31 Mayıs 2022 Salı

MAYMUNA DÖNÜŞME

 

Evrimcilerin kulakları çınlasın !

وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذ۪ينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِى السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئ۪ينَۚ‌ـ﴿٦٥‌ـ﴾

65- İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar olun!

dediklerimizi elbette bilmektesiniz.

فَجَعَلْنَاهَا نَكَالًا لِمَابَيْنَ يَدَيْهَا وَمَاخَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّق۪ينَ‌ـ﴿٦٦‌ـ﴾

66- Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.

(2-Bakara) (1. Cüz-2. Hizb)

Demek ki evrimcilerin bu ayetten haberi var ki, insanın maymundan geldiğini yani maymuna dönüştüğünü idda ediyorlar.Gafil müslümanın kulakları çınlasın Desenize Şebek, Goril ve Şempanze tipi çok maymum içimizde dolaşıyor.Allah gerçek müslümanları korusun.Nefislerimizi şeytanın ve tüm kötüklerin şerrinden muhafaza eylesin.Amin.

Mealli Kur'an - 9

NİÇİN GERİ KALDIK ?

 İslâm Dünyası, asırlardan beri devam eden jeopolitik sebeplerin oluşturduğu hayatî önemdeki problemlerle birlikte 21. Yüzyıla girdi. 20. Yüzyıla kadar teraküm etmiş meselelerle dolu ağır ve zor süreç; son olarak “Ararat Dağı’nın patlayarak dağlar büyüklüğünde parçaların etrafa dağılması” tasvirinde olduğu gibi İslâmiyetin hamisi ve kalesi konumunda bir cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden silinmesi ile tamamlandı. Geride milyonlarca şehit, gazi ve yıkılmış bir ülke manzarası ile.

Ayrıca terk etmek zorunda kaldığı coğrafyalar, başta Orta doğu ve Balkanlar olmak üzere, üzerinde yaşayan halkların acı ve gözyaşlarının artarak devam ettiği bir gerçeklik olarak.

Bütün bu sonuçlar hamiyetperverlere tarihî sorumluluklar yüklemektedir. Sorumluluk, tarihin seyri içinde neleri eksik ve yanlış yaptığımızın tesbit edilmesi ve çözüme dönük çalışmaların yapılmasıdır. Bundan kaçınmak, gündeme almamak, hamasi değerlendirmeler çözümü imkansız kılacaktır. Bu sonucu doğuran en önemli sebep ise asırların ihmali ile oluşan “geri kalmışlık” hastalığıdır.

“Cehalet, zaruret ve ihtilâf” olarak formüle edilen temel sebeplerin oluşturduğu istibdat, zulüm, adaletsizlik, bilim ve teknolojideki geri kalmışlık, kırılgan ve zayıf bir bünye ile emperyal güçlere boyun eğme sonucunu doğurmuştur.

Bediüzzaman, Muhakemat adlı eserinde bütün bu gerçekleri derin bir üzüntü ile ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek ifade etmiş, milletin imanına hizmet etme gayretinin yanında, geri kalmışlık zincirinin de kırılması için çaba harcamıştır.

“Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette Kurun-u Vusta’da durduran ve tevkif eden” hastalıkların teşhis ve tedavisinde yol haritası niteliğindeki görüşlerini de ‘Hutbe-i Şamiye’de anlatmaktadır.

“Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum” diyerek, bir yandan anlaşılma beklentisini, diğer yandan da gelişmenin kodlarını ortaya koymuştur. Bediüzzaman, İslâm Âlemi’nin kurtuluşu için gayret ederken insanlık için de tasavvur ve idealleri vardır.

Adalet-i mahza ve hakikî medeniyet vurgusuyla “insanlığı mesud edebilir bir istidatta olan” Nuru Kur’ân’a atıf yaparak “saadet odur ki herkesin, lâakal ekseriyetin saadeti”ni isteyen bir görüşü, bütün beşeriyet için talep eden bir vizyon ortaya koymuştur.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki ölçü ve tesbitler bir “gelişme ve ilerleme” kılavuzu niteliğindedir. Bu kılavuz asırların ihmalinin ortadan kaldırılması için değerlendirmeyi bekliyor.

ŞEYTAN ÜÇGENİ

 

12 Eylül çok büyük bir fitne idi.

Öyle ki 28 Şubat ve 15 Temmuz’a kadar uzandı bu fitne.

Bu fitnenin şifreleri ise Kutlular Abinin şu sözlerinde saklı:

“12 Eylül’de Konsey adına biri benimle görüşmek istedi. 3 teklif ile geldiler.

Bana, “Mehmet Bey, biliyorsunuz bir ihtilal oldu. Bunun için bütün sivil toplum faaliyetleri yasaklandı. Ama siz bu yasaklara uymuyorsunuz. Beyazıt’ta her Cumartesi iki yüz kişiyle sohbet yapıyorsunuz. Bunlar Konsey’e rapor olarak geliyor. Konsey bu toplantılarınızı kaldırmanızı istiyor. Bunun için anlaşmaya geldik.

İkincisi: Atatürk aleyhtarlığı yapıyorsunuz. Paşalar bu konuda hassas. Bunu da yapmamanızı istiyoruz.

Üçüncüsü ise yurt dışında (yurt içinde değil) Süleymancılara ve Milli Görüşçülere karşı beraber mücadele verelim -her halde onları bizden daha tehlikeli görüyorlar.- Bunları kabul ederseniz, devlet imkânlarını emrinize tahsis edeceğiz” dedi.

Ben de,

“Birincisi: bu dersleri kaldırmayız. Biz imanî konularda ders yapıyoruz. Rahatsız oluyorsanız, bizi toplar hapishaneye atarsınız. Biz de çıktığımızda, bıraktığımız yerden devam ederiz.

İkincisi: Atatürk meselesinde yaptığımız bir şey yok. Ama sizler Atatürk’ü “Besmele” yaptınız. Bazı şeyleri tenkit ediyoruz.

Üçüncüsü ise Süleymancılara ve Milli Görüşçülere niye düşmansınız? Çünkü onlar dindardırlar. Onun için onlara muarızsınız. onların Müslümanlığından şüphemiz yok. Farklılıklarımız var; ama biz onlara düşman değiliz. Onlar bizim din kardeşlerimiz. Ayrıca kendimizi onlara karşı kullandırtmayız. Hiçbir teklifinizi kabul etmiyorum” diye cevap verdim.”

12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz şeytan üçgenini tam olarak tanımlayan satırlar bunlar.

Dikkat ediniz…

Derin devlet, “Süleymancılara ve Milli Görüşçülere karşı beraber mücadele verelim” diye bir teklif getiriyor.

Bu teklif aslında Müslümanı Müslümana kırdırma projesidir.

Kutlular Abi Nurlardan aldığı ferasetle bu tuzağa düşmüyor.

30 Mayıs 2022 Pazartesi

ZARURET VE HARAM

 اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا

sırrıyla: Haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz.

Evet muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez.

Belki, ölmeyecek kadar yiyebilir.

Hem yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.

   İktisad, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delalet eden bir vakıa:

   Bir zaman, dünyaca sehavetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor.

Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor.

Bakar ki: Bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş; cesedine batıyor, kanatıyor.

Hâtem ona dedi: "Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor.

Sen de oraya git; beş kuruşluk bu çalı yüküne bedel, beş yüz kuruş alırsın." O muktesid ihtiyar demiş ki: "Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım.

Hâtem-i Tâî'nin minnetini almam." Sonra, Hâtem-i Tâî'den sormuşlar: "Sen kendinden daha civanmerd, aziz, kimi bulmuşsun?" Demiş: "İşte o sahrada rast geldiğim o muktesid ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmerd gördüm."

Lemalar - 142


RIZKI VEREN ALLAH'TIR

 اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ

sırrıyla,

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا

sarahatiyle; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak.

Çünki şu âyet taahhüd ediyor.

Evet rızk ikidir:

   Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak.

Bu âyetin hükmü ile o rızk, taahhüd-ü Rabbanî altındadır.

Beşerin sû'-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir.

Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.

   İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, sû'-i istimalât ile hâcat-ı gayr-ı zaruriye hâcat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup, terkedemiyor.

İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için; bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır.

Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor.

Böyle acib bir zamanda, şübheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.

 Lemalar- 142

İKTİSAD HAKKINDA

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:

 "İktisad eden, maişetçe aile belasını çekmez" mealinde لَا يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَ hadîs-i şerifi sırrıyla: İktisad eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.

Evet iktisad, kat'î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat'î deliller var ki, hadd ü hesaba gelmez.

Ezcümle: Ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zâtların şehadetleriyle diyorum ki: İktisad vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler.

Hattâ dokuz sene -şimdi otuz sene- evvel benimle beraber Burdur'a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekatlarını bana kabul ettirmeğe çok çalıştılar.

