30 Mart 2021 Salı

BİR KÖTÜLÜĞÜ ÖNLEMEK İÇİN ÇALIŞMAK

 Bazen fasit daireden, kısır döngüden çıkamıyor, bocalayıp kalıyoruz.

Yani, kendi kafa fenerimize itimat edip, bildiğimizden şaşmıyoruz! Dolayısıyla, ihtimalleri, yanılma payını hiç dikkate almıyoruz.

Doğru bildiğimiz eğrilerle amel edip gidiyoruz, çoğu zaman.

İnsan her şeyiyle, her şekliyle mükemmel olmaz, olamaz; çünkü kul, kusur ile malûldür.

Bizim de kabahatimiz, hoşa gitmeyen yönlerimiz, hatta kötü taraflarımız olabileceği gibi; bir başkasının beğenmediğimiz bir davranışına, bir kötülüğüne maruz kalmamız da mümkün.

Bunun örneklerini, günlük hayatımızda zaman zaman yaşıyoruz.

Marifet, bu gibi şeylere kısas uygulayıp aynıyla karşılık vermek değil; kırlangıç kuşunun yaptığı gibi zararın bazen altından, bazen üstünden geçerek yola devam edebilmektir.

Yoksa her kötüyü düşman bilmek; defterinden silivermek olur mu?

Kaldı ki, kötü olan ancak biziz; bizim nefsimiz!

Cenab-ı Hak, bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluvermiştir.

“Buna (bu güzel davranışa), ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.” 

(Kötülük, en güzel hâlet ne ise onunla önlenir. Meselâ gazaba sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ile karşılık verilir.)

Risale-i Nur’da, “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; husûmete en lâyık sıfat husûmettir”  deniyor.

Aksi hâlde, “Kin ve haset, ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi sevapları da yakıp bitirir.” 

Yine, Peygamberimizin (asm) ifadesiyle; “Faziletin en üstünü, seninle akrabalık bağını kesenle ilişkini sürdürmen, sana vermeyene vermen, sana kötü söz söyleyeni bağışlamandır.” 

Kötülüğün karşıtı, iyiliktir. İyilik ise karşılık beklemeden başkalarına yapılan yardım, hayır, lütuf, kerem, ihsan, inâyettir.

Merhum Ali Fuat Başgil, bize, “Başkalarından gördüğün kötülük, seni iyilik yapmaktan alıkoymasın” tavsiyesinde bulunuyor.

Öyle ya, kötülüğe kötülükle karşılık vermek her kişinin, kötülüğe karşı iyi davranış sergilemek ise, er kişinin işidir

29 Mart 2021 Pazartesi

RIZKIMIZ BİRİLERİ VASITASIYLA AYAĞIMIZA GÖNDERİLİYOR

    Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi bereket suretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal:

   Benim yakın dostlarım bilirler ki iki üç sene evvel her gün yarım ekmek -o köyün ekmeği küçük idi- muayyen bir tayınım vardı ki çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayınım hem bana hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.

   İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat'î bir surette ilan ediyorum: Onlar bana bâr değil hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.    Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakiki dost ve en sadık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve لَوْلَا الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلَاءُ صَبًّا sırrıyla, yani "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti." ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.

   İşte ey insan! Aklını başına al. Eğer sen ölmezsen ihtiyar olacaksın. اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ sırrıyla, sen valideynine hürmet etmezsen senin evladın dahi sana hürmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen yine onları memnun et ki onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seriü't-teessür kalplerini rencide etmek ile خَسِرَ الدُّنْيَا وَ الْاٰخِرَةَ sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahman istersen o Rahman'ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Mektubat[Y] - 285

DOĞRULUK YOLU

 Her tarafımızı kötülüklerin sardığı yaşadığımız bu zamanda yeni bir tarikat kurulsa. Temeli “YALAN SÖYLEMEMEK” olan bir Tarikat. Yani, yalan söyleyen tarikattan düşse. Ne güzel olur değil mi? Yalanla iman bir arada bulunmaz. Peygamberimiz aleyhisselatü vesselam’a “mü’min …. Günahı işler mi?” “İşleyebilir” buyuruyor. Mü’min ….. günahı işler mi? “İşleyebilir” buyuruyor. “mü’min …. Günahı işler mi?” “İşleyebilir” buyuruyor. “Mü’min yalan söyler mi?” deyince ise “ASLA” buyuruyor. Yani yalan söyleyenin dinle imanla alakası kalmıyor. Peki bu kadar yalanı toplumda kimler söylüyor? Bence; temeli yalan söylememek üzere kurulan bir tarikat çok mürid bulamaz ama topluma en faydalı işi yapmış olur.

Veya “Yalan Söylemeyenler Derneği” YSD kurulsa kötü mü olur? Çok da iyi olur. “Dedikodu Yapmayanlar ve Dinlemeyenler Derneği” DYDD muhteşem olur.

Hayatın kurallarına uyarak kul hakkından kurtulanların yaşadığı bir toplum olarak imanımız ve Salih amellerimizle kurtuluşa erenlerden olsak fena mı olur?

Toplum hayatımızdaki tüm kötülükleri bünyemizden söküp atmadıkça on değil yüz seçim de yapsak kimse kurtuluşumuzdan bahsedemez. Fatih Sultan Mehmed Han’ı Fatih yapan, “Ben siftahımı yaptım yan komşudan al” diyen esnaftı. 

BİLGE KİŞİLERİN GÜZEL SÖZLERİ


Hayatın günlük akışı içerisinde hepimizin karşılaşabileceği farklı durumlar, olaylar, kişiler ve zamanlar vardır. Hadise ve olayların her birisi, kişiye, zamana, şartlara, fikir ve değerlere göre kendi makamında önemi, ağırlığı veya önceliği vardır. Bütün bunları Allah’ın verdiği, akıl, ruh, hisle okumak doğru çözümdür. Var olan değerlerle birlikte yaşamayı, onların çekilmez değil de yaşanabilir hale getirebileceğini tespit ve tatbik eden başta Allah’ın elçileri peygamberlerdir. Bilge kişiler de bu konularda birer rehberlerdir. Onların görüş, düşünce, tecrübe ve tespitleri hayata ışık tutan parlak nur haleleridir.

Bu yazımızda köşemize misafir edeceğimiz bilge kişi, Hristiyan dünyasının önemli filozoflarından Rönesans felsefesini biçimlendiren, kilise tarafından yakılarak öldürülen Giordano Bruno’dur. (1548- 1600), İşte ondan hayata ait değerlendirme ve tespitler:

İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer: 1- Bakış açısını değiştirmek, 2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek.

İki şey yanlışı engeller:1-Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek, 2- Hak yememek.

İki şey kişiyi gözden düşürür: 1-Demagoji (Lafazanlık), 2- Kendini ağıra satmak (övmek)

İki şey insanı ‘Nitelikli İnsan’ yapar: 1- İradeye hakim olmak. 2- Uyumlu olmak.

İki şey geri bırakır: 1- Kararsızlık, 2- Cesaretsizlik.

İki şey kaşif yapar: 1- Nitelikli çevre, 2- Biraz delilik.

İki şey ömür boyu boşa kürek çekmeyi önler: 1-Baskın yeteneği bulmak, 2- Sevdiğin işi yapmak.

İki şey başarının sırrıdır: 1- Ustalardan ustalığı öğrenmek, 2- Kendini güncellemek.

İki şey başarı ve mutluluğu yakalamanın sırrıdır: 1- Niyetin saf olması, 2- Ruhsal farkındalık.

İki şey milyonlarca insandan ayırır: 1- Problemin değil, çözümün parçası olmak, 2- Hayata ve her şeye yeni (orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek.

İki şey gelişmeyi engeller: 1- Aşırılık (mübalağa, abartı, ifrat), 2- Felâkete odaklanmış olmak.

İki şey çözüm getirir: 1- Tebessüm (gülümseme), 2- Sükut. (susmak)

İki şeyin değeri kaybedilince anlaşılır: 1- Anne, 2- Baba.

İki şey geri alınmaz: 1- Geçen zaman, 2- Söylenen söz.

İki şey ulaşmaya değerdir: 1- Sevgi, 2- Bilgi.

İki şey “hayatta önemli olan her şey” içindir: 1- Nefes alabilmek, 2- Nefes verebilmek.

“Allah, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, “Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Allah’ı kullanırlar. “ Giordano Bruno.

Allah’a iyi bir kul, insanlığa katkı yapacak faydalı bir insan olmak dilek ve temennisiyle


EMANETİ EHLİNE VERMEK

 "Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.

Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor!

Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür".

{Âyetin emanet ve adalete riayet emri ebedî ve genel bir düstur olmakla beraber, güzel de bir nüzul sebebi vardır: Hz.

Peygamber (s.a.) Mekke'yi fethedince, Kâbe'ye bakan Osman b.

Talha kapıyı kilitlemiş, Kâbe'nin üzerine çıkmış ve anahtarı vermeyi reddederek: "Senin peygamber olduğunu bilseydim onu verirdim" demişti.

Hz.

Ali anahtarı zorla ondan aldı, kapıyı açtı, Hz.

Peygamber içeri girerek iki rekat namaz kıldı, çıkınca amcası Abbas, anahtarı ve şerefli bir görev olan bakıcılığı kendisine vermesini istedi.

İşte bu münasebetle 58.

âyet nâzil oldu.

Efendimiz, Hz.

Ali'ye "anahtarı eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini" emretti.

Bu olay Osman b.

Talha'nın da müslüman olmasına sebep teşkil etmiştir.}

Mealli Kur'an - 86

AHİRETTE SENİ KURTARACAK BİR ESERİN OLSUN

 Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fânî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

İ’lem Eyyühe’l-Aziz!

Kabir, âlem-i ahirete açılmış bir kapıdır; arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer, o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

Eğer İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Fârukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak, ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil’de “Ahmed,” Tevrat’ta “Ahyed,” Kur’ân’da “Muhammed” ismiyle müsemma İki Cihanın Güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Fârukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.

Şu esâsâta dikkat lâzımdır:

1. Allah’a abd olana her şey musahhardır, olmayana her şey düşmandır.

2. Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.

3. Mülk Allah’ındır, sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip, senin için muhafaza edecek; sende kalırsa, meccanen zâil olur, gider.

4. Devam olmayan bir şeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin, dünya da zâildir, halkın dünyası da zâildir, kâinatın şu şekl-i hâzırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

5. Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fânî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.


BİZ EMANETÇİYİZ

 BİZDE BULUNAN HİÇBİR ŞEY BİZİM DEĞİLDİR

  Hastalıklarla iç içe bir ömür, size ne öğretti?

Hayatımızın bir başkasının elinde olduğunu. Çok kere “benim gözüm, benim kulağım, benim gönlüm, benim elim” deyip duruyoruz. Hâlbuki gözümüzün nurunu Cenâb-ı Hakk söndürecek olsa, bize kim bir göz bağışlayabilir? İşte hastalıklar insanda olan âfiyet nimetinin daima hatırlanmasını sağlıyor ve kulu Hâlikına daha çok bağlıyor. Hiç bir eksiği olmayan, her nimete mazhar olan kimseler çok defa hüsranın yaylasına çadır kurup mezarlarda geçecek günleri unutuveriyorlar. Hâlbuki insan sabaha çıktığında akşama ereceğini bilemez. Hattâ bir dakika sonra başına ne gelecek, onu bile tahmin edemez. İki Cihanın Saâdet Güneşi Efendimiz (Aleyhisselâtu Vesselâm), Abdullah b. Ömer’e şöyle dedi: “Sabaha çıktığın vakit akşama çıkacağını düşünme, akşama çıktığın vakit de sabahlayacağını hatırına getirme. Hayatından ölümün ve sıhhatinden hastalığın için –zaman– ayır. Yâ Abdullah! Yarın adının ne olacağını bilemezsin!” Evet, günümüzdeki bütün kavgalar, gürültüler ölümün unutulmasından, hesap gününün hesaba alınmamasından ileri gelmektedir.

Şunu da ifade edelim ki, hastalıklar ölüm sebebi değildir. Ancak eceli gelenler ölür. Ölümünü beklediğimiz nice insanlardan, senerce daha önce sağlam insanlar, ebediyete kanat açtı. Hayatı yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi, ölümü yaratan da yine O’dur. O halde ne gam!..Ne keder!...



28 Mart 2021 Pazar

MUTLU BİR EVLİLİK KURALLARI

 BİR BABANIN,MUTLU EVLİLİK İÇİN, OĞLUNA NASİHATI  

Âkil adam, 

Peygamber Efendimiz’in (asm) sözlerinden ve tecrübelerinden hareketle, oğluna evlenmeden evvel birkaç öğüt verir. İşte onlardan bir demet:

Oğlum!

