28 Ağustos 2018 Salı

KORKU VE KORKMAK

Havf da denen korku, insanda mevcut mühim hislerden biridir. Hayatın muhafazası için insan fıtratına Yaratıcı tarafından konmuştur. İnsan ve hayvanlarda müştereken bulunur. Korku hissi olmayan insan yoktur, denebilir. Bu hissin insan üzerinde büyük etkisi vardır. Birçok yönlenmeler bu his vasıtasıyla gerçekleşir. Bu hususu sathî olarak değerlendiren bir kısım pozitivist ve tekâmülcü espriler, insanlardaki din duygusunun temelinde korkunun olduğunu söyleyecek kadar ifrata kaçmışlardır. Onlara göre insan korktuğu şeylere, onların zararından kurtulmak için tapınmaya başlamıştır. Gerçekten insan dünyevî ve fani şeylerden korkmayı ifrat dereceye götürecek olursa ortaya çıkan durum bir şirk-i hafî olur ve bir taabbüd, bir nevi din mahiyetini kazanabilir. Zâlimler, dikdatörler, tarih boyunca tedhiş, terör gibi şiddetli korkutma vasıtalarını müessir bir silah olarak kullanarak insanları istedikleri gibi yönlendirmeyi başarabilmişlerdir.
İslâm, insanı korku vasıtasıyla zâlimlere esir olmaktan kurtarabilmek için Allah'tan korkmayı esas almış, ruhlarda onu tesbit etmeye çalışmıştır. Bu korkunun gerçek mânada girdiği kalplerde insanlardan korkma olmaz. Böylelerinde dünyevî korkular, hakikî değil, mecâzîdir, bir nevi tedbirdir, daha öteye geçmez. İnsanların korkusu ile inancından, dinî hayatından taviz vermemek bunun miyarıdır. İnsanların vicdan ve inanç dünyalarında istibdad kurmak isteyen ideolojik rejimlerin bütün güçleriyle İslâm'a ve İslâm dininin Allah korkusu prensibine saldırmaları bundandır. Kendileri, çeşitli vasıtalarla korkuyu hâkim kılmayı esas alıp bu maksadla putlarının en korkunç büst ve resimlerini yaygınlaştırırken "Allah'tan korkulmaz, Allah sevilir", "Allah öcü değildir" gibi, mugâlata ve demagojilerle Allah inancına saldırmayı, Allah'tan korkma prensibini istihza konusu yapmayı sistemle, ısrarla yürütürler.

ALLAH'I SEVMEK VE ALLAH'TAN KORKMAK !