O zengin reislere dedim: "Gerçi param pek azdır; fakat iktisadım var, kanaata alışmışım.

Ben sizden daha zenginim." Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim.

Cây-ı dikkattir ki: İki sene sonra, bana zekatlarını teklif edenlerin bir kısmı iktisadsızlık yüzünden borçlandılar.

Lillahilhamd onlardan yedi sene sonra, o az para iktisad bereketiyle bana kâfi geldi; benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi.

Hayatımın bir düsturu olan "nâstan istiğna" mesleğimi bozmadı.

   Evet iktisad etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzeddir.

Bu zamanda israfata medar olacak para, çok pahalıdır.

Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor.

Bazan mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor.

Demek manevî yüz lira zarar ile, maddî yüz paralık bir mal alınır.

Eğer iktisad edip hâcat-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ

sırrıyla,

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا

sarahatiyle; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak.

Çünki şu âyet taahhüd ediyor.


GÜNÜMÜZDE BİRLİK ÇABALARI

  Günümüzde…ayrılık tohumları

Aramızda “ihtiyar” veya “genç” fark etmez, nifak odakları kurumsal ve/veya fert bazında yok mu artık? Güncel bir örnekle:

Evet bu ülkede bir zaman Kürt insanına karşı dillerini, kültürlerini, şahsiyetlerini ezen, sıfırlayan bir anlayış ve bunun getirdiği haksızlıklar, adaletsizlikler vuku bulmuştur, lâkin bu yanlışlıkları gidermeye yönelik önemli adımların atıldığını da kimse inkâr edemez.

Anlayışlar değişti bir kere… Dünya değişti… Artık zulümle âbâd olunamayacağı bir kez daha anlaşıldı. Bizlere düşen; bir Allah’a, bir peygambere, bir Kitaba inanan, aynı kıbleye yönelip secdeye baş koyan, aynı vatanda aynı havayı teneffüs eden kardeşlerimizle “bir” olup “ayrılıkçı” odaklara fırsat vermemektir.

Aksi takdirde hiçbir şey elde edilemeyeceği gibi aksülamel olarak (fesat odaklarının kışkırtması, toplum düzeninin bozulmasıyla) kalplerde kin ve nefret tohumlarının yeşermesine sebep olunur.

Millet bağı ne olursa olsun, ehl-i imanın arasında onca “bir” varken ve “biz” olmak dururken “ben” demeye devam ediliyorsa hesabı elbet birgün verilir!

Hâsılı; ene nahnüye tebdil edilip; bütün gücümüzle âlem-i İslam için, din-i mübin için, rıza-i İlâhî için ve millet için ilim, san’at, fen gibi terakkiyata, gelişmeye vasıta alanlarda azimle çalışarak uluslar arası konjonktürde yer ve söz sahibi olmaya ihlâsla, azimle gayrettir bize düşen.

Ezel ve Ebed Sultanı “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır” buyurur.

Biz ne için çalıştığımızı sorgulayalım.

Ne için? Kim için? Nasıl bir üslûpla, edeple çalıştığımızı…

O gün geldiğinde hesabını verebilmek için…

“Yoksa siz başıboş bırakıldığınızı mı zannedersiniz?”


BİRLİK OLALIM

 Bir olmak… Ama nasıl?


“Birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde…”

Klişeleşmiş bu sözlerle büyüdük desek yalan olmaz her halde. Özellikle son asırdaki farklı sebepler—ki bu sebeplerin ana temasını oluşturan fitne, nifak, kin, milliyetçilik gibi unsurlar—özünü kaybetmiş, sadece sözde kalan “birlik ve beraberliğe muhtaçlık” vaziyetinin en belirgin müsebbiplerinden.


İnsanoğlunu insan yapan en önemli cihâzâtı akıl, ilim, vicdan, merhamet, şefkat, hoşgörü, adalet, affetme olarak sıralayabiliriz.

“Herşey zıddıyla bilinir” kaidesince bu âlî hasletleri ortaya çıkaran ve insanda imtihan sırrı gereğince fıtratına derc edilmiş olan nefs ise; benlik, menfaat, kıskançlık, haset gibi süflî duyguları netice vermekte ve toplumlarda makro düzeyde kavmiyetçilik, milliyetçilik, hırs, adavet olarak ortaya çıkıp, virüs gibi yayılmaktadır.

Bu durum dünyanın neresine giderseniz gidin, belli değerleri (inanç, ahlâk, adalet) özümsememiş toplumlarda er veya geç hastalıklı bir şekilde ortaya çıkar.

Ve bizim ülkemiz… Ve Türkiye’miz… Ve kıt’alarda hüküm sürmüş; adaletiyle, din ve vicdan hürriyetiyle onlarca milleti bir arada kemal-i merhamet ve adaletle idare etmiş 600 yıllık bir mirasın, İslâmın bayraktarlığını yapmış bir ecdadın vârisi milletimiz..

Ne oluyor bize? M. Âkif’in mısralarında kendine özgü tarzıyla teşhis ettiği fertler biz miyiz yoksa?

“Cihan alt üst olurken seyre baktın öyle durdun ya,

Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda!”

Nasrullah Camii’nde verdiği vaaza kulak verelim:

“Ey cemaat-ı müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırh ile ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek, herkes kendi başının derdine hevasına düştüğü zaman yıkılır. Tefrika yüzünden aralarında hâdis olan [ortaya çıkan] fitneler, fesatlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini görüyoruz.”

Ne değişti o günden bugüne?

Sağ-sol diyerek bu millet birbirine kırdırıldı.

Alevî-Sünnî nifağıyla nefretler kusturuldu.

İrtica-laiklik günün değişmez menüsü oldu.

Hâl böyle iken gelin asırlar öncesine bir yolculuk yapalım:

Medine’de bir öğleden sonra… Efendimiz’in (asm) varlığında Sahabeler birbirleri için kendilerini, nefislerini, mallarını mallarını feda etmekte. İhlâs ve uhuvvet mücessem bir hale bürünmüş.

Ensardan bir kaç genç samimî-hoş bir sohbetin içinde. Lâkin bu durum “bazıları”nın hiç hoşuna gitmiyor. Özellikle ihtiyar bir Yahudinin… İsrailoğullarından bir genci Ensarın yanına gönderirken şöyle bir tembihte bulunur:

“Bu gençler Evs ve Hazrec kabilelerindenler… Eski anlaşmazlıklarını usûlünce anlat, hadi bakalım..”

Genç Yahudi, Ensarın yanına sohbet niyetiyle yanaşır ve lâfı şiirlerle Evs ve Hazrec’in arasındaki vukuatlara getirir. Gençler adı üstünde, delikanlı… Herbiri başlar mensup olduğu kabilenin cesurluklarını, üstünlüklerini anlatmaya… Duygular galeyana gelir. Biri diğerine:

“İsterseniz geçmiş vakıaları tazeleyebiliriz!” diye meydan okur.

Berikinin gözü karadır:

“Sizden mi korkacağız?”

Silâhlanıp Medine’nin dışında bir vadiye gelirler. Haber Allah Resûlü’ne (asm) ulaşır. Hemen harekete geçer ve iki tarafa hitaben:

“Ey Müslümanlar! Allah’tan korkunuz.. Allah’tan korkunuz.. Aklınızı başınıza alın. Ben sağ ve aranızdayken cahiliye dâvâlarıyla mı ayaklanıyorsunuz? Bunun akibeti nereye varır, düşünmüyor musunuz? Sakın aranıza ayrılık-gayrılık girmesine meydan bırakmayın.”

Gençler pişman olup, gözyaşlarıyla birbirlerine sarılırlar.

"ALDATAN BİZDEN DEĞİLDİR"

 "ALDATAN BİZDEN DEĞİLDİR"


Devlet yönetimine talip olan insanların dikkat edeceği en önemli husus güvendir.
Parasını malını mülkünü kaybeden bir şeyler kaybetmiş olur,güvenini kaybeden ise herşeyini kaybetmiş demektir.
"Aldatan bizden değildir" diyen Peygamberimiz meselenin önemini belirtmektedir.
İnsanların güvenini kaybeden yöneticiler yalana başvurmak zorunda kalır.Halbuki bir insanı ve dolayısı ile milletleri yok edip perişan eden yalan ve israf ile birlikte ahlaki çöküntüdür.
Tarih bize bunları göstermekte yalandan ve israftan sakınmamızı dinimiz emretmektedir.
Geçmiş devirlerde yok olan kavimler, yoksulluktan değil zenginlik sonucu artan israf ve ahlaksızlıktandır.
Nuh tufanı, Ad ve semud kavimerinin yok oluşu bunun bariz örnekleridir. Yakın tarihimizde Lale devri savurganlıkları ve günümüz israf ve aldatmaları neticesi ekonomik bunalımlar.
Devleti yönetenler israf bataklığında,itibardan kesinti olmaz diyerek milleti uyutmaktadırlar.Millet çaresizlik ve ümitsizlik içerisinde ondokuz yıldır aldatıldığının farkına varamamaktadır.
Artık yeter yalan ve yanlıştan vazgeçerek bu millete doğruları söyleyin. Milletin size güveni kalmamıştır.Muhalefeti ile iktidarı ile bu millete gerçekleri söyleyin medyanın yalan yanlış haberleri ve propagandaları ile bu milleti ne zamana kadar aldatabileceksiniz.
Bir gün geç olduğunun farkına varılanca  her şey çok daha kötü olabilir ve ülke kargaşa ortamına sürüklenebilir.
Ey yöneticililer ! ne zaman bu milleti aldatmaktan ve yalan söylemekten vazgeçeceksiniz?