 Şimdi sana 45 yıllık evliliğimin tecrübelerine dayanarak bazı nasihatlerde bulunacağım. 

Bu nasihatlere uyarsan dünyada mutlu bir ömür geçirdiğin gibi, ahirette de ebedî saadete ulaşırsın inşaallah.

* Doğup büyüdüğü, senelerce yaşadığı bir yuvadan çıkarak, yabancı bir yere gelecek, huyunu-suyunu tam olarak bilmediğin bir insanla yaşayacak, bir yastıkta kocayacaksınız.

* Sen ona dost ol ki, o sana sevgili olsun.

* Sen evin direği ol ki, o da kirişi olsun.

* Sen ona hizmetkâr ol ki, o da sana cariye olsun.

* Ona sıkıntı verme ki, o da sana huzur kaynağı olsun.

* Sen ondan uzaklaşma ki, o da sana yakın olsun!

* Onun eğe, kaburga kemiğinden (mecazdır) yaratıldığını unutma ki, doğrultmaya kalkmayasın!

* Gözü ol, kulağı ol, kolu ol, gücü ol, onu koru ki, başkasına sığınmasın!

* Dışarıda işlerinle, içeride eşinle, çocuklarınla meşgul ol!

* Yiyecek, içecek hususunda cömert ol; “kanaati, iktisadı öğret”, ancak “Çok harcıyor, israf ediyor” diye asla şikâyette bulunma!

* Karının hakkını kendi hakkına tercih et!

* Eşinin akrabasını gözet!

* Evde asla asık suratlı olma, onu sevdiğini sık sık ifadeden çekinme!

* Eşinin senden ne istediklerini dikkatle not al! Meşrû isteklerini geri çevirmemeye çalış. Gücünün yetmediklerini ise, belirli bir takvime bağla. Tarihî geldiğinde de vaadini yerine getir.

* Evin idare ve düzeni ona aittir, her şeye karışma!

* Çocuklarının en büyük ve en tesirli hocası anneleridir.

* Eşinle sık sık istişare et.

* Yaptığın işleri, iyilikleri başına kakma! İyilik olarak ektiğin her tane, yüz tane olarak sana döner!

* Emirler yağdırmaktan kaçın. Ona güzellikle, iyilikle ve yumuşak sözle nasihat et.

* Hanımının hatalarını sakın çocuklarının ve başkalarının yanında söyleme. Yalnız iken, yumuşak bir şekilde söyle!

* Aile sırlarınızı kimseyle paylaşma.

* Kötü alışkanlıklardan ve yalandan uzak dur! Bunlar yuvayı içten içe yıkan birer kurttur.

* Sen ona katlanırsan, o da sana katlanır. O katlanmazsa da Allah’ın seni onunla imtihan ettiğini düşün. Ona her yönüyle iyi bir hayat arkadaşı olmaya çalış!

* Önemli gün ve bilhassa bayramlarda küçük ve basit de olsa, ona hediyeler al!

* Unutma, eşine merhamet edersen, sana da merhamet edilir.

* Daima tefekkürde ol. İbadetlerini ifâ et. Namazlarını vaktinde ve mümkünse cemaatle kılmaya çalış!

* Sen Allah’tan razı ol ki, Allah da senden razı olsun! Senin rızan, nimete şükür, nikmete rıza ve sabretmektir.

* Şu sözü çerçeveleterek başının üzerine as: “Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlâkın gereğine göre davran.” (Tirmizi, Birr, 55.)

* Evliliğin de senin için bir imtihan olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarma.

HAYAT BİR ŞEKİLDE DEVAM EDİYOR

 

Unutmamalıdır ki insan cisim itibariyle her sene değişmekte, her sene başkalaşmakta, her sene vücudunun yapı taşı olan hücrelerini bir yandan atarken, diğer yandan tazelemektedir. Bu bir yok oluş süreci değil, bir yenilenmek ve tazelenmek sürecidir. Yaratılış faaliyetinin devam edişidir. Kudretin insanı ilmek ilmek işlemesi ve yeni hayatlara mazhar kılmasıdır.

Bir gün gelip vücut elbisesi birdenbire ruhumuzdan boşanırsa veya ruhumuz bir et ve kemik kafesten ibaret olan cisim yuvasından çıkar giderse, yani ölüm dediğimiz şey başımıza gelirse biz yok mu olacağız? Fena mı bulacağız?

Cismimizin çürüyüp dağılması bizim de dağılmamız, çürümemiz ve hayatı terk etmemiz demek mi olacak?

Yoksa hayat yeni bir tarz ve yeni bir biçimde devam mı edecek?

ALLAH, EBEDî CENNET HAZIRLAMIŞTIR   

İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu sorulara cevap veriyor. 

Bediüzzaman mealen diyor ki: Sen bazı yönlerden fenaya gittiğin zaman, Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’in ilminde, yüksek nazarında, bilgisinde yok oluyor değilsin, fena buluyor değilsin.

Allah’ın ilminde ve yüksek nazarında var olman; buna iman etmen ve bunu iman cihetiyle hissetmen, sana varlık ve beka olarak yeter.

Nitekim senin için koca Cenneti hazırlayan O’ndan başkası değildir! Seni yaratan ve seni tanıyan Allah, senin damak tadına, zevk anlayışına ve huzur iklimine uygun şekilde ve senin için ebedî Cenneti hazırlamıştır!

Senin bekan için, ebedî yaşama hasretin için ebedî Cennet yeter! Nitekim Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm ezelî ilim, ezelî görüş, sonsuz bilgi, sonsuz rahmet, sonsuz rıfk u şefkat sahibidir.

Bundandır ki, insan için, bütün hücrelerine sinmiş biçimde dayanılmaz ebediyet isteğine ve beka arzusuna karşı, dayanılmaz hicranına karşı, ebedî ve baki Cenneti hazırlamıştır.

İNSANI ÖLMEDEN ÖLDÜREN ŞEY !


Dünya hemen her bakımından insanı yiyip söndürmeye ve soldurmaya hazır bir potansiyele sahiptir.

Üzerindeki fena damgası, insanı durmadan hırpalamaktadır.

İnsan âcizdir, yalnızdır, kimsesizdir. Bu fena canavarına karşı çaresizdir.

Oysa “Allah’a İman” gibi bir güç kaynağı insanın yanı başında hazır durmaktadır.

İnsan el verdiğinde elinden tutacak, gönül verdiğinde gönlünü sonsuz şekilde kavrayacak bu iman aydınlığı ile bilir ki, Allah kendisine şah damarından daha yakındır.

İnsan tek bir yönelişle, tek bir niyetle ve katıksız bir samimiyetle Allah’a iman nuruna kavuşabilir ve artık fena canavarının can yakıcı darbesine maruz kalmaktan kurtulabilir.

Aksi takdirde, yarının yokluk, ölüm ve ayrılık taşlarıyla örülü yolları, insanı her gün yıkmakta, her gün soldurmakta, her gün ölmeden öldürmektedir.

Varlıktan kopma düşüncesi dayanılmaz bir keder halinde insanoğlunun her gün gözünü karartmakta, her gün yüreğini yakmaktadır. İnsanı ölmeden öldüren şey, imansızlıktır.

OYSA ÖLÜMLE ÖLÜME GİTMİYOR  

Oysa insan imanda ne yüksek varlık olduğunu, Allah’a yönelişte ne sonsuz hayat müjdesi gizlendiğini, Allah’ın rızasında ne erişilmez saadet bulunduğunu bir bilse, bir bilse, bir bilse...

Hiç imana karşı öyle kayıtsız kalabilir mi? Hiç Allah’a karşı böyle duyarsız davranabilir mi? Hiç Allah’ın emirlerine karşı böyle umursamaz olabilir mi? Hiç Allah’ın rahmetine karşı böyle ilgisiz bulunabilir mi?

Öyle ki ölümle insan fenaya, yok olmaya, mahvolmaya, çürümeye, erimeye, bozulmaya, dağılmaya, yani ölüme gitmiyor.

Ölüm hiçbir şekilde dağılmak ve bozulmak değildir. Ölüm insanı sadece dünyadan koparıyor; hayattan değil, gençlikten değil, saadetten değil, rahmetten değil! İnsan için dünyadan ayrılmak neden yok olmak olsun?


YAŞLILARA HÜRMET, ÖMRE BEREKET

 İnsanı kemâle ulaştıran, olgun bir mü’min olmanın huzurunu yaşatan en kıymetli dönem yaşlılıktır.

Yaşlılık, bedenin yorulduğu ruhun tecrübeyle yoğrulduğu bir dönemdir. Dolayısıyla bu dönemin mahiyetini iyi bilmek gerekir. 

Bediüzzaman’ın ihtiyarlara yazdığı Risalede, bir senelik ihtiyarlığı on senelik gençliğe değişmediğini görüyoruz.  “Biz bu ihtiyarlığımızı yüz gençliğe değişmemeliyiz. Evet, ben kendim sizi temin ediyorum ki, Eski Said’in on senelik genç- liğini bana verseler, ben şimdi Yeni Said’in bir senelik ihtiyarlığını vermeyeceğim. Ben ihtiyarlığımdan razıyım; siz de razı olmalısınız.” 

Demek ki ihtiyarlıkta bir güzellik var. Gençliğinin kıymetini bilenler, ihtiyarlıktaki güzelliği yakalayabilirler. 

Yaşlılar, Allah’ın duâlarına icabet ettiği, ihsan ve ikramına mazhar kıldığı kimselerdir. Onlar, yuvalarımızın dayanağı, bereket kaynağı, rahmet ve mağfiret vesilesidir. “Hem bir hanenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu; hem bir haneyi belâlardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş mâsum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu, hadis-i şerifin bir parçası olan “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti” diye ferman etmekle, bu hakikati ispat ediyor.”

Allah belli âyetlerle, evlâtları ihtiyar peder ve valideye karşı hürmete ve şefkate dâvet ediyor. İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor. İnsaniyet fıtratı dahi, ihtiyarlara karşı merhameti gerektiriyor.

Belâ ve musîbetlerin arttığı şu günlere, bir de ihtiyarların penceresinden bakabilsek. Acaba ne gibi bir hürmetsizlik, ne gibi bir saygısızlık yapıldı da bunlar başımıza geldi. Toplum olarak büyüklerimize sahip mi çıkamadık. Yoksa pandemiden hiç ders almayıp ihtiyarlarımızı yalnız mı bıraktık. Onların seriütteessür ruhlarını incitmeden, muhabbet ile yaklaşmamız gerekirken; hastalığı yayan etkenmiş gibi davrandık. Halbuki onlar belâları koruyan kalkandı. Ve her an sevgiye muhtaçlardı. 

Yaratılış itibariyle sevgi ve ilgiye muhtaç olan insanın, yaş aldıkça ziyadeleşen bu ihtiyacını muhabbetle karşılamak gerekiyor. Bizleri büyüten ve bugünlere getiren büyüklerimize saygı göstereceğiz ki, sevgi görebilelim. Yaşlılara göstereceğimiz şefkat ve merhamet, onların huzurlu bir yuvaya en çok ihtiyaç duyduğu ihtiyarlık çağında ayrı bir önem taşır. Ömürlerinin bu en hassas döneminde onların yanı başında olmak, ihtiyaçlarını karşılamak, hayır duâlarını almak, bizim en önemli vazifemizdir. Her ihtiyarda kendi hayat serüvenimizi görmenin geleceğimize büyük faydası var. Yarının ihtiyarları bugünün gençleri olacaktır. Bizlere küçük yaşlarda merhamet kanatlarını geren anne babamız olmak üzere, büyüklerimize bunu unutmadan yaklaşmak gerekiyor. Hayatlarını ko- laylaştırmak ve tecrübelerinden faydalanmak için çalışalım. 

Ömrümüzün bereketi, ihtiyarlarımızın avuçlarında saklı. Ne yapıp edelim, onu kazanalım…

26 Mart 2021 Cuma

ALLAH BİZİ BAĞIŞLAMAK İSTİYOR

 Bizi Bağışlamak İstiyor

Bildiğimiz kesin bir şey daha var: Allah bizi affetmek istiyor. Bu sebeple Kitab-ı Mübin’inde aftan, tövbe etmekten, bağışlamaktan, mağfiretten çok bahsetmiştir. Bizi tövbe etmeye dâvet etmiştir. Bizi aslında özel gün ve gecede değil, nefes alıp verdiğimiz her an, yaşadığımız her an affetmek istediğini bildirmiştir.

Eğer hayatın gafleti içinde, af isteme fırsatı bulamamışsak, işte berat getiren bir gece! Berat Gecesi’ni fırsat olarak önümüze koymuştur. Elini kaldır ve arın! Elini kaldır ve günahlarını dök! Günahlarımızın dökülmesi için illa da virüsün ciğerimize saplanmasını bekleme!

