25 Haziran 2023 Pazar

CÜLEYBİB VE ZİNA

-Gelin birlikte bir Empati yapalım.-

İsterseniz öncelikle gözlerimizi kapatıp hayal burağına binerek Allah Resulü’nün yaşadığı zamana, Asr-ı Saadet’e doğru yola koyulalım. İşte bakınız orada bir genç duruyor. Adı Cüleybib. Simasından, hal ve tavırlarından bir derdi olduğu anlaşılıyor.

Cüleybib, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) huzuruna çıkıyor ve “Ey Allah’ın Elçisi! Zina etmeme izin ver!” diyor.

Sahabiler onu böyle bir ifadeden dolayı “Sus! Sus!” diye susturmaya çalışıyorlar.

Ama İki Cihan Güneşi, onu “Hele şöyle gel!” diye yanına çağırıyor.

Cüleybib, Efendimizin yanına gelip oturuyor. Peygamber Efendimiz onunla konuşmaya başlıyor:

“Söyle bakalım. Bir başkasının senin annenle zina etmesine razı olur musun?”

“Canım feda olsun, hayır, olmam.”

“Zaten hiç kimse annesiyle zina edilmesine razı olmaz. Peki kızınla zina edilmesini ister misin?”

“Uğrunda öleyim ya Resulallah! Hayır, istemem.”

“Öyleyse hiç kimse kızıyla zina edilmesini istemez. Bir başkasının kız kardeşinle zina etmesini ister misin?”

“Yoluna feda olayım, hayır, istemem.”

“Hiçbir kimse, kız kardeşiyle zina edilmesini istemez. Peki halanla zina edilmesi seni memnun eder mi?”

“Canım feda olsun, hayır, kesinlikle.”

“Halasıyla zina edilmesi hiç kimseyi memnun etmez. Peki birinin teyzenle zina etmesine razı olur musun?”

“Uğrunda öleyim, hayır buna da razı olmam.”

“Teyzesiyle zina edilmesine kimse razı olmaz.”

Evet, bu konuşma ile akıl mantık planında Allah Resulü, Cüleybib’in aklını ikna eder ve onu doyurur. Ardından da elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder:

“Allah’ım! Onun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur.”

Cüleybib, bu duadan sonra iffet abidesi haline gelmiştir. Gelmiştir, ama daha önceki hayatı bilindiği için kimse ona kız vermemektedir. Allah Resulü, aklını ikna ettiği bu sahabinin daha sonra derdine de derman olur. Bir kız babasına elçi göndererek kızını ister ve o kızla Cüleybib’i evlendirir.

Daha sonraları vuku bulan bir muharebede Cüleybib şehit düşer. Muharebe sonunda Allah Resulü etrafındakilere sorar:

“Hiç eksiğiniz var mı?”

Sahabe-i Kiram, “Yok ya Resulallah, hepimiz tamamız!” derler.

Ama Allah Resulü, “Benim bir eksiğim var” der ve Cüleybib’in başucuna gelir. Başını dizine koyar ve şöyle buyurur:

“Cüleybib benden, ben de Cüleybib’denim.”

Ve Cüleybib bu payeye kavuşarak ötelere uçar. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/256-257)

Bu hadisenin bize verdiği mesaj nedir? Kendin için istemediğin bir şeyi başkası için de yapma! Zina yapmak isteyen insan bu düşünceyi hatırından hiç çıkarmamalı. Empati yapmalı.

Çünkü Efendimizin ifadesiyle zina yaptığı insan mutlaka birisinin ya ablası veya abisi, amcası veya yengesi, teyzesi veya dayısı olacaktır. O yüzden insan, bir başkasının kendi eş, çocuk ve akrabalarına aynı gözlerle bakmasından duyacağı rahatsızlığı devamlı surette hatırında tutmalıdır.


22 Haziran 2023 Perşembe

NASIL OLUR DA SANA,SECDE ETMEZ BİR İNSAN...!

 Kaç trilyon hücreden, yaratırsın bedeni,

Her bedene yüklersin, bir varoluş nedeni.

Evrendeki her zerre, tesbih ederken seni,

Baş eğerken emrine, bu kâinat , bu mîzan;

Nasıl olur da Sana, secde etmez bir insan !.

Ömür yetmez, verdiğin bir nefesin şükrüne,

Ne mümkün bedel biçmek, yaşattığın bir güne.

Cennetleri vâdettin, hem de Kur’ân üstüne.

Haykırırken tabutlar, musallada an be an;

Nasıl olur da Sana, secde etmez bir insan !.

Mûcizeler verirsin; kulak duyar, göz görür,

Kalp atar, dil konuşur, el tutar, ayak yürür.

Mal, mülk, evlât verirsin; hepsi de yüz güldürür,

Sağnak sağnak yağarken, bunca rahmet ve ihsan;

Nasıl olur da Sana, secde etmez bir insan !.

Fırtınalı denizden, kurtarırsın kulunu,

Bir şans daha verirsin, ve açarsın yolunu,

Lâkin; Sana eş koşar, cübbesini, çulunu,

Bu büyük nankörlüğü, reddederken o vicdan,

Nasıl olur da Sana, secde etmez bir insan !.

İçki, zina ve kumar, birer şeytan oltası,

Dünyaya hükmediyor, cehâletin sultası,

Din, cahilin elinde, oldu zulüm baltası,

Peygamber ahlâkını, emrederken o Kur’ân,

Nasıl olur da Sana, secde etmez bir insan !.

Şeytan ki; unutturur, o mahşer dehşetini,

Gıybet ile yedirir, ölmüş kardeş etini.

Cehenneme yol eder, bu dünya servetini;

Davul zurna çalarak, gelirken bunca hüsran;

Nasıl olur da Sana, secde etmez bir insan !.

Çok şükür ! Rahmetinin, farkındayım nicedir,

Sensiz geçen saniye, sabahsız bir gecedir.

Bilirim.. Senin affın, azâbından yücedir;

Yetmiyor kudretine, hiçbir söz, hiçbir lisan;

Nasıl olur da Sana, secde etmez bir insan !.

Alıntı

14 Haziran 2023 Çarşamba

DUA BİR İBADETTİR

İnsanın asıl fıtriyesi, imandan sonra duadır.

Dua ise esas-ı ubudiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar ya ister.

Yani ya fiilî ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.

Öyle de insan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.

Rahmanu'r-Rahîm'in dergâhında ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir.

Tâ ki makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, ben kuvvetimle bu -kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan- acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum, deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstahak eder.

Sözler

İNSANIN ASIL VAZİFESİ

    İnsan ise dünyaya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor.

Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor.

On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder.

Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir.

   Demek ki insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir.

Yani "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum?

Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum?

Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir.

Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kàdıyü'l-Hâcat'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir.

Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyete uçmaktır.

   Demek insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.

Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır.

Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı billahtır.

   Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna müptela ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra duadır.

Dua ise esas-ı ubudiyettir.

Sözler

İMAN İNSANI İNSAN EDER

 DÖRDÜNCÜ NOKTA 

   İman, insanı insan eder.

Belki insanı sultan eder.

Öyle ise insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır.

Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

   Şu meselenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kàtı'dır.

Evet insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir.

Çünkü hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir.

Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

   Demek hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir.

Belki vazifesi istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyet-i fiiliyedir.

Sözler

11 Haziran 2023 Pazar

KUR'AN ALLAH KELAMI OLDUĞUNDAN HER ASRA HİTAP EDER

 Evet Kur'an, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelalinin kelâmı olarak rububiyetinin mertebe-i a'zamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmişbin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatablara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle manalarını ortaya saçmış olduğu halde kemal-i şebabetinden, gençliğinden zerre kadar zayi' etmeyerek gayet taravette, nihayet letafette kalarak gayet suhuletli bir tarzda, sehl-i mümteni' bir surette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi; aynı derste, aynı sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna' eden, işba' eden bir kitab-ı mu'ciznümanın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'caz görülebilir.

   Elhasıl: Nasıl "Elhamdülillah" gibi bir lafz-ı Kur'anî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi; aynı lafz, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir.

Aynen öyle de: Kur'anın manaları, dağ gibi akılları işba' ettiği gibi, sinek gibi küçücük basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder.

Zira Kur'an, bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder.

Hem umumuna imanın ulûmunu talim eder, isbat eder.

Öyle ise, avamın en ümmisi havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'anîyi dinleyip istifade edecekler.

Demek Kur'an-ı Kerim, öyle bir maide-i Semaviyedir ki; binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar.

Arzuları yerine gelir.

Hattâ pekçok kapıları kapalı kalıp, istikbalde geleceklere bırakılmıştır.

Sözler - 390

9 Haziran 2023 Cuma

ZULÜM DEVAM ETMEZ

 “Küfür devam eder; zulüm devam etmez” hakikatinden, kıyamete kadar küfrün devam edecek olmasını anlıyoruz. “Zulüm devam etmez” fakat zahiren zulüm devam ediyor gibi görünüyor. Hemen her ülkede müstebitlerin, zalimlerin keyfî dayatmalarının altında ezilen mazlumların feryatlarını duyuyoruz.

Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin.” Yine Üstad: “İstibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım!” diyerek zulümlerin ne derece tehlikeli bir şey olduğuna dikkatleri çeker. Dünyada haksızlıkların, zulümlerin yaşandığı ülkelerin başlarında bazı İslâm ülkelerinin olması içler acısı bir durumdur.

Biliyoruz ki ilânihaye zulüm devam etmez. Ancak toplumun yaptığı bazı yanlışlardan dolayı zulüm dönemlerinin ömrü uzayabilir.

Ekserî insanların Gayretullaha dokunacak hataları ve kusurları, zalimlerin işledikleri zulümlerin devamına sebep olduğu gibi; ekserî insanların haksızlıkların def’ine vesile olacak doğru tavırlarda bulunmaları da zulümlerin sona ermesine sebep olur.

Toplumda ekserî insanların haklarına sahip olma yolunda gayret göstermeleri zalimlere engel olacağı gibi; haklarını bilmeyen insanların çokça bulunduğu toplumlarda zulümlerin devamına fetva vermiş olurlar.

Üstad Bediüzzaman’ın “safderun” olarak vasıflandırdığı; tahkik ehli olmayan, insanların haksızlıklara seyirci kalmaları zulümlerin devam etmesine önemli bir sebeptir.

Toplumlarda “gelene ağam, gidene paşam” demeyi meslek edinenlerin varlığı da müstebitlerin işlerini kolaylaştıran ve zulümlerin müddetlerini uzatan önemli sebeplerdendir.

“Zulme rıza zulümdür” kaidesini kulak ardı ederek zalimlerin yaptıkları haksızlıklara seyirci kalmak da zulmü devam ettirenlere kuvvet anlamına gelir.