28 Mayıs 2022 Cumartesi

SIRAT-I MÜSTAKÎM NEDİR

 الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ : Sırat-ı müstakim; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir.

Şöyle ki:

   Tagayyür, inkılab ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir.

Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye.

İkincisi: Zararlı şeyleri def' için kuvve-i sebuiye-i gazabiye.

Üçüncüsü: Nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.

   Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir hadd ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan bu kuvvetlerin herbirisi tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.

Meselâ: Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki; ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur.

İfrat mertebesi fücurdur ki; namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur.

Vasat mertebesi ise iffettir ki; helâline şehveti var, harama yoktur.

   İhtar: 

   Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuddur.

   Ve keza kuvve-i gazabiyenin tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar.

İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiçbir şeyden korkmaz.

Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür.

Vasat mertebesi ise şecaattır ki; hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru' olmayan şeylere karışmaz.

   İhtar: 

   Bu kuvve-i gazabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.

   Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz.

İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur.

Vasat mertebesi ise hikmettir ki; hakkı hak bilir imtisal eder, bâtılı bâtıl bilir içtinab eder.

وَ مَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَث۪يرًا    İhtar: 

   Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi; füruatı da, o üç mertebeyi hâvidir.

Meselâ: Halk-ı ef'al mes'elesinde Cebr Mezhebi ifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder.

İtizal Mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir.

Ehl-i Sünnet Mezhebi vasattır.

Çünki bu mezheb beyne-beynedir ki; o fiillerin bidayetini irade-i cüz'iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor.

Ve keza itikadda da ta'til ifrattır, teşbih tefrittir, tevhid vasattır.

   Hülâsa:

   Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir.

Sırat-ı müstakimden murad şu üç mertebedir.

İşarat-ül İ'caz - 23

KÂİNAT BİR ERZAK SOFRASI

    Evet şu mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar; ferdler olsun neviler olsun, küçük olsun büyük olsun, semerat ve gayatla ve faideler ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş ve o hikmetnüma suret gömleği üstünde lütuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inayet her şeyin kametine göre biçilmiş ve o müzeyyen hulle-i inayet üzerine tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in'am lem'alarıyla münevver, rahmet nişanları takılmış ve o münevver ve murassa' nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevilhayatın taifelerine kâfi, bütün hâcetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumî kurulmuştur.

İşte şu iş, Güneş gibi aşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak bir Zât-ı Zülcemal'e işaret edip gösteriyor.

   Öyle mi?

Herşey rızka muhtaç mıdır?

   Evet, bir ferd rızka ve devam-ı hayata muhtaç olduğu gibi, görüyoruz ki: Bütün mevcudat-ı âlem, bâhusus zîhayat olsa, küllî olsun cüz'î olsun, küll olsun cüz' olsun; vücudunda, bekasında, hayatında ve idame-i hayatta maddeten ve manen çok metalibi var, çok levazımatı var.

İftikaratı ve ihtiyacatı öyle şeylere var ki, en ednasına o şeyin eli yetişmediği, en küçük matlubuna o şeyin kuvveti kâfi gelmediği bir halde, görüyoruz ki: Bütün metalibi ve erzak-ı maddiye ve maneviyesi

مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ

ummadığı yerlerden kemal-i intizamla ve vakt-i münasibde ve lâyık bir tarzda kemal-i hikmetle ellerine veriliyor.

İşte bu iftikar ve ihtiyac-ı mahlukat ve bu tarzda imdad ve iane-i gaybiye, acaba Güneş gibi bir Mürebbi-i Hakîm-i Zülcelal'i, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemal'i göstermiyor mu?

Sözler - 303

HİÇBİR ŞEY ONDAN GİZLENEMEZ

 Hiçbir şey ondan gizlenmediği gibi, hiçbir şey ona ağır gelmez.

Zerrelerle yıldızlar, onun kudretine nisbeten müsavidirler.

   Meselâ: O Rahîm-i Zülcemal'in bağistan-ı kereminden, mu'cizatının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım: Yüz ellibeş çıktı.

Bir salkımın tanesini saydım: Yüzyirmi kadar oldu.

Düşündüm, dedim: "Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurub tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek.

Halbuki, bazen az bir rutubet ancak eline geçer.

İşte bu işi yapan, herşeye kàdir olmak lâzım gelir.

سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ ف۪ى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

Sözler - 302

26 Mayıs 2022 Perşembe

İNSAN VE İBADET

 İNSANIN YARATILIŞ GAYESİ                   İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.” ayetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin "ben" değil de "biz" denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz verseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar, kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm.)'dir.

“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır: “Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.”

***

Nur Küllîyat'ında insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:

- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.


- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.

- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.

- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

- Ruhunu günahlardan, bedenini de her türlü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.


İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu hâlde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.

Bir süre sonra kendisi de o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte âdeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.

DEMOKRASİ PLATFORMU VE İKTİDAR ALTERNATİFİ !

 İKTİDAR ALTERNATİFİ !

Hey gidi günler hey! Adamlar planlandığı gibi parti kurup ilk seçimlerinde %34 oy oranı ile %65'e hükmedecek şekilde muhalefeti hiçe sayarak alternatifsizliklerini ilan ettiler.Çünkü bu neticeyi kendileri de beklemiyorlardı.Bu neticeye bakıp seçim sarhoşu oldular.Ne yazık ki, millet iradesini hiçe sayan seçim hileleleri bu neticeyi doğurdu.Milletin enaz %25'i  meclis dışı kalarak temsil imkanı bulamadı.Aldığı %9,5 oranındaki oyla Demokratlar başta olmak üzere, sosyal demokratlar, libareller, hatta bazı muhafazakarlar da seçim barajının aşamayarak meclis dışı kaldılar.Bunu gören  AK parti , haksız elde ettiği oy oranı ile alternatifsizliğini ilk seçimlerinde ilan ettiler.Fakat ne yazık ki, milletin kendilerine tanıdığı bu krediyi iyi kullanamadılar. Kendilerini alternatifsiz gördükleri için, denetimsiz ve usülsüzlüğe başvurmaya başladılar.Sonra kuvvetler ayrılığından rahatsız olup kuvvetler birliği haline dönüşen Ucube bir sistem kurdular Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi.Nedir bu dediğin zaman, ülkeyi uçuracak sistem dediler ama malesef battıkça battılar.Ülkeyi ittifaklara mahkum ettiler kendilerini tek adam ilan ederek 1930'lu yıllara geri döndüler, ülke borç bataklığında ve işsizlik diz boyu her evde bir işsiz meydana getirdiler.Yatırım yok, isdihdam yok, üretim yok enflasyon almış başını gidiyor, halâ altternatifsiz olduklarını düşünüyorlarsa ilk seçimde aldandıklarını görecekler.Artık atı alanın Üsküdarı geçtiği bir dönem yaşanmayacak, çünkü Millet ittifakının Demokrasi Platformu en büyük alternatif.Önce hak,hukuk adalet.Bunun içinde güçlendirilmiş parlementer sisteme tekrar dönmek. Yani bugünkü Tek adam Cumhurbaşkanlığı hükümet ucube sistemine son vermektir.
Demokratlar, Yeniden Büyük Türkiye için, el ele gönül gönüle...Ne diyelim kıskananlar çatlasın.

24 Mayıs 2022 Salı

NAMAZA DAİR

 Elhasıl: 

   Ey nefis!

Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı.

Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin.

Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil.

Lâekal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır.

Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder.

Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var.

Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi'dir.

Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar.

Siyah ise, siyah görünür.

Kırmızı ise, kırmızı görünür.

Hem onun keyfiyetine bakar.

O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir.

Düzgün değil ise, çirkin gösterir.

En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin.

Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.

Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni'-i Zülcelal'ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder.

Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

âyet-i pür-envârından bir nuru, senin kalbine serper.

Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikasıyla ışıklandırır.

Senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

   Sakın deme: "Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede?" Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder.

Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âmînin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikattan bir sırrı vardır -velev şuurun taalluk etmezse-.

Fakat derecata göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır.

Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar meratib bulunur.

Öyle de: Namazın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir.

