu Hacer'in kaydettiği  "sahih"  bir rivayette Hz. Yûnus'la ilgili kıssada şu ziyade yer almaktadır: "(Hz. Yûnus azab gelmezden önce şehri terkedip gitti. Sabah olunca şehre yaklaşıp baktı ki azab gelmemiş. Onların şeriatında yalan söyleyenler öldürülürdü. Bunun üzerine öfkeyle oradan ayrıldı, bir gemiye bindi. Gemide: "Sizinle birlikte Rabinden kaçan bir kul var, onu denize atmadıkça geminiz  yürümez!" dedi. Gemiciler: "Ey Allah'ın peygamberi seni asla atmayız!" derler. Yûnus aleyhisselam:

"Öyleyse kur'a çekin!" dedi.

Kur'a çekerler. Üç kere tekrarlarlar. Her seferinde O'na çıkar. Onu denize atarlar ve bir balık yutar, denizin dibine götürür. Orada kumların tesbihini işitir ve "karanlıkta da   َ اله اَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِين  diye nida eder" (Enbiya 87).

Bezzâr'ın bir rivayetinde: "Allah, Yunus'u balığın  karnında hapsetmek isteyince,  balığa kemiklerini kırmamasını, etlerini zedelememesini emreti. Denizin dibine götürünce, Yûnus, Allah'ı tesbihe başladı. Melekler: "Ey Rabbimiz! biz, yakın bir yerden zayıf bir ses işitiyoruz" derler. Rab Teâlâ: "Bu Yûnus'tur" buyurur. Melekler, lehinde şefaatte bulunurlar. Allah balığa emreder, o da sahile atar."

Hz. Yûnus'un balığın karnında kaldığı müddetle ilgili olarak, rivayetlerde; "40 gün, 7 gün, 3 gün, kuşluk vaktinden akşam vaktine kadar" gibi farklı rakamlar gelmiştir.

Karaya atılan Yunus aleyhisselâm, üzerinde tüyü olmayan, yumurtadan yeni çıkmış civciv gibi idi. Bitkin, halsiz vaziyette idi. Cenab-ı Hakk yaktîn bitkisi'nin altında gölgeledi. Yaktin'in  iri yapraklı, çabuk büyüyen kabak bitkisi olduğu kabul edilir. Burada dinlenip  kendine gelenHz. Yunus, tekrar kavmine döndü. Kıl payı azabtan kurtulan Ninovalılar O'nu bir müddet dinleyerek istikâmete gelirler.



HZ.YUNUS KISSASINDAN HİSSE

 Hz. Yûnus Kıssasındaki Hisse:

Kur'ân-ı Kerîm, geçmiş milletlerden, geçmiş insanlardan bahsetmekle bize sadece bir tarih bilgisi vermeyi kasdetmez. Her ne kadar geçmişin karanlık devirlerine de bir nur serpmek, maziyi bize aydınlatmak  hizmetini de görüyor ise de, daha çok içinde yaşadığımız şartlarda takib edeceğimiz doğru yolu veya önümüze çıkacak farklı durumlar ve şahıslardan nelerin faydalı ve iyi, nelerin zararlı ve kötü olduğunu göstermeyi gaye edinir. Hatta bu ikinci gaye öncekinden daha  mühimdir. Her mü' mine, her insana bu suretle bir mesaj verir, bir rehber ve kılavuz olur.  Hz. Yunus kıssasını, içinde bulunduğumuz şartlara tatbik ederek bir ders-i ibret halinde yorumlayan nefis bir parçayı Bediüzzaman'dan kaydediyoruz:


"İşte Hz. Yûnus aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, su sergerdân küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler  cenaze bulunuyor. Onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâyı nefsimiz, hûtumuzdur (balığımızdır), hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hût, onun hûtundan bin derec daha muzırdır. Çünki, onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüzmilyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus aleyhisselâm'a iktidâen umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbibü'l Esbâb olan Rabbimize iltica edip   َ اله اَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِين  demeliyiz ve ayn-elyakin  anlamalıyız ki, gaflet ve delâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevayı nefsin zararlarını defedecek yalnız o zât olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz  taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlik-ı Semâvât  ve Arzdan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, ahiretin icadiyle ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin  boğucu emvâcından kurtaracak, haşa Zât-ı Vâcib-ül-Vücud'dan başka hiçbir şey,  hiçbir cihette O'nun izni ve idâresi olmadan imdat edemez ve halaskar olamaz. Madem hakikat-ı hal böyledir. Nasıl ki Hz. Yunus aleyhisselâm'a o münâcatın neticesinde hutu ona bir merkub (binek), bir taht elbahir (denizaltı) ve denizi bir güzel sahra; ve gece, mehtabı bir latif suret aldı. Biz dahi o münâcâtın sırriyle   َ الهَ اَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّى كُنْتُ مِن الظَّالِمين   demeliyiz,   َ اله اَِّ اَنْتَ   cümlesiyle istikbalimize   سُبْحَانَك   kelimesiyle dünyamıza,   اِنِّى كنْتُ مِن الظَّالِمين  fırkasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur'ân'ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılâb etsin. Ve  mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar (çağlar) emvâcı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'ân-ı Hakim'in tezgahında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi  bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur'an'la, o terbiye-i Fürkâniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkubumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanılmasına kuvvetli bir vâsıtamız olsun."


ZAHMETE KATLANMAK

 ÜÇÜNCÜ NOKTA 

   Halimi, istirahatimi düşünen ve her musibete karşı sabır ile sükûtumu istiğrab eden dostlarımın şöyle bir sualleri var ki: "Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun?

Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli idin, edna bir tahkire tahammül edemezdin?"    Elcevap: İki küçük hâdiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız:

   Birinci hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti.

Sonra bana söylediler.

Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum.

Sonra Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi.

O hakikat şudur:

   Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise Allah ondan razı olsun ki benim nefsimin ayıplarını söyler.

Eğer doğru söylemiş ise beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır.

Eğer yalan söylemiş ise beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.

Evet, ben nefsim ile musalaha etmemişim.

Çünkü terbiye etmemişim.

Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse ondan darılmak değil belki memnun olmak lâzım gelir.

   Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur'an'a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise o bana ait değil.

O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur'an'a havale ediyorum.

O Aziz'dir, Hakîm'dir.

   Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nevinden ise o da bana ait değil.

Ben menfî ve esir ve garib ve elim bağlı olduğundan haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez.

Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilayete hükmedenlere aittir.

Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder.

   Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti.

وَاُفَوِّضُ اَمْر۪ٓى اِلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِ dedim.

O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum.

Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki Kur'an onu helâl etmemiş...

Mektubat

SİYASETTEN UZAK DURMAK

 ...Kur'an ve imanın hizmeti ne için beni men'ediyor dersen ben de derim ki:

 Hakaik-i imaniye ve Kur'aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından "Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?" diye düşünürler.

O elmaslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler.

O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.    İşte ey ehl-i dünya!

Neden benim ile uğraşıyorsunuz?

Beni kendi halimde bırakmıyorsunuz?

   Eğer derseniz: Şeyhler bazen işimize karışıyorlar.

Sana da bazen şeyh derler.

   Ben de derim: Hey efendiler!

Ben şeyh değilim, ben hocayım.

Buna delil: Dört senedir buradayım, bir tek adama tarîkat verseydim şüpheye hakkınız olurdu.

Belki yanıma gelen herkese demişim: İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamanı değil.

   Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler.

Belki sende unsuriyet-perverlik fikri var, o işimize gelmiyor.

   Ben de derim: Hey efendiler!

Eski Said ve Yeni Said'in yazdıkları meydanda.

Şahit gösteriyorum ki ben اَلْاِسْلَامِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ ferman-ı kat'îsiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa'nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i kàtil nazarıyla bakmışım.

Ve Avrupa, o Frenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür.

O Frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.

   Madem böyledir, hey efendiler!

Her bir hâdiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba?