Nazarlara vermeye çalıştığımız sebeplerden dolayı zulümlerin süresi uzasa da zulümler ilânihaye, sonsuza kadar devam etmez.


ADALET YOKSA

“Adâlet yoksa, güven yok demektir”  Bir başka ifade ile “Adâlet yoksa, zulüm var demektir”.

Evet, makam ve unvanları ne olursa olsun, yönetim tarzlarında iki temel nokta daima dikkate değer görülmüş ve genel değerlendirmeler ona göre yapılmıştır: Birbiriyle doğrudan bağlantılı olan iki noktadan biri “adâlet”, diğeri ise “zulüm” diye tâbir edilmiş.

Adâleti tesis etmek, başlangıçta zor olsa da, sonrasında düzelme ümidi doğar ve işler nisbeten kolaylaşma yoluna girer. Zulme yönelmede ise, durum tam tersine: Öncesi kolay gibi görünmekle beraber, sonrasında herkes ve her şey için zorlu ve sıkıntılı bir döneme girilmiş olur.

Adâletle hükmetmek isteyenler, daima açıklıktan, şeffaflıktan yana olurlar. Zulme meyledenler ise, bunun yine tersini yaparlar: Her şeyi gizli, örtülü ve her işi kapalı devre bir şekilde yürütmenin yolunu bulmaya bakarlar.

Oysa, açıklık açıklığı, kapalılık da kapalılığı tetikleyip besler. Dolayısıyla, bütün işler, yukarıdan aşağıya doğru aynı minvâl üzere, yani birbirine “benzemeklik” tarzında şekillenmeye başlar. Hatta, adlî-hukukî gerekçeler bile ona göre bulunup sıralanır.

Demek ki, herkes için müşterek fayda, açıklıkta ve şeffaflıktadır. Zira, açık rejim ve sisteme dayalı yönetimlerde, yöneticiler fenâ kişiler olsa bile, adâleti sağlamak ve zulmün önüne geçmek nisbeten kolaydır. Rejim “kapalı devre” sisteme doğru meylettikçe, baskı ve haksızlıklara karşı mücadele de müşkilleşir.

Dolayısıyla, insan temel hak ve hürriyetleri noktasında savunulacak ideal sistem, halkı duyan, bilen, onun iradesine değer verip dikkate alan “açık rejim” tarzıdır.

Buna rağmen, yönetimin başına geçen şahıs, şahıslar, ekipler, vs, âdil olabildiği gibi, zalim de olabiliyor.

Keza, kişilerin iyi, temiz ve düzgün olması, sistemi temize çıkarmadığı gibi, sistemin düzgün ve ideal olması da, idarecilerin pîr û pâk kimselerden teşkil edildiğini göstermez.

Geçmişte olduğu gibi, şüphesiz zamanımızda da hem zalim, hem de âdil yöneticiler vardır, olmuş ve olmaktadır. Şu var ki: Tarihe mal olmuş idarecileri farklı yönleriyle değerlendirmek, hatta eleştirmek hem rahat, hem gayet kolaydır.

Ama aslolan, halen hayatta ve iş başında olanlar hakkında rahat ve serbest şekilde, yani hiç çekinmeden yazmak, konuşmak ve onların yanlışlarını yapıcı yönde eleştirebilmektir. Bu ise, sâhiden yürek ister, cesaret ister: Tabiî, ilimden ve imandan beslenen medenî cesaret.

Evet, cesaret iki türlüdür: Biri âlim cesareti, diğeri ise cahil cesaretidir. Birincisinin kaynağı ilim ve imandır. İkincisinin dayanağı ise cehalettir: “Cahil cesur olur” sözü bunun bir yansımasıdır.

“Cahilin cesareti”ne takılıp kalmamalı. Zira, pek bir işe yaramaz. Faydadan çok zararı var. Bu sebeple, üzerinde durmaya hiç gerek yok… O halde, aslolan, ilimden ve imandan gelen cesarettir. İşte, onun üzerinde durmalı, onu nazara vermeli ve onun lüzumunu, kıymetini, ehemmiyetini anlatmalı.

Zira, o imânî “cesaret” ile “korku” duygusu bir yerde durmaz, aynı yerde barınamaz. Biri girerse kalbe, diğeri çeker gider.

Son söz: Zulmün bitmesine ve adâletin tesis edilmesine kaynaklık teşkil edecek olan o yüksek imânî cesaretin, milletin önünde sıradağlar gibi örülmüş-dizilmiş olan korku dağlarını bir bir aşması temennisiyle…

Alıntı

8 Haziran 2023 Perşembe

YASAKLI ZİHNİYET

 3Y(Yolsuzluk,yoksulluk,yasaklar ) ile mücadele edeceğini söyleyerek iktidara gelen AKP malesef bugün 3 Y' nin yanına 3 Y daha ekledi, (Yalakalık,yandaşlık ,yağmacılık).

Ülkeyi idare edenler bunu bilmiyor, görmüyor, anlamıyor olamaz.
O zaman bütün bunlara göz yummak vatana ve millete ihanet değil mi?
Ülkeyi kamplaştırarak ve milleti ayrıştırarak yeni düşmanlıklar meydana getirmek belki iktidarınızın devamı için almış olduğunuz siyasi tercih olabilir. Ama siz orada daimi ve huzurlu oturamazsınız.Gün gelir hesap sorulur,sizler de geçmişte bu millete hesap vermeden kaçanlar gibi, hesap verir ardından da  siyasi mevta olur gidersiniz.
Gelelim devletin memuru olması gerekenlerin hükümetlerin emrinde her yanlış karşısında biz emir kuluyuz diyen devlet memurlarına.Evet sizler emir kulusunuz ama keyfiyetçi degilsiniz.Yasalarn doğrultusunda hareket etmek durumundasınız .Yasakların uygulanmasında emir kulu olduğunu söyleyen devlet memurları, niçin hizmet esnasında emir kulu değilde sanki emir veren amir konumuna geçerler.Hukuk tanımaz, adalet nedir bilmez, zalimlere zağarlık yapar, hatta zalimin sopası durumuna gelirler. Bu durumu anlamak mümkün değildir.
AK parti hükümetinin yasaklarını uygulamakla görevli sadık memurları İmamlar,zabıtalar,polisler ve güvenlik güçleri mi?
Camiye gidersin polis,imam kapıda beklemekte,sokağa çıkarsın polis jandarma karşında, pazara gidersin zabıta polis müdahalesi.Vay benim yasaksız ülkem ne hale geldi.İşte 18 yılın sonunda AK Parti'nin ülkeyi getirdiği içler acısı durum.
Halbuki "bir milletin efendisi ona hizmet edendir" hakikati  yöneticilerin dilinden  hiç düşmez ve düşmemelidir de.Ama Dikdatörlük ve baskıcı yönetim keyfiligi doğurmakta memurları zorba, milleti köle yapmaktadır.
Allah yöneticilerimize basiret ihsan etsin de etrafındaki yalakaları görsün. Yandaşların ve yağmacıların yolsuzluk ve yağmalamalarından ülkeyi kurtarsınlar.Yoksa gelecek hiç kimse için içaçıcı değildir.Ülkenin geleceği hiç de parlak görülmüyor.
Son söz olarak şunu belirtmek isterim ; adalet,hak ve hukuk hepimizin ihtiyaç duyacağı esaslardır.Kanun ve adalet hak ve hukuk gözetilmez ise terör ve kargaşa ile ülke çöker millet perişan olur.

Rafet Özcan

YOLSUZLUK VE YOKSULLUK

 Dünyayı tehdit eden yolsuzluklar, Türkiye’yi de tehdit ediyor. Ülkemizi idare edenler, her ne kadar ‘yolsuzluk’lar yerine, hayalî ‘irtica suçlarını’ tehdit ve tehlike olarak görse de; gerçekler değişmiyor: Hem Türkiye’de, hem de dünyada en büyük tehdit ve tehlike yolsuzluklardır…

Yolsuzluk elbette satece ‘fakir’ ülkelerin problemi değil. Bugün en zengin ülkelerde de yolsuzluklar yaşanıyor. Aradaki fark şu: Nisbeten zengin, hür ve demokrat ülkelerde ‘hesap sorma’ sistemi de işlediğinden, yapılan yolsuzluklar kısa sürede ortaya çıkabilir. Demokrasinin uğramadığı ya da sancılı olduğu ülkelerde ise yolsuzlukların üstü örtülür, hesap sorulamadığı için de tekrarlar durur. Bazı ülkelerin zengin olması gerekirken fakir olmasının sebebi de yolsuzluklardır. Meselâ, zengin yer altı madenlerine sahip olduğu halde fakir olan ülkeler var. Araştırılsa görülecek ki, böyle ülkelerde sistem yolsuzluk üzerine kurulmuştur. En küçüğünden en büyüğüne kadar imkân bulan herkes ‘devlet malı’ diyerek aslında birbirlerinin ceplerinden çalar ve neticede topyekûn fakirlik bataklığına düşülür.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye Mukim Temsilcisi Shahid Najam da bu gerçeğe dikkat çekmiş. Ankara’da düzenlenen “Uluslararası Yolsuzlukla Mücadele Konferansı”nın açılışında konuşan Shahid Najam, yolsuzlukların birçok toplumun kalkınmasının önünde engel teşkil ettiğini söylemiş. Toplumlarda yolsuzluğun etkin bir şekilde engellenmesiyle adaletsizliğin ortadan kalkacağına da dikkat çeken Najam, yolsuzluğun, kaynakların etkin ve âdil bir şekilde kullanılmasını engellediğini hatırlatmış. (Yeni Asya, 2 Aralık 2010)

Peki, cemiyeti ve dolayısı ile devletleri temelden sarsan bu hastalığa karşı ne ile karşı konulacak? Elbette maddî cezaların da caydırıcı bir etkisi olur, ama kalıcı çözüm insanların kalplerine hükmedebilmektir. Bunu da ancak sağlam bir ‘iman eğitimi’ ile yapmak mümkün olur.

Şunu unutmamak lâzım ki, meydana geldikten sonra yolsuzlukları cezalandırmak kesin çözüm değil. Önemli olan, o yolsuzlukların meydana gelmesini engellemektir. Bu da her halde ancak kalplere birer yasakçı koymakla mümkün olur.

Hadiseye Türkiye örneğinden bakarsak şu soruyu sormak mümkün: Milletin maddî ve mânevî imkânları israf ve yolsuzluklarla hebâ edilmemiş olsa bugün bu durumda mı olurduk? Yıllarca “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” anlayışı ile imkânlar hebâ edildi. (Yanlış) yap – (sonra da) yık sistemiyle sadece kaldırımlara saçılan ‘para’nın bir hesabı var mı? Hatır gönül için yapılan ihaleler, ehil olana değil de ‘yakın olan’a ve üstelik de piyasa şartlarınının üstünde verilen ihaleler ‘kılıfına uydurulmuş’ yolsuzluklar değil mi?