İslâm dininde Allah'ı hem sevmek ve hem de O'ndan korkmak esastır. Cenab-ı Hakk, cemâlî sıfatlarıyla sevilir, celâlî sıfatlarıyla korkulur. Hayatı ve hayatın levâzımını vermekle bizde tezâhür eden rahmetleri, lütufları sebebiyle Allah'ı sever, kulluk vazifemizdeki eksikliklerimiz,isyanlarımız sebebiyle de O'ndan korkarız. Allah'dan korkmamız Kur'ân'ın emrine uymak içindir. Zîra Kur'ân Allah'tan korkmayı emretmekte, zâlimler, âsiler için Allah'ın azâbını, cehennemi haber vermektedir.
Âyetlerde sevgiyi tahrik eden "cennet" kelimesi ile, korkuyu tahrik eden "cehennem" kelimesi çoğu kere yan yanadır. Keza, rahmet ve cennetiyle müjdeleyen âyetlerle, azab ve cehennemiyle korkutan âyetler de Kur'ân'da yan yanadır. Kısacası Allah korkusundan tecrid edilmiş bir İslâm düşünülemez.. Halk korkusunun getireceği esâret ve istibdat zehirinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu teşri etmiş, bunda ısrar etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mükerrer hadislerinde "halk korkusu" ile hakkı söylemekten kaçanları kınar, tehdid eder. Mü' min halktan değil Hakk'tan korkmalıdır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), zâlimleri frenleyip endişeli ve hatta ölçülü, istikametli olmaya sevkedecek en müessir vasıtalardan biri olarak insanlardaki Hakk korkusunu gördüğü için gerçekleri dile getirmede halktan korkmamayı başka korkuları Hakk korkusunun üzerine çıkarmamayı ısrarla, tekrarla tavsiye etmiştir. İşte birkaç irşâd:"
Cihadların en efdali, değerce en kıymetlisi zâlim sultana karşı hakkı söylemektir."
"Aman dikkat edin; HALK KORKUSU, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın."
"- Sizden kimse nefsini hakir görmesin."
"- Ey Allah'ın Resûlü, kişi nefsini nasıl hakir görür?"
"- Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenab-ı Hakk kıyamet günü kendisine sorar. "Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?" O kul cevap verir: "HALK KORKUSU!" Allah o zaman şöyle der: "Asıl benden korkman gerekirdi."
"Eğer ümmetimin, zâlime: "Sen zâlimsin!" demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir."
Şu halde, korku hissi, şuurla, irâde ile kontrol edilmesi, imandan gelen bazı düsturlar çerçevesinde mürâkebe altına alınması gereken bir damardır. Eğer akılla, iman ve irâde ile bu damar üzerinde hakimiyet ve kontrol kuramazsak, hayatın muhafazasında gerekli bir kalkan ve tedbir iken, hayatımızı tahrip edip, saadetimizi zehirleyen, ağzımızın tadını mütemadiyen acılaştıran bir musibete dönüşebilir.Vehme müptela bir kısım insanların hastalığı, büyük ihtimalle, kaynağını korku damarından almakta, bu da söylediğimiz gibi, bu fıtrî duygu üzerinde aklî ve iradî bir kontrol kuramamaktan ileri gelmektedir.
Korku üzerine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan varid olan hadisler, bu meselede orta yolu bulmamızda yardımcı olacaktır.[1]

22 Ağustos 2018 Çarşamba

KUR'AN DER Kİ :

Kur'an der ki: "Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki, herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerim'dir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zayi' olmasın. İleride mühim bir fiat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızk olarak gönderiyor ve senin tâkatın yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi; o Mâlik'in esmasına ve şuunatına bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de:
 ﺍِﻧَّﺎ ﻟِﻠّٰﻪِ ﻭَﺍِﻧَّٓﺎ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺭَﺍﺟِﻌُﻮﻥَ

Yani: Ben mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer onun izin ve rızasıyla geldin ise, merhaba, safa geldin! Çünki elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzad edecektir. Haydi ey musibet! O terhis ve o âzad etmek, senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa; benim tâkatım yettikçe, emin olmayana Mâlikimin emanetini teslim etmem!" der.
Mesnevi-i Nuriye - 157

19 Ağustos 2018 Pazar

TEŞRİK TEKBİRLERİ


Teşrik Tekbirlerini unutmayın !

Her Müslüman için vacip olan Teşrik Tekbirleri arefe günü olan 20 Ağustos Pazartesi sabah namazından başlayarak Kurban Bayramının dördüncü günü ikindi namazına kadar her farz namazın ardından, başka hiçbir kelime konuşmadan okunur.
Teşrik, sözlük anlamında yüksek sesle tekbir almak, bayram namazını kılmak için musallaya çıkmak gibi anlamları taşımaktadır. Teşrik günleri ise bu günlere özel lâfızlarla idrak edilen zaman dilimini ifade etmektedir. Zilhicce ayının belirli günlerinde farz namazlarının ardından dillendirilen teşrik tekbirleri, Kurban Bayramının son üç gününü de kapsamaktadır.
Teşrik Tekbirleri Arefe Günü olan 20 Ağustos Pazartesi sabah namazından başlayarak Kurban Bayramı’nın dördüncü günü ikindi namazına kadar her farz namazın ardından, başka hiçbir kelime konuşmadan okunur. Bu her Müslüman için vaciptir. Namazını cemaatle kılan, yalnız kılan, kurban kesen, kesmeyen, seferî olan, olmayan, kadın, erkek bütün Müslüman’lar Teşrik Tekbirleri getirmelidirler. Teşrik Tekbirleri şu şekildedir: “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber, Lâ ilâhe illallâhü vallâhü Ekber, Allâhü Ekber Ve lillâhi’l-hamd.” Manası: “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilah yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah içindir.”