Fakat bütün o meratibde, o hakikat-i nuraniyenin esası bulunur.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ قَالَ اَلصَّلَاةُ عِمَادُ الدّ۪ينِ وَعَلٰٓى اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ اَجْمَع۪ينَ

  *-*-* 

Sözler: 271

BEŞİNCİ İKAZ:

    Ey dünyaperest nefsim!

Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır?

Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun!

Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun.

Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa'y etmektir.

Bununla beraber meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir.

En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun. Meselâ: Zühal'in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır?

gibi kıymetsiz şeylerle kıymetdar vaktini geçiriyorsun.

Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun.

   Eğer desen: "Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir." Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan; sonra biri gelse, dese ki: "Gel on dakika kadar şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın." Sen ona: "Yok, gelmem.

Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak" desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.

Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun.

Eğer farz namazı terketsen, bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır.

Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:

   Birinci maden: 

   Bütün bağındaki

{(Haşiye): Bu makam, bir bağda bir zâta bir derstir ki, bu tarz ile beyan edilmiş.}

yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.

   İkinci maden: 

   Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese -hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer.

Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan...

   İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasaret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa'ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder.

Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir.

"Neme lâzım" der.

"Ben zâten dünyadan gidiyorum.

Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?" diyecek, kendini tenbelliğe atacak.

Fakat evvelki adam der: "Daha ziyade ibadetle beraber sa'y-i helâle çalışacağım.

Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim."

Sözler - 271

23 Mayıs 2022 Pazartesi

FAİZ ALIP YİYENLER

 Konuyla ilgili bir hadis ve meali şöyledir:

 أَتَيْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي عَلَى قَوْمٍ بُطُونُهُمْ كَالْبُيُوتِ، فِيهَا الْحَيَّاتُ تُرَى مِنْ خَارِجِ بُطُونِهِمْ، فَقُلْتُ: مَنْ هَؤُلَاءِ يَا جِبْرِيلُ؟ قَالَ: هَؤُلَاءِ أَكَلَةُ الرِّبَا  

"Miraç gecesi bir kavme uğradım. Onların karınları evler gibiydi. O karınların içinde de yılanlar vardı. O yılanlar karınlarının dışından gözüküyordu. Ben dedim ki: Ey Cebrail! Bunlar kimlerdir? Cebrail dedi ki: Bunlar faiz yiyenlerdir." (İbn Mâce, Ticârât 58; Müsned, 2/353, 363)

Bu hadis-i şerif, faiz yiyenlere bir ibret dersidir.

Bu vesile ile -affınıza sığınarak- faiz yiyen ve tövbe etmeyip hâlâ yemeye devam eden kardeşimizi muhatap alarak bir nefis muhasebesi yapmasını tavsiye edeceğiz:

Ey faiz yiyen kardeşimiz! Değer mi?

Dünyanın fani ve küçücük menfaati için, ahirette böyle bir azaba razı olmak, akıl karı mıdır?

Eğer faiz yemekten vazgeçmezsen, yarın mahşer günü böyle haşredileceksin. Karnın ev kadar büyük olacak. İçinde yılanlar gezecek. Buna dayanabilecek misin? Vallahi dayanamazsın.

O halde gel, elde fırsat varken bu günaha tövbe et. Vesselam...

DÖRDÜNCÜ İKAZ:

    Ey sersem nefsim!

Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor?

Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın.

Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?

Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır.

Hulfü'l-va'd edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin.

Acaba hulfü'l-va'd hakkında muhal olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te'dibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun?

Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latîf bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?

Sözler - 271

İŞTE VEFA BUDUR

 Vefa Örneği

Yataktaki adam, başucunda bekleyen genç doktora:

- Allah senden razı olsun evladım! dedi.

- Benim için yurtdışından zahmet edip buraya kadar gelmeni, yaşadığım sürece unutmayacağım.

Ameliyat edilen kişi, büyük bir hastenenin başhekimiydi.Tedavisi ancak yurtdışında mümkün görülen hastalığı aniden artınca, doktor arkadaşları onun böyle bir yolculuğa dayanamayacağını anlamış ve kurtarma umudunun azlığına rağmen ameliyatı üstlenmeye karar vermişlerdi.Fakat o konuda sayılı bir uzman olan bu genç doktor nereden haber almışsa almış ve hızır gibi yetişip onu kurtarmıştı.

Yaşlı doktor, kendisine yapılan bu iyiliğe nasıl mukabele edeceğini bilemiyor ve hemen yanında oturan genç adamın ellerini sıkarcasına tutuyordu.Hayata yeniden dönmenin sevinciyle hiç durmadan konuşurken:

-Ameliyat için beni bayılttığınızda, her nedense gençlik yıllarıma döndüm, diye devam etti.

Henüz toy bir asistanken, anne karnındaki bir bebeğin ayaklarından sakat olduğunu anlamış ve onu bir şekilde yaşatmaktansa öldürmeyi düşünürken, kalp atışlarının duyup kıyamamıştım.O yavrunun yaşamasını istediğim için, Allah seni imdadıma göndermiş olmalı.

Genç doktor, ancak bir babanın evladına karşı gösterebileceği sıcaklıkla kavranan ellerini kurtarıp biraz geriye çekildi ve dizlerinden aşağısı "takma" olan bacaklarını gösterirken;

-Allah hiçbir iyiliği unutmaz efendim, diye gülümsedi. Kurtardığınız o çocuk bendim...

21 Mayıs 2022 Cumartesi

İKİNCİ İKAZ

    Ey şikem-perver nefsim!

Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?

Madem vermiyor; Çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun.

Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbaniyemin hava-yı nesîmini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir.

Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pür-sevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşeye kàdir bir Rahîm-i Kerim'in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.

Evet şu fâni dünyada kemal-i sür'atle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise; herşeye bedel bir Mabud-u Bâki'nin, bir Mahbub-u Sermedî'nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.

Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latîfe-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

Sözler - 270

20 Mayıs 2022 Cuma

ÖLÇÜ VE TEFEKKÜR

 Hadsiz misallerinden üç misali, Sure-i NAHL'in bir sahifesinde birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.

   Birincisi: 

وَ اَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ى مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا

ilh...

Evet balarısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu'cize-i kudrettir ki; koca Sure-i NAHL, onun ismiyle tesmiye edilmiş.

Çünki o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat a'zâları tahrib etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

İşte bu üç cihetle mu'cizeli bu san'at-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti isbat eder.

Şualar - 155

BEŞ İKAZ

 بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اِنَّ الصَّلَاةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

   Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: "Namaz iyidir.

Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur.

Bitmediğinden usanç veriyor."

   O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim.

İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor.

O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir.

O zaman ben dahi dedim: "Madem nefsim emmaredir.

Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.

Öyle ise, nefsimden başlarım."

   Dedim: Ey nefis!

Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil "BEŞ İKAZ"ı benden işit.

    BİRİNCİ İKAZ: 

   Ey bedbaht nefsim!

Acaba ömrün ebedî midir!

Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın?

Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir.

Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun.

Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor.

Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur.

Sözler - 269

19 Mayıs 2022 Perşembe

HERŞEY ZIDDIYILA BİLİNİR

  YEDİNCİ DEVA: 

   Ey sıhhatının lezzetini kaybeden hasta!

Senin hastalığın sıhhatteki nimet-i İlahiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor, ziyadeleştiriyor.

Çünki bir şey devam etse tesirini kaybeder.

Hattâ ehl-i hakikat müttefikan diyorlar ki:

اِنَّمَا الْاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا

yani: "Herşey zıddıyla bilinir." Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır.

Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır.

Açlık olmazsa, yemek lezzet vermez.

Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez.

İllet olmazsa, âfiyet zevksizdir.

Maraz olmazsa, sıhhat lezzetsizdir.

Madem Fâtır-ı Hakîm insana her çeşit ihsanını ihsas etmek ve herbir nevi nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevketmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit hadsiz enva'-ı nimeti tadacak tanıyacak derecede gayet çok cihazat ile insanı techiz etmesi gösteriyor ki; elbette sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi; hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir.

Senden soruyorum: "Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı; sen, başın, elin, midenin sıhhatindeki lezzetli, zevkli nimet-i İlahiyeyi hissedip şükreder miydin?

Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin; şuursuz o sıhhatı gaflete belki sefahete sarfederdin."

Lemalar - 209

18 Mayıs 2022 Çarşamba

İMANİ MESELELER

 Mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir.

İzahları otuzüç aded "Sözler"dedir.

   Aziz kardeşim, sen bu mektubu eczacıya ve münakaşayı işitenlerden münasib gördüklerine oku.

Benim tarafımdan da, yeni bir talebem olan eczacıya selâm et; de ki:

   "Mezkûr mesail gibi dakik mesail-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir.

Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur.

Diyenlere, dinleyenlere zarardır.