Ülkemiz hür ve demokrat olmak istiyorsa, yolsuzluklara yol vermemelidir. Aslında millet imkânlarının faiz batağına atılması da bir tür yolsuzluk olarak görülmeli. Son 50 yılda milletin hazinesinden faizcilere verilen paralarla neler yapılabileceğinin hesabını yapan var mı?

Yolsuzluk sadece ihalelerle olmaz. Millet imkânlarının uygun şekilde değerlendirilmemesi, işin ehil olana değil de eşe-dosta verilmesi, ihtiyaç olmadığı halde kaldırım taşlarını değiştirmek de bir tür yolsuzluktur. Türkiye’nin ufkunu yolsuzluklarla karartmaya hiç kimsenin hakkı yoktur, vesselâm…


BRÜTÜSLER BİTMEZ

 Birinci Dünya Savaşı öncesi…

İngiltere üzerinde güneş batmayan bir ülke.

Osmanlı ise hasta adam haline düşmüş.

İngiltere peşine taktığı ülkelerle Osmanlı’ya son bir darbe vurmak istiyor.

İslam’ın son temsilcisini dünya yüzünden silmek amacında.

Gelip dayanıyor Çanakkale önlerine.

Devrin en büyük ordusu, en güçlü askerleri, karşı konulmaz kuvvetiyle.

18 Mart günü İngiliz donanması taarruza başladığında, donanma komutanı akşam çayını Marmara Adasında içmeyi planlamaktadır.

Zaferden o kadar emindir, yani.

Hayaller gerçeklerle örtüşmez.

Daha savaşın ilk gününde üç büyük gemileri batar.

Bazıları da ağır hasar alır.

İngilizler bir kez daha anlar ki, bu millet top ve tüfekle yıkılmaz.

O zaman bilinen taktiğe baş vururlar.

Brütüs taktiğine.

Hani Sezar Roma’nın güçlü adamıdır.

Dışarıdan bir güçle yıkılmaz.

O zaman Sezar düşmanları içeriden birisini bulurlar.

Sezar’ın en yakın adamı Brütüsü…

Sezar hançeri yediği zaman şöyle bir döner bakar ki, ölüm darbesi Brütüsten gelmiştir.

“Sen de mi Brütüs?” der ancak.

İşte aynen bunun gibi…

Çanakkale önlerinde çakılıp kalınca içeriden adam bulurlar.

Kendi yapamadıklarını adı Ali, Hasan, Mustafa olan insanlara yaptırırlar.

Bu milletin bin senedir medar-ı iftiharı olan İslam’la bağını koparmaya çalışırlar.

Cafer Hoca da diğer bir acı örnektir.

Cengiz Horasan illerini yakıp yıkarken en büyük desteği Cafer Hoca denen bir zattan alır.

Halkın kendinden bilip itimat ettiği bir hocadan…

Benzer bir durum da 12 Eylül sonrasında yaşandı.

Cemiyetin içtimai ve sosyal temelleri yine kendi içinden çıkan kişiler tarafından tahrip edildi.

Ahlaksızlık, rüşvet, yolsuzluk, müstehcenlik bu devirden sonra toplum arasında yaygınlaştı.

“Benim memurum işini bilir” çirkin bir meslek haline geldi.

Uhrevi maksatlar taşıyan bir çok kesim yönünü dünyaya yine bunlar zamanında çevirdi.

Benzer bir durum da bu günlerde yaşanıyor.

Şöyle bir bakıyoruz milletin hal-i pür mealine…

Fukaralık artmış, rüşvet ve yolsuzluk cemiyeti dört bir yandan sarsmış, toplumun direği olan aile çöküntüye doğru gidiyor, boşanmalar had safhaya varmış, gelir dağılımında büyük bir dengesizlik var, fakir daha fakir, zengin daha zengin olma yolunda, televizyonların bir çoğu ahlaksızlık yarışında, muhafazakar kanallar bile yolunu şaşırmış…

Velhasıl cemiyetin maddi ve manevi direkleri sarsılıyor.

Ne yazık ki bu durum da görüntüsü dindar olan bir idare zamanında yaşanıyor.

Garip ve bir o kadar da iç yakıcı bir durum doğrusu…

Acaba diyoruz…

Suret-i haktan görünen bazıları bu cemiyete Brütüslük mü yapıyor?

Merak ediyoruz…

Ne dersiniz ?

12 Eylülde tezgahlanan derin proje devam mı ediyor?

EKONOMİK KRİZE DOĞRU

 Mazot ve benzin otuz liraya dayandı…

Elektrik yine zamlanma yolunda..

Dolar yine yönünü yukarı doğru çevirdi.

Enflasyon ve hayat pahalılığı zirvelerde…

Halkın alım gücü günden güne düşüyor…

Velhasıl bir ekonomik kriz içinde olduğumuz açık ve kesin…

Hem de çok ağır ve ciddi bir kriz bu.

Peki bu krizin asıl sebebi ne?

Nasıl oluyor da bu kriz önlenemiyor?

Ülkeyi yönetenler bu konuda ciddi bir tedbir almıyor görüntüsündeler, niçin?

Bu noktada iki durum var:

Ya, hükumet kontrolü tamamen kaybetti, yönetim kurumları çözüm üretemiyor, hazine boşaldı, paralar çarçur oldu gitti…

Ya da yönetimin başındaki Tek Adam kontrollü bir ekonomik kriz peşinde.

Tek Adam öylesine her şeyi karıştırdı ki…

Öylesine bütün dengeleri alt üst etti ki…

Bu nedenle;

Yukarıdaki sorulara da net bir cevap vermek çok zor gözüküyor.

Ancak yine de;

Olayların seyrini biraz okumaya çalışırsak…

Tek Adamın bıraktığı izleri takip edersek…

Kontrollü bir ekonomik kriz fikri bir adım öne geçiyor.

Geçen Aralık ayında yaşadığımız kriz bize bu noktada mühim ip uçları veriyor.

Şöyle bir hatırlayalım Aralık ayını…

Kasımda 11 lira civarında olan dolar bir anda harekete geçmişti.

Ardından Tek Adam konuştu, yükseldi…

Adam yine konuştu, yine yükseldi…

Yetmedi yine konuştukça konuştu ta 18-19 liraları gördü dolar.

Peki sonra?

Tek Adam 20 Aralık akşamı yine konuştu…

Bu sefer tersi oldu.

Dolar bir anda 11 lira, hatta bir ara 9 liraya kadar düştü.

Sonra Kur Korumalı Mevduat sistemine geçildi.

Peki bu kriz kontrollü mi idi?

Kesinlikle evet…

Bunu bizzat bakan söylüyor çünkü:

“Küçük yatırımcıya yazık oluyor. 15 liradan, 16 liradan, 17 liradan dolar alanlar var. Kim bunlar? Büyük finansörler değil. Niye? Biliyor çünkü. Bütün altyapı yatırımlarını tamamlamış bir ülkede, tüm makro göstergelerin pozitif olduğu bir yerde, aklı başındaki bir finansör Türkiye’de bu işlerin bir şekilde döneceğini bilir. Ama çarpılan kim oldu? Küçük yatırımcılar. Her zaman olduğu gibi. Küçük yatırımcılara eziyet ettiler. Şimdi de kara kara düşünüyorlar.”

Demek ki bakan efendi gözlerime bak derken küçük yatırımcıyı hipnoz etmiş.

Sonunda çarpılmışlar.

Şimdi bu kontrollü kriz değil de nedir?

Peki kim kazandı o krizde?

Bakana göre zenginler, elinde yüklü doları olanlar.

Elindeki dolarları 20 Aralıkta 18 liradan bozdurup, 21 Aralıkta 9-10 liradan dolar toplayanlar yani.

Belki de devletin arka kapılarında alınacak karalardan haberi olanlar bunlar.

Bir günde servetlerine servet kattılar.

Bu gün de sanki böyle bir senaryo oynanıyor.

Yine Tek Adam konuşuyor, dolar yine yükseliyor.

Belki yakın bir gelecekte şapkadan bir tavşan çıkararak doları bir anda düşürecekler.

Yine kaybeden millet olacak.

Şu Kur Korumalı sistemde kaybeden yine millet olmadı mı?

Milletin Hazinesine ağır bir yük binmedi mi?

Peki bu kontrollü krizden maksat ne dersiniz?

Bu soruya da net bir cevap vermek zor?

Yoksa kontrollü bir kriz ile kontrollü bir yıkım gerçekleştirip şimdiye dek yolsuzlukla elde ettikleri milyar dolarlarla ülkeyi tümden satın almak mı niyetindeler?

Soruya soruyla cevap vermek de bir kriz hali göstergesi değil mi?

Evet, değerli dostlar!..

Kriz ister kontrollü isterse kontrolsüz olsun netice değişmiyor.

Çünkü hep kaybeden millet oluyor.

Zengin daha zengin, fakir daha da fakirleşiyor, milletin dengesi bozuluyor.

Bunlar sürdürülebilir durumlar değil…

Ne diyelim…

Allah sonumuzu hayretsin…

Rabbim bu millete acıyıp merhamet etsin…


DECCALİZMİN BİZDEKİ ETKİSİ SÜFYANİZM

 Türkiye’de Süfyanizm ünvanıyla devam eden dehşetli planlarını bozmak ve akamete uğratmak için Risale-i Nur telif edilmiş, başta ülkemiz ve âlem-i İslâm olarak bütün insanlığın imdadına merhamet-i İlâhiye tarafından gönderilmiştir. “Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyet’i imha için, İslâm memleketlerinde, bilhâssa Türkiye’de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsî metodlar takib etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır. Fakat o musîbetler, Cenâb-ı Hakk’ın imdadı ile tahrik ve istihdam olunan Bediüzzaman Said Nursî gibi, ihlâs-ı tâmmı kazanmış olan bir zât vasıtasıyla, rahmet-i İlâhî ile mededres ve şifaresan ve cihanpesend ve cihanşümul bir mahiyeti haiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebeb olmuştur.” (Sözler)

Merhum Zübeyir Gündüzalp’in bu husustaki tesbiti çok mühim ve dikkat çekicidir. Diyor ki: “Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hâlbuki imanın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şübhe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır. İmanın rükünlerinden en mühimmi, İman-ı Billah’tır; Allah’a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşir’dir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir. İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyet’i dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez. İşte bu hakikatlara binaen, biz de tahkikî imanı ders vererek, imanı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur’ân ve iman hakikatlarını câmi’ bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat’iyyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musîbetler içine düşmek, şübhe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’ân-ı Hakîm’in imanî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir Kur’ân tefsirine sarılmaktır. Hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur’ânî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık. Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nur’la imanını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahiddir.” (Sözler)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, bu manada yegâne çarenin Risale-i Nur olduğunu, başka şeylerin bilhassa siyasetin çare olmadığını şöylece ifade etmektedir: “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılâb eder.” (Lem’alar)
Üstad Bediüzzaman Hazretlerine Risale-i Nur’un yazdırılmasının en mühim sebebi şudur:
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Van’daki ikameti esnasında, âlem-i İslâm’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi: İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir nutukta: Bu Kur’ân, İslâmlar’ın elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş. İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın, bu havadis üzerine: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır. (Tarihçe-i Hayat )

Bu akımın Türkiye’deki yansımasını da şöyle tasvir ediyor Bediüzzaman:

“…Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i îmanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. ‘Eyvah!’ dedim, ‘Bu ejderha îmanın erkânına ilişecek.’ O vakit, şu âyet-i kerîme bedahet derecesinde Vücud ve Vahdaniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdat edip, o zındıkanın başını dağıtıcak derecede Kur’ân-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî bir risâlede yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaasında tab’ ettirmiştim. Fakat, maatteessüf, Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir sûrette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu…”

Dipnot:

1- Lem’alar, s. 132.