Yarınki Berat Gecesi’nde, elini açanın bağışlanacağı müjdelenmiştir. Bu gece, yürekten bir “Allah!” diyenin bağışlanacağını bildirmiştir.

O bizi günahkâr görmek istemiyor. Bizi bağışlamak, arındırmak ve tertemiz yapmak istiyor. Yarattığı ilk gündeki gibi temiz olmamızı istiyor.

ALLAH BİZİ ÇOK SEVİYOR

 Sevmeseydi Yaratmazdı 

Beratımızı alıp almadığımızı bilmiyoruz. Bunu hiçbir zaman da bilmeyeceğiz. Mahkeme-i Kübra’dan geçmedikçe… Ancak kesin bildiğimiz bir şey var: Allah bizi seviyor.

Çünkü sevmeseydi yaratmazdı. Sevmeseydi insan yapmazdı. Sevmeseydi Müslüman kılmazdı. Bizim kusurlarımız çoktur. Günahlarımız denizlerin köpükleri kadar. Yanlışlarımız yüzümüzü kızartacak boyutta. Eğer affedilmezsek mahşere nasıl çıkarız?

Sevmeseydi bizim gibi günahkârı bağışlamak için fırsat kollar mıydı? Bize yığınla fırsat verir miydi? Bize mağfiret etmek için önümüze günleri ve geceleri serer miydi?

Belli ki bu fani dünyadan göçerken günahsız göçmemizi istiyor. Günahlarımızı burada dökmemizi istiyor. Baki âleme günahla geçmemizi istemiyor.

İşte bir Berat Gecesi: Arınma ve beratını alma gecesi! O’na dönelim ve arınalım!

KORKU VE TELAŞ

 Şefkatli Bir Uyarı !


Üstümüzde musîbetin kol gezdiği günlerden geçiyoruz. Bütün dünya insanı olarak, korku ve telâştan perişan olduk. Zerreden de küçük bir virüse, yenik düştük. Ne gözle görülüyor, ne elle tutuluyor. Meğer Allah’ın ne görünmez, ne saldırgan orduları varmış! Biz dünyada keyfimize göre, zulmederek, çalıp çırparak yaşayacağımızı sanmıştık. Dünyada Allah’ın iradesi geçerli olduğunu, böylece öğrenmiş olduk. Ama telâşımız henüz geçmedi. Korkuyoruz.

Eğer virüsten korktuğumuz kadar, Allah’tan korksaydık inanın günahlarımız dökülür giderdi. Dikkat ediyorsanız bu virüs, Müslüman memleketleri neredeyse pas geçiyor. Neden diye sormayacak mıyız? Bunu, şefkatli bir uyarı saymayacak mıyız?

Virüsten kendimizi koruduğumuz kadar, günahlardan ve haramlardan korusaydık, inanın ahiretimizi kurtarmaktan başka, dünyamızı bile kurtarırdık. Bir temizlik, barış ve güzellikler medeniyeti kurabilirdik. 

Allah’a sonsuz şükür borçluyuz. Ahirette ateşten koruduğu gibi, yasaklarından kendini koruyanı dünyanın hastalıklarından da koruyor.

25 Mart 2021 Perşembe

EY İNSAN,GURURU BIRAK !

 İnsan bu !

Nisyan ile mağlul insan, hem unutur hem de tekrar aynı hataya düşer. Bir türlü ibret almaz ders çıkarmaz.  Tevbe eder tekrar tevbe ettiği şeylere döner.Bazen göklerde gezer yeryüzüne sığmaz gurur ve kibir yüklü sanki herşeye gücü yeter bir varlik gibi, yürürken yeri deler başı göklerde gurur abidesi.Bilmez ki görülmeyecek kadar küçük bir mikroba mağlup olur.Yeryüzünün sarsıntısı hayatının zindana dönmesine sebep olur.Gök yüzündeki bir gezegen şimşek yıldırım rahatını kaçırır korku içiesisinde tirtir titremesine yeter.

İnsan bu unutur hiç bir olay olmamış gibi günlük işlerine devam eder edecektir de.Hayvana nisbeten akıl ile donatılan insan, ne yazık ki, çoğu zaman aklını, yerinde kullanmaz.Hayvanın düşmeyeceği hatalara düşer.Dünyayı versen doymaz. Bazı zaman da, dünyada boğazı boğulmuş gibi daralır. O zaman da küçük bir eve, odaya hapsolur.Dahası var, dar bir kabre girer, orada yerleşir.

Ey insan gururu bırak seni yaratanı düşün.Bu dünyadaki görevin hayvan gibi çabalamak dünyayı omuzuna almak değil, misafir olarak gönderildiğini bilip hane sahibinin rızası dairesinde hareket etmektir.Allaha kul ol ki,mahlukata kul olmaktan kurtulasın.

HER HÜKÜMETİN RİSALE--İ NURLARA ŞİDDETLE İHTİYACI VARDIR

 Aziz sıddık kardeşlerim.

Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur'a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adavet etmek, en dinsizleri de onun dindarane, hakperestane düsturlarına tarafdar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola. 

Çünki bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir: 

Birincisi; merhamet.. ikincisi, hürmet.. üçüncüsü, emniyet.. dördüncüsü, haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.. beşincisi, serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası temin edip, asayişin temel taşını tesbit ve temin eder. 

Risale-i Nur'a ilişenler kat'iyyen bilsinler ki; onların ilişmesi, anarşilik hesabına vatan ve millete ve asayişe düşmanlıktır. İşte bunun hülâsasını o casusa söyledim. Dedim ki: Seni gönderenlere böyle söyle.

Allah ülkemizi,milletimizi, her türlü bela ve musibetlerden korusun.Amin.

EDEP YÂ HÛ!

 Edep bir tac imiş

Ali Rıza AYDIN

WhatsApp

25 Mart 2021, Perşembe                           

İncelik, terbiye, güzel ahlâk edebin lügat karşılığı; “güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık” 1 ise, edebe ruh giydiren belli başlı umdeler.

Bir mü’min, gönlünü Allah (cc) ve Resûlü’ne (asm) hasrettiği nisbette İlâhî vuslata mazhar olma yolundadır. Bunun en önemli emâresi ise, Peygamberimizin (asm) ahlâkını örnek almasıdır.   

Nebevî ahlâkın özünü, yüksek bir “edep duygusu” oluşturur. Sahâbe-i Kirâm, Peygamber Efendimizin (asm) eşsiz ahlâkını, “Örtüsüne bürünmüş bâkire bir kızdan daha hayâlı ve edepli idi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde bu durum, mübarek yüzünden anlaşılırdı” 2 sözleriyle tarif ve tavsif ediyor.  

Zaten O (asm), sahip olduğu edep hakkında; “Beni Rabbim edeplendirdi ve edebimi de güzel kıldı.” 3 buyurmuştur.

İmanın özü olan edep duygusu, mü’minin hayatının her safhasını kuşatan bir haslettir. Bilhassa da ibadet ve insanî ilişkileri…  

Bu itibarla, önceleri tekke ve dergâhların en mühim ikaz levhalarından birisi de; “Edep yâ Hû!” idi. Bu ifade, edepli olmaya çağıran bir ikaz olduğu gibi, aynı zamanda, “Yâ ilâhî! Edep lütfeyle!” manasında bir duâdır.  

Çünkü edep, bütün hâllerde istikamet ve iyilik üzere bulunmaktır. 

Edep, aklı ikmal eden, onu nurlandıran, imanı kemâle erdiren, insanı ruhen terakki ettirip saadet ve selâmete kavuşturan en hayırlı bir sermayedir.  

İnsanlığın yüksek noktadaki faziletini ifade eden “edep” kavramı hakkında Hazret-i Mevlânâ; “İblisin İlâhî kapıdan kovulması, Cenab-ı Hakk’ın karşısında edepsizce konuşmasındaki cüretindendir. Eğer şeytanın başını ezmek istersen, gözünü aç ve gör; şeytanı kahreden edeptir. İnsanoğlunda edep bulunmazsa, o gerçekten insan değildir. Zira insan ile hayvan arasındaki fark, edeptir” diyor.  

Bir Pers atasözünde, “Bi-edeb ra edeb kerden edeb est/ Edepsize edeple karşılık vermek, edeptendir” deniyor. 

Bu cümleyi teyid eden bir anekdot: 

Diyojen, yolda kendisini sevmeyen biriyle karşılaşır. Adam: “Ben edepsizlere yol vermem” der. Diyojen de, “Ben veririm” der ve yoldan çekilir. 

Eh, öyle ya! İnsan insanın aynası değil mi? 

Diğer manasıyla edep bir toplumda örf, âdet kural hâlini almış iyi ve faydalı tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran bilgi demektir. 

“Ehl-i irfan arasında aradım, kıldım talep,  

“Her hüner makbul imiş, illa edep illa edep.”  4 

Dipnotlar: 

1- Said Nursî, Şuâlar, 205. 

2- Buhârî, Menâkıb, 23.  

3- Câmiü’s-Sağîr, I, 12. 

4- Devlet Adamlarına Öğütler, 45.

24 Mart 2021 Çarşamba

TEDBİR HER ZAMAN İYİDİR

 Aziz, sıddık kardeşlerim!

   Her vakit ihtiyat iyidir. Zâten Hazret-i İmam-ı Ali (Radıyallahu Anhü) de kerametkârane bize ihtiyatı tavsiye ediyor. Şimdi şark tarafında yeni bir hâdise:

   Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirdleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur'u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

   Evvelâ: 

   Kur'an bizi siyasetten men'etmiş; tâ ki elmas gibi hakikatları, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.

   Sâniyen: 

   Şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten men'ediyor. Çünki tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi-sekiz masum, bîçare, çoluk-çocuk, zaîf, hasta, ihtiyarlar var. Bela ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belaya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nur'un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirdlerini men'etmiş.    Sâlisen: 

   Hem de ki: "Onsekiz senedir bir defa kendi istirahatı için hükûmete müracaat etmeyen ve yirmibir aydır dünyayı herc ü merc eden harblerden hiçbir haber almayan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamların dostane temaslarını istiğna edip kabul etmeyen bir adama, ondan korkup, tevehhüm edip, dünyanıza karışmak ihtimaliyle evhama düşüp tarassudlarla sıkıntı vermekte hangi mana var? Hangi maslahat var? Hangi kanun var? Divaneler de bilirler ki, ona ilişmek divaneliktir" dedik. O casus da kalktı gitti.

   Umum kardeşlerimize, hususan erkânlara ve matbaacılara, hususan Hizb-i Nuriye'nin naşirleri olan Hâfız Ali, kahraman Tahirî ve Hâfız Mustafa ve rüfekalarına birer birer selâm ediyoruz.

Kastamonu - 240 

     Allah memleketimizi ve bizleri umumi bela ve musıbetlerden korusun.Amin.

KİME DESTEK OLALIM ?

 Öyle ise;

Vatan ve millet hesabına çalışan, hürriyetçi ve demokrasi taraftarı, maddi ve manevi değerlere önem veren, meclis ve kanun hakimiyetini savunan samimi idarecilere destek verin der.

Yani demokratlara…

Peki bizler ne yaptık?

Ne kadar dinledik Üstadın ikazlarını?

Verme dediklerine mesafeli durduk mu?

Maalesef…

Yeni Asya camiası hariç bir çok grubumuz oradan oraya savruldu.

Çeşitli bahanelerle Üstadın siyasi prensiplerine sırt döndüler.

Bazıları garip tevillere saptılar.

Üstadın vermeyin diye ikaz ettiği her kesime destek verdiler

Gizli veya açıktan.

Ve Demokratların böyle “etkisiz eleman” haline gelmesinin yolunu açtılar.

İşte geldiğimiz durum ortada.

Şayet bu gün ağır bir siyasi, sosyal ve ekonomik kriz var ise…

Toplum günden güne gerilip bir çöküşe doğru yol alıyorsa…

Bunun en önemli sebebi Üstadın siyasi ve içtimai prensiplerine karşı bir tutum alınmasındandır.

Gömlek değiştirmeyi adet edinmişlerin baş tacı edilmesidir.

Umuyoruz ki Üstadın meslek ve meşrebine gönül verenler hatalarını anlarlar…

Yanlıştan dönerler…

Ve Üstadlarının her konuda olduğu gibi, siyasi ve içtimai konudaki prensiplerine de sıkı sıkıya bağlı kalırlar.

İşte o zaman ülke siyaseti için bir çıkış yolu bulunmuş olur.

ÜSTADIN SİYASİ PRENSİPLERİNE SIRT ÇEVİRMENİN CEZASI

 23 Mart Üstadımızın 61. vefat yıl dönümü.

Allah ondan ebediyen razı olsun.

Önümüze öyle bir prensipler manzumesi koymuş ki.

Bizlerin istikamette olmasına vesile oluyor.