17 Ağustos 2018 Cuma

LÜTFEN BİRAZ DÜŞÜNELİM !

OKUYUNCA GÖZLERİNİZ DOLACAK

Önemli bir sefer hazırlığı yapılıyordu. Peygamberimiz herkesten yapabileceği yardımı en üst sınırda yapmasını istedi. Hz. Ömer bu isteğe uyarak büyük miktarda bir yardımla Hz. Peygamberin huzuruna çıktı. Hz. Peygamber sordu: - Ya Ömer, malının ne kadarını yardım olarak getirdin?
Hz. ömer cevap verdi:
- Tam yarısını getirdim ya Resulallah, size getirdiğim kadar da geride var.
Biraz sonra Hz. Ebû Bekir geldi. O da büyük bir yardımda bulundu. Hz. Peygamber ona da sordu:
- Malının ne kadarını getirdin? Cevap verdi:
- Tamamını getirdim ya Resulallah, evimde Allah ve Resulünün sevgisinden başka bir şey bırakmadım.
Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle buyurdu: - Allah yolunda fedakarlıkta Ebû Bekir'i kimse geçemeyecek.
Bu savaştan bir müddet sonra hz ebubekir'in evine bir dilenci gelir Bütün malını Allah yolunda harcayan kapısına geleni boş çevirmeyen hz Ebubekir üstündeki gömleği çıkarıp dilenciye verdi.
Allâh Rasûlü (sav) ile Ebû Bekir (ra) oturuyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in üzerinde eski bir abâ (elbise) vardı. Öyle ki, elbisenin uçlarını göğsünün üstünde ağaç çöpleriyle birbirine tutturmuştu.
Bu esnâda Cebrâîl (as) nüzûl etti. Peygamber Efendimiz’e Allâh Teâlâ’nın selâmını bildirdi ve:
- "Yâ Rasûlallâh! Ebû Bekir’in bu hâli nedir? Eski bir elbise giymiş, uçlarını da ağaç çöpleriyle tutturmuş!” dedi.
Âlemlerin Efendisi:
- "Ey Cibrîl! O, malını Fetih’ten önce Allâh’ın dîni uğruna harcadı, onun için bu hâldedir.” buyurdu.
Bunun üzerine Cebrâîl (as):
- "Ona Allâh Teâlâ’nın selâmını bildir. De ki: Rabbin sana soruyor; 'Şu fakr u zarûret içinde bulunman sebebiyle Ben’den râzı mısın, yoksa hâlinden şikâyetçi misin?'”
Allâh Rasûlü, dostu Ebû Bekir’e dönerek:
- "Ey Ebû Bekir! İşte Cibrîl burada, sana Allâh Teâlâ’dan selâm getirdi. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki; 'Şu fakr u zarûret içinde bulunman sebebiyle Ben’den râzı mısın, yoksa hâlinden şikâyetçi misin?'”
Ebû Bekir (ra) bu iltifât-ı ilâhî karşısında sevincinden ne yapacağını bilemedi. Âdeta dili tutuldu. Bir müddet ağladı, ağladı… Sonra da:
- "Rabbimden mi şikâyetçi olacağım?! Ben Rabbimden râzıyım, ben Rabbimden râzıyım, ben Rabbimden râzıyım.” dedi.

HASED NEDİR ?