DECCALİZM FIRTINALARI

 Zamanımızı Deccalizm fırtınaları sarsmakta, dalgalandırmaktadır. Deccalizm, bâsit bir sosyal hâdise, gelip geçici bir fitne rüzgârı değildir. Asrımızı ve gelecek devri çalkalayan, insanları mânâ âlemlerinden koparıp, maddenin, nefsin, enâniyetin, şehvetin vadilerinde koşturan müthiş bir kasırga, dehşetli bir fırtınadır.

Onun temelleri, 1789 Fransız İhtilâl-i kebîrine, ondan sonra da 1850’lerde başlayan “ateist pozitivizm”e ve “Ateizm”e dayanır.

Şöyle iddiâ ediliyordu: “Artık dine, mânevî değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını, suâllerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.” Nietzsche, Hegel, Fuerbach, J. Paul Sartre, Heidegger Rönesans’tan sonra kuvvet kazanan ateizmin temsilcilerindendir. Tabiatperest olan ateistler, “Tanrı ölmüştür” diyerek, mâneviyeta savaş açmışlardır.

1791’de Olympe de Geuges’in Kadın Hakları Beyannamesi ile, Feminizm nükseder. Kadınlık imajı, birinci plândadır. Kadınları yuvalarından çıkarıp sokaklara döker. Gerçi, “feminizm”, Kilise’nin, kadını insan yerine koymayıp “şeytan” saymasına ve 1830’lara kadar Batıda süren “beyaz kadın” ticâretine bir tepki olarak doğdu. Fakat, kapitalizmin, metaryalizmin, ateizmin, Freudizm’in kuvvet vermesiyle, çığırından çıkarılmıştır.

Agusteizm’in, materyalist düşüncenin hemen peşinden Freudizm çıkar. Viyanalı Yahûdi Dr. S. Freud, herşeyi “nefse, şehvete” bağlar; ulvî duyguları inkâr eder.

Hemen peşinden Darwinizm gelir: Darwin İngiliz biyoloji ve tabiat bilginidir. 1859’da, “Nevilerin Menşei” isimli kıtabıyla, insanlığı Hâlık-ı Kâinat’tan koparmaya çalışır; varlığı tabiata, tabiî selleksiyona, evrime, tesadüflere bağlar…

Ardından Marksizm çıkar: Alman Yahudisi Karl Marks ve arkadaşı Engels, dine “afyon” der, mâneviyata savaş açar; ahlâkı kökünden ifsat eder. Lenin ise, bu düşünceyi geliştirirsek pratiğe geçirir. O sıralarda Sosyalizm zaten devrededir. Çeşitli versiyonlarıyla, “materyalizm”in hâmîliğini üstlenmiştir.

Buna paralel olarak Komünizm denen büyük Deccal, bütün gücüyle tahribatını sürdürmekte, mânâ adına ne varsa, söküp atmaktadır.

İşte bütün bu “izm”lerin birleşmesinden “Deccalizm” meydana geliyor. Hangi isim ve “izm” altında olursa olsun, bu akım, bu cereyan, mânevî hiçbir şeyi kabul etmiyor. Varlığının sebebi de, onlara karşı savaş açmaktır.

İSRAF ETME ZENGİN OL

 Günümüz insanının yaşadığı en büyük problemlerin sebeplerinden biri de şükür ve kanaatin yerine hırs ve açgözlülüğün ön plana çıkmasıdır. Engüçlü ekonomiye sahip olan ülkelerin bile bugün dünyanın gözü önünde endişe ve panikle titrediğini görüyoruz. Ekonomik krizle sarsılan ülkelerin insanlarıyla yapılan röportajlara baktığımızda da hep telâşve korku dolu asık suratlar, üzgün tavırlar görüyoruz.

Bu korku parasız kalma, fakir düşme gibi korkular. Sahip oldukları lüks hayatı ve konforu kaybetme korkusu. Velhâsıl geleceklerinden endişe ediyorlar. Nasıl olur, daha elde etmek istedikleri, satın almak istedikleri o kadar çok şey vardı ki! Nerden çıktı bu kriz?!

Bu durum bize “Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer” hadis-i şerifini hatırlatıyor. Ve asrımızın (asırların) kanaat önderi Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi “Hırs sebeb-i hasarettir”, yani zarardır, ziyandır, hüsrandır gerçeğini…

Bugün dünyevîleşme rüzgârına kapılan insanlara baktığımızda da adeta “dünyayı yutsa tok olmayacak” halde para, makam, mal, mülk peşinde koştuklarını görüyoruz. Yine bununla ilgili bir hadis-i şerifi hatırlıyoruz. Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: ‘Âdemoğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenleri affeder.’”1

Kanaatsizliğin daimî bir açlık, daimî bir doyumsuzluk ve daimî bir fakirlik hâli olduğunu görüyoruz. Öyleyse asıl zenginlik gönül tokluğundadır, şükür ve kanaattedir. Tarih de şahittir ki, zenginliği dillere destan nice insanlar hasârete ve hüsrana uğramışlardır.

Meselâ Musa (as) zamanında yaşamış olan Kârun, Hz. Musa’dan (as) kimya dersi almış, bu bilgisi ile yeraltından ve nehirlerden maden çıkarmaya başlamış. Kısa zamanda öyle zengin olmuş ki, hazinelerinin anahtarlarını kırk deve yükü ancak taşıyabiliyormuş. Karun’un zenginliği arttıkça doyumsuzluğu ve dünya malına düşkünlüğü de artar olmuş. Bu da onu inkâr ve isyanın eşiğine getirmiş. Cenâb-ı Allah da Musa’nın (as) duâsı üzerine onu hazineleriyle birlikte yerin dibine gark etmiş. Yani dünyanın en büyük hazineleri, Karun için hazin bir sonun sebebi olmuş.

Günümüzde de Kârun zihniyetli sistemlerin ve Kârun gibi paragöz zenginlerin çöküşünü görmekteyiz. İnsan kendisine verilen ömür sermayesini ahiretini tedarik edecek manevî ihtiyaçlarını düşünmeden, sadece dünyaya sarf ederse bu durum insanı mutsuz, huzursuz etmeye ve sefalete atmaya sebep olmaktadır.

Mevlânâ Hazretleri dünya malını bir denize benzetir. “Dünya malı deniz, insan da üzerinde yüzen bir sandaldır” der. Dünya malına ehemmiyet vermediğimiz takdirde emniyetle denizin üzerinde seyahat etmeye devam ederiz. O deniz bize hizmet eder. Ama onun içine dalmaya, sahip olmaya çalışırsak Karun gibi gark olup gideriz. O deniz kısa süren saltanatımızın sonu olur.

Biz de batanlardan olmamak için geçmişte ve bugün yaşanan gerçeklerden ders almak durumundayız. Madde, para ve dünya ile ilişkimizi tekrar gözden geçirmeliyiz. Bu dünyada mutlu ve rahat yaşamanın yolu mümkün olduğunca az eşyaya ihtiyaç duyarak, sade bir hayat tarzını tercih etmektir. Sahip olduklarımıza ne kadar şükredersek, nimetlerin de o ölçüde artacağı unutulmamalıdır. İşte kısa yoldan zengin olmanın yolu. İsraf etmemek, iktisat etmek, kanaat etmek, şükretmek, helâl yoldan kazanmak, “komşusu açken tok yatmamayı” vazife edinmek, başkalarını da düşünmek. Bütün bunlarda zerre kadar bir zarar ve ziyan, korku ve endişe olmadığı gibi; büyük bir lezzet, huzur ve mutluluk, rahat ve bereket vardır.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Rikâk 10; Müslim, Rikak 116, (1048); Tirmizî, Zühd 27, (2338).


ZENGİN VE FAKİR

 Yazının başlığı iki kelimeden ibarettir, ama bu iki kelimenin içini doldurmak oldukça zordur, hatta biraz da imkânsızdır. Zira “zengin” dendiği zaman ardı arkası kesilmeyen bir dizi soru onu takip edebilir. Hangi alanda, ne kadar, nasıl, kime göre, maddî mi, manevî mi, dünyevî mi, uhrevî mi? Vesaire.. Aynı şekilde, “fakir” dendiğinde de peşinden aynı sorular gelebilir..

Şahıslar bazında bu böyle olduğu gibi, ülkeler bazında da kaide değişmez. Yani “zengin” olarak tanınan şahısların sayısız fakirlikleri olduğu gibi, “fakir” olarak bilinen şahısların da sayısız zenginlikleri vardır. Türkiye zenginlerinden merhum Sakıp Sabancı’nın ibret verici bir ifadesi vardı: “Param var, servetim var, fabrikalarım var, ama çocuğuma (sakat olduğu için) bir ayakkabı alamıyorum.” Yine merhum Vehbi Koç, mide ve çeşitli hastalıklarından dolayı, iştahla soğan ekmek yiyen işçilerini adeta kıskanırmış..

Ülkeler ve milletler bazında da aynı paradokslar mevcuttur. Nice zengin ülkeler ve milletler var ki, fakir olarak bilinen milletlerin fakir ülkelerindeki bazı güzellikleri ve zenginlikleri adeta ağız suyu akıtarak, imrenerek seyrederler, konuşurlar..

Aslında zengin ve fakir ülkelerin yöneticilerini birbirleriyle karşılaştırdığınızda aralarında önemli bir fark bulamazsınız. Gerçi ülkeyi iyi veya kötü yönetmek belirleyici bir faktördür, ama her şey tamamen buna bağlı da değildir. Irk ve deri rengi de önemli değildir. Kendi ülkelerinde tembel olarak tanınan işçiler aslında zengin Avrupa ülkelerinin arkasındaki ana üretici güçtür. Peki, o zaman aradaki fark nereden gelmektedir?