Şayet bu prensiplere sıkı sıkıya bağlı kalırsak, kıyamete kadar istikamet hatası yapmayız, inşallah.

Bu prensipler ise üç ana madde halinde özetlenebilir:

1- İman ve Kuran prensipleri…

2- Hayat ve şeriat prensipleri…

3- İçtimaiyat ve siyaset hakkındaki prensipler…

İlk iki madde konusunda ittifak var.

Tüm Nurcular, Üstada gönül verenler, dostlar, kardeşler, talebeler bu iki maddeye sıkı sıkıya bağlılar.

Ancak üçüncü madde konusunda biraz sorun var.

Hatta yer yer ihtilaflar da…

Çünkü;

Hizmet erleri arsındaki ayrılıklar hep bu madde üzerinden olmuş.

Fitne de bu siyaset madenini çok işletmiş.

Bazılarının safiyetinden, bazılarının fazla hassasiyetinden, bazıların hırsından, makam sevdasından, öne çıkma gayretinden fitne hep yol bulup gelmiş.

Siyasi bahaneler ile hizmet erlerini dağıtmış.

Şöyle bir bakın 12 Eylül sonrasına.

Bu konuda çok örnekler göreceksiniz.

Halbuki Üstadın bu konudaki fikri açık ve nettir.

Talebelerine tavsiyeleri de bir o kadar nettir.

Özetle:

Öncelikle siyaseti dinsizliğe alet edenlerden uzak durun der Üstad.

Sonra;

Dini siyasete alet edenlerden, kendi taraftarını dindar gösterip karşıyı din dışına itenlerden, müntesiplerine melek, muhalifine şeytan diyenlerden; kendine milli diğerlerini gayr-i milli gösterenlerden de uzak durun der.

Aynı şekilde;

“Irkı ve vatanı siyasetine alet edenlere de fırsat vermeyin” diye ikaz eder.


23 Mart 2021 Salı

RİSALE-İ NUR BİR İDEALDİR

 Risale-i Nur kendi entellektüelini yetiştirmiştir

22.03.2021 Yeni Asya   

Said Nursî’nin en temel iki hedefi vardı. Biri, din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte tahsil edileceği bir üniversite kurmak; diğeri iman ve irfan sahibi bir nesl-i cedid yetiştirmek. Bu iki hedeften maksadı ise, insanların imanını kurtarmak ve İslâm’ın manen olduğu kadar, maddeten de terakkiye müsait olduğunu ispat etmekti.

Esasen gerek dinî, gerek felsefî sahada öncü isimlerin yeni bir nesil yetiştirme hayali hep var olmuştur. Sokrat’tan Karl Marks ve Engels’e, Seyyid Kutup’tan Mehmet Âkif’e kadar ideal nesil özlem ve gayretini görmek mümkündür.

Milletin cehaletle hak ve hukukunu bilmemesi, fakirlik ve zaruretle maddî refahtan uzak kalması, ihtilâf ve bencillikle İslâm’ın lâyık olduğu ittihad ve izzeti gösterememesi gibi dertler, her hamiyet ve gayret sahibini harekete geçirecek nitelikteydi. Çare olarak, eğitim ve iman hizmeti hayatî önem arz ediyordu.

ÜNİVERSİTE İDEALİ

Eğitimin kültürle iç içe olduğu bilinen bir husustur. Eğitim; kültürün yeni kuşaklara aktarılmasını sağlayan, kültürü etkileyen ve kültürden etkilenen bir süreçtir. Dinî değerleri muhafaza ettiği gibi, dili de muhafaza eder. Ahlâkî ve moral değerleri, gelişen ilmi ve teknolojik vasıtaları kullanarak gelecek kuşaklara aktarır.

Tarihçe-i hayatını bilenlerce malûmdur ki Üstad, ömrünün sonuna kadar idealindeki üniversite için çalışmıştır. Sultan Abdülhamid, Sultan M. Reşad, M. Kemal ve Celal Bayar nezdinde bu meselenin takipçisi olmuştur. Demokrat Parti döneminde önceleri Doğu Üniversitesi adıyla gündeme gelen, sonradan Atatürk adı verilen üniversite, 1957 yılında Erzurum’da kurulmuş bir üniversitedir. Türkiye’nin en eski yedinci üniversitesidir.

YAYGIN VE ÖRGÜN EĞİTİM

Bediüzzaman bunun kurulmasını hararetle desteklemiş, isim değişikliğine takılmamıştır. Hatta ‘Onun adı verildi, ama talebeleri benim olacak” dediği rivayet edilir. Nitekim buradan yetişen imanlı gençliğin büyük kısmı Risale-i Nur’la müşerref olmuş, ilim ve irfan hayatına çok önemli katkılarda bulunmuştur.

Bediüzzaman’ın idealindeki ‘Medresetü’z-Zehra’ henüz fiilen vücuda gelmese bile, Barla’da başlayan eğitim faaliyeti, yaygın öğretim şeklinde dünyanın dört bir tarafında açılan ‘küçücük medrese-i Nuriye’ler ile dünya çapında tahakkuk etmiştir.

Yaygın eğitimde belli bir yaş sınırı yoktur. Kademe ve kayıt için gerekli evrakları isteme gibi şartlar yoktur. Ferdin kendini yetiştirme ve topluma faydalı olma gayreti vardır. Adeta bir ‘hayat üniversitesi’dir. Belli bir merkeze bağlılık şartı yoktur. Her mahal veya bölgedeki fertler bir araya gelerek meşveret ederler, yapacakları eğitim ve kültür faaliyetlerini müzakere ve organize ederler. Bir bölgedeki kesinti, diğer mahalli kesintiye uğratmaz.

O NESİL YETİŞTİ

Bu gün gerek yaygın eğitimle gerekse örgün eğitimle Risale-i Nur’dan beslenen imanî ve Kur’ânî hakikatleri yaşayan, demokrasiye inanan, hak ve hukukuna sahip çıkan, dinî ve ilmî hakikatleri özümsemiş bir nesil yetişmiştir. Bu anlamda denilebilir ki; Risale-i Nur kendi entellektüelini yetiştirmiştir. İttihad-ı İslâmın yolu açılmıştır.

Şimdilik arzu edilen manada birlik ve beraberlik görünmüyor. Ancak yüzlerce birlik vesilesinin yanı sıra; zamanın hadiseleri tefsir etmesiyle gerçeklerin ortaya çıkması, uhuvvet ve muhabbet gibi kardeşlik vasıtaları, insan sevgisi ve ilmin gelişmesi, dinsizliğin hücum ve taarruzları karşısında ortak hareket etme zarureti gibi şartlar, inşallah bu birlik ve beraberliği de temin edecektir.

NUR CEMAATİ BİR BÜTÜNDÜR

Bediüzzaman Hazretleri İslâm’ın yüzde doksan dokuz hükümlerinin ahlâk, ibadet, fazilet olduğunu, ancak yüzde birlik kısmının siyasete taalluk ettiğini söyler. (Münâzarât)

Risale-i Nur’u okuyan ve Bediüzzaman’ın idealine gönül veren talebelerinin aralarındaki ihtilâfın kaynağı, çoğu zaman bu yüzde birlik siyasî konulardır.

Ümit ediyoruz ki, en yakın zamanda her grup kendi kulvarında hizmet etmekle beraber; ihtilâfları meşveretle halledip esas konularda ittihad ederek, Üstadlarının idealini tahakkuk ettireceklerdir inşallah.


M Said Zeki

22 Mart 2021 Pazartesi

RİSALE-İ NURDA TEFSİR EDİLEN AYET SAYISI

 Risalelerdeki tefsir edilen Âyet Sayıları

Risale-i Nur’da tefsir edilen âyetlere gelince… Tekerrür eden âyetleri almamak şartıyla bu âyetlerin dağılımı şöyledir: Sözler’de 269; Mektubat’ta 88; Lem’alar’da 65; Şuâlar’da 48; İşaratu’l-İ’caz’da 47; Mesnevî-i Nuriye’de 49 âyet tefsir edilmiştir. Keza Barla Lâhikasında 22; Kastamonu Lâhikasında 7; Emirdağ Lâhikasında 6; Nurun İlk Kapısında 4; Hutbe-i Şamiye’de 3; Eski Said Dönemi Eserlerinde 6; Tarihçe-i Hayatta 4 âyet olmak üzere toplam 620 âyet tefsir edilmiştir.


Bunlar metinleriyle birlikte Risalelere giren âyetlerin sayılarıdır. Bir de, metni yazılmaksızın Risale cümleleri içine mana itibariyle girmiş âyet ve hadisler vardır ki, bunların sayısı binlercedir. Hatta şunu söylemek hiç mübalâğa değildir: Risale-i Nur’un her bir cümlesi ya bir âyetin, ya bir hadisin şerhi, izahı veya tefsiri mahiyetindedir.


GÜNÜN DUÂSI

Ey sınırsız hikmet sahibi! Ey sonsuz ilim Sahibi! Ey nazirsiz irade Sahibi olan Allah’ım! İlmimizi arttır! İmanımızı arttır! İrfanımızı arttır! İz’anımızı arttır! Kalbimizi Kur’ân’a aç! Bizi salih kullarından eyle! Âmin!


"ADALET ARIYORUM ADALET"

 Adalet bir toplumun hayat damarlarından birisidir.

Adalet, demokrat bir ülkenin olmazsa olmazlarındandır. Adalet, hürriyetçi anlayışın temel taşlarından biridir. Bugünlerde bazı kanallarda ve basın organlarında yazılıp çizilenlere bakarsak konuların ağırlıklı olanı adalet ve mahkeme kararlarıdır. Elbette mahkeme kararlarını tartışacak değiliz. Ehemmiyetine binaen adaletin herkese lâzım olacağı ve her ortamda var olması gereken bir hukuk kuralıdır. Bunun için tarihin perspektifinden geçmişe bakma ihtiyacı duyuluyor. Bu vesileyle akla gelen bir tarihi hadiseyi nakletmek istiyorum.

Günlerden bir gün Diyojen (Diogenes), M.Ö. 412/ M.Ö. 323 yılları arasında yaşayan, kendine yetme ve sadelik ilkelerine dayanan kinik hayat biçiminin öncülerinden Sinop’lu çileci düşünürdür.) sepetinde güneşlenirken, onun namını çok uzak diyarlardan duyan, tarihin en başarılı savaşçılarından biri Büyük İskender yanına gelmiş. Fakat sepetteki Diyojen’den hiçbir kıpırdama yokmuş; aksine Diyojen yerine daha çok yerleşip güneşi içinde hissetmeye çalışıyormuş. Makedonya’dan Hindistan’a kadar büyük bir İmparatorluk kuran Büyük İskender, bu duruma çok bozulmuş. Diyojen’in başına gelip dikilmiş ve Diyojen’e, “Dile benden ne dilersen?” demiş.

Işıktan zor araladığı gözleriyle İskender’e şöyle bir bakan Diyojen, “Gölge etme başka ihsan istemem” diyerek imparatoru red etmiş. İskender, çok kızmakla birlikte ona bu davranışının sebebini sormuş.

Diyojen, “Ben nefsimi kendime esir ettim, onun bütün isteklerini çiğnedim. Ama sen ise servetin, saltanatın yani nefsinin istekleri ardında koşuyorsun. Sen nefsinin kölesisin, bana ne yardımın olabilir ki?” diyerek Büyük İskender’i şaşırtmış.

Günler bu tür olaylarla geçip giderken bir gün, dar bir sokakta Diyojen’in karşısına zengin, kibirli başka bir adam çıkmış. Sokakta ikisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değilmiş. Gururlu ve kibirli zengin, hor gördüğü Diyojen’e tiksinerek bakarak, “Ben bir serseriye yol vermem” demiş.

Diyojen ise kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı vermiş: “Ben veririm!”

Diyojen bu tür hikâyeleri ve savunduğu felsefesiyle herkesin içinde mutlu olmak için gerekli her şeyin barındığını anlatmaya çalışmış. Gerçek mutluluğun paraya, itibara ve maddesel her şeye bağımlılıkla asla mümkün olmadığını, çünkü dünyadaki en önemli şeyin hür olmak olduğunu hiç dilinden düşürmemiş. Bu nedenle bir sebeple gittiği Atina sokaklarında elinde fenerle, “Adam arıyorum adam!” diye dolanmış durmuş.Kim bilir birileri çıkarda birgün "adalet arıyorum adelet" derde, insanların aklına mülkün temelinin adalet olduğu gelir.