Belki böyle mesail-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir." Ve de ki: "Eğer senin kalbine bu nevi mesailde şübheler gelirse ve Sözler'den de cevabını bulmazsan, hususî bana yazarsınız..." Hem eczacıya de ki: Merhum pederi hakkında gördüğü rü'ya için hatırıma şöyle bir mana geldi ki: Merhum pederi doktor olmak münasebetiyle, çok sâlih ve mübarek, belki veli insanlara faidesi dokunmuş ve ondan memnun olan ve menfaat gören o mübareklerin ervahları, onun vefatı hengâmında kuşlar suretinde en yakın akrabası olan oğluna görünmüş, onun ruhuna şefaatkârane bir hoş-âmedî nev'inden bir istikbal ettikleri hatırıma geldi.

Mektubat - 45(12.Mektup)


ŞEYTANIN ALDATMASINDAN KURTULMA

 Şöyle ki:

  Deniliyor: Devekuşuna demişler, “Kanatların var, uç.” O da kanatlarını kısıp “Ben deveyim” demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler, “Madem deveyim diyorsun, yük götür.” O zaman kanatlarını açıvermiş, “Ben kuşum” demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hamîsiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş. 

  Aynen onun gibi, kâfir, Kur’ân’ın semavî ilânatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkûk bir küfre inmiş. 

  mevt ve zevali bir idam-ı ebedî biliyorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde. Ona her vakit bakan nasıl yaşar, nasıl lezzet alır?” O adam, Kur’ân’ın umumî vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: “Mevt idam değil; ihtimal beka var.” Veyahut devekuşu gibi başını gaflet kumuna sokar -tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın! 

  Elhâsıl, o meşkûk küfür vasıtasıyla, devekuşu gibi mevt ve zevali idam manasında gördüğü vakit, Kur’ân ve semavî kitapların “imanün bi’l-ahiret”e dair kat’î ihbaratı ona bir ihtimal verir; o kâfir o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse, “Madem bâkî bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir.” O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: “Belki yoktur. Yok için neden çalışayım?” Yani vakta ki o hükm-ü Kur’ân’ın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedî âlâmından kurtulur ve meşkûk küfrün verdiği ihtimal-i adem cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur, ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek, bu nokta-i nazarda, mü’minden ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor. Çünkü tekâlif-i diniyenin zahmetinden ihtimal-i küfrî ile kurtuluyor. Ve âlâm-ı ebediyeden ise ihtimal-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü gayet sathî ve faydasız ve muvakkattır. 

  İşte Kur’ân-ı Hakîm’in küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır ki, hayat-ı dünyeviyeyi onlara Cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek vererek, şek ile yaşıyorlar. Yoksa, ahiret Cehennemini andıracak, bu dünyada dahi manevî bir Cehennem azabı çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı. 

  İşte ey ehl-i iman! Sizi idam-ı ebedîden ve dünyevî ve uhrevî cehennemlerden kurtaran Kur’ân’ın himayeti altına mü’minâne ve mutemidâne giriniz ve Sünnet-i Seniyyesinin dairesine teslimkârâne ve müstahsinâne dahil olunuz, dünya şekavetinden ve ahirette azaptan kurtulunuz.

https://risale.de/lemalar/1392

17 Mayıs 2022 Salı

KAZANMAK KAYBETMEK DAVASI

 RİSALE-İ NUR, HER İNSANA EN

BÜYÜK DAVAYI KAZANDIRIYOR 

  Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için, bilâtereddüt sarf edecek. İşte o dava ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibi’nin ve Mutasarrıfı’nın binler vaad ve ahidlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin –iman mukabilinde– bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse, kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde, kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi? 

  İşte, o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen harika bir dava vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malâyaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur Şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da, ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır, diye kanaatimiz var. 

https://risale.de/hizmet-rehberi/4369

16 Mayıs 2022 Pazartesi

GERÇEK SÖZ

 Sadâ-yı Hakikat  40  

  14 Mart 1325, Volkan, Sayı: 86

  Tarik-ı Muhammedî (asm), şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnidir. Hem de, o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir testide saklanacak? 

  Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatinde olan  41   İttihad-ı Muhammedînin (asm) cihetü’l-vahdeti tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de imandır. Encümen ve cemiyetleri, mesâcid ve medâris ve zevâyâdır. Müntesibîni umum mü’minlerdir. Nizamnamesi Sünen-i Ahmediyedir (asm). Kanunu evâmir ve nevâhî-i şer’iyedir. 

  Bu ittihad, âdetten değil, ibadettir. İhfa ve havf, riyadandır.  42   Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâm’dır. 

  İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaip, muhit ve merakiz ve maâbid-i İslâmiyeyi birbirine rabteden bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarik-ı terakkîye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir. 

  Bu ittihadın meşrebi muhabbettir; husumet ise cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-i müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız bu üç sıfata hücumdur. Gayr-i müslime karşı hareketimiz iknadır –zira onları medenî biliriz– ve İslâmiyet’i mahbub ve ulvî göstermektir –zira onları munsıf zannediyoruz. 

  Lâubalîler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dâhil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. 

  İttihad-ı Muhammedînin (asm) ittihad-ı İslâm meslek ve hakikatini enzar-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa, etsin; cevaba hazırız.

https://risale.de/eski-said-donemi-eserleri/825

DEVR İ İSTİBDAT

 Devr-i İstibdatta tımarhaneden sonra tevkifhanede iken Zaptiye Nazırı Şefik Paşa ile muhaveremdir .

  Zaptiye Nazırı: “Padişah sana selâm etmiş, on altun (bin kuruş) da maaş bağlamış. Sonra da memleketine döndüğün vakit o maaşı yirmi-otuz lira yapacak. Ve bu seksen altunu da ihsan-ı şahane olarak sana göndermiş. Hem sana selâm ediyor” dedi.

  Ben cevaben: “Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul etmem. Kendim için gelmedim, memleketim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz, hakk-ı sükûttur.”

  Nazır: “İradeyi reddediyorsun. İrade reddolunmaz.”

  Cevaben dedim: “Reddediyorum; tâ ki padişah darılsın, beni çağırsın. Ben de doğrusunu söyleyeyim.”

  Nazır: “Neticesi vahimdir.”

  Cevaben: “Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit hayatımı rüşvet getirmişim; ne isterseniz ediniz. Bunu da ciddî söylüyorum.

  Ben isterim ki, ebna-i cinsimi bilfiil ikaz edeyim ki; devlete intisap hizmet içindir, maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatiyledir. O da hüsn-ü tesir iledir. O da hasbîlikledir. 

  Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi-i şahsî iledir. Binaenaleyh, ben maaşın kabulünden mazurum.”

  Nazır: “Senin memleketine neşr-i maarif olan maksadın meclis-i vükelâda derdest-i tezekkürdür.”

  Cevaben: “Acaba, maarifi tehir, maaşı tacil edersiniz, ne kaide iledir? Menfaat-i şahsiyemi menfaat-i umumiye-i millete tercih ediyorsunuz!”

  Nazır hiddet etti.

  Ben dedim: “Ben hür yaşamışım, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Şarkın dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda vermez; nafile yorulmayınız. Beni nefyedin, Fizan olsun Yemen olsun, razıyım. Siz de pînedûzluktan ve yamalıkçılıktan

  kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.”

  Nazır: “Ne demek istiyorsun?”

  Cevaben dedim ki: “Sigara kâğıdı kadar ince ve nizam namıyla bir perdeyi, bu kadar feveran-ı efkâr ve hissiyata karşı, herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemi idim, altına girmedim, üstüne düştüm. Suret-i telebbüsüm gibi, ahlâkım da sakil idi. Bir kere Mabeyinde yırtıldı, Şişli’de bir Ermeni’nin evine düştüm. Orada yırtıldı, Şekerci Hanı’na düştüm. Orada da yırtıldı, tımarhaneye düştüm. Şimdi de tarassuthaneye düştüm. Hâsılı, siz de o kadar yamacılık yapamazsınız, ben de incinirim. قَدْ اِتَّسَعَ الْخَرْقُ عَلَى الرَّاقِعِ  140   .

  Hem de Vilâyat-ı Şarkiyede iken sizi iyi bilirdim. Bu ahval, sizin serairinizi bana iyi öğretti. Bahusus tımarhane bu metinleri bana iyi şerh etti. Hem de bu hâllere teşekkür ederim. Zira, sû-i zan makamında hüsn-ü zan ederdim.”

https://risale.de/eski-said-donemi-eserleri/883

15 Mayıs 2022 Pazar

YÖNETİM VE SORUMLULUK

 Ey Ebna-i Vatan!

  Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın.   HÂŞİYE   Zira, hürriyet müraat-ı ahkâm ve adab-ı Şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşv ü nema bulur. Sadr-ı evvelin, yani Sahabe-i Kiramın, o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hükümferma olduğu hâlde, hürriyet ve adalet ve müsâvâtları bu müddeaya bir bürhan-ı bâhirdir. Yoksa hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nameşrua ve israfat ve tecavüzat ve heva-i nefse ittibada serbestiyetle tefsir ü amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber, milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyakatini gösterir. Zira sefih mahcurdur. Geniş ve müşaşaa olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat –zira çocuğa geniş olmaz– şanlı olan ittihad-ı millîyi bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takva ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i Osmaniye erkeğiz; kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.

خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ  87   kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

  Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları –fünun ve sanayi gibi– maalmemnuniye alacağız.

  Amma medeniyetin zünub ve mesâvîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû-i tâli’ cihetiyle ve sû-i intihap tarikıyla müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti kesbettiğimizden, muhannes gibi, yani kadınlaşmış erkek gibi veya mütereccile gibi, yani erkekleşmiş kadın gibi oluruz. Kadın erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü ziverle müzahref cilveli hanım gibi olmamalı.

  Elhâsıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i Şeriatla yasak edeceğiz; tâ ki medeniyetimizin gençliği ve şebâbeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı Şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zarurîdir.

https://risale.de/eski-said-donemi-eserleri/851

ALDANMA İNSANLARA

 “Aldanma insanların samimiyetine!

Menfaatleri gelir her şeyden önce.
Vaad etmeseydi Allah cenneti;
O’na bile etmezlerdi secde.”

 

Mehmet Akif Ersoy

şeklindeki şiirsel sözü, bir gerçeğin ifadesidir.

Nitekim, cennet vaad edildiği halde, cehennemle korkutulduğu halde insanların yine de gereği gibi kulluk vazifesini yapmamaları bu sözün canlı şahididir.

- Elbette önemli bir kesim sırf Allah’ın rızasını kazanmak için kulluk etmiş ve etmektedir. Ancak büyük çoğunluğu kulluğa yöneltenin cennet ve cehennem gerçeği olduğunda şüphe yoktur.

Nitekim bir hadis rivayetine göre, Efendimiz (asm) buyuruyor ki;

“Kişinin namazına, orucuna bakmayın; konuştuğunda doğru konuşup konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; dünya kendisine güldüğünde takvayı elden bırakıp bırakmadığına (menfaat anındaki tavrına) bakıp öyle değerlendirin.” (Kenzul-Ummal, h. No: 8435)

Diğer bir rivayette mealen şu ifadelere yer verilmiştir:

“Kişinin namazı, orucu sizi aldatmasın. Dileyen oruç tutar, dileyen namaz kılar. Fakat güvenilir olmayanın dini de olmaz.” (Kenzul-Ummal, h. No: 8436

14 Mayıs 2022 Cumartesi

SAKIN KORKMA

 Üstad Bediüzzaman, “En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!” diyor. Bediüzzaman Hazretleri’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybi kitabındaki “Korkma, sözlerini söyle, neşrine çalış” diyen Abdulkadir Geylani Hazretleri, talebesi olan bizleri mutlaka korur. İnşallah. 

Son olarak 18 Ocak 2018 tarihli Yeni Asya’daki bir yazıda yer alan fıkrayı sizlerle tekrar paylaşmak istedim: 

“Bir horoz varmış. Her sabah ezan okuyormuş. Sahibi demiş ki; - Tekrar tekrar ezan okuma! Yoksa tüylerini yolarım. Bu tehdit karşısında horoz korkmuş ve kendi kendine demiş ki; ‘Zaruretler mahzurları mübah-helâl kılar. Canımı kurtarmak için ezan okumaktan vazgeçmeliyim. Nasıl olsa benden başka horozlar var. Her halükârda onlar ezan okur.’ Horoz ezan okumayı bırakmıştır artık..

“Bir hafta sonra sahibi tekrar gelir ve der ki ‘Eğer tavuklar gibi gıdaklamazsan senin tüylerini yolarım…’ Horoz bu tehdit üzerine horozluktan da vazgeçer ve tavuklar gibi gıdaklamaya başlar… Horoz tam bir ay gıdakladıktan sonra sahibi tekrar gelir ve bu kez şöyle der: ‘Şimdi de tavuklar gibi yumurtlamazsan eğer yarın seni keserim!’ Bunun üzerine horoz ağlamaya başlar ve der ki; ‘Keşke ezan okurken ölseydim!” 

Bizler de iş hayatımızda Yeni Asya ve  yayınları okuduğumuzu açık ve içtenlikle söyleyelim. Allah’ın Hafiz ismine sığınalım,İnşallah.Unutmayalım ki bu zamana kadar Yeni Asya ve Risale-i Nur okuyanlardan kimse zarar görmemiştir.

Rafet Özcan

SEN İSTEDİN

    İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır.

Yani manen der: "Ey abdim!

İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm.

Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün.

Çocuk üşüdü yahut düştü.

Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın.

İşte Cenab-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

   Elhasıl: 

   Ey insan!

Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz'-i ihtiyarî namında bir iraden var.

O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın.

Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetişmesin.

Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

Sözler - 468

HAYAT NEDİR ?

    Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş hayatın bir hülâsasıdır ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır.

Öyle de, maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır.

Belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.

Ve vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

   Evet, evet, evet!..

Eğer kâinattan risalet-i Muhammediye'nin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek.

Eğer Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek.

Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Sözler - 109

GURURU BIRAK

  ALTINCI DEVA: 

{(Haşiye): Fıtrî bir surette bu lem'a tahattur ettiğinden, altıncı mertebede iki deva yazılmış.

Fıtrîliğine ilişmemek için öylece bıraktık, belki bir sır vardır diye değiştirmedik.}

Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ızdırab çeken kardeşim!

Bu dünya eğer daimî olsa idi ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak ve zevalin rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde manevî kış mevsimleri olmasaydı; ben de seninle beraber senin haline acıyacaktım.

Fakat madem dünya bir gün bize haydi dışarı diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak, o bizi dışarı kovmadan biz bu hastalıklar ikazatıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz.

O bizi terketmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.

Evet hastalık bu manayı bize ihtar edip der ki: "Senin vücudun taştan, demirden değildir.

Belki daima ayrılmaya müsaid muhtelif maddelerden terkib edilmiştir.

Gururu bırak, aczini anla, mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya ne için geldiğini öğren!" kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.

Hem madem dünyanın zevki, lezzeti devam etmiyor.

Hususan meşru olmazsa hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor.

O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilakis hastalıktaki manevî ibadet ve uhrevî sevab cihetini düşün, zevk almaya çalış.

Lemalar - 208

11 Mayıs 2022 Çarşamba

HASTALIK BELA VE CEZA DEĞİL

 Maddeci anlayışın hüküm sürdüğü yaşadığımız modern zamanlarda musîbetlere, hastalıklara, afetlere menfî bir anlam yüklenmekte, onlardaki manevî ve uhrevî boyutlar görmezlikten gelinmektedir. Sözgelimi çağımızda hastalıkların türleri ve tedavileri o kadar çeşitlidir ki, kısa bir zaman önce “gelir geçer” dediğimiz hastalıklar günümüzde ciddî hastalıklar sınıfına alınabilmektedir. İnsanlar korku ve endişe içinde kıvranmakta, hastalığı “belâ ve ceza” olarak görmektedir. Zira hazırlıksızlardır.

NASIL HAZIRLIKLI OLSUNLAR Kİ?

İlkokuldan başlayarak eğitimin her safhasında, tıp fakülteleri de dâhil olmak üzere hastalığın maddî sebepleri, korunma, tedavi yolları anlatılır. Hastalığın manevî ve uhrevî boyutları yok sayılır. Onlar için hastalık biyolojik-fizyolojik bir olaydır.

İlâç sektörü için hastalık milyarlarca doların döndüğü küresel bir kazanç kapısıdır.

İş dünyası için korkutucu bir iş gücü kaybı sebebidir.

YENİ BİR HAYAT MODELİ

Risale-i Nur Külliyatı’nda 25. Lem’a olan Hastalar Risalesi, Isparta’da 1934’de Türkçe olarak telif edilmiştir. Üzerine ciltler dolusu eser hazırlanabilecek bu küçük eser dört buçuk saatte yazılmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri telif ettiği Hastalar Risalesi’yle hastalıkların sırlı ve güzel dünyasını gözler önüne sererek, onların manevî ve uhrevî boyutlarını aktarır. Her hastalığın kişiye özel mesajlar taşıdığını, insanın bunlardaki sırları teslimiyet, tevekkül, sabır, şükürle tefekkür etmesi gerektiğini ifade eder.

Hayatta tesadüf yoktur. Her şey sayısız hikmet ve maslahatla donatılmıştır. Hastalıklar Şafi-i Hakikî tarafından insana gönderilen bir hediye, bir ikaz, bir ihsandır. Hastalıklar insanın ruh dünyasını ve kabiliyetlerini etkiler, inkişaf ettirir. Zira “Hayat musîbetler, hastalıklarla tasaffî eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyesini yapar.” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 2. Lem’a, 2. Nükte)

Eser “yirmi beş deva”  üzerine yapılanmıştır. Hastalıklar karşısında çaresiz kalanlara, sabırsızlara, müzmin hastalara, hastalığını merakla endişelenip vesvese edenlere, ibadetlerinden geri kaldığını düşünenlere, hasta çocuğu olan ebeveynlere, hasta refakatçilerine ümit aşılayacak şekilde hastalığın manevî ve uhrevî yönlerini gösterir. Böylelikle okuyucuyu, hastaları varlık âleminin hakikatini keşfedecek muhteşem bir yolculuğa çıkarır. Hastalığın insana cenneti kazandırabilecek İlâhî bir hediye olduğunu fark ettirir.