Uzmanlar diyorlar ki:

Fark uzun yıllardır kültür ve eğitim ile içlerine işlenen değişik bakış açısıdır. Zengin ve kalkınmış ülke insanlarının davranışlarını incelediğimizde, büyük bir çoğunluğun şu prensiplere kalben inandığı görülür:

“1. Temel ahlâk kuralları. 2. Dürüstlük. 3. Sorumluluk. 4. Kanun ve kurallara saygı. 5. Başkalarının hakkına saygı. 6. Çalışkanlık. 7. Tasarruf ve yatırıma inanç. 8. İrade. 9. Dakiklik.

“Biz doğru bakış açısına sahip olamadığımız için fakiriz.”

“Zengin ve kalkınmış ülkeleri o noktaya getiren prensiplere uymak ve bunları çocuklarımıza öğretmek azmimiz olmadığı için hâlâ fakiriz.”

“Biz; tabiî kaynaklarımız olmadığından fakir değiliz. Kader bizi fakirliğe mahkûm etmiş de değildir. Bizim muhtaç olduğumuz şey doğru bakış açısıdır.”

“Zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark ülkelerin yaşı değildir. Meselâ Hindistan ve Mısır gibi ülkelerin iki bin yıldan fazla geçmişi vardır ve fakirdirler. Öbür taraftan Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi 150 sene önce isimleri bilinmeyen ülkeler kalkınmış ve zengin ülkelerdir.”

“Doğal kaynakların var olup olmaması da zenginlik ve fakirlik ölçüsü olmuyor. Japonya ufacık bir adaya sıkışmış, yüzde 80 arazisi tarıma ve hayvancılığa uygun olmayan bir ülkedir, ama zengindir. Ülke dev bir yüzer fabrika gibidir, bütün dünyadan hammadde ithal eder, sonra da bütün dünyaya hazır ürün ihraç eder.”

“Kakao yetiştirmeyen, ancak dünyanın en kaliteli çikolatasını üreten ülke İsviçre’dir. Kısa süren yaz döneminde toprağı da ekerler, hayvancılık da yaparlar. Ürettikleri süt ürünleri en iyi kalitededir. Bu ufak ülke yansıttığı güvenli, düzenli ve çalışkan ülke imajı sayesinde dünyanın para kasası olmayı da başarmıştır.”

6 Haziran 2023 Salı

İMANI HAKİKİ

 ÜÇÜNCÜ NOKTA 

   İman, hem nurdur hem kuvvettir.

Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.

تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder.

Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak'ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder.

Sonra saadet-i ebediyeye girmek için cennete uçabilir.

Yoksa tevekkül etmezse dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker.

Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.

   Fakat yanlış anlama!

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir.

Belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-i fiilî telakki ederek müsebbebatı, yalnız Cenab-ı Hak'tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.

   Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: 

   Vaktiyle iki adam, hem bellerine hem başlarına ağır yükler yüklenip büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler.

Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp üstünde oturup nezaret eder.

Diğeri, hem ahmak hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor.

   Ona denildi: "Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et."

   O dedi: "Yok, ben bırakmayacağım.

Belki zayi olur.

Ben kuvvetliyim.

Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim."

   Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder.

Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin.

Hem gittikçe kuvvetten düşersin.

Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek.

Kaptan dahi eğer seni bu halde görse ya divanedir diye seni tard edecek ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapsedilsin, diye emredecektir.

Hem herkese maskara olursun.

Çünkü ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile aczi gösteren gururun ile riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın.

Herkes sana gülüyor." denildikten sonra o bîçarenin aklı başına geldi.

Yükünü yere koydu, üstünde oturdu.

"Oh!

Allah senden razı olsun.

Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum." dedi.

   İşte ey tevekkülsüz insan!

Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et.

Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şakavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

Sözler

İMAN VESİKASI

 Evet, bu Cihan Harbi'nden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüt sarf edecek.

   İşte o dava ise yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahidlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.

Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek.

Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor.

Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş, ötekiler kaybetmişler.

Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

   İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini, o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfakî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır, diye kanaatimiz var.

Şualar

EN BÜYÜK HADİSE

 DÖRDÜNCÜ MESELE 

   Yine Gençlik Rehberi'nde izahı var.

Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: "Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumî'den elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hal) {(*): Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.} hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun.

Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camiyi bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar.

Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var?

Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler.

   Cevaben dedim ki: 

   Ömür sermayesi pek azdır.

Lüzumlu işler pek çoktur.

Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi her insanın kalp ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var.

Her bir dairede her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir.

Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var.

Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, ara sıra vazife bulunabilir.

Bu kıyas ile küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

   Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfakî işlerle meşgul eder.

Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder.

O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.

Ve bazen bu harp boğuşmalarını merak ile takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur.

Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Şualar

BAŞKASININ GÜNAHINA AĞLAMAK

 ÜÇÜNCÜ MESELE 

   Gençlik Rehberi'nde izahı bulunan ibretli bir hâdisenin hülâsası şudur:

   Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde bir Cumhuriyet Bayramı'nda oturmuştum.

Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı.

   Birden manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.

Ve gördüm ki o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar.

Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar, kat'î müşahede ettim.

Onların o acınacak hallerine ağladım.

Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler.

Geldiler, sordular.

Ben dedim: Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.

   Evet, gördüğüm hakikattir, hayal değil.

Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır.

Öyle de gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır.

Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalalet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.

Şualar

5 Haziran 2023 Pazartesi

OKU DİNLET,OKUT DİNLE

    İKİNCİ MESELE

Risale-i Nur'dan Gençlik Rehberi'nin güzelce izah ettiği gibi ölüm, o kadar kat'î ve zahirdir ki bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek.

Bu hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir.

Öyle de bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.

Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.

İşte bu dehşetli hakikatin muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş.

Bir kısacık hülâsası şudur:

   Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir.

Evet, çaresi var ve Risale-i Nur, Kur'an'ın sırrıyla o çareyi iki kere iki dört eder derecesinde kat'î ispat etmiş.

Kısacık hülâsası şudur ki:

   Ölüm ya idam-ı ebedîdir hem o insanı hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır.

Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir.

   Ve kabir ise ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nurani bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır.

Şualar[Y] - 193

ŞU MESELELERİ OKU, OKUT

 BİRİNCİSİ 

   Dördüncü Söz'de izahı bulunan, her gün yirmi dört saat sermaye-i hayatı Hâlık'ımız bize ihsan ediyor.

Tâ ki iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın.

   Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmi üç saati sarf edip beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarf etmezsek ne kadar hilaf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve meyusane hayatını geçirmek sebebiyle değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasaret ederiz, kıyas edilsin.

   Eğer, bir saati beş farz namaza sarf etsek o halde hapis ve musibet müddetinin her bir saati, bazen bir gün ibadet ve fâni bir saati bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî meyusiyet ve sıkıntıların kısmen zeval bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara keffareten affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellidarane bir hoşsohbet olduğu düşünülsün.

   Dördüncü Söz'de denildiği gibi bin lira ikramiye kazancı için bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen; halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir, çünkü bin hissedar daha var.

   Ve uhrevî mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i iman için kazanç ihtimali binden dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşif ile tasdik eden evliyadan ve asfiyadan hadd ü hesaba gelmez sadık muhbirler haber verdikleri halde; evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düşer, mukayese edilsin.

Şualar

YEC'ÛC VE ME'CÛC NEDİR ?

 #Yecûc_Mecüc nedir, kimlerdir?

Ye’cüc ve Mecüc’ün Kur’an’daki tarifi:

“Yeryüzünde fesat ve ifsat çıkarır, 

#yıkıp, 

#yakıp, 

#öldürüp_geçerler” şeklindedir. 

Hadis-i şeriflerde ise,

“Ye’cüc Me’cüc o kadar fesatlar, o kadar katl-u kıtallar yaparlar ki, dünya yaşamaya müsait olmaktan çıkar. “

Bediüzzaman hazretleri ise 

Ye’cüc – Me’cücü,

#anarşilikler, #bozgunculuklar,

#merhametsizlikler,

#vicdansızlıklar,

#canavarca_hareketlerle tavsif eder.. 

ve “kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıkarsa, o insan vahşi canavar bir insan olur” demektedir. 

Nurun beşinci Şua gibi parçalarına bakılabilir.

İşarat’ül İcaz eserinde de, 

“Bir insanın kalbinde anarşik temayüller inkişaf ederse, 

artık o insan zevk ve lezzetini merhametsizce tahrip ve bozmakta bulur” ifadesi yer alır.

İşte, son günlerdeki anarşik hadiseler, 

Ye’cüc ve Me’cüc’ün şiarı olan 

#katl, 

#tahrip, 

#bozma ile göründüğünden, hükmedilebilir ki, 

orta doğunun ye’cüc – me’cüc’ü IŞİD namındaki habis zümre olduğu gibi, 

Türkiye’nin ise, 

Kürtlük ismi altında

#anarşilikler ve

#tahribatlar,

#merhametsiz ve

#vicdansızca hareketler gösteren 

PKK’cılar ve bunun bir kuyruğu olan 

HDP ve BDP’lilerdir diyebiliriz.

IŞİD KAFİRANE BİR GİZLİ PARMAĞIN OYUNCAĞI

Evet hem İŞİD hem berikiler ye’cüc ve me’cüc’ün birer keşif kollarıdır diye bilmemizde bir mahzur olmasa gerek. 

İŞİD sözde ve güya Kur’an ve İslam adına ve İslam’ı ve Kur’an’ı alet ederek hunharca ve tam bir canavar anarşik ruh ile yaptıkları katl u kitaller caniyane tahribatlar bize katiyetle göstermektedir ki; 

IŞİD’i harekete geçiren ne bir selefiliktir, 

ne bir Kur’ancılıktır,

hatta ne de bir haricilik ve 

ne de bir vehhabiliktir.

Belki de bazı emarelerin işaretiyle zenakaca ve kafirane bir gizli parmağın oyuncağı olarak şuursuzca oynayan ve bilerek veya bilmeyerek müthiş bir İslam düşmanlığının failliğini deruhte eden uşaklarıdırlar.

PKK ve kuyruklarına takılmışların durumlarına gelince, bunlar da IŞİD’cilerin bir ikinci şekliyle yani sözde Kürtlük ve Kürt milliyetçiliği namına yaptıkları iş ve hareketleri ile ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri Kürtlük ve Kürt milliyetçiliği ile hiçbir alakasının olmadığını aleme göstermektedirler.

Evet, eğer gerçek ve hakiki manasıyla bunlarda Kürt milliyetçiliği bulunmuş olsaydı, herhalde hiçten ve sebepsiz olarak Kürt gençlerini badireli maceralara sürükleyip mihnet ve belalara giriftar etmezlerdi. Milliyetçilik odur ki kendi halkını maddi – manevi, dünyevi ve uhrevi refah ve saadetlere, mutluluk ve huzura götürecek vesilelere yönlendirmeleri lazımdı.