21 Mart 2021 Pazar

HER ŞEY ALLAH'I ZİKREDER

 . Onlardan bir kısmı leylîdir. Gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kaside-hân enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudatın sükûtunda onların tatlı sözlü nutuk-hânlarıdır. Ve o meclis-i halvette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutubdur ki, herbirisi onu dinler; kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelallerine bir nevi zikir ve tesbih ederler. Diğer bir kısmı, neharîdir. Gündüzde ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvâzlarıyla, latif nağamat ile, sec'alı tesbihat ile Rahmanurrahîm'in rahmetini

ilân ediyorlar. Güya bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin herbirisi lisan-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususî ile Fâtır-ı Zülcelalinin zikrine başlar. Demek, herbir nevi mevcudatın, hattâ yıldızların da bir ser-zâkiri ve nur-efşan bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev'-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî-Âdemin bülbül-ü zül-Kur'anı: Muhammed-i Arabî'dir.

عَلَيْهِ وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ اَمْثَالِهِ اَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَ اَجْمَلُ التَّسْل۪يمَاتِ


  Sözler:356

MADDİ RAHATSIZLIKLAR, MANEVİ YARALAR

 Maddî rahatsızlıkların çare ve tedavisi, ekseriya maddî ilâçlarla olduğu gibi, manevî hastalıkların tedavisi de çoğunlukla kalbi ve ruhu teskinde etkili olan manevî tedavilerle olduğu inkâr edilemez. Bunun için bunalım, stres, depresyon gibi rahatsızlıklara maruz kalan hastaların manevî yöndeki tedavileri göz önünde bulundurmalarında fayda var.

Bu meyanda hasta ve bedbaht asrın bir nevî manevî hekimi sayılan Bediüzzaman Risâle-i Nur’da önümüze manevî reçeteleri sunuyor. Meselâ Yüce Allah’ın Fussılet Sûresi 44. âyeti olan “Kur’ân iman edenler için bir hidayet rehberi ve şifadır” mealindeki âyeti tefsir ederken; “Şu şifalı âyet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübrâ-yı İlâhiye olan Kur’ân-ı Hakîmin tiryakî ilâçlarından, Risâlei’n-Nur eczalarının kavanozlarından alarak, belki bin mânevî dertlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resâili’n-Nur şakirtleri dahi buldular.” (Şuâlar, s. 1081) Yine Bediüzzaman, “Biz Kur’ân’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz” mealindeki İsrâ Sûresi’nin 82. âyetini açıklarken “Bu asrın manevî ve müthiş hastalıklarına şifa” olarak niteliyor.

Yalnızca abdest almanın dahi gözle görülür bir huzur ve ferahlık verdiğini; dua etmenin, Kur’ân, Cevşen okumanın, namaz kılmanın stres, sıkıntı, bunalım gibi ruhî sıkıntıları hafifleterek, ruh ve kalbe bir ferahlık verdiğini herkes biliyor. Ayrıca Risâle-i Nur’la meşgul olmanın, onu okuyup veya dinlemenin de ruha ve kalbe sürur ve huzur verdiğini Bediüzzaman söylüyor ve bunun böyle olduğunu hemen bütün Nur Talebeleri yaşayarak söylüyorlar.

Ayrıca Bediüzzaman’ın Mektubat adlı eserinin 599. sayfasındaki “..hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binâen ve yaralarına devâen Kur’ân-ı Hakîm’in esrarından mânevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse, elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir” tesbitini de iyi değerlendirip tecrübe etmekte fayda var.

Görülüyor ki, en az maddî hastalıklar kadar, hatta onlardan daha fazla ruh ve kalbi rahatsız eden manevî hastalıklar günümüz insanlarını tehdit ediyor. Enteresandır ki maddî hastalıkları için hastane kapılarını aşındıran insanlar, dûçar olduğu manevî hastalıkları ya hiç nazara almıyor veya çareyi yanlış yerlerde arıyor. Manevî rahatsızlıkların tedavisinin, maneviyatta olduğunu düşünmüyor.

MANEVİ HASTALIKLAR

 Stres, sıkıntı, depresyon bu asır insanlarının en çok muzdarip oldukları rahatsızlıklar. Günümüz insanlarının küçümsenmeyecek bir kesimi, şu veya bu şekilde bu hastalıklara maruz. Araştırmalara göre başta kadınlar ve gençler olmak üzere hemen her yaş grubundaki insanlar halk arasında ruh hastalıkları diye anılan stres, depresyon gibi hastalıklarla boğuşuyorlar. Bu çeşit hastalıkların sonucu olarak ülkemizde küçümsenmeyecek intihar olaylarına şahit oluyoruz.

Bu nevî rahatsızlıkların tedavisi için çareyi psikolog, psikiyatri kapılarında arayan hastaların bir çoğu aradıklarını bulamamanın çaresizliği içinde, sonuç vermese dahi belki de ömür boyu ilâç kullanmayı alışkanlık haline getiriyorlar.

Bazılarının “teknoloji asrı, sanayi asrı, medeniyet asrı” diye nitelendirdikleri bu asrı Bediüzzaman aynı zamanda “hasta asır, bedbaht asır, gaddar asır, helâket ve felâket asrı” şeklinde nitelendirir. Şurası enteresan ve aynı zamanda acı bir gerçek ki, bir çok nimeti, bir çok imkânı günümüz insanlarına sunan bu asır, beraberinde bir çok derdi, sıkıntıyı, huzursuzluğu getirdi. Maddî bir çok imkâna, bir çok nimete kavuşan günümüz insanı, aradığı huzuru ve mutluluğu bulamadı. Hayalindeki hemen bütün özlemlere kavuşan bu asrın insanı, bu defa sebebini bilemediği sıkıntılara, bunalımlara maruz kaldı.

Hasta, bedbaht asrı doğru teşhis eden Bediüzzaman, çare ve tedavi yollarını da bu asır insanının nazarına sunmuş aslında. Duçar olduğu hastalığın farkına varmayan bu asrın insanı, çare ve tedavi noktasında da mütehayyir ve şaşkın çoğu zaman. İsabetli bir teşhis olmayınca, doğru ve yerinde bir tedavi de olamıyor.


EBU CEHİL'İN ELİNDEKİ TAŞLAR

 Bir gün Ebû Cehil, Peygamber Efendimiz'i denemek istedi.

Avucunun içine taş parçaları saklayarak Peygamberimiz'in

yanına gitti.

''Göklerin sırrından haberin varsa ve gerçekten peygamber

isen, bil bakalım avucumda gizlediklerim nedir?'' diye sordu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurdu: 

''Elindekilerin ne olduğunu ben mi söyleyeyim? Yoksa hak peygamber olduğumu avucunda sakladıkların mı söylesin?'' Ebû Cehil, 

''İkinci teklifin mümkün değil, olamaz'' dedi. Peygamber Efedimiz,

''Allah'ın kudreti, daha da ötesine kadirdir'' buyurduğunda

Ebû Cehil'in elindeki taşlar kelime-i şehadet getirmeye

başladılar. Her bir taş ''lâ ilâhe illallah, Muhammeden Resûlullah'' dedi.

Ebû Cehil taşlardan bu sözleri duyunca öfkeyle onları yere attı.

 Taşlar dahi peygamberimizi tanıyıp,düşmanının elinde Allah'ı zikrederken, insanlar taştan daha mı akılsız ve şuusuz ki, O'nu tanıyıp Allah'ı zikretmiyorlar.

 


20 Mart 2021 Cumartesi

BÜLBÜLÜN AŞKI

 Bari onunla beraber yanayım


İbrahim aleyhisselamı ateşe attıkları zaman bütün melekler, vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp, İbrahim aleyhisselama bir yardım yapabilmenin çaresini aradılar.

Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ateşe atacağı sırada Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselama emredip buyurdu ki:
- O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor.

Cebrail aleyhisselam kuşu tutup istediğini sorunca, kuş dedi ki:
- Halilullahı ateşe atıyorlar. Madem ki kurtarmaya kâdir değilim, bari onunla beraber ben de yanayım.

Hak teâlâ buyurdu ki:
- O kuşun benden dileği nedir?

Bülbül şöyle arz etti.
Benim dünyada, Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur. Bin bir ismi olduğunu işittim. Yüz birini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.
Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi.
Şimdi sahralarda feryat eden bülbül, Hak teâlânın ismini söylemektedir.
Nemrud’un ateşi, İbrahim aleyhisselama gülistan olunca, bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyamete kadar, gül ağacına muhabbet etti, aşık oldu.

19 Mart 2021 Cuma

PDY VE DERİN DEVLET

 Devleti ele geçirme düşüncesi derin devletin adamlarının işidir.

Şayet herhangi bir cemaat içinde “Devleti ve kurumlarını ele geçirme” gibi fitne bir fikre sahip biri var ise…

Bu adam ısrarla bu fikrin peşinde ise.

Organizasyonlar yapıp bir takım makamlara adam yerleştirmek için karanlık işler yapıyorsa…

işte O kişi…

Ya derin devletin adamıdır…

Ya derin devletin oyuncağı haline gelmiş bir tiptir…

Ya da kaş yapayım derken göz çıkartan ahmak biridir…

Bu kesin…

Yaşanan acı tecrübeler bunu söylüyor bize.

Şöyle bir içtimai olaylara bir bakınız.

Böyle bir fikre sahip insanlar genellikle lider kadrosu içinde yer alır ve derin güçler doğrultusunda fitne kaynatmaya devam ederler.

Sonra da güya devlet içine yerleştirdikleri kadroları kendi elleri ile tahrip ederler.

İşte Hizmet Hareketinin acı durumu ortada.

ÜÇ ÇEŞİT KAFA

 Behlül Dana Hazretleri, bir gün pazara üç tane kuru kafa getirerek satmaya başlamış ve her üçüne de ayrı ayrı fiyat takdir etmişti. Bu kafaları kaça satıyorsun diyenlere, birini bir paraya, birini on paraya, birini de ağırlığınca paraya sattığını söyledi. 

Behlül'ün bu tuhaf hareketlerini seyrederlerken biri dayanamayarak:
— Ey Behlül! Bunların üçü de kurumuş kafalar olduğu halde sen üçüne de ayrı ayrı fiyat biçiyorsun. Bunların birbirlerinden ne farkı var ki? dedi.
Behlül Dana Hazretleri, bundaki esrarı şöyle anlattı:
— Şu birincisi, taş kafadır. Bunun değeri hepsinden düşük. Çünkü bu hiç nasihat dinlemez ve ihtiyaç da duymaz, ikincisi, yani on paralık kafa ise nasihat dinler ama tutmaz... Bir tarafından girer öbür tarafından çıkar. Bunun adı da boş kafadır. Üçüncüsü ise tam kafadır. Hem dinler, onunla amel eder, hem de başkasına öğretir, İşte en kıymetli kafa budur. Bunu da ağırlığınca paraya veriyorum, dedi.
Tabii ki bunda anlayanlar için büyük hikmetler gizlidir. Velilerin hareketi ilk nazarda tuhaf gibi olsa da o çok değerlidir aslında...

HALK KORKUSU

 Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mükerrer hadislerinde "halk korkusu" ile hakkı söylemekten kaçanları kınar, tehdid eder. Mü' min halktan değil Hakk'tan korkmalıdır.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), zâlimleri frenleyip endişeli ve hatta ölçülü, istikametli olmaya sevkedecek en müessir vasıtalardan biri olarak insanlardaki Hakk korkusunu gördüğü için gerçekleri dile getirmede halktan korkmamayı başka korkuları Hakk korkusunun üzerine çıkarmamayı ısrarla, tekrarla tavsiye etmiştir. İşte birkaç irşâd:"

Cihadların en efdali, değerce en kıymetlisi zâlim sultana karşı hakkı söylemektir."

"Aman dikkat edin; HALK KORKUSU, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın."

"- Sizden kimse nefsini hakir görmesin."

"- Ey Allah'ın Resûlü, kişi nefsini nasıl hakir görür?"

"- Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenab-ı Hakk kıyamet günü kendisine sorar. "Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?" O kul cevap verir: "HALK KORKUSU!" Allah o zaman şöyle der: "Asıl benden korkman gerekirdi."

"Eğer ümmetimin, zâlime: "Sen zâlimsin!" demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir."

Şu halde, korku hissi, şuurla, irâde ile kontrol edilmesi, imandan gelen bazı düsturlar çerçevesinde mürâkebe altına alınması gereken bir damardır. Eğer akılla, iman ve irâde ile bu damar üzerinde hakimiyet ve kontrol kuramazsak, hayatın muhafazasında gerekli bir kalkan ve tedbir iken, hayatımızı tahrip edip, saadetimizi zehirleyen, ağzımızın tadını mütemadiyen acılaştıran bir musibete dönüşebilir.Vehme müptela bir kısım insanların hastalığı, büyük ihtimalle, kaynağını korku damarından almakta, bu da söylediğimiz gibi, bu fıtrî duygu üzerinde aklî ve iradî bir kontrol kuramamaktan ileri gelmektedir.