Umumî Açıklama:


Hased ile gıbta birbirine benzeyen zıd hasletlerdir. Tıpkı tevazu ile tezellül, vekar ile tekebbür, israf ile cömertlik, iktisad ile cimrilik gibi. Bunlar zahirde bir benzerlik taşısalar da hakikatte zıttırlar, biri memduh, diğeri mezmumdur.[1]

TARİFİ:


Hased, Râğıb'ın açıklamasına göre nimet verilmiş olan kimseden o nimetin zevalini istemek, yani nimetin yok olarak o kimsenin mahrum kalmasını temenni etmektir. Bazı âlimler "kişinin bu nimete, kendisinin sahib olmasını temenni etmesidir" diye tarif etmiştir. Gerçek o ki, hased her iki mânaya da şâmildir.[2]

MAHİYETİ


Hasedin sebebi, insan fıtratından gelir. Normalde, insanoğlu, kendi hemcinslerine karşı üstün olmak arzusu ile mecbul yaratılmıştır. Bu his gereklidir ve belki de birçok beşerî terakkinin zenbereğidir. İnsanın bu fıtrî meyli bir kusur değil bilakis bir imtiyazdır. Ancak bunun akıl ve irade ile hadd-i vasatta tutulması gerekmektedir. Hadd-i vasattaki üstünlük sevgisi ise "gıbta"dır. Bu, başkasında olan nimetin kendinde de olmasını temenni etmektir. Gıbtada, başkasının o nimetten mahrumiyetini temenni yoktur. Halbuki hased, kendisinde olmayan nimeti başkasında görünce, onun bu nimetten mahrum kalarak kendi seviyesine düşmesini istemektir.
Görüldüğü üzere, karşı tarafın mahrumiyeti ile kendisinin yükselmesi veya en azından eşitlenmesini istemek (hased) ile, ondaki nimete sahip olarak ona yetişmeyi veya onu geçmeyi temenni etmek arasında büyük fark mevcuttur. Gıbta mü'minin, hased münafığın vasfıdır.
Elmalılı merhum, hased mevzuunda şu kıymetli açıklamayı yapar: "Hasedde asl olan mâna, bir nimetin, bir faziletin, bir kemalin, sahibinden zevalini (yok olmasını) arzu etmek, kendisine geçmesini gerek istesin, gerek istemesin başkasında bulunmasını mutlaka çekememektir. Öyle ki, "onunki onda dursun da sana da verelim" deseler memnun olmaz, keşke onunki mutlaka gitse de kendisine hiçbir şey verilmese bile hoşlanır. Bahusus hased olunan nimet, hasid tarafından gasbolunmak kabil olmayan fezail-i zâtiyye ve kemâlât-ı nefsiyye kabilinden olursa hasid o zaman bütün bütün fazilet düşmanı kesilir ve onu kendine tahvil edemediğinden dolayı mahsudunu (çekemediği kimseyi) bi- gayr-ı hakkın (haksız olarak) mutlak imha etmekle müteselli olmak ister el-iyazu billah.
Hülâsa, hasid, kendinin onmasını değil, diğerinin onmamasını ister... Şer olan hasedin asıl mânası, bakşasında bir nimet görmekten müteezzi (rahatsız) olup onun zevalini istemektir ki bizim çekememezlik tâbir ettiğimiz, bir takımlarının zannettiği ve hayli şâyi olduğu vechile kıskançlık demek değildir. Kıskançlık bazan hased demek dahi olursa da daha ziyade Arapça'da gayret tâbir olunandır... Mesela erkeğin karısını başkasından kıskanması, kezalik karının kocasını başkasından kıskanması hased değil, "gayret" ve "hamiyet"tir, bu memduhtur.[3]

HASEDİN ZARARLARI:

 