SİZ KÜRT MİLLİYETÇİSİ DEĞİL, KÜRT DÜŞMANISINIZ

Ey Kürtlük dava eden sahtekarlar! Sizin son günlerde sebep olduğunuz vahşetli tahribatınız kime yönelik olduğunu herhalde düşünmek istemezsiniz. Ben söyleyeyim; o ye’cüc – me’cüc’casına olan tahribat ve ölümler doğrudan Kürt halkına olmuştur. 

O halde siz Kürt milliyetçisi değil, Kürt düşmanısınız. 

Bu bedbahtça hurucun sebebi güya yalandan siyasetçi pozisyonunu gösteren sizlersiniz.

Okulları yakmak, 

sağlık ocaklarını kundaklamak, 

kamu binalarını tahrip etmek işi doğrudan 

#Kürt_Halkına_düşmanlık etmek içindir. 

Hele Van’da bir irfan müessesi olan binayı ateşe vermeniz ayarınızı açıkça açığa çıkarmıştır. Çünkü o bina Kur’an için Risale-i Nur namına yapılmakta idi. 

Siz kimin hesabına ve hangi müfsid din düşmanı namına o kabih fiili işlediniz ?

Ben söyleyeyim, 

siz o fiiliniz ile mazisi münevver ve Kur’an ve imanla müzeyyen tarihinizi inkar hesabına ve belki de, annesiyle, bacısıyla zinayı mubah gören ve mecûsiliğin kaynağı olan zerdüşt mezhebi namına yaptığınızı aleme gösterdiniz!..

HAKİKİ MÜSLÜMAN KÜRTLERİN HAMİSİ HAZRET-İ BEDİÜZZAMAN'DIR

Hayır, hayır !.. 

Kürtler bin dört yüz seneden beri Müslümandır ve Müslüman da kalacaktır. 

Kur’an için milyonlar şehid vermiştir. 

Hakiki Müslüman Kürtlerin 

#mümessili, 

#muhdisi, 

#hamisi, 

Hazret-i Bediüzzamandır.. Ve elhamdülillah bende o hakiki ve mazisini unutmamış Kürtlerdenim...

SENİN OLMAYAN BİR ŞEYİ AĹMA

 Yolda giderken önümde yürüyen kişiden  elli lira düştü.

Normalde bu tür durumlarda “paran düştü” diye uyarırım ama bu sefer şeytana uydum, parayı yerden alıp cebe attım.

Evde durumu hanıma anlattım.

O da “madem beleş para on lira daha kat da sinemaya gidelim” dedi.

Hafta sonunda sinemaya gitmeye karar verdik.

Hanım dedi ki “sen şimdi söz verirsin sonra cayarsın, internetten biletleri al da garanti olsun.”

İnternetten hizmet bedeli dahil 39 liraya patladı biletler.

Ben tamirat ustasıyım.

Yağlı bir müşterim “Cumartesi benim villaya gel, seninle biraz işimiz var” dedi.

Ben “Pazar olmaz mı ?” dedim “olmaz” dedi.

Sinema biletini Cumartesiye aldığımız için en az 1-2 bin liralık iş kaçtı.

Neyse sinema saati yaklaşınca eve kayınpeder ile kaynana damladı.

“Biz sinemaya gideceğiz” deyip savacaktım ki hanım, “biz sinemaya gidiyoruz, siz de gelin” demez mi?

Kaynana hazretleri metrobüsten hazzetmedikleri için sinemaya kadar sağlam bir taksi parası verdim.

Kışlık erzak depolar gibi de mısır patlağı aldılar sinema öncesinde.

Nasıl olsa damat ısmarlıyor.

50 lira buldu ya yolda !

Halbuki ben kurbandaki dana hissesine bile o mısır patlaklarına verdiğim kadar vermemiştim. Film arasında birer posta mısır daha aldık.

Kısacası o elli lira yüzünden epey batmıştım, ama daha cezam bitmemişti.

Sinema çıkışında benim eski tanıdıklardan birisi laf atmaz mı?

Yanımda eşim ve kayınpederler varken kadına ahlaksız muamelesi yaptım, tersledim.

Meğer kadının yanında erkek arkadaşı varmış.

Aniden bana kafa atmaz mı?

Kayın babam da nasılsa biz çokuz (2 erkeğe karşı 

1 erkek ) diye ona daldı.

Ama hesap hatası yaptı, çünkü arkadaş grubuyla gelmişler, bizi fena benzettiler.

Gece karakolda noktalandı.

Öpüştük barıştık sağlam bir kefaletle dışarı çıktık.

Ben kırılan burnum için ameliyat olmak zorunda kaldım.

Kolu kırılan kayınpederin ve arbedede düşüp çömleği kıran kaynanamın hastane masraflarını ödemem bile işe yaramadı, karım bana hala küs.

“ O nasıl bir kadındı da uğruna kavga ettin, halbuki benim için elini kaldırmazsın” diyor.

Geçenlerde biri simit parasının üstünü düşürdü.

Adam bozukluk diye umursamadı, yerden almaya yeltenmeyince adama; “Kendini düşünmüyorsan bu parayı bulacakları düşün, milletin başını belaya sokma, al şu parayı yerden” dedim

Sen sen ol, alın teri ile kazanmadığın paraya asla elini bile uzatma…!!!


~•~#ALINTI.

4 Haziran 2023 Pazar

DİNİ YAPILAR SİYASET ÜSTÜ OLMALI

 Dini yapılar ve siyaset

15 Temmuz olayı, malûm cemaate mensup bir grup ile beraber Kemalistlerin de içinde olduğu, karanlık yönleri fazla olan talihsiz bir kalkışmadır. Bu olayı camiye taşımak ve darbe ile alâkası olmayan büyük kitleyi incitecek şekilde hâkim siyasîlerin ağzıyla orada onu anlatmak bir talihsizliktir. Biz o cemaate mensup olmadığımız halde çok incindik. Vicdan sahibi her insan da mutlaka incinmiştir.

Etrafıma baktım, çok kimsenin benim gibi rahatsız olduğunu, tatsızlık olmasa camiyi terk edeceklerini hissettim. Bazıları “Bundan sonra böyle olursa ben bir daha camiye gelmem” diye fısıldanıyordu.

Halbuki iş böyle olmamalıydı. Zira camiler, kışla ve okullar gibi siyasetin dışında ve üstünde olması gereken, farklı fikir mensubu bütün toplum kesimlerini kucaklayan ve birliğimizi sembolize eden mukaddes mekânlardır.

Maaşlarını halkın vergilerinden alan diyanet mensupları, belli bir partinin siyasî görüşlerini camiye taşıyarak onların propagandasını yaparlarsa, sadece o partinin destekçilerini memnun etmiş olurlar, diğerlerini küstürerek dinden ve camiden soğutmuş olurlar. İnsanları dinden ve camiden soğutmanın vebali çok ağırdır. Ahirette bu işin hesabını vermek pek kolay değildir.

Her devirdeki siyasîler, toplum nezdinde meşrûiyyetlerini pekiştirmek için devletin makam ve imkânlarıyla, din âlimlerini ve dinî yapıları yanlarına çekmek isterler. Ama onlar bu tuzağa düşmemeleri lâzımdır.

Tabiin ve Etbeu’t Tabiin’in âlimleri, Emevîler ve Abbasîler zamanında dindarlar da olsalar, zamanın halifelerinden uzak durmuşlardır. Yaşadıkları asırda her biri birer yıldız şahsiyet olan İmamı Azam, İmamı Şafii, tasavvufta zirvelerde olan Abdulkadir Geylanî, Şah-ı Nakşibend, İmamı Rabbanî, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, ahir zamanda Üstad Bediüzzaman Said Nursî, dindar kimlikli de olsa zamanlarındaki idarecilerinden uzak durmuşlar, ancak onlarla çatışmayarak hasbî, başarılı din hizmeti ifa etmişlerdir.

Bugün ülkemizde her biri yüz binlerce mensubu bulunan cemaat ve tarikatlar, 80 bin küsur cami ve 200 bin kadrosu bulunan devasa bir bütçeye sahip Diyanet Teşkilâtı vardır. Buna göre ülkemiz manevî olarak büyük bir inkişaf içinde olması lâzımdı.

Ancak böyle olmayıp toplumda korkutucu bir iman ve ahlâk buhranı yaşanmaya devam edilmektedir. Demek bu yapıların toplum nezdinde pek etkileri olamamaktadır.

Bize göre bu çelişkinin en önemli sebebi; yukarıda görüldüğü gibi başta Diyanet Teşkilâtı olarak dinî yapıların hâkim siyasîlerin makam-mevki, ve maddî imkân tuzaklarına düşerek, onların gölgesinde hizmet yapmalarıdır. Ülkemizde toplum, politize olmuş dinî hizmetten hazetmemekte ve onu kale almamaktadır.

Dinî yapılar içinde Yeni Asya Nur  Camiası’nın mümtaz ve örnek bir yeri vardır. O, Üstadının istiğna düsturu ile amel ederek baştan beri, makam-mevki ve maddî imkân tuzaklarına düşmemiş, kendi yağıyla kavrularak siyasîlerin manyetik alanına girmeyerek hasbî, müstakil, müsbet bir metot ile iman ve Kur’ân hizmeti yapmaya devam etmektedir.

Onun, din, vatan ve milletin menfaatine olan bu tavrından rahatsız olan derin ve hâkim güçler, hizmetini akamete uğratmak en azından zayıflatmak için mensupları arasına fitne fesat sokarak uhuvvet ve tesanüdlerini bozmaya çalışmaktadırlar. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın yardımı ve Üstadın himmetiyle inşallah emellerine ulaşamayacaklardır.


Son söz: Başta Diyanet Teşkilâtı olmak üzere dinî cemaat ve tarikatlar, malûm cemaatin başına gelenlerden ibret alarak âcilen özeleştiri yapmaları bir zorunluluktur. Onlar, siyasetin yörüngesinden çıkarak dünyevî hedeflerden vaz geçip aslî vazifeleri olan uhrevî hedeflere yoğunlaşmaları, müstakil, halisane iman ve Kur’ân hizmeti yapmaya odaklanmaları lâzımdır. Ülkenin yaşadığı iman ve ahlâk buhranından kurtuluşu buna bağlıdır.


2 Haziran 2023 Cuma

KİMSEYE AVUÇ AÇMA !

 “Namerde değil, merde dahi muhtaç etme ne demektir? 

KANAAT EN BÜYÜK HAZİNEDİR KAPATMAMALI 

Hiç şüphesiz muhtaç olmak ayrı, yardım etmek ayrı fiillerdir. Bir kelâm-ı kibar olan “Namerde değil, merde dahi muhtaç etme” ifadesi, yardımlaşmaktan değil, muhtaç olmaktan kaçınmayı ifade ediyor.