Korku üzerine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan varid olan hadisler, bu meselede orta yolu bulmamızda yardımcı olacaktır.[1]


 


HAKK KORKUSU

 Havf da denen korku, insanda mevcut mühim hislerden biridir. Hayatın muhafazası için insan fıtratına Yaratıcı tarafından konmuştur. İnsan ve hayvanlarda müştereken bulunur. Korku hissi olmayan insan yoktur, denebilir. Bu hissin insan üzerinde büyük etkisi vardır. Birçok yönlenmeler bu his vasıtasıyla gerçekleşir. Bu hususu sathî olarak değerlendiren bir kısım pozitivist ve tekâmülcü espriler, insanlardaki din duygusunun temelinde korkunun olduğunu söyleyecek kadar ifrata kaçmışlardır. Onlara göre insan korktuğu şeylere, onların zararından kurtulmak için tapınmaya başlamıştır. Gerçekten insan dünyevî ve fani şeylerden korkmayı ifrat dereceye götürecek olursa ortaya çıkan durum bir şirk-i hafî olur ve bir taabbüd, bir nevi din mahiyetini kazanabilir. Zâlimler, dikdatörler, tarih boyunca tedhiş, terör gibi şiddetli korkutma vasıtalarını müessir bir silah olarak kullanarak insanları istedikleri gibi yönlendirmeyi başarabilmişlerdir.

İslâm, insanı korku vasıtasıyla zâlimlere esir olmaktan kurtarabilmek için Allah'tan korkmayı esas almış, ruhlarda onu tesbit etmeye çalışmıştır. Bu korkunun gerçek mânada girdiği kalplerde insanlardan korkma olmaz. Böylelerinde dünyevî korkular, hakikî değil, mecâzîdir, bir nevi tedbirdir, daha öteye geçmez. İnsanların korkusu ile inancından, dinî hayatından taviz vermemek bunun miyarıdır. İnsanların vicdan ve inanç dünyalarında istibdad kurmak isteyen ideolojik rejimlerin bütün güçleriyle İslâm'a ve İslâm dininin Allah korkusu prensibine saldırmaları bundandır. Kendileri, çeşitli vasıtalarla korkuyu hâkim kılmayı esas alıp bu maksadla putlarının en korkunç büst ve resimlerini yaygınlaştırırken "Allah'tan korkulmaz, Allah sevilir", "Allah öcü değildir" gibi, mugâlata ve demagojilerle Allah inancına saldırmayı, Allah'tan korkma prensibini istihza konusu yapmayı sistemle, ısrarla yürütürler. İslâm dininde Allah'ı hem sevmek ve hem de O'ndan korkmak esastır. Cenab-ı Hakk, cemâlî sıfatlarıyla sevilir, celâlî sıfatlarıyla korkulur. Hayatı ve hayatın levâzımını vermekle bizde tezâhür eden rahmetleri, lütufları sebebiyle Allah'ı sever, kulluk vazifemizdeki eksikliklerimiz,isyanlarımız sebebiyle de O'ndan korkarız. Allah'dan korkmamız Kur'ân'ın emrine uymak içindir. Zîra Kur'ân Allah'tan korkmayı emretmekte, zâlimler, âsiler için Allah'ın azâbını, cehennemi haber vermektedir.

Âyetlerde sevgiyi tahrik eden "cennet" kelimesi ile, korkuyu tahrik eden "cehennem" kelimesi çoğu kere yan yanadır. Keza, rahmet ve cennetiyle müjdeleyen âyetlerle, azab ve cehennemiyle korkutan âyetler de Kur'ân'da yan yanadır. Kısacası Allah korkusundan tecrid edilmiş bir İslâm düşünülemez.. Halk korkusunun getireceği esâret ve istibdat zehirinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu teşri etmiş, bunda ısrar etmiştir. 

18 Mart 2021 Perşembe

NEVRUZ-U SULTANÎ

 Bediüzzaman, “Nevruz günü bahar mevsimine işarettir” der ve haşrin ispatı olarak baharı şöyle örnek verir:

“Gel, bugün nevruz-u sultanîdir. Bir tebeddülat (değişiklik-yenilenme) olacak, acib işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahraya gidip bir seyran ederiz… Nevruz günü, bahar mevsimine işarettir. Çiçekli yeşil sahra ise, bahar mevsimindeki rûy-i zemindir (yeryüzüdür)… İşte bak! Ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak bir sihir var. O binalar birden harab oldular, başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var. O harab olan binalar, birden burada yapıldı. Âdeta bu hâlî (tenha) bir çöl, bir medenî şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır…”

Yukarıda sözü edilen değişen perdeler, manzaralar ise, baharın başlangıcından yazın sonuna kadar Sâni’-i Kadîr-i Zülcelâl’in, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemâl’in mükemmel bir düzenle değiştirdiği ve sonsuz rahmetiyle tazelendirdiği ve birbiri arkasında gönderdiği bahardaki mevcudatın tabakalarına ve bahar sayfasındaki taifelere, insan ve hayvanların erzaklarına bakan nimetlere işarettir.

Bahara ve mahlûkata bu gözle, iman nazarıyla bakılırsa, bütün bahar günlerinden mânen istifade edildiği gibi, Nevruz gününden de istifade edilir.

Nevruz’unuzu tebrik ederim. Her gününüzün bayram sevinci ve huzurunda geçmesi dileğiyle…

BAKMAK AYRI GÖRMEK AYRI

 BAKMAK VE GÖRMEK

Göz halk aleminden, basiret ise Allah'ın basar sifatina dayanan ve emir aleminden olan bir fonksiyondur. Göz görme vasitasidir. Gören ruhtur. Ruh ise Cenab i Allah in külli sıfatlarindan teşaüb eden ana kütüğe bağlı küçük cuzdanlar gibidir. Aslinda bakan gozdur gören ruhtur en nihayetinde her bakışta olanı gören ve bizim ruhumuza da görme yetisi veren ana basar sifatinin külli fonksiyondur. Cebrail a.s. a ruh tesmiye edilmesinin bir hikmeti de Allah u alem bi savab kainatta halk aleminden olup esma tecelliyatina mazhar olarak terbiye olmus her bir mahlukun Allah in külli sifatlariyla fonksiyonlandirilmasi ve dolayisiyla hu fonksiyonlarin ibadet yekünlerinin kulli kaydi ve musahadesi vazifesini yapmasindan olsa gerektir. Kadir suresinde Ruh un arza indigi ifade etmesi o gecede olan hadiselere bi açıdan da ışık tutuyor. Ruh evrenin her noktasinda kulli mahlukat ibadetlerini tahsil ve mahlukatı anlamlandıran fonksiyonlari ita vazifesinde koprü görevi görürken arza gelir ve arzda bulunan insan şuuru kainatin tüm külli ibadetini o Ruh vasıtasıyla tabir i caizse keskin ve kısa bir yol olan bir otobandan kainat namina Allah a takdim fırsatıni bulur. O gece bir tek insanin bu kulli ruh tecellisiyle arkasina koca bir mahlukat nevinin milyarlar efradini alarak bir saatte inanilmaz bir yekun i ibadete mazhar olabilmesi mumkundur. Dolayisiyla Ruh Cenab i Allah in Rububiyetinin kainattaki her kabiliyeti gerçek sürekli fonksiyonlariyla buluşturduğu idare sistemidir diyebiliriz…


16 Mart 2021 Salı

TAHT'A OTURMANIN CEZASI

 BEN O YÜZDEN AĞLIYORUM

 Behlül Dâna, bir gün Halife Harun Reşid’in huzuruna gelir. Halife o sırada tahtında olmadığı gibi odasında da yoktur. Fırsattan istifade eden Behlül Dâna tahta geçer oturur. Biraz sonra koruma görevlileri bakarlar ki tahtta biri oturuyor, onu hemen aşağıya indirirler ve başlarlar dövmeye... Bir müddet sonra halife gelir ve bakar ki Behlül ağlıyor...

Hemen sorar:

- Niçin ağlıyorsun, ne oldu?

Halife, muhatabından cevap alamayınca, korumalara sorar aynı soruyu:

- Ne oldu buna?

Korumalar şöyle derler:

- Ey müminlerin emiri! Bu adam, sizin makamınızda oturuyordu. Biz de akıllansın diye bir iki vurduk. Ondan ağlar.

Behlül hemen söze karışır:

- Hayır. Ben o yüzden ağlamıyorum, senin için ağlıyorum. Ben ömrümde bir kez bu makama oturduğum için bu dayağı yedim. Sen ki her gün oturuyorsun, acaba ne kadar dayak yiyeceksin? 

 

 

15 Mart 2021 Pazartesi

HAYIRDA YARIŞMAK

 OKUYUNCA GÖZLERİNİZ DOLACAK


Önemli bir sefer hazırlığı yapılıyordu. Peygamberimiz herkesten yapabileceği yardımı en üst sınırda yapmasını istedi. Hz. Ömer bu isteğe uyarak büyük miktarda bir yardımla Hz. Peygamberin huzuruna çıktı. Hz. Peygamber sordu: - Ya Ömer, malının ne kadarını yardım olarak getirdin?

Hz. ömer cevap verdi:

- Tam yarısını getirdim ya Resulallah, size getirdiğim kadar da geride var.

Biraz sonra Hz. Ebû Bekir geldi. O da büyük bir yardımda bulundu. Hz. Peygamber ona da sordu:

- Malının ne kadarını getirdin? Cevap verdi:

- Tamamını getirdim ya Resulallah, evimde Allah ve Resulünün sevgisinden başka bir şey bırakmadım.

Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle buyurdu: - Allah yolunda fedakarlıkta Ebû Bekir'i kimse geçemeyecek.

Bu savaştan bir müddet sonra hz ebubekir'in evine bir dilenci gelir Bütün malını Allah yolunda harcayan kapısına geleni boş çevirmeyen hz Ebubekir üstündeki gömleği çıkarıp dilenciye verdi.

Allâh Rasûlü (sav) ile Ebû Bekir (ra) oturuyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in üzerinde eski bir abâ (elbise) vardı. Öyle ki, elbisenin uçlarını göğsünün üstünde ağaç çöpleriyle birbirine tutturmuştu.

Bu esnâda Cebrâîl (as) nüzûl etti. Peygamber Efendimiz’e Allâh Teâlâ’nın selâmını bildirdi ve:

- "Yâ Rasûlallâh! Ebû Bekir’in bu hâli nedir? Eski bir elbise giymiş, uçlarını da ağaç çöpleriyle tutturmuş!” dedi.

Âlemlerin Efendisi:

- "Ey Cibrîl! O, malını Fetih’ten önce Allâh’ın dîni uğruna harcadı, onun için bu hâldedir.” buyurdu.

Bunun üzerine Cebrâîl (as):

- "Ona Allâh Teâlâ’nın selâmını bildir. De ki: Rabbin sana soruyor; 'Şu fakr u zarûret içinde bulunman sebebiyle Ben’den râzı mısın, yoksa hâlinden şikâyetçi misin?'”

Allâh Rasûlü, dostu Ebû Bekir’e dönerek:

- "Ey Ebû Bekir! İşte Cibrîl burada, sana Allâh Teâlâ’dan selâm getirdi. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki; 'Şu fakr u zarûret içinde bulunman sebebiyle Ben’den râzı mısın, yoksa hâlinden şikâyetçi misin?'”

Ebû Bekir (ra) bu iltifât-ı ilâhî karşısında sevincinden ne yapacağını bilemedi. Âdeta dili tutuldu. Bir müddet ağladı, ağladı… Sonra da:

- "Rabbimden mi şikâyetçi olacağım?! Ben Rabbimden râzıyım, ben Rabbimden râzıyım, ben Rabbimden râzıyım.” dedi.


13 Mart 2021 Cumartesi

NE EKERSEN ONU BİÇERSİN

 BOZUK SİMİT PARALARI        

  Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı.Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.

Öğretmeni, onun bu hâlini fark etti:

- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?

Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:

- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.

- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?

- Ahmet arkadaşımız var ya…

- Evet, ne olmuş Ahmet'e?

- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pek iyi şeyler koymuyor.

- Eee

- Ona yardım etmek istiyorum. Ama benim yardım ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?

Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pek iyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardım etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.

Nurhan Öğretmen:

- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pek iyi değil. Yanlış mı biliyorum?

- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.

- Nerede çalışıyorsun?

- Simit satıyorum.

Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi. Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.

Nurhan Öğretmen, Ali'ye döndü:

- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.

- Çok zengin bir işadamı…

- Niçin?

- İnsanlara daha çok yardım etmek için…

- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak şimdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pek iyi değil; bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme; çok zengin olduğun zaman insanlara yardım edersin. Olmaz mı?

- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.

- Neden olmaz?

- Üç sebepten dolayı olmaz.

Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.

İkincisi: "Ağaç yaş iken eğilir." deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam.

Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.