İşte Hastalar Risalesi hastalıkların manevî ve uhrevî âlemini bize tanıtan, fark ettiren muhteşem bir rehber, bir kılavuzdur.


9 Mayıs 2022 Pazartesi

AHİRET İNANCININ VERDİĞİ LEZZET

 Hem her bir şehir, kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı ahiret o büyük aile efrâdında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi hâller meydan alır. Zâhirî asayiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar. 

  Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı ahiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muâvenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar. 

  Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’ân dersiyle temkin verir.

  Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklı başlarına getirir.

  Zalime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir. 

  İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve dâimî bir uhrevî saadet ve taze, bâkî bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir. 

  Bunlara kıyasen, cüz’î ve küllî her bir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır. Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın!

  İşte iman-ı ahiretin binler faydalarından işaret ettiğimiz beş altı nümunelerine sâirleri kıyas edilse, kat’î anlaşılır ki, iki cihanın ve iki hayatın medâr-ı saadeti yalnız imandır.

https://risale.de/asa-yi-musa/9

AHİRET İNANCI OLMAZSA

 Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı ahiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efrâdı, her biri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker; o cenneti, cehenneme döner. Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor, başını kuma sokar; tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divanece muvakkat, ibtal-i his nev’inden bir çare bulur. Çünkü meselâ, valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâdlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı kararsız hayat-ı dünyeviyede o mes’ud zannedilen aile hayatı, çok cihetlerle saadetini kaybeder ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi hakikî sadâkati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder. Eğer ahirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak, ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı ahirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadâkat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa. Bu mana dahi hüccetlerle Risale-i Nur’da beyanına binaen kısa kesildi. 

https://risale.de/asa-yi-musa/9

AHİRET İNANCI

 • Hayat-ı şahsiyeye ait üçüncü bir faydası: İnsanın sâir zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise yüksek seciyeleri ve cemiyetli istidadları ve küllî ubudiyetleri ve geniş vücudî daireleri itibarıyladır. Hâlbuki, o insan, hem mâdum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin mikyasıyla, ölçüsüyle hamiyeti, muhabbeti, kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler alır.

  Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrılıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadâkate ve ihlâsa pek nadir muvaffak olabilir; o nisbette kemâlâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en bîçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, ahirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş bir zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücud gösterir. Babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervâhta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennet’te dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuddaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’î garazlarına ve menfaatlerine alet etmez. Ciddî sadâkate ve samimî ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri o nisbette, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teâlî eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan, bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinat’ın en mahbub ve makbul bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nur’da hüccetlerle izahına iktifâen kısa kesildi.

https://risale.de/asa-yi-musa/9

7 Mayıs 2022 Cumartesi

ALLAH'IN ÜÇ KANUNU

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Cenab-ı Hakk'ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır.

Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

   Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir.

O kararın infazı, kaza demektir.

O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.

Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler.

Kaza da ok gibi kader kararlarını deler.

Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir.

Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır.

Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracdır.

Bu hakikate vâkıf olan ârif:

   "Yâ İlahî!

Hasenatım senin atâ'ndandır.

Seyyiatım da senin kaza'ndandır.

Eğer atâ'n olmasa idi, helâk olurdum." der.

Mesnevi-i Nuriye - 206

DÜNYA KIRILMA VE KIRGINLIKLARA DEĞER Mİ ?

 İnsan yaratılış itibari ile kırılgan bir yapıya sahiptir.En küçük bir olaydan ve basit bir meseleden çabucak mütessir olur üzülür. Belki hiç beklemediği bir durum, ummadığı bir kişiden gelirse kırılır.İnsan bu  şekilde zayıf bir surette yaratılmıştır. Kendisine verilen vücut nimeti, demirden taştan değil et ve kemikten meydana gelmiştir. Bununla birlikte çeşitli  tad ve lezzetleri alabilecek duygular ile techiz edilmiştir.Bu nedenle çabuk etkilenebilen nazik bir vücut yapısı ile kırılmaya üzülmeye müsait bir gönül ve kalp ile süslenmiştir.Maddi cisim bakımından dayanıksız bir yapıya sahip olduğu gibi, manevi duygular yönünden de mukavemet edemeyeceği  sıkıntılar kendisini kuşatmaktadır. Şeytan ve nefis gibi düşmanlarla içiçe yaratılmıştır.İnsan hem zayıf, hem aciz, hem düşmanları çok bir varlık olması hasebiyle, kendisini yaratan Rabbine yönelip kulluk vasıtasıyla imtisal ederek güç kazanır.Maddi manevi düşmanların şerrinden muhafaza olmanın yollarını arar. Allah'a kul olmanın büyük bir nimet olduğunu, acziyet ve muhtaçlık içerisinde ganiyyi mutlakın dergahına iltica ederek yalvarıp onun rızasını kazanmaya çalışır.

Kırılıp üzüldüğü olaylar dünyanın sıkıntılı hayatının bir sonucu olduğunu bilerek üzülmenin ve kırılmanın yersiz olduğunu anlayar. Bundan teselli bulup  bu da geçer ya hu  deyip ferahlar.Kırılganlık bir alışkanlık haline gelmişse onu, karşı tarafın da insan olduğunu düşünerek dargınlkların giderilmesine çalışmalıdır ve çalışırsa mesele ve problemleri çözmek daha kolay olur.Bilmeliyiz ki, dünya kırgınlık ve dargınlıklara değen bir meta değildir.Evimizdeki eşimiz  çocuklarımız annemiz babamız, yakın akraba ve  hatta komşularımız bile bizim için bir değer ve imtihan vesilesidir.Bu dünya bir imtihan yeri dünyanın türlü türlü önümüze çıkan olayları bizim manen gelişmemiz için serilmiş engellerdir.Yeter ki, aşmasını bilelim. Bir gün bile kırılıp, darılıp küsmeyi değmeyen basit meseleleri büyüterek eş  çocuklar ana babalarımıza küsüp darılmayalım. Akrabalar ve komşularımıza darılıp kırılırak  aramıza soğukluk girmesine fırsat verip onları terk etmeyelim.Onlar ile aramızı açmaya çalışan başta nefis ve şeytan ile zararlı kimselere fırsat vermeyelim.

Geçer ya hu bunlarda geçer diyerek dünya işleri kırılmaya mahkum cam parçacıkları bilip hiç ehemmiyet vermeyelim.Ahırete yönelik işler ise, mukavemetli elmaslar hükmündedir.Dünyanın değersiz ve geçici şeylerini kırılıp dağılmaya mahkum cam parçaları bilmeliyiz. sonra da düşünüp onları elmaslara tercih etmek, akıl karı bir iş değildir deyip teselli bulmalıyız.Böyle düşünürsek, aceba hiç birşey ve hiçbir olay kırılıp üzülmemize değer mi?

Allah hepimizin yâr ve yardımcısı olsun.Bizleri nefsin ve şeytanın şerrinden korusun.

6 Mayıs 2022 Cuma

ONDÖRDÜNCÜ NOTA

    Tevhide dair dört küçük remizdir.

   Birinci Remiz: 

   Ey esbabperest insan!

Acaba garib cevherlerden yapılmış bir acib kasrı görsen ki, yapılıyor.

Onun binasında sarfedilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin'de bulunuyor.

Diğer kısmı Endülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'dan başka yerde bulunmuyor.

Binanın yapılması zamanında aynı günde şark, şimal, garb, cenubdan o cevherli taşlar kolaylıkla celbolup yapıldığını görsen; hiç şübhen kalır mı ki; o kasrı yapan usta, bütün Küre-i Arz'a hükmeden bir hâkim-i mu'cizekârdır.

   İşte herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlahîdir.

Hususan insan, o kasırların en güzeli ve o sarayların en acibidir.

Ve bu insan denilen sarayın cevherleri; bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz'dan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anasır âleminden geldiği gibi; hâcatı ebede uzanmış, emelleri semavat ve arzın aktarında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvarında dağılmış bir saray-ı acib ve bir kasr-ı garibdir.

   İşte ey kendini insan zanneden insan!

Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o zât olabilir ki: Dünya ve âhiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir zât olabilir.

Öyle ise insanın mabudu ve melcei ve halaskârı o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine mâliktir.

Mesnevi-i Nuriye - 175

TEVHİDE DAİR 2

  İkinci Remiz: 

   Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir âyinede güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar.

Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır.

Tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın.