Şarkta bir nefer hata etse garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek veya İstanbul'da bir esnafın cinayetiyle, Bağdat'ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nevinden, her hâdise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek, hangi usûl iledir?

Hangi vicdan hükmeder?

Hangi maslahat iktiza eder?

Mektubat

BABASINI AZARLAYAN ÇOCUK

 MAL MÜLK HERŞEY ALLAH'INDIR

Allah’tan ne istenirse hayırlı olanı istemek lâzımdır. Çünkü hakkımızda neyin hayırlı olup olmadığını biz bilemeyiz. Asr-ı Saadette Salebe adında bir zat vardı. Allah Resûlünün (asm) bereket duâsıyla birçok sahabenin zengin olup Allah yolunda harcadığını görünce, Resûlullah’a (asm) geldi ve “Ya Resûlullah! Bana da duâ et de ben de zengin olayım ve Allah yolunda harcayayım.” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) “Ya Salebe! Senin bu halin senin için daha hayırlıdır, sen sabret.” diye ikaz etti. “Mescid kuşu” namı verilen ve beş vakit Resûlullah’ın (asm) arkasında namaz kılan bu kişi, farklı zamanlarda bu talebini tekrarladı. Dördüncüsünde, Allah Resûlü (asm) ona bereketle duâ etti. Malı ve sürüleri çoğalmaya başladığında önce vakit namazlarına, sonra da Cuma namazlarına gelemeyince Peygamber Efendimiz (asm) onun nerede olduğunu sordu. “Ya Resûlullah! O kadar çok koyun ve deve sürüleri var ki, onları şu vadide otlatmakla meşgul.” dediler. “Yazık oldu Salebe’ye.” buyurdular. Zekât âyeti nazil olunca, ona gönderilen zekât memurunu kovdu ve “Ben kendi çabamla bu sürüleri elde ettim. Sizin bu istediğiniz haraçtır” dedi. Sonra hakkında âyet nazil oldu. “Allah lütuf ve ihsanıyla onlara zenginlik verdiğinde, cimrilik ettiler ve sözlerinden döndüler. Zaten onlar yüz çevirmeyi âdet edinmişlerdir.” (Tevbe Suresi: 76) Telâşla sürüsüne düşen zekât miktarını önüne katıp getiren Salebe’nin zekâtını Allah Resûlü (asm) reddetti. Hazret-i Ebubekir de (ra) hilâfeti zamanında kabul etmedi. O adam nihayet yalancı peygamber Müseylime-i Kezzab’ın ordusunda İslâm’a karşı savaşırken, mürted olarak öldürüldü. İşte böyle, mal ve servet insanı cennete de götürebiliyor, cehenneme de sürükleyebiliyor.

İnsanoğlu sürekli malı ve serveti yığmakla meşgul oluyor. Hâlbuki malım diyebileceği şeyler, Allah yolunda harcayıp önden gönderdikleridir. Geride kalan ise, kendisinin değil mirasçılarındır. Zenginin biri ölüm döşeğine yatınca çocuklarını başına toplamış ve malının önemli bir bölümünü hayır kurumlarına dağıtmaya başlamış. Nihayet çocuklarından biri dayanamamış ve “Baba! Kimin malını kime dağıtıyorsun! Biraz sonra bu mal bizim. Sen bu hayırlarını sağlığındayken yapsaydın ya!” demiş.

Zekât, sadaka, fitre ve bağış gibi hayırları yapmanın ihtiyaç olduğu bu zamanda, bahsi geçen hakikatleri dikkate almaya hepimizin ihtiyacı var.

Bizler de anlatılan yaşanmış hadiselerden ibret alıp hayır ve hasenatlarımızı mülkün sahibi olan Allah'ın rızasını kaznma yollarında harcayalım. Biz öldükten sonra bıraktığımız mal ve mülk mirasçıların hakkıdır.Onların da emanet olarak yüklendikleri servetlerden bizim birşey bekleme hakkımız olamaz.

Rafet Özcan

HER GÜN İMTİHAN OLUYORUZ

 İmtihanı  kaybeden Sahabe,

SALEBE !