ALLAH İÇİN DOSTLUK

 Hz. İbrahim (as) masivayı terk ederek Ezel ve Ebed Sultanını dost edinmiş, Âlemlerin Rabbinin “Halilim” hitabına mazhar olmuştur. Halil en güzel dosttur. Risâle-i Nur’da, halil ve haliliye şöyle açıklanır: “Mesleğimiz haliliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül esası, samimî ihlâstır.”

Tarif edilen dostluk, iç içe dairelerden müteşekkil muazzam bir hakikata sahiptir. Hepsini birleştiren ve bütün dostları sanki tek ruh haline getiren ise Allah için dostluk ve samimî ihlâstır. Hz. İbrahim (as) milletinden, Hz. Muhammed (asm) ümmetinden ve meslek ve meşreb ciheti de dikkate alınırsa, ruhlar âleminden ebede kadar uzanan kadîm ve ebedî, misli bulunmaz bir dostluk ve bu kadar uzun bir yolda yoldaşlık… Hakikatını tam ihata ve idrak edebilen, uğruna neler fedâ etmez!

Malûm Bediüzzaman Hazretleri dost, kardeş ve talebe şeklinde bir tasnif yaparken dost için şöyle der: “Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın…”

Tarife baktığımızda, fıtrat ve insaniyet için en kolay olan, en dış dairedeki dostluğun bile âhir zaman insanı için ne kadar zor hale geldiğini fark ederiz. Zamane insanı ne kadar kararsız, ne kadar sebatsız ve ne kadar sadakatsiz!

Evet, dostlukta tarafdarlık ve sadakat çok önemli! Bizden nasıl bir tarafdarlık ve dostluk istendiğini anlamak için de Dokuzuncu Mektub’daki şu ifadeye bakmak gerekiyor: “‘Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz..’ dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.” Evet Allah dostu, dostuna ve dâvâsına bütün dünyayı da değişmemeli!

11 Mart 2021 Perşembe

HASRET KALDIĞIMIZ ÖRNEK DEMOKRAT İDARECİLER

 Hasret kaldığımız birçok değer her geçen gün aşındırılıyor.

Siyaset insan idare etme sanatıdır. Siyasetin başında olanlar da bir şekilde mensup oldukları toplum ve millet başta olmak üzere bütün insanlığa örnek olacak tavır ve duruş sergilemek durumundadırlar.

Gel gör ki hele bu ülkede yüksek perdeden birbirine hakaret etmeyi politika haline getiren siyasetçiler vardır. Bunlara “lider” demek ne kadar uygun olur onu da bilemiyorum. 

Parti başkanı olsun, spor kulübü başkanı, kamu idarecisi, rektör, imam, vali, milletvekili, hakem, seyirci her kim olursa olsun kendilerini kontrol etmeli ve sorumlu davranmalılar.

Başka önemli bir konu da; demokrasi, hürriyet, hak ve hukuk ihlâllerine karşı takınılması lâzım gelenler demokratik tepkilerdir. Ülkede bu konu kanayan bir yara haline gelmiştir. En yetkililerin bile “Adalet ve hukuk reformundan” bahsetmeleri olayın dehşet boyutunu göstermektedir. Allah’a şükür ki güzel örneklerimiz de var. Özel uçakların pazara gider gibi kullanıldığı bir ülkede minibüsü tercih eden devlet adamları da var. İşte alıntı bir hatıra.

“Yıllar önce, İzmir ile Çeşme arası seyahat eden bir minibüsü, polis kimlik kontrolü için durdurur. Ayakta seyahat eden bir beyin kimliğine bakan polisler dona kalır. İçişleri Bakanlığı tarafından verilen kimlikte, Bilecik Valisi yazmaktadır. İlk şaşkınlığı atlatan polisler, “Sayın valim sizi biz götürelim” teklifinde bulunsalar da; “Teşekkür ederim. Tatildeyken, devletin aracına binmem” cevabını alırlar. Görev yaptığı, Bilecik, Erzincan, Manisa illerinde sabahları makama yürüyerek giden, Ankara’ya valiler toplantısına kendi biletini alarak otobüsle giden, gazeteci Saygı Öztürk’ünde ağabeyi, emekli vali Refik Arslan Öztürk” 

Denizli Valiliği yaptığı sırada gazetemiz Yeni Asya adına oradaki temsilci arkadaşımızla ziyaretine gittiğim merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’na randevusuz kabul edilmiştik. Ziyaret sırasında o günkü gazetemizi ve hediye kitapları takdim ederken, “Sayın Valim!” hitabım! üzerine merhum Vali Yazıcıoğlu; sözümü keserek aynen şunları demişti: “Hocam bırak şu Sayın Valim!” söylemlerini sadece Vali Bey diyebilirsin. Ben halktan geldim. Halkın adamıyım!” diyerek devletle, millet arasına herhangi bir perde veya aracı konulmasını reddettiğini belirtmişti. Kitaplarından da iki tane imzalayıp hediye etmişti, hâlâ saklıyorum. Allah rahmet eylesin. Örnek vali ve devlet adamıydı! Onun için “Sıra dışı bir valiydi!”

Tarihin şeref levhalarında haklı yerini almış olan Emevî halifesi Ömer bin Abdülaziz’in beşinci halife gibi bir makama lâyık görülmesi onun şahane idaresiyle eşdeğer olduğunu icraatlarından gelmektedir.

Ömer bin Abdülaziz, hak ve adaleti yanında birçok faziletli hal ve tavırlarıyla hafızalarda yer alan bir devlet adamı ve gerçek bir liderdi. 

GURURA KARŞI İLAÇ

 Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını (su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine'nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah'ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu: 

    - Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın? 

    - Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum.

 İşte onlar böyleydi.Ya bugünün yöneticileri...bugünün devlet başkanları, hepsi birer gurur âbidesi...Allah ıslah etsin.

10 Mart 2021 Çarşamba

Mİ'RAC YARATILIŞIN HÜLASASI

 Mi’rac yaratılışın hem özeti, hem gayesi, hem de nihaî mertebesidir.

Hz. Âdem (as) ile yeryüzüne inen insan ve insanlık Hz. Muhammed (asm) ile Rabbinin huzuruna tekrar çıkmıştır. 

Hz. Âdem (as) talim-i esma ile ilim ve hikmetin nüve ve özlerini öğrenmesiyle huzur-u İlâhide yüksek mertebesini ruhaniyete teyid ettirmişti.  

Melekler Hz. Adem’de (as) henüz nihaî olarak inkişaf etmemiş olan istidat ve kabiliyetlere veya çekirdekler hükmündeki hakikatlere secde etmişlerdi. Ancak unutmamak gerekir ki secdeleriyle o çekirdeklerin ihtiva ettiği hakikatın ne kadar büyük olduğunu fark etmişlerdi.  

Mi’rac ile o nüve ve çekirdekler Hz. Muhammed’in (asm) kalbinden şecere-i tuba gibi öyle intişar etti ki şu fani âlemi geçip baki âlemlere uzanmıştı. 

Evet mi’rac Hz. Âdem’e (as) öğretilen isimlerin ve meleklerin secde etmesinin muazzam bir inkişafıdır, açılımıdır. İnsanoğlunun ve kâinatın yaratılışının hikmetlerinin sema ehli tarafından hakkalyakin olarak müşahede edilmesi ve yeniden en yüksek mertebede tasdikidir.  

Melekler Cenab-ı Hakk’a (cc) “yeryüzünde halife yaratılmasının hikmetini” sorduklarında; kâinat kadar büyük ve derin manaları anlayamayacaklarını ifade için “sizin bilmediklerinizi ben bilirim” demişti. 

Hz. Adem’in (as) isimleri söylemesiyle hikmeti bir derece anlayan melaike, Hz. Muhammed’in (asm) Mi’raca çıkmasıyla neticeleriyle birlikte müşahede etmişler kalbleri nihayet derecede mutmain olmuştu.

Şu kâinatın payıtahtı ve başşehri olan yerküreden bir zat ve bir halife çıkmıştı. Beraberinde zerrelerden yıldızlara kadar mahlûkatın ibadetleri ve tesbihatları vardı. Yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya ve milyarlarca asfiya ve mü’minlerin hediyeleri ve biatlarının göstergesi olan ilim ve hikmet dolu ibadet, tesbihat ve duâlarıyla gelmiş ve Rabbine takdim etmişti.  

Âlemlerin Rabbi, başta “halifenin hikmetini” soranlar olmak üzere sayısız melaikeyi temsilen Hz. Cebrail (as), insanlığı ve kâinatı temsilen de Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (asm) biraraya getirdi. Hz. Cebrail’in (as) şahsında melaike artık onun refiki ve yoldaşı idi. 

Melaike “Biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ demişlerdi.” Evet melekler “biz” demişlerdi. Yağmur damlalarından yıldızlara kadar her bir zerre ve faaliyetin ibadet ve tesbihatına vekâlet eden melaike için onları hakkıyla takdir eden ve bir misliyle Rabbine takdim eden zat, onların kâinatın kuruluşundan bu yana hasretini çektikleri resul idi.

Şu kâinat, şu yerküre, ruhaniyat ve melaike, şu insanlık ve hususan biz Müslümanlar ne kadar bahtiyarız ki Hz. Muhammed (asm) gibi bir temsilcimiz var! Öyle bir Resul ki bizim selâmlarımızı, tahiyyelerimizi Âlemlerin Rabbine ve sema ehline en nazdar ve niyazdar bir makamda hulus-u kalb ile iletiyor. İltifatının bir zerresi bile milyonlar kalbi ihya edecek Rabbimizin selâmını ve Hz. Cebrail’in (as) şehadetini de bize getiriyor. 

Her Mi’rac Gecesi kâinatın, mahlûkatın, melaikenin ve insanlığın ve yaratışın bir hülâsası ve bayramıdır. Ne mutlu hep Mi’rac yolunda olanlara! 

Mİ'RAC

 Ahiret aleminin müşahade edildiği gece Mi'rac gecesi.

Mi’rac hadisesi, hepimizce malûmdur. İsrâ Sûresi, bu hâdise için nâzil olmuştur. Bununla alâkalı, hadis-i şerifler olduğu gibi, Said Nursî Hazretleri’nin; başta, 31. Söz olmak üzere, bazı eserlerinde de güzel bir şekilde bahsedilmiştir.

Cenâb-ı Hakk, zaman ve mekân mefhumunu kaldırıp, Habibini (asm) bir anda, Mekke-i Mükerreme’den, Kâbeden, Kudüs-ü Şerife, Mescid-i Aksa’ya götürmüştür. Oradan da, bir anda, bütün insanların, dünya hayatlarından sonra ve kıyameti takiben toplanacağı âhiret âlemlerine yükseltmiştir.

Bahsettiğimiz kaynaklarda, bu insanüstü hadiseler, çok güzel zikredilmektedir. Üstad, bu en büyük mu’cize olan hadiseyi “Mi’racın batını (görünmeyen, iç yüzü) velâyettir (velilik); halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i Mi’rac (görünen yüzü) risalettir (Peygamberliktir); Hak’tan halka geliyor” ifadeleriyle çok güzel beyan etmiştir. Yâni, velilik sıfatıyla halkın içinden biri olarak, Hakk’a gitmiş. Peygamberlik sıfatıyla da Hak’tan, halka gelmiştir.

Ve orada Cenab-ı Hak; kıyamet, haşir ve Cennet ile Cehennemi, oradaki hâlleri bizzat Resulüne (asm) müşahede ettirmiştir. O dehşetli hâlleri bizzat gözüyle görmüş ve irkilmiştir. “Benim bildiklerimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız” hadis-i şerifi, muhtemel ki, bu hadiselerin neticesinde zikredilmiştir.

Peygamberimiz (asm), o en büyük mu’cizesi olan Mi’rac’tan çok müjdelerle, hediyelerle dönmüştür. Beş vakit farz namaz orada emredilmiştir. İmanlı olan insanların, günahkâr da olsa, neticede Cennete gideceklerinin müjdesini almıştır.

Ve çok mühim bir şey olan, Allah’ın, Kur’ân-ı Kerîm’i, Cebrail (as) vasıtasıyla 6664 âyetini inzal edip, indirmesinin haricinde, iki mühim âyeti, Peygamber Efendimize (asm)  Mi’rac’ta, Cebrail (as) arada olmadan, bizzat emir buyurmuştur. Ehemmiyetine binâen her gece yatsı namazından sonra okuduğumuz, Bakara Sûresi’nin son iki âyetidir bu.

Ayrıca, yine, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, 6. Şuâ’da anlattığı, namaz teşehhüdlerinde (oturduğumuz zaman) okuduğumuz, “Ettahiyyatu” duâsı da, yine Mi’rac’ta, Cenab-ı Hak ile Peygamberimiz (asm) arasındaki bir mukâleme, konuşma olup, Cebrail’in de (as) buna iştirak ederek, sonundaki Kelime–i Şahadeti ilâve etmesi hadisesi vardır.