Ne vakit o ebleh; güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir.

O vakit anlar ki, âyinede görülen güneş; âyineye tâbi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor.

Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tâbidir.

   Ey insan!

Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir âyinedir.

Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil.. belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelal'in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.

Madem öyledir.

"Yâ Bâki Ente'l-Bâki" de.

Yani madem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!.. 

Mesnevi-i Nuriye - 176

TEVHİDE DAİR 3

  Üçüncü Remiz: 

   Ey insan!

Fâtır-ı Hakîm'in senin mahiyetine koyduğu en garib bir halet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun.

Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi "of, of" deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun.

Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir.

En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

   Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latîfeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz.

Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor.

Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latîfe, bir saç kadar bir sıklete, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor.

Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork.

Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma!

Dünyayı yutan bütün letaiflerini onda batırma.

Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.

Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor.

Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a'malinin ekseri ve sahaif-i ömrünün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.

Mesnevi-i Nuriye - 177

TEVHİDE DAİR 4

  Dördüncü Remiz: 

   Ey dünyaperest insan!

Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir.

Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar genişliyor.

Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür.

Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi madum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in'ikas edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar.

Hakikat hayale karışır, madum bir dünyayı mevcud zannedersin.

Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş.

O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın.

Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır.

O vakit görürsün ki: O geniş dünyan; kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz.

Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.    Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.

Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.

İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden "Lâ İlahe İllallah" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

Mesnevi-i Nuriye - 177

ALLAH GÜZELDİR GÜZEL OLANI SEVER

 BİR HADİS,BİR YORUM

“Güzelce giyinip kuşanınız; kılık kıyafetinizi düzeltiniz. Tâ ki insanlar arasında siyah üzerindeki beyaz gibi görünesiniz.”

(Camiüssağir, s.100)

Güzel ve temiz giyinmek İslâmiyetin önemli tavsiyelerinden birisidir. Mü’min ahlâkı güzel, yaşayışı düzgün olan kimse olduğu gibi elbiseleri de temiz ve güzel olan kimsedir. Bu pahalı ve markalı giyinmek demek değildir. Bugün insanlarda bir “marka” düşkünlüğü var. İmkânına göre insanın giydiği şeyin temiz, düzgün görünümlü olması demektir. Burada önemli olan insanın giyim kuşam dolayısıyla kibir ve gurura kapılmamasıdır. Birgün Peygamberimiz (asm), “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kişi Cennete giremez” buyurduğunda, ashabtan bazıları, “İnsan elbisesinin, ayakkabısının güzel olmasını sever” deyince, Resulullah (asm) da şöyle buyurmuşlardı:

“Allah Cemîl’dir, Güzeldir, güzelliği sever. Kibir hakkı beğenmemek, şımarmak ve insanları küçümsemektir.” (Kenzü’l-Ummal, 3: 528)

Burada tehlikeli olan; insanın, kılık kıyafeti bir üstünlük vasıtası olarak değerledirmesidir. Bazı kadın ve erkekler vardır, özellikle giydikleri elbiselerin, ayakkabıların markalarını insanlara söyleyip dikkat çekerek onunla diğerlerinden daha zengin olduklarını ima ederler ve giydikleri ile övünürler. Halbuki bu bir övünme meselesi olmamalıdır. Çünkü Allah insanların ne giydiğine bakmaz. Allah insanların kalbine, niyetine ve takvasına bakar. Allah katında üstünlük takva iledir, elbise ile, kılık kıyafet ile değildir. Peygamberimiz (asm), “Allah kibirli kibirli elbisesini çekiştirip duran kişinin yüzüne bakmaz. O elbise ister helâl yoldan, ister haram yoldan temin edimiş olsun” buyurmaktadır. (Kenzü’l-Ummal, 3: 536)

Diğer taraftan güzel giyinmek, tertipli düzenli olmak israf etmek değildir. Kimileri kendisine yetenden çok daha fazlasını alıp bir giydiğini bir daha giymeyerek büyük bir israfın içine sürükleniyor. Allah, yemede içmede olduğu gibi giyinmede de israflı olanları sevmez.

Yazının başına aldığımız hadiste kastedilen; dindar olarak bilinen insanların davranışlarıyla olduğu gibi giyimleriyle de itici olmamaları ve sempatik olmalarıdır. Ama kılık kıyafetin sadece bir araç olduğunu unutmamak gerekir. Onu bir amaç haline getirdiğimizde, ahlâk, fazilet, takva gibi insanı gerçekten insan yapan değerleri küçümser ve değer ölçüsü olarak giyilen elbisenin, ya da ayakkabının “markasını” alırız.

Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın bize güzel bir elbise giymeyi nasip etmesinden dolayı O’na şükredersek kulluk görevimizi yerine getirmiş oluruz. Bu anlamda, güzel giyinmek, “Allah, verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmek ister” hadisinde anlatılan hakikate de uygun hareket etmek demektir.

İnsanın yüksek, ulvî bir amacı olmazsa zihni hep şekil üzerinde döner durur. Kendisinin ve başkasının elbiseleriyle, giyim kuşamlarıyla ilgilenir. Bunu aşmak için yüksek bir gaye için çalışmak gerekir. Bu yüksek gaye de İslâma ve Kur’ân’a herkesin kabiliyeti ölçüsünde hizmet etmesidir.

“Allah’Im, dünyada da İyİlİk ver, ahİrette de”

DÜNYA VE AHİRET İÇİN DUA

 BİR ÂYET BİR YORUM

“İnsanlardan öyleleri var ki, ‘Ey Rabbimiz bize dünyada ver’ derler. Böyle isteyenlerin ahiretten hiç nasipleri yoktur. Onlardan bir kısmı da ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver. Bizi ateş azabından koru’ derler.” (Bakara Sûresi: 2/200-201)

İnsan çok aceleci olarak yaratılmıştır. Bir şeyi hemen elde etmeyi sever. Peşin bir gramlık bir lezzeti, ileride alacağı bir ton lezzete tercih eder. Bu yüzden bir âyet-i kerimede “Yestehibbûne’l-hayâteddünya, alelahireti” denmektedir. Yani insanlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. Bu yüzden etrafımızdaki insanlardan bir kısmının sadece dünya malı, mülkü, mevkii için duâ ettiğini ve çabaladığını görürüz. Allah insana neyi isterse onu verir. Âyette sadece dünya hayatı için Allah’tan talepte bulunanların ahirette bir nasipleri olmayacağı belirtiliyor. Kur’ân, sadece fani dünya için duâ etmenin doğru olmadığını bildiriyor ve doğru talebin nasıl olacağını da gösteriyor. Bu talepte sadece ahiret yok. Ahiretin yanında dünya da var. Hatta dünya önce talep ediliyor. Kur’ân’ın bu âyete göre insanın taleplerine realist yaklaştığını görüyoruz. Buna göre insan, “Ya Rabbi bize dünya da hasene ver, ahirette de hasene ver” diye duâ etmeli.

Burada dünyanın öne alınması, insanın geçici de olsa bu dünyada yaşadığı gerçeğinden hareket edildiğini gösteriyor. İnsan bu dünyada yaşıyor. Ve Allah’a muhatap olmuş bir varlık. İslâm dini bu varlığın dünyevî ve uhrevî isteklerini dengede tutuyor. Şu anda dünyada yaşadığımız için dünyaya da öncelik veriyor. Ama bu talepte sadece dünyaya bağlanmak yok. Ahiret için de çalışmak var. Çünkü sadece kavli duâ ile buna erişmek mümkün değil. Duâ insanın iyilik yapmasına, Allah’ın istediği gibi bir kul olmasına sebep olur. İnsanın iyiliğe olan eğilimini kuvvetlendirir. Rivayetlere göre Peygamberimizin (asm) en fazla yaptığı duâlarının başında bu duâ âyeti geliyormuş.

Bu âyette “hasene” tâbirinden ne kastedildiği bildirilmemiştir. Bununla insanın gönlünden geçen her meşrû isteğin kastedilmesi mümkündür. Nitekim tefsirlerimizde “Ya Rabbi bize dünyada iyilik ver” âyeti şu şekillerde açıklanıyor: Sağlık, âfiyet, salih bir eş, geniş rızık, faydalı ilim, amel-i salih, güzel bir binek, iyi dostlar, hayırlı evlâtlar vs. “Ya Rabbi bize ahirette de hasene ver” âyetindeki “hasene” ise, “Cennete girmek, arasattaki büyük korkudan emin olmak, Allah huzurunda hesabın kolay olması” şeklinde açıklanıyor.

Diğer taraftan ateşten korunmanın gereklerini de bu dünyada yapmak gerekiyor. Bunlar da Allah haram kıldığı şeylerden kaçınmak ve emredilenleri yapmaktır. Şükreden bir kalbe, zikreden bir dile ve sabreden bir bedene sahip olmak dünyada haseneye kavuşmaktır. Ahiretteki hasene de ateş azabından korunmaktır.