Geçen seneler de koronavirüs ile imtihan olduk, bayramlarımız buruk geçti.Bu senelerde de afatı arazi ve afatı semaviler ile yani deprem sel ve fırtınalar ile imtihan oluyoruz.

Bu dünya imtihan yeri imtihan olan ise biz insanlardır.Bilhassa her müslümanın önüne müthiş bir imtihan zemini hazırlanmış kaybetmek yada kazanmak iman vesikası yani diploması ve beratını kazanıp kaybetme imtihanı ile muhatap kılınmışız.Maddi imkanlar ve çocuk çoluk anne baba münasebetleri imtihanı kazanıp kaybetmemize müsbet veya menfi olarak etki etmektedir.

Hastalık ve sağlık makam ve mevki hırsı mal mülk sevgisi aşırıya kactığımızda bizlerin ayağının kaymasına sebep olabilmektedir.Nefis kötülükler ile aldanmakta her nefis sahibini aldatmalar ile şeytana yardımcı olmaktadır.Koronavirüs belası bizleri çekidüzene sokması gerekirken malesef ibret almadık ikazlara kulak tıkadık tıpkı geçmiş kavimler gelen bela ve musibetlere  ikazlara aldırış etmeyip helak oldukları gibi.Allah muhafaza bizlerede daha büyük bela ve musibetler gelebilir.Vakit varken ikazlara kulak verelim.Bunların azgınlıklarımıza karşı bir ikaz olduğunu, belkide bir imtihan vesilesi olduğunu unutmayalım.

Dünyanın cazip zevk ve sefasına aldanıp hem dünya hemde ahiret hayatımızı yok etmeyelim.

Dünya sevgisi mal mülk hırsı bizim basiretimizi köreltmesin.Dost ve arkadaşlarımızı akraba ve yakınlarımızı unutup kısacası sılayı rahimi keser duruma düşürmesin.

Allah'a kulluk ta örnek olan sahabeler bize rehber olmalıdır.

Mescitlerimiz camilerimiz cemeatten mahrum kalmasın bizler ibadet ve sevaptan mahrum olmayalım.Mescit kuşu iken, mal mülk sevdası evladı iyal kaygısı ile imtihanı kaybeden sahabe Salebenin durumuna düşüp Allah Rasülünün Salebeye yazık oldu dediği vaziyete düşmeyelim.İman ile ahırete göçmeye, imtihanı başarıyla kazanıp Cennete ve Rızayı ılahiye mazhar olmaya çalışalım.Allah yar ve yardımcımız olsun.

Rafet Ozcan


MAL SAHİBİ MÜLK SAHİBİ

 PEYGAMBERİMİZİN; MAL MÜLK MADDE KARŞISINDAKİ TUTUMU !

 Allah elçisi, ezelî ve ebedî hakikatların tebliğcisi olan Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)in "mal" ve "madde" karşısındaki uyarılarına iyi kulak vermek, onları iyi anlamak gerektir:

"Allah'a kasem olsun sizin için fakirlikten (darlıktan) korkmuyorum. Sizin için öncekilere genişleyip (bollaştığı) gibi size de dünyanın genişleyip bollaşmasından, onlar gibi sizin de dünyalık yarışına düşmenizden, dünyalığın onları helâk ettiği gibi, sizi de helâk etmesinden korkuyorum."

"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "mal" karşısındaki tutumunu kavramada şu hadisi görmemiz yeterlidir:

"İnsanlar dünyalık karşısında dört kısımdır: Bir kul vardır, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o bu mal hususunda Allah'tan korkar da onu sıla-ı rahimde harcar, malda mevcut olan Allah'ın hakkını bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce mertebeyi elde eder.

Bir diğer kul vardır, Allah ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet sâhibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayır yollarında harcayacaktım. Allah onu niyyetiyle kabûl eder ve ecir yönüyle önceki ile eşit olur.

Bir üçüncü kul vardır, mal sahibidir, ancak Allah ilim vermemiştir, malını şehvet yolunda câhilâne harcar. Ne Rabbinden korkar ne de onunla sıla-i rahimde bulunur. Malda mevcut Allah'ın hakkını da bilmez. Bu en fena bir mertebedir.