Bu mezmum ahlâk önce haside zarar verir. Başkasında gördüğü her nimet onu rahatsız eder. Ancak asıl büyük zarar, hasedcinin böyle bir hissi içinde taşımakla yetinmeyip, arzusunu gerçekleştirmek üzere, onun gereği olan hile, söz ve fiillere yer vererek faaliyete geçmesiyle hasıl olur. Bilindiği gibi Felâk sûresinde "hasedcinin hased ettiği zamanki şerrinden Allah'a sığınmak" emredilmiştir. Yani hasedci kimse, içinde geçen hased ve çekememezlik duygularının muktezasını gerçekleştirmek için harekete geçtiği takdirde son derece zararlı olabilmektedir. Zîra böyle habis nefislerin göze almayacağı kötülük, başvuramayacağı hile ve habâset yoktur. Mezkur sûre, hased duygusunun, kişinin içinde kaldıkça sâhibinden başka kimseye zarar vermeyeceğini de dolaylı olarak ifade etmektedir.[4]

HASEDİN ÇARESİ:


Bir mü'mine yakışan, hased hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetmeye çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi. Bu duyguyu tedavi hususunda Bediüzzaman merhum şu tavsiyede bulunur: "Hasid adam hased ettiği şeylerin âkibetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattır. Faidesiz az, zahmeti çoktur. Eğer, uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olmaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kenisi riyâkârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahud mahsudu (hased ettiği kimseyi) riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlâhiye'ye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor, âdeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır."[5]

MEŞRU HASED:


Son olarak bir noktaya daha parmak basmak isteriz. İslâm uleması, bazı kimselere karşı hasedin meşru olabileceğini söylemiştir. Onlar kâfirlerle, mazhar oldukları nimetleri, Allah'a isyan ve birkısım günah işlerde harcayan fasıklardır. Bunların ellerindeki nimetten mahrum kalmalarını temenni etmek günah değildir.[6]

16 Ağustos 2018 Perşembe

MEHİR NEDİR,MİKTARÏ NE KADARDIR ?