“Veren el” olmak kaydıyla yardımlaşmak güzeldir. Fakat yardımlaşmakta “alan el” tarafında olmak, bilhassa kendi hesabına olsa, hem insanlar nezdinde, hem Allah nezdinde makbul değildir.

Çünkü ‘veren el’ olmak insanı Samed, Vehhab, Kerim, Cevad, Muhsin, Mükrim gibi esma-i hüsnaya yaklaştırıyor. Oysa ‘alan el’ olmanın insanı yaklaştırdığı herhangi bir esma yoktur.

Öte yandan Bediüzzaman’ın ifadesiyle, tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, insanlardan bir şey istemek ve almak o tükenmez hazine ve defineleri kapatır. 

ŞÜKRÜN MİKYASI KANAATTİR 

Bu yüzden Allah katında alıcı olmak makbul değil, verici olmak makbuldür.

Bu yüzden alıcı olmak yüz kızartıyor; verici olmak ise bilâkis onur veriyor.

Bu yüzden Peygamber Efendimiz (asm) “Veren el alan elden üstündür.” buyurmuştur. Bu yüzden Sahabe-i Kiram “alan el” olmaktan kaçınmak için, atın üzerindeyken kırbacı yere düşse, inip kendileri alırlar, yerde yürüyen mert birisine bile “şu kırbacı alıver” demezlerdi.

Bu yüzden Allah katında makbul olan muhtaç olmamaktır, istiğnadır, gözü ve gönlü tok olmaktır, kanaattir, müstağni olmaktır. Ki, Bediüzzaman Hazretleri bu sıfatların şükrün mikyası ve ölçüsü olduğunu ifade ediyor.

Buna mukabil aç olmak, gözü doymamak, hırs etmek, kanaatsizlik etmek, insanlara el açmak, insana kendini acındırmak, fakru halini insana arz etmek gibi davranışlar ise Allah’ın hoşlanmadığı davranışlardır. 

Ki, Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu davranışlar şükürsüzlüğün belirtileridir.

Bediüzzaman bu meseleyi şöyle vecizleştirmiştir: “Şükrün mikyası kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.” 

GÖNLÜ TOK OLANI ALLAH MUHTAÇ ETMEZ  

Bu yüzden bollukta ve darlıkta vermeyi Cenab-ı Allah emrediyor.  Ama darlıkta almayı emreden değil, teşvik eden dahi bir âyet yoktur. 

Bilâkis İlâhî tavsiye, almaktan kaçınmakla ilgili vardır: Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Dilenmekten kaçınan kimseyi Allah iffetli ve gönlü tok kılar. Gönlü tok olanı Allah başkasına muhtaç etmez.” 

Keza bir hadis de şöyledir: “(Hakikî) fakir, kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan bir şey istemeyen kimsedir.” 

Keza Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden kim dilenmeye devam ederse, yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah’a kavuşur.” 

Bu yüzden yardımlaşmak güzeldir, sevaptır. Ama muhtaç olmak güzel değildir.

Muhtaç olan için yardım almaya ruhsat vardır, kanaat etmeye ise emir vardır.

Ama muhtaç olan kimseye yardım etmeye emir vardır, ilgisiz kalmaktan ise nehiy vardır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” buyurmuştur..


1 Haziran 2023 Perşembe

EY İNSAN AKLINI BAŞINA AL !

 NELERİ KAYBETTİK ?

Kaybettiklerimizden bazıları; 

 Adaleti kaybettik. Geciken adalet, adalet değildir. 

İşlevsel millet meclisini kaybettik. Milletvekilleri kamu vicdanını rahatlatamıyor. 

Güveni kaybettik. Devlet başta olmayınca; kuzgun leşte dolaşıyor.

Sevgi ve saygıyı kaybettik. Ya dövüyor, ya sövüyoruz. Olmadı üstünde tepiniyoruz. 

Helâl haram hassasiyetini kaybettik. Açgözlülükle, bulduğumuzu sorgulamadan götürüyoruz. 

Liyakati kaybettik. Her makam, mevki benim. Zinhar benden olmayana su dahi verilmeye! 

Değerleri, ölçüyü ve pusulayı kaybettik. Pusulasız gemilerin akıbetini, denizin derinliklerinde görebilirsiniz. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır. 

Aklımızı kaybetmeden, kaybettiklerimizi bulmalıyız. Bulalım ki; torunlarımız için bırakılan emanete ihanet etmemiş olalım. Tarihe not düşelim ki; kendimizi savunabilelim. 

Ey insan! 

Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva'-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? 

Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve kat'iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir. 

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve safî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o safî hürmetin tercümanı ve unvanı olan "Bismillahirrahmanirrahîm"i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman'ın dergâhında şefaatçi yap.

   Ey insan, eğer insan isen "Bismillahirrahmanirrahîm" de. O şefaatçiyi bul!

Gençlik Rehberi - 189

KONUŞMA ÂDÂBI

 Cenab-ı Hak, insanı yaratırken sayısız kabiliyet bahşetmiştir.

Hiç şüphesiz ki insanın  konuşma kabiliyeti de Rabbimizin bize vermiş olduğu nimetlerden sadece biridir.  

Bir insanın edebî, ahlâkî, nezaketi ve  zekâsı konuşmasından   anlayabiliriz. Çünkü bilindiği üzere fikir ne ise, zikirde o olur.

Güzel ahlâk sahibi bir insan güzel konuşmayı bilen, konuştuğu ile daima bir güzelliği hatırlatandır. 

Kalbimizin yüküne sözlerimiz omuz verir. Kimi zaman bir insanın gönlüne  bir sözümüzle girerken, kimi zaman bir gönülden bir  sözümüzle sürgün ediliriz.

Cemal Süreyya bir sözünde    “konuşabilmek  ve konuşmayı bilmek arasında büyük bir fark vardır. Meselâ konuşmayı bilmeyi çoğu insan bilmez” diye söyler. 

Günümüzde bu  farkın farkında mıyız? 

Konuşmayı bilmek  iletişimi daha güçlü bir hâle getirirken, konuşmayı bilmemek bir iletişimi bitirebilir. 

Konuşurken nefes alalım. Derin bir nefes alalım. Nefes alıp, muhatabımızı dinleyelim. Konuşabilmek için dinlemeyi bilmek esastır. Dinleyelim ki konuşabilelim.

Her şeyin bir adabı, edebi ve ölçüsü olduğu gibi konuşmanın da bir ölçüsü ve inceliği vardır.

Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde konuşurken nelere dikkat etmemiz gerektiğini bizlere belirtmiştir:

Anlamlı konuş (müminun 3)

Kibarca konuş  ( Bakara 83)

Yalansız konuş  (Hac 30)

Gerçeği Konuş  (Al-i İmran 17)

Zarifçe Konuş  (İsra 13)

Dürüst Konuş  (İsra 28)

İnsan konuştuğu zaman hak namına, edebi ile konuşmalı veyahut sükûnete bürünmeli.  

Konuşurken saygılı, dürüst ve  ince bir üslûp edinmelidir.

Bir insan konuştuğu ile sevgi, saygı ve itibar görür. Bir insan kötü ve çirkin konuşursa, itibar kaybeden ve çevresi azalır. Böylece kendi dili ile yalnızlığa mahkûm olur.  

Güzel konuşan biri ile her şey  güzelleşir. Problemler çözüme, dertler devaya kavuşur. Çünkü olumlu ve yapıcı sözler  iyileştirici bir etkiye ve pozitif bir enerjiye sahiptir.

Aynı zamanda kelimeler kişiliğimizin, aklımızın ve kalbimizin aynası gibidir. İnsan ne ise sözleri de odur.    

Kelimeler birer tohumdur. Bazı kelimeler kalbimizde çiçek açtırır. Bazı kelimeler kalbimizde çiçek soldurur. Başka bir deyişle, her söz  kalbe bir iz bırakır, böylece konuşurken ya bir kalp kırılır ya da bir kalp kazanılır. Bu sebeple dikkat ile düşünerek konuşalım. Unutmayalım ki konuşurken her kelimemiz bizi anlatır.


SIR VE SIR SAKLAMANIN ÖLÇÜSÜ

 Sır, bazan başkaları tarafından bilinmesi istenmez. Gerek fert, gerek aile, gerek cemaatler, gerekse devlet içindeki sırlar bunlar hepsi de özel sırlardır, açığa çıkarmamalıdır. Açığa çıkarılan sır, sır olmaktan da çıkar. Hz. Ali (ra) “Sır, yani içinde sakladığın şey senin esirindir. Onu ortaya çıkardığın zaman sen ona esir olursun” buyurmuş.

Sır saklamada önemli bir husus da başkalarının bize emânet ettikleri sırları saklamaktır. Peygamberimiz (asm) ve Ashabı kendilerine söylenen sırları muhafaza eder ve kimseye açıklamazlardı. Özellikle aile sırlarının korunması çok önemlidir. Sırların korunmaması münafıklık âlâmetlerindendir. Aile sırlarını yayanların ise, kıyâmette en kötü kişiler arasında sayılacağını Efendimiz (asm) haber vermiştir. (Müslim, Nikâh. 123-124)

Sır saklamak nasıl güzel ve faydalı bir davranışsa, bunun aksini yapmak da o ölçüde kötü ve zararlı bir iştir. Başkalarının sırrını araştırıp ortaya çıkarmak, sonra da onları ifşa etmek İslâm ahlâkına yakışmayan bir davranıştır.

Sır ile alâkalı konumuzu özetleyen bir anekdot ile bağlamak istiyorum.

Hocanın biri Uhud Dağı’na uzun uzun bakıp sormuş: Okçular Tepesi’ni terk eden sahabeler kimdi?

Cevap: Yok.

Tekrar etmiş: “Okçular tepesini terk eden sahabeler kimdi?”

Sonunda cemaat mahçup bir şekilde: “Bilmiyoruz hocam” demişler.

Hoca: “İnanın bunu ben de bilmiyorum. Aslında hiç kimse bilmiyor. Çünkü, bu asla İslâm tarihinde de yazmaz.”

O okçular kimdi? Öz çocukları da bilmez, hanımları da bilmez. Çünkü, Ashab-ı Kiram kimseye söylememiş, saklamışlardı.

Hatta yıllar sonra Cemel ve Sıffın gibi hadiselerde birbirlerine ters düştükleri halde bu sırrı kimse açığa çıkartmamış, kimse kimseye kusur atfetmemiştir.

Bu kıssadan bize düşen nedir?

Şöyle ki: Uhud’da, Ayneyn Tepesi’ni terk eden okçuların isimleri sahâbe arasında gizlendiği gibi, biz de birbirimizin gizli sırlarını öyle örtelim ki, ahirette, Rabbimiz (cc) kimsenin bilmediği nice günâhlarımızı örtsün inşaallah…

Birbirimizi çekiştirmek, ‘olanı söylüyoruz..’ demek zaten gıybettir. Olmayanı söylesek iftira olur.