Dördüncü bir kimse daha vardır. Allah ona ne mal ne de ilim nasib etmiştir. Ancak, sefihlere gıbta ile: "Eğer param olsaydı der, falanca gibi harcar onun gibi yaşardım." Bu da niyyeti ile o sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar."

MAL DA, MÜLK DE, ALLAH'INDIR.

İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir keresinde,

"Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?" diye sordu. Cemaat:

"Ey Allah'ın Resûlü, içimizde, herkes kendi malını vârisinin malından daha çok sever" dediler. Bunun üzerine:

"Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da vârislerinin malıdır."

Abdullah İbnu'ş-Şihhîr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Elhâkümü'ttekâsür sûresini okurken yanına geldim. Bana:

"İnsanoğlu malım malım der. Halbuki âdem-oğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır.)"

Şunu unutmayalım,

 Yunus'un dediği gibi;

"Mal sahibi mülk sahibi, 

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da, sen oyalan".

O halde, Malın da mülkün de, gerçek sahibi Allah'tır.

Rafet Özcan

21 Mayıs 2023 Pazar

SİYASETTEN UZAK OLMAK

 İKİNCİ NOKTA 

   Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?

   Elcevap: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkuk bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için...    Hem en mühim en lüzumlu en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kur'an için şiddetle siyasetten kaçıyor.

Çünkü diyor:

   Ben ihtiyar oluyorum, bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum.

Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor.

Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır, ona çalışmak lâzım geliyor.

   Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan hizmet etmek isterim.

Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez.

Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.

Onun için o ciheti bırakıp en mühim en lüzumlu en selâmetli olan imana hizmet cihetini tercih ettim.

Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim manevî ilaçları, sair insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum.

Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma keffaret yapar.

   Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin -mü'min olsun kâfir olsun, sıddık olsun zındık olsun- karşı gelmeye hakkı yoktur.

Çünkü imansızlık başka şeylere benzemiyor.

Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir.

Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok.

Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.

   İşte böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve iman gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak; benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına keffaret aramaya mecbur bir adamda ne kadar hilaf-ı akıldır, ne kadar hilaf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir, divaneler de anlayabilirler.

Mektubat

SİYASETTEN UZAK DURMAK

 BİRİNCİ NOKTA 

   Denilmiş: "Ne için siyasetten çekildin?

Hiç yanaşmıyorsun?"

   Elcevap: Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi.

Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu.

Ve gördü ki o yol meşkuk ve müşkülatlı ve bana nisbeten fuzuliyane hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur.

Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var.

   Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur.

Eğer muvafık olsa madem memur ve mebus değilim, o halde siyasetçilik bana fuzulî ve malayani bir şeydir.

Bana ihtiyaç yok ki beyhude karışayım.

Eğer muhalif siyasete girsem ya fikirle veya kuvvetle karışacağım.

Eğer fikirle olsa bana ihtiyaç yok.

Çünkü mesail tavazzuh etmiş, herkes benim gibi bilir.

Beyhude çene çalmak manasızdır.

Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhalefet etsem, husulü meşkuk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var.

Birinin yüzünden çoklar belaya düşer.

Hem on ihtimalden bir iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor diye Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti.

   Buna kat'î şahit, o vakitten beri sekiz senedir bir tek gazete ne okudum ve ne dinledim.

Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın söylesin.

Halbuki sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu.

   Hem beş senedir bütün dikkat ile benim halime nezaret ediliyor.

Siyasetvari bir tereşşuh gören söylesin.

Halbuki benim gibi asabî ve اِنَّمَا الْح۪يلَةُ ف۪ى تَرْكِ الْحِيَلِ düsturuyla, en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervasız, alâkasız bir insanın değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz.

Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı tetkikata, taharriyata lüzum bırakmayarak top güllesi gibi sadâ verecekti.

Mektubat

20 Mayıs 2023 Cumartesi

TASVVUF TARİKAT

 Beşinci Mektup 

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

   Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (ra) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim."

   Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."

   Hem demiş ki: "Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki meşhur velayettir.

Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır.

Velayet-i kübra ise veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır."

   Hem demiş ki: "Tarîk-i Nakşî'de iki kanat ile sülûk edilir." Yani hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur.

Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez.

   Öyle ise tarîk-ı Nakşî'nin üç perdesi var:

   Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki İmam-ı Rabbanî de (ra) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

   İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve sünnet-i seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

   Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalp ayağıyla sülûk etmektir.

Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.    Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbanî (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi.

Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır.

Onlarda kusur edilse şakavet-i ebediyeye sebebiyet verir.

İmansız cennete gidemez fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur.

Ekmeksiz insan yaşayamaz fakat meyvesiz yaşayabilir.

Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.

   Eskiden kırk günden tut tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi.

Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa o yola karşı lâkayt kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.

   İşte otuz üç adet Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.

Madem hakikat budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi' bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

   Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır.

Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür.

Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu.

Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi.

Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Cenab-ı Hak şu zamanda, i'caz-ı Kur'an'ın manevî lemaatından olan malûm Sözler'i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

  Said Nursî 

  *** 

Mektubat

İHLASI KIRAN MANİLER 1

 İhlası kıran ve riyaya sevk eden pek çok esbabdan iki üçünü muhtasaran beyan edeceğiz: 

   Birincisi: Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlası kırar.

Hem netice-i hizmeti de zedeler.

Hem o maddî menfaati de kaçırır.

   Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş.

Ve bilfiil onların hakikat-i ihlaslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi etmemek için sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler.

Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez belki verilir.

Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hal ile dahi istenilmez belki ummadığı bir halde verilir.

Yoksa ihlası zedelenir.

Hem وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ى ثَمَنًا قَل۪يلًا âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.

   İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için hakiki bir kardeşine ve o hususi hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır.

İhlası zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder.

Ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır.

Ve maddî menfaati de kaybeder.

Her ne ise...

   Bu hamur çok su götürür, kısa kesip yalnız hakiki kardeşlerimin içinde sırr-ı ihlası ve samimi ittifakı kuvvetleştirecek iki misal söyleyeceğim.

....   İşte ey kardeşlerim!

Sizleri inşâallah menfaat-i maddiye rekabete sevk etmeyecek.

Fakat menfaat-i uhreviye noktasında bir kısım ehl-i tarîkat aldandıkları gibi sizin de aldanmanız mümkündür.

Fakat şahsî, cüz'î bir sevap nerede; mezkûr misal hükmündeki iştirak-i a'mal noktasında tezahür eden sevap ve nur nerede?

....   İşte ey kardeşlerim!

Madem umûr-u dünyeviyede, kesif maddelerde böyle ittihat, ittifak ile neticeler, böyle azîm yekûn faydalar verir.

Acaba uhrevî ve nurani ve tecezzi ve inkısama muhtaç olmayarak ve fazl-ı İlahî ile her birisinin âyinesine umum nur in'ikas etmek ve her biri umumun kazandığı misl-i sevaba mâlik olmak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas edebilirsiniz.

Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlassızlık ile kaçırılmaz.

Lemalar



İHLASI KIRAN MANİLER 2

 İhlası kıran ikinci mani: Hubb-u câhtan gelen şöhret-perestlik sâikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmareye bir makam vermektir ki en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi "şirk-i hafî" tabir edilen riyakârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlası zedeler.

   Ey kardeşlerim!

Kur'an-ı Hakîm'in hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı; şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip {(Hâşiye): Evet, bahtiyar odur ki kevser-i Kur'anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.} onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mabeynimizde bu nevi hubb-u câhtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir.

Çünkü mesleğimize bütün bütün münafîdir.

Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i manevîyi, şahsî, hodfüruşane, rekabetkârane, cüz'î bir şerefe ve şöhrete feda etmek; Risale-i Nur şakirdlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim.

   Evet, Risale-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu; böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez.

Fakat herkeste nefs-i emmare bulunur.

Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir.

Bir derece hükmünü; kalp, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder.