Mehir, sadak ve sevk, evlenme sırasında kadına verilmesi gereken bir bedeldir. Nikahın sahih olmasının şartlarından biridir. Bu olmaksızın nikâh sahih olmaz. Ancak bilahere kadın mehrinden vazgeçebilir. Zirâ mehir kadının şahsi malıdır, onu dilediği gibi tasarruf eder, kimse karışamaz şöyle veya böyle tasarruf etmek için kimse onu icbar edemez. Evlenilen kadın ehl-i kitap dahi olsa mehir hakkı aynen mevcuttur.
Mehrin nikâh için şart olması, Kur'ân-ı Kerim'de yer almış olmasından ileri gelir. Ayet-i kerime:
"Kadınlara mehirlerini cömertçe verin. Eğer ondan gönül hoşluğu ile size bir şey bağışlarsa onu âfiyetle yeyin." (Nisâ 4).
Mehrin âzâmî miktarı hususunda bir hudud yoktur. Resûlullah devrinde, mehir olarak hurma bahçesinin bile verildiği olmuştur.
Asgarî miktarı hususunda ülemâ ihtilâf eder. Hanefîlere göre en az on dirhem gümüş olmalıdır.
Mâlikîlere göre hâlis altından bir dinarın dörtte biri, hâlis gümüşten de üç dirhemdir veya bunların kıymetinde maldır.
İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, Sevrî, Dâvud-u Zâhirî, İbnu Ebî Leylâ'ya göre, mehrin muayyen bir miktarı yoktur. Her mal olan şey az olsun çok olsun mehir olabilir. Bununla beraber İmam Ahmed İbnu Hanbel'e göre mehrin on dirhemden az olmaması müstehabtır, dörtyüz dirheme kadar olması mesnundur, ziyade olmasında bir beis yoktur.
Nikâh akdi sırasında mehir miktarının tesbit edilmesi sünnettir. Akid zamanında mehir belirlenmemiş ise veya belirlenen miktar sahih kabul edilmemiş ise buna mehr-i misil gerekir. Yani o devirde o bölge halkı, o emsal kadının nikâhında  ne miktar mehir vermeyi örfleştirmiş ise o esas alınır. Buna mehr-i misil denir. Nikâh sırasında zikredilen mehre, mehr-i müsemmâ denir.
Mehr-i müsemmânın âzâmi miktarına şer'an miktar tayin olunmamış, iki tarafın mütâbakatına bırakılmıştır. Akid sırasında tesmiye edilen yani bilfiil zikredilerekmütabakatla tesbit edilen meblağ ne kadar yüksek olursa olsun, onun kadına ödenmesi gerekir. Bu husus, âyet-i kerime ile garanti altına alınmıştır: "Bir eş yerine başka bir eş almak isterseniz, birincisine bir yük altın vermiş olsanız bile, ondan bir şey almayın..." (Nisâ 20). Burada Rabbimiz Teâlâ  Hazretleri boşanma halinde, kadına mehr-i müsemmânın bir yük altın bile olsa verilmesini emreder. Yük'ün sayısı, kilosu yoktur. Bu hususta Hz. Ömer'e itiraz eden kadının kıssası meşhurdur: Hz. Ömer (radıyallâhu anh), kadınlara verilen bu mehrin âzamî miktarını tesbit etmek niyetiyle, bir cuma  hutbesinde: "Kadınlara mehir verirken aşırı gitmeyin..." deyince, cemaatten bir kadın atılarak: "Ey Ömer, senin buna hakkın yok. Zirâ âyet-i kerime'de Cenâb-ı Hakk: "Birisine bir yük altın da vermiş olsanız bile ondan birşey almayın..." buyurmuştur" der. Hz. Ömer kadına hak verir ve kararından rücû eder.
Yeri gelmişken şunu da belirtelim: Mehir, evlenme anında peşin verilebileceği gibi, önce borçlanıp sonra da verilebilir. Veya bir kısmı önce verilir, bir kısmı borç olarak tesbit edilir, sonradan ödenir. Peşin ödenene mehr-i muaccel denir. Koca, hayat boyu borçlu kalabilir. Bu esnada boşanma olursa, boşanma sırasında erkeğin mehir borcunu ödemesi gerekir. Ölmüş ise geride bıraktığı mal, vârisler arasında taksim edilmezden önce, ondan mehir ödenir, geri kalan, taksime tabi tutulur.
Görüldüğü üzere, mehir müessesesi son derece ciddi bir müessesedir ve kadınların korunmasına, istikballerinin garanti edilmesine yöneliktir.
Bugün bu müessesenin işletilmemesinden hâsıl olan bir kısım ızdırapların günahı İslâmiyet'e yükletilemez. Aksamaların vebâli, müesseseyi işletmeyen, bu  emre riâyet etmeyen cemiyete ve müslümanlara aittir. Bir de kadınlarımızın cehaleti bu meselede büyük rol oynamaktadır. Bu hususları bilip, evlenme sırasında açık ve net olarak medar-ı bahs edip gereğini yapması gerekir. Mehir gibi ağır, maddi bir yükün altına giren bir erkek karısını kolay kolay boşayamaz.
Çok mevziî ve aksaktopal bir vaziyette câri olan bu müessesenin, aslî ruhuna uygun olarak ihyası, kadınlarımızın himayesi, boşanmaların azalması, İslâm'a yöneltilen iftiraların yersiz olduğunun fiilen gösterilmesi için gereklidir. 

EMANET NEDİR ?