Hazreti Muhammed (asm) şöyle buyurdu: ‘Birbirinize buğzetmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.’ (Buhârî Edep, 57)

Mahşerde “Ümmetim!..” diye haykıran bir peygamberin ümmeti olarak birbirimizin sırları ile uğraşmak bize neyi kazandırır diye, kendimizi sorgulamalıyız.

Sorgulamalıyız ki; Hz. Vahşi ile Hz. Hamza’nın, “el ele tutuşarak” gireceği Cennette, biz de girmeye lâyık olabilelim…. Vesselâm

ÖLÜMÜ SEVDİREN ESER VE ÖLÜM

 Dünya  hayatı ve ölüm hakikati 

İçinde yaşadığımız şu dünya denilen âlemi faniden dar-ı âlemi ahirete gitmenin yolu olan ölüm gerçeği öldürülebilir mi? Buna hayır, mümkün değildir diyeceğiz.

Madem öyledir. O zaman şu ölüm hakikatini etraflıca eğitimini söz konusu edip incelemek lâzımdır diyoruz.

Peki ya nedir mahiyeti şu ölümün?

Bediüzzaman Hazretleri ölümün en güzel tarifini hem de müjdeli bir şekilde izah ederken şunları ifade eder ve der ki,

“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat. 221)

Ölüm hakikatinin böylesine sevindirici mahiyetleriyle gerçek yüzünü ifade eden bir başka izah tarzını bulmak mümkün değildir diyoruz.

Ölüm hakikatini değerlendirirken bir ölüm eğitimi almanın ihtiyacı söz konusudur. 1970’li yıllarda san’at lisesi mektebinde okurken, öğrenciler arasında yaptığımız ve yıl sonu sergilediğimiz araçlar arasında yeşile boyanmış türbeyi andıran bir de akvaryum yaparak sergilemiştik.

Bizim de teşrifatçı olarak görevlendirildiğimiz sergiye kılık kıyafetiyle pejmürde bir vaziyet içinde görünen bir bayan yaptığımız akvaryuma yaklaşır yaklaşmaz “Aaa korkuyorum! demişti. “Neden?” bu bir akvaryum” diyerek mukabelede bulunurken “Bu bana ölümü hatırlatıyor” demişti. Yaşının bir hayli ilerlediği görünen bayanın bu hal ve tavrı, bir ölüm eğitiminin alınması gereğini düşündürmüştü bize.

Ölümün arka yüzünün korkulacak bir şey olmadığını ifade etmeme rağmen bizi dinlemeden oradan uzaklaşmıştı hanımefendi.

Çağımızda mevcut zafiyetlerden birisi de iman hastalığının ortaya çıkmış olmasıdır. Ölüm hakikatini doğru anlamada bilinmesi yönünde gerçek mahiyetinin korkulacak ve kaçınılacak bir hakikat olmadığını eserlerinde, hatta ölüme dahi ölümü sevdirmek yoluyla çareler izhar eden Bediüzzaman eserlerinde bu hakikatin eğitimini izhar ederken ölüm ötesinin gayet güzel olduğunu belirterek şunları ifade eder.

“Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nûra giriyorsunuz. Sahib ve Mâlik-i Hakikî’nin tarafına gidiyorsunuz… Ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz!.. (A.g.e. 223)

Eğitimini sağlam esaslara dayalı olarak izah eden Bediüzzaman Hazretleri, şu sözüyle de ölüm yoluyla da nereye gidip ve ölüm hakikatinin nerede noktalanacağını ifade ederek şöyle der.

“bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil gülerek giriniz.” (A.g.e. 223)

Mahiyet itibariyle dünya hayatından ayrılıp ahiret yolculuğunun ilk kapısı olan ölüm hakikatini bütün yönleriyle bilmek ve anlamak gereğine inananlardanız. Şu ölüm hakikatinin gerçek mahiyetiyle bilinmesi, anlaşılması adına eserlerinde ölümün bir nev’î eğitimini izhar ederken Bediüzzaman Hazretlerinin şu tahlil ve muazzam tesbitine kulak vermek ve hatta yaşamaya çalışmak elzemdir diyoruz.

Bakınız şu manidar ifadelerine Bediüzzaman’ın;

“Ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: “El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: “El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!”

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok.” (Münacat Risalesi: 129)


AHİRET İNANCI

 Öbür taraf eğitimi

İnsan iki boyutlu bir varlıktır.

Maddî ve manevî hususiyetlerle mücehhezdir. Bir boyutu yaşadığı şu şahadet âlemi, diğer boyutu ise uhrevidir. Yani ahirete bakar. İki dünya arası yolculuğu mevcuttur. Bediüzzaman, gayet net ve nezih ifadeleriyle’ insan bir yolcudur sabavetten (çocukluktan) gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşire, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı mal mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı cehlinden dolayı tamamen bu hayatı faniyeye sarf ediyor. Halbuki levazımattan laakal onda biri dünyevî hayata dokuzu hayatî bakiyeye sarf etmek gerekir (Mesnevî-i Nuriye, s.189) diye tarif eder insanın hayat profilini…

ÖBÜR TARAF DEDİĞİMİZ NE Kİ?

Kabir kapısıyla başlayan yolculuğun adıdır öbür taraf. Öbür tarafa gideceğiz mutlaka. Azığımız ne? diye sormalıyız özümüze. Konuşmalı ve düşünmeliyiz. Bilmeliyiz ki öbür taraf var, yani kısaca ahiret âlemi…

Öbür tarafa gitmenin kesinleştiği şu dar-ı dünyada, öbür taraf adına nasıl bir eğitim almışız veya almalıyız? durup düşünmek iktiza eder…

Öbür taraf eğitimi adına Kur’ân’la sünnetle ve Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinin yanı sıra zikir fikir ve şükürle alâkadarlığımızın derecesi nedir?

Nasıl bir öbür tarafa hazırlık eğitimi alıyoruz, almışız veya almalıyız durup düşünmekte fayda var diyoruz.

Daha da ötesi, belli ve plan dahilinde almaya mecbur olduğumuz bir öbür taraf eğitiminden geçirmeliyiz kendimizi.

Öbür tarafa ait sorumluluklarımız mevcuttur. Üstelik yalnız kendimizi değil, hukukumuzun olduğu topyekûn aile fertleriyle birlikte bir öbür taraf eğitiminin gereğini yerine getirmeliyiz diye düşünüyoruz.

Peki bu nasıl olacaktır?

Diyoruz ki,

Kur’ân rahlesinden geçer ilk eğitim. Sünnet ekseninde seyr eder ve tefekkür deryasıyla devam eden bir yapı ve anlayış içinde hareketlerimizi tanzim ederek hayatımıza yön vermeliyiz.

Nur-u Kur’ân dersleri, yani Nur Risaleleriyle husûle gelen ve bu yapı içinde mevcut ders programları eşliğinde nizami bir hayat seyrine bağlı kalarak alacağımız bu istikametteki manevi eğitim yoluyla öbür taraf eğitiminin tahsili elbette mümkündür…

Bir Nur mekteb-i irfanisi olan Kur’ân’dan süzülen hakikatler ışığında, doğru eğitim metot ve kaidesiyle mücehhez kültür hazinesi eserler  yoluyla,  öbür taraf eğitimini sağlılı bir biçimde tamamlama adına tam donanımlı bir ekoldur. Yeter ki dikkat tertip ve düzen içinde bu eserlerde yazılı hakikatleri tahsile yönelelim…

HANGİ UNSURLAR?

Öbür taraf eğitimi adına mezkûr  eserlerde öne çıkan dünya ve ahiret saadetine sebep olan kriterler saymakla bitmez. Ancak öbür taraf eğitiminin sağlığı açısından şu meseleleri tahsilde zikretmek mümkündür: Tevhid, nübüvvet, ibadet ve ahlâk gibi.

Serapa, iman hakikatleriyle mücehhez olan Risale-i Nurlar, gönüllere, kalp ve akıllara şuurlu bir iman iksirini yerleştirmekle tahkiki bir iman modelini izhar etmektedir.

İnsana verdiği doğru İslâmın şuurlu imanıyla, dünya ve ahiret saadetini kazanmasını sağlamakla birlikte Allah’a olan inancın pozitif ilimlerle sağlamlaştırma yoluyla kuvvetlenmesi yolunu aralamaktır. Kâinat unsurunu bir kitap telâkkisinde  değerlendirerek, onun okunmasını sağlamış bu noktadan hareketle san’attan san’atkara vardırmıştır. İnsanı, sarsılmaz bir imana sahip kılmıştır. İnsanlığı Kur’ân’ın mükemmel yorumu olarak ileri sürdüğü hakikatlere Kur’ân rasathanesinden âyet dürbünüyle bakarak sağlıklı bir tahkiki imanın varlığını Kur’ânda göstererek ispat cihetine gidip, tevhit meselesine yaklaşımını bu bağlamda sürdürmektedir.

İBADETİN ANLAMI

İbadetin anlamını insanın şahsî sosyal ve ahiret hayatının düzenlenmesinde bir kurtuluşa vesile olacağı izhar ile birlikte emr-i İlâhî olduğu gereğini ispat yoluyla ahirete giden yolda en doğru bir istikamet olduğu hakikatini ifadeyle, öbür tarafa gitmenin  ibadet unsurundaki eğitimin önemine dikkatleri hasreder..

Sonuçta, iki boyutlu bir varlık olan insanın hem bu dünya hem de ahiret  dediğimiz öbür dünyadaki hayatı adına bu dünyada manevî eğitimli  olması iktiza eder.

Öbür taraf eğitimi ihmale gelmemelidir..


SİYASET BATAKLIĞI

 Dördüncü Mesele: Şu nefiy zamanımda görüyorum ki hodfüruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirane, rakibane bir nazarla bakıyorlar.

Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım.

   Hey efendiler!

Ben imanın cereyanındayım.

Karşımda imansızlık cereyanı var.

Başka cereyanlarla alâkam yok.

O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendini bir derece mazur görüyor.

Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirane, rakibane vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek; gayet fena bir hatadır.

Çünkü sâbıkan ispat edildiği gibi siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye hasr ve vakfetmişim.

Madem böyledir, bana eziyet verip rakibane ilişen adam düşünsün ki o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.    Beşinci Mesele: Dünya madem fânidir.

Hem madem ömür kısadır.

Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.

Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.

Hem madem dünya sahipsiz değil.

Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir Müdebbiri var.

Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır.

Hem madem لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.

Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.

Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

   Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

{(Hâşiye):   Bu mademler içindir ki şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum.

"Meraka değmiyor." diyorum ve dünyaya karışmıyorum.}

Mektubat