Sizlerin kalp ve ruh ve aklınızı ittiham etmem.

Risale-i Nur'un verdiği tesire binaen itimat ediyorum.

Fakat nefis ve heva ve his ve vehim bazen aldatıyorlar.

Onun için bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz.

Bu şiddet, nefis ve heva ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız.

   Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu.

O makama müteaddid istidatlar namzet olurdu.

Gıptakârane bir hodgâmlık olabilirdi.

Fakat mesleğimiz uhuvvettir.

Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz.

Uhuvvetteki makam geniştir.

Gıptakârane müzahameye medar olamaz.

Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder.

   Pederane, mürşidane mesleklerdeki gıptakârane hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarîkatın o kadar mühim ve azîm kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilafatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.

Lemalar

HÜRRİYETİ KÖTÜYE KULLANMA

 Ey Ebna-i Vatan! 

  Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın.   HÂŞİYE   Zira, hürriyet müraat-ı ahkâm ve adab-ı Şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşv ü nema bulur. Sadr-ı evvelin, yani Sahabe-i Kiramın, o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hükümferma olduğu hâlde, hürriyet ve adalet ve müsâvâtları bu müddeaya bir bürhan-ı bâhirdir. Yoksa hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nameşrua ve israfat ve tecavüzat ve heva-i nefse ittibada serbestiyetle tefsir ü amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber, milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyakatini gösterir. Zira sefih mahcurdur. Geniş ve müşaşaa olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat –zira çocuğa geniş olmaz– şanlı olan ittihad-ı millîyi bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takva ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i Osmaniye erkeğiz; kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.

خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ  87   kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

  Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları –fünun ve sanayi gibi– maalmemnuniye alacağız. 

  Amma medeniyetin zünub ve mesâvîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû-i tâli’ cihetiyle ve sû-i intihap tarikıyla müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti kesbettiğimizden, muhannes gibi, yani kadınlaşmış erkek gibi veya mütereccile gibi, yani erkekleşmiş kadın gibi oluruz. Kadın erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü ziverle müzahref cilveli hanım gibi olmamalı. 

  Elhâsıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i Şeriatla yasak edeceğiz; tâ ki medeniyetimizin gençliği ve şebâbeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı Şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zarurîdir. 


19 Mayıs 2023 Cuma

HAKKA HİZMET

    Ey ehl-i hakikat ve tarîkat!

Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir.

O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar.

Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimi bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakiki kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor.

Vazifenizde müttehem olup ehl-i dalaletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatle maişeti temin etmek, tama' ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müthiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz.

   Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslektaşına taraftar olmak.

Fenn-i âdab ve ilm-i münazaranın uleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa insafsızdır." Hem zarar eder.

Çünkü haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir.

Eğer hak hasmının elinde çıksa zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur.

   Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.

Hasmının elinde hakkı görse yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur.

   İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler ihlası kazanırlar.

Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar.

Ve bu feci sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlahiye ile kurtulurlar.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Lemalar

HIRS VE KANAATSİZLİK

    Ey sevaba hırslı ve a'mal-i uhreviyeye kanaatsiz insan!

Bazı peygamberler gelmişler ki mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar.

Demek hüner, kesret-i etba ile değildir.

Belki hüner, rıza-yı İlahîyi kazanmakladır.

Sen neci oluyorsun ki böyle hırs ile "Herkes beni dinlesin." diye vazifeni unutup vazife-i İlahiyeye karışıyorsun?

Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir.

Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma.

   Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar, yalnız insanlar değildir.

Cenab-ı Hakk'ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melaikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler.

Madem çok sevap istersin, ihlası esas tut ve yalnız rıza-yı İlahîyi düşün.

Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları; ihlas ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın.

Çünkü mesela, sen "Elhamdülillah" dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük "Elhamdülillah" kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır.

Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş.

   Eğer ihlas ile niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.

   Eğer rıza-yı İlahî ve ihlas o havadaki kelimelere hayat vermezse dinlenilmez, sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır.

Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!

Lemalar