Emanet, hıyanetin zıddı olup güven, sadakat, emniyet mânalarına gelir. İslâm dini adalet ve emniyete çok fazla ehemmiyet atfeder. İçtimâî ve ferdî huzurun, maddî ve mânevi kalkınmanın bunlara bağlı olduğunu belirtir.
Aslında adaletle emniyet birbirinden ayrılmaz. Adaletin olmadığı yerde emniyet ve güven de olmaz. Cenab-ı Hak Rahmân suresinde semâvatın bile adaletle nizamda, kıyamda olduğunu belirttikten sonra insanlar arasında adaletli, ölçülü, hukuka riayetkâr olunmasını emretmiştir. Hadislerde emanetin kaybolması kıyamet alâmeti olarak ifade edilmiştir. Emânetin kaybolması, insanlar arasında dürüstlüğün, adaletin, hakkına razı olma duygusunun kalmaması, kimsenin kimseye güvenemez hâle gelmesi demektir. Bu da hilekârlıkların, haksızlıkların artmasıyla hâsıl olur.
Emanetin kalkmasıyla hâsıl olacak durumun vehametini tam kavrayabilmek için, Kur'ân-ı Kerîm'de emânete verilmiş olan makamın yüceliğini bilmek yeterlidir:
"Doğrusu biz, emaneti göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zâlim ve çok câhil olan insan ise onu yüklenmiştir."(Ahzâb: 36/72).
Hadiste kaybolacağı veya "kaybedilmesi"nin kıyamet alâmeti olacağı bildirilen emanetin âyette zikredilen emanetten ayrı olduğu söylenemez.
Nitekim, bu "emanet"in ne olduğu sorusuna ulema farklı yorumlar getirmiştir ki, hepsinin de belli bir ölçüde haklılığı açıktır.
İbnu Abbâs'a göre: Yapılması emredilen veya yasaklanan farzlar'dır demektir.
Bazıları: İbadetlerdir demiştir.
Bazıları: Bütün tekliflerdir demiştir.
Bazıları: Allah'ın insanlardan aldığı mîsaktır demiştir.
İbnu't-Tîn: Mükellefin, Allah'tan başkasınca bilinmeyen bütün gizli şeyleridir, demiştir.[1]

10 Ağustos 2018 Cuma

TEMEL EĞİTİM AİLE OKULUNDA BAŞLAR

Bugün İslâm dünyasının en mühim meselesi, en temel dâvâsı, en derin problemi, en elzem hadisesi, en hayattar olayı, en birinci meselesi eğitimdir.
Toplumda İslâmî dinamizmi yaşamak için, her makamın adamını hazırlamak gerekir. Her sahanın uzmanını yetiştirmek için hayatî ve kat’î bir zaruret haline gelmiştir. Eğitim okuryazar, okul sayısıyla ifade edilebilecek bir hadise değildir. Eğitim, insanı okuma, anlama ve hayata hazırlama hadisesidir.  Burada önemli olan kelime, kavram ve kurum değil, eğitimin çeşitli boyutlarıyla mülâhazasıdır. Kemiyet ve keyfiyet denkleminde ele alınabilecek bu durum bizi çağdaş eğitim metodolojisine götürür. Bediüzzaman “Risale-i Nur’un hakikatine çalıştığım gibi, bu mesele için de o kadar çalıştım” diyerek Eğitime verdiği önemi göstermiştir. 
Eğitimin fıtrat boyutuna bakacak olursak, her insanın fıtrî bir çerçevesi var.  Bu çerçevenin içine uygun resmi koymak hadisesinde eğitim.  İnsanın doğuştan bir takım özellik ve güzellikleri var. Bunlar her kişide farklılık gösterir. Her insanın Ehad ismine ayine olarak, bir kişilik şifresi var. Bu şifre onun mizanına kodlanmıştır. Eğitim ve eğitimciye düşen görev, bu farklılıkların farkına varıp kişiliğini sağlam esaslar üzerine inşa etmektir. Pedagojik realitelere uygun bir öğrenme uygulayarak, pratiğini geliştirmektir.  
Eğitimin başladığı yer ailedir.  Çocuk da ailenin meyvesi olarak Allah’ın bize verdiği en kutsal emanettir. Bu emanetin ehemmiyetini idrak edip gereğini yapmak eğitimle olur. Eğitimin kurumsallaştığı en önemli okul aile okuludur. Evlerimizi çocukların eğitim ve terbiyesi için aile okullarına dönüştürmeliyiz. 
Bu aynı zamanda terbiye sisteminin nebevî metodudur. Temel dinî ve fıtrî bilgiler, birlikte yaşama pratiği, ibadet ve uygulamalar hep örnekleme metodu ile yaşanırsa, ailemizi bir mektep yapmış oluruz.
Her üzüm yetiştiği bağın kalitesini gösterdiği gibi, her çocukta bağlı bulunduğu ailenin ahlâk ve kalitesini gösterir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Çocuk, peder ve validesini dindar görmelidir.” Yoksa  imandan, maneviyattan boş olarak yetişirse saygısız, topluma zararlı şahıslar meydana getirecektir. Dünyaya neden geldiğini bilerek, kulluk şuuruyla yetişen bir çocuk, bu eğitimden sonra doğruyla yanlışı ayırt edebilecek bir akla ve doğruyu uygulayacak bir vicdana sahip olur.
Anne ve baba, çocuklar için model alınacak örneklerdir. Yuvalarda bu şartlar esas alınarak kurulmalıdır. 3S (Sofra, saf, sohbet) formülüyle bir araya gelen aileler mutluluğu yakalar. Namazlar cemaatle kılınarak tesbihat ve ders yapılmalı. Yemekler aynı sofrada aynı saatte yenilmeli. Ailevî bütün meseleler, müzakere ve konuşma yoluyla halledilmeli. 
Aynı masa etrafında meşveret edilerek aile birliği pekiştirilerek, eğitim sürecine dahil edilmeli. Bu sistemi aktif hale getiren herkes, ailesini bir okul haline getirmiş olur.