MİRACIN MEYVESİ NEDİR ?

 Miracın semerâtı ve faidesi nedir?

Elcevap: Şu şecere-i tûbâ-i mâneviye olan Miracın beş yüzden fazla meyvelerinden, nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

BİRİNCİ MEYVE: Erkân-ı imaniyenin hakaikini gözle görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş.

İKİNCİ MEYVE: Sâni-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabbü’l-Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin—başta namaz olarak—esasatını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki tarif edilmez.

ÜÇÜNCÜ MEYVE: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mirac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcemâlin rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir

DÖRDÜNCÜ MEYVE: Rüyet-i cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu cin ve inse hediye getirmiştir

BEŞİNCİ MEYVE: İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârâne veriyor ki, tasvir edilmez.

9 Mart 2021 Salı

BEDİÜZZAMAN OLMAK KOLAY DEĞİL

DELİNİN BÖYLESİ

Yaklaşık yirmi yaşlarındaydı. Fakat yaşının üzerinde bir tavır sergiliyor, olgun bir insan görüntüsü veriyordu. Gittiği her yerde yoğun bir ilgiyle karşılanıyordu. Eşsiz dehası ve ilmiyle gündemin baş sıralarındaydı.

Onu misafir etmek, ağırlamak, sohbetinden birşeyler öğrenmek herkesin can attığı bir şeydi.

Zamanın yöneticileriyle samimi dostu. El üstünde tutuluyor, ikram ve izzetlere boğuluyordu.

 Zamanın Bitlis Valisi Ömer Paşa, Bediüzzaman'ı yüksek ilim ve faziletinden dolayı evinde misafir etmek istedi. Bediüzzaman, valinin ısrarı üzerine buna razı oldu.

Vali kendisine özel bir oda verdi. Burada çeşitli ilimlere dair kitapları okumaya ve ezbelermeye başladı.

Valinin hanımı vefat etmişti. Evinde üçü küçük, üçü büyük altı kızı vardı. Bir gün büyük kızlardan biri, bir iş için Bediüzzaman'ın odasına girmek istedi. Bediüzzaman buna izin vermedi. Kız ise üzülürek geri döndü.

Bediüzzaman'ı kıskananlardan biri, hükümette valinin kulağına şu sözleri fısıldadı:

- "Said'i nasıl evde bırakıyorsun? Kızların bakire, karın yok. Kendisi genç ve delikanlı, bunu nasıl kabul ediyorsun?"

Valinin fikrini bozmak istemiş, Bediüzzaman'la ilgili yanlış bir kanaat edinmesine çalışmıştı.

Vali akşam evine geldiğinde büyük kızı ağlayarak karşıladı babasını:

- "Baba, bu odada bıraktığımız Said deli, bizi odaya bırakmıyor!."

Vali düşüncesinde yanılmış olduğunu anladı. Bediüzzaman'ın odasına girdi:

- "Herkesin bir üstadı var, benim de hocam ve üstadım sensin." dedi, Bediüzzaman'ın elini öptü ve ona iltifat ve ikramlarda bulundu.

*****

Bu olayı Bediüzzaman, daha sonra yazdığı bir eserinde şöyle anlatmıştı:

- "Yirmi yaşlarında iken Bitlis'te Vali Ömer Paşa hanesinde, iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızı vardı. Üçü küçük, üçü büyüktü."

- "Ben üç büyükleri, iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden ayırt edip tanıyamıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki tanıyayım."

- "Hatta bir alim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden ayırt etti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek bana sordular:

- "Neden bakmıyorsun?"

- Dedim: İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor."

Alim insan Allah'ı sever ve Ondan korkar.Onun emirlerine karşı gelmekten çekinir. İlminin şeref ve üstünlüğünü korumak için gözüne ve gönlüne hakim olur.


ALLAH'IN RIZASINI GÖZETMEK

 Allah'ın (c.c.) arslanı  Hz.Ali (r.a.) bir savaş esnasında düşmanı olan bir yiğidi yere yıkıp öldürmek üzereyken, düşmanı Hz. Ali'nin (r.a.) yüzüne tükürdü. Bunun üzerine Hz. Ali düşmanını bırakarak ayağa kalktı.

    "Yürü git seni öldürmekten vazgeçtim, serbestsin." dedi.

    Savaşçı bu duruma şaştı.

    - "Beni alt edip öldürmek üzereyken neden vazgeçtin. Seni ne alıkoydu? diye sordu.

    Hz. Ali (r.a.) cevap verip şöyle dedi:

    - "Ben seninle Allah (c.c.) yolunca ve Allah'ın (c.c.) rızasını kazanmak için savaşıyordum ve onun için seni öldürecektim. Sen yüzüme tükürünce kinlendim, sana kızdım; eğer o an öldürseydim sana kızgınlığımdan bunu yapmış olacaktım. Yani seni Allah (c.c.) rızası için değil de kendi nefsim için öldürmüş olacaktım. Bu yüzden seni serbest bıraktım."

    Bunu duyan adam, bu büyük asalet ve incelik karşısında iman ederek müslümanlar safına katıldı.

GÜNAH VE KÜFÜR

 "Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin sonu acı ve pişmanlıklarla doludur."

 "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor."

"HARAMA BAKMAM!"
Birinci Dünya Savaşında, gönüllü bir fedai alayı kurarak düşmanla kahramanca çarpışmış, dillere destan bir mücadele vermişti. Büyük başarılar elde etmişti. Ancak Ruslara esir düşmüştü.

Seneler sonra tutsaklıktan kurtulmayı başararak İstanbul'a geldiğinden 35 yaşlarındaydı.

İstanbul, İngiliz işgali altındaydı. Dönemin en tantanalı, Osmanlının can çekiştiği günlerdi. Bediüzzaman da cesur çıkışlarıyla, hamiyet-perver davranışlarıyla göze batmaktaydı.

O zaman geleneksel olarak her sene Kağıthane Şenlikleri düzenlenmekteydi. İşte bu şenliklere denk gelen bir gündü.

Haliç Köprüsünden Kağıthane'ye kadar, Haliç'in iki tarafında binlerce açık saçık Rum ve Ermeni kadınlar ve kızlar dizilmişti.

Bediüzzaman ilk Meclis milletvekillerinden Seyyid Taha ve Hacı İlyas'la birlikte bir kayığa binmiş, kadınların yanlarından geçmekteydiler.

Seyyid Taha ile Hacı İlyas, Bediüzzaman'ı, etraftaki "Kadın ve kızlara bakıyor mu, bakmıyor mu?" diyerek denemeye karar verdiler.

Nöbetle, gözlerini onun üzerinden ayırmadan izliyorlardı. Gidecekleri yere kadar gözetlemeye devam ettiler. Seyahat sonunda her ikisi de takdir ve hayranlıklarını şöyle itiraf ettiler Bediüzzaman'a:

- "Senin bu haline şaşırdık kaldık. Hiç etrafındaki kadın ve kızlara bakmadın! Seni tebrik ediyoruz."

Bediüzzaman şöyle cevap verdi:

- Evet, bakmadım ve bakmam da... Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin sonu acı ve pişmanlıklarla doludur."

8 Mart 2021 Pazartesi

ŞİDDETİN ÇARESİ İMAN!

 Yaratılıştan gelen en önemli ve belirgin vasfı şefkat olan ve bu sebeple Bediüzzaman’ın “şefkat kahramanları” olarak nitelediği kadınların bir kısmındaki bu hal, son derece düşündürücü.

Fıtrattaki bozulmanın vahim bir örneği.

Gerçek şu ki, şiddet şiddeti doğuruyor.

Sürekli bir şiddete maruz kalanlar, aynı şiddeti kendi güçlerinin yettiklerine yansıtıyorlar.

Çocukluğunda dayak yiyerek büyüyen erkek, evlenince eşine ve çocuklarına da şiddet kullanma eğiliminde olurken, dayak kurbanı kadının çocuklarına muamelesi de pek farklı olmuyor.

Buna son vermek için, şefkat ve merhamet eksenli bir hayat anlayış ve üslûbunu hakim kılmayı hedefleyen bir seferberlik başlatmalıyız.

Bu seferberliğin dayandırılacağı temel ise iman. Çünkü Allah’ın yarattığı hiçbir şeye tahakküm etmeyip şefkat ve merhametle muamele etme hassasiyetinin kaynağı, tahkikî iman.

İslâmdan önce kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşi insanları, karıncaya dahi bilerek ayak basmayacak inceliğe eriştiren iman.

Denizli hapsindeki azılı cani ve katilleri tahtakurusu öldürmekten çekinir hale getiren iman.

ŞİDDET VE ÇARESİ

 Kadına şiddet konusu epey zamandır gündemde. Eşi tarafından tehdit edildiği için devletten koruma isteyip de, talebi yerine getirilinceye kadar eşinin saldırısına uğrayıp can veren kadınların hazin hikâyeleriyle.

Bunlar belki çok yaygın olmayan uç örnekler.

Peki, evinde sürekli kocasından dayak yiyerek şiddete maruz kalan kadınların sayısı ne kadar?

Bunu tesbit edebilmek hiç kolay değil.

Birçok olayın aile mahremiyeti içinde cereyan etmesi, buradaki büyük zorluklardan biri.

Öte yandan, şiddet mağdurlarını sadece kadınlarla sınırlamak da doğru bir yaklaşım değil.

Hafta içinde manşetlere çıkan dehşet verici hadise, bu noktada çok düşündücü bir örnek.

İkisi de profesör olan anne ve babasını katleden oğulun cinneti, herkesi şok etti. Gerçi önce babasını öldürüp sonra intihar etmek isterken, kendisini engellemeye çalışan annesini yanlışlıkla vurduğuna dair bilgiler de var; ama bunlar işin teferruatı ve hadise gerçek bir aile trajedisi.

Olayın faili de üniversite mezunu bir mimar.

Demek ki tahsilli olmak, tek başına iç huzuru, ruh sağlığı ve aile ahengi için yeterli olamıyor.

Olay, Kastamonu Lâhikası’nda “Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor” (s. 206) ifadeleriyle tasvir edilen tablonun acı bir örneği.

Şiddetin bir de çocuk kurbanları var.

Zaman zaman onların durumu da dehşet verici örnekleriyle medyaya yansıyor. Üvey anne veya babasının işkence ve kötü muamelesine maruz kalan, her vesileyle itilip kakılan, öldürürcesine dövülen, teninde sigara söndürülen, kışın ayazında sokağa terk edilen masumlar…

Kafası duvara çarpılıp katledilen bebekler…

Adlî vak’a olarak haber konusu olan bu gibi örneklerin dışında, günlük hayatın akışında “rutin ve olağan” şekilde devam eden olaylar da var

Meselâ geçenlerde eve giderken, bir sokağın kenarında, minicik kızını hınçla tokatlayıp ağlatan bir anneye rast gelmenin şokunu yaşadım.

Bir başka seferinde de, Fatih’in meşhur Çarşamba pazarında alışverişteyken, yine genç bir annenin bebek arabasındaki minik yavrusuna nasıl tokatlar indirdiğine dehşetle şahit oldum.

Ama sonra, ayıplayan bakışların kendisine odaklanması üzerine annenin nasıl bir mahcubiyet içinde pişman olup utandığını da gördüm.

Sonra kendi kendime düşündüm:

Pek eğitimli olmadığı ilk bakışta anlaşılan bu anne nasıl bir aile ortamında yaşıyor ve diğer aile efradının ne gibi muamelelerine muhatap oluyor ki, küçücük bebeğine böyle davranıyor?

Acaba kocasından veya büyüklerinden şiddet görüp de, bunu çocuğuna böyle mi yansıtıyor?

7 Mart 2021 Pazar

HAYAT VE GENÇLİK


 Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.

Evet, gençlik insanlığın en kıymetli dönemi ve unsurudur. İnsanın en güzel devrelerinden biridir. Ve insana verilen büyük bir nimettir. Risale-i Nur, bilhassa gençliğin bu nimet cihetine dikkat çekmiş, istikamette sarf edildiğinde ebedî hayatta ebedî bir gençliği kazandıracağını müjdelemiştir. “Evet, o şirin güzel gençlik nimetine istikametle taatle şükretse, hem ziyadeleşir, hem bakileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider; hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.”

 “Eğer terbiye-i Kur’âniye ve nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ud bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.”

Elhâsıl: Gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, israfât ile gelen evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhânelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahânelerden ve hapishânelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahânelerin ekseriyetle lisân-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfât ve sû-i istimâlden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishânelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-i meşrû dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe’l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.

Sözler, On Üçüncü Sözün İkinci Makamı, s. 133