9 Ağustos 2018 Perşembe

SERÇE KUŞU

NEDEN SERÇE KUŞU? 
Bediüzzaman’a göre insan sırf dünya hayatı için çabalasa, emeline ulaşmakta bir serçe kuşuna yetişemez. Fakat ahiret için çalışsa bütün hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmünde olur.4 Keza Bediüzzaman’a göre, insan hayvan gibi yaşasa, bir serçe kuşu kadar mutlu olamaz; çünkü insan baki bir hayat için yaratılmıştır. Bu sebeple insanın ruhunda gelecek kaygısı, hüzün, keder ve korku vardır. Oysa serçe kuşunda gelecek endişesi ve korkusu yoktur.5
Bu bahislerde serçe kuşunun kıstas alınma hikmetine gelince…
Serçe kuşu ağaçların, kırların, dalların, tabiatın dili, mutluluğu ve neşe kaynağıdır. Dört mevsimde cıvıltılarıyla ağaçların ve insanların adeta gözü, kulağı, dili ve neşesi olurlar. Bir avuçluk cüsseleriyle, mutluluktan uçarlar! Tasasız ve kedersizdirler.
Gece gündüz mütevekkildirler. Tevekkülün sembolüdürler. Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki; “Şayet siz Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, sabahları açlıktan karınları çekilmiş olarak çıkıp, akşamları karınları dolu olarak dönen kuşlara rızk verdiği gibi Allah size de rızkınızı verirdi.”6
Serçe kuşları fıtraten şükran-ı nimet içindedirler. Lâtiftirler, şirindirler, sevimlidirler. Cıvıldaşmaları zikirdir. Cikcikleri tespihtir. Yürekleri Hakk’a dönüktür.
Daldan dala uçarlar. Böylece insanın yapamadığı, ama hayalinden düşürmediği bir işi, neşeyle yaparlar. Serçe kuşu bu ve buna benzer lâtif özellikleri dolayısıyla hayvanlar adına sembolik olarak Risalelere girmiştir denilebilir. Ama Risalelerde imanî konular işlenirken, yer yer diğer hayvanların da adıyla bahsi geçmektedir.
GÜNÜN DUÂSI
Allah’ım! Tespihimi, tevekkülümü, itaatimi, ibadetimi, neşemi, saadetimi serçe kuşundan geri bırakma! Dünyada bütün Müslümanların tasalarını gider. Ahirette bütün ehl-i imanın kaygılarını dindir. Rahmetini cümlemize yar eyle! Âmin.