31 Aralık 2022 Cumartesi

KÂINAT İNSAN İÇİN YARATILMIŞ

 Evet Zât-ı Hayy-ı Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir.

Çünki insan, câmiiyet-i tamme ile bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevkeder.

Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar.

Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.

   İşte insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zât-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva'-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva'-ı mat'umatıyla kerimane doldurmuş.

Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış.

O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış.

O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile, teşekküratın her nev'ini yapar.

Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister.

Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder.

Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevî mide hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahman'ı ve İsm-i Hakîm'i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder.

"ELHAMDÜLİLLAHİ ALÂ RAHMANİYYETİHİ VE ALÂ HAKÎMİYYETİHİ" der ve hâkeza.. bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhâssa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.

Lemalar - 353

YİRMİDÖRT SAAT GÜNLÜK ÖMÜR

 Her gün yirmidört saat sermaye-i hayatı Hâlıkımız bize ihsan ediyor.

Tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın.

Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmiüç saatı sarfedip, beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek; ne kadar hilaf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve me'yusane hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasaret ederiz, kıyas edilsin.

Eğer, bir saati beş farz namaza sarfetsek; o halde hapis ve musibet müddetinin herbir saati, bazen bir gün ibadet ve fâni bir saati bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî me'yusiyet ve sıkıntıların kısmen zeval bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara keffareten affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellidarane bir hoş-sohbet olduğu düşünülsün.

Asa-yı Musa - 11

30 Aralık 2022 Cuma

NANKÖRLÜK YAPMA

 Ey insan-ı müşteki! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...

   Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun? Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın. Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

   Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan! Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme. Kimden kime şekva ettiğini bil, sus. Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır.

Mektubat - 285

29 Aralık 2022 Perşembe

KANAAT HAZİNESİNİ KAPATMAMALI

 

Hiç şüphesiz muhtaç olmak ayrı, yardım etmek ayrı fiillerdir. Bir kelâm-ı kibar olan “Namerde değil, merde dahi muhtaç etme” ifadesi, yardımlaşmaktan değil, muhtaç olmaktan kaçınmayı ifade ediyor.

“Veren el” olmak kaydıyla yardımlaşmak güzeldir. Fakat yardımlaşmakta “alan el” tarafında olmak, bilhassa kendi hesabına olsa, hem insanlar nezdinde, hem Allah nezdinde makbul değildir.

Çünkü ‘veren el’ olmak insanı Samed, Vehhab, Kerim, Cevad, Muhsin, Mükrim gibi esma-i hüsnaya yaklaştırıyor. Oysa ‘alan el’ olmanın insanı yaklaştırdığı herhangi bir esma yoktur.

Öte yandan Bediüzzaman’ın ifadesiyle, tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, insanlardan bir şey istemek ve almak o tükenmez hazine ve defineleri kapatır. 

ŞÜKRÜN MİKYASI KANAATTİR 

Bu yüzden Allah katında alıcı olmak makbul değil, verici olmak makbuldür.

Bu yüzden alıcı olmak yüz kızartıyor; verici olmak ise bilâkis onur veriyor.

Bu yüzden Peygamber Efendimiz (asm) “Veren el alan elden üstündür.” buyurmuştur. Bu yüzden Sahabe-i Kiram “alan el” olmaktan kaçınmak için, atın üzerindeyken kırbacı yere düşse, inip kendileri alırlar, yerde yürüyen mert birisine bile “şu kırbacı alıver” demezlerdi.

Bu yüzden Allah katında makbul olan muhtaç olmamaktır, istiğnadır, gözü ve gönlü tok olmaktır, kanaattir, müstağni olmaktır. Ki, Bediüzzaman Hazretleri bu sıfatların şükrün mikyası ve ölçüsü olduğunu ifade ediyor.

Buna mukabil aç olmak, gözü doymamak, hırs etmek, kanaatsizlik etmek, insanlara el açmak, insana kendini acındırmak, fakru halini insana arz etmek gibi davranışlar ise Allah’ın hoşlanmadığı davranışlardır. 

Ki, Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu davranışlar şükürsüzlüğün belirtileridir.

Bediüzzaman bu meseleyi şöyle vecizleştirmiştir: “Şükrün mikyası kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.” 

GÖNLÜ TOK OLANI ALLAH MUHTAÇ ETMEZ  

Bu yüzden bollukta ve darlıkta vermeyi Cenab-ı Allah emrediyor.  Ama darlıkta almayı emreden değil, teşvik eden dahi bir âyet yoktur. 

Bilâkis İlâhî tavsiye, almaktan kaçınmakla ilgili vardır: Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Dilenmekten kaçınan kimseyi Allah iffetli ve gönlü tok kılar. Gönlü tok olanı Allah başkasına muhtaç etmez.” 

Keza bir hadis de şöyledir: “(Hakikî) fakir, kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan bir şey istemeyen kimsedir.” 

Keza Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden kim dilenmeye devam ederse, yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah’a kavuşur.” 

Bu yüzden yardımlaşmak güzeldir, sevaptır. Ama muhtaç olmak güzel değildir.

Muhtaç olan için yardım almaya ruhsat vardır, kanaat etmeye ise emir vardır.

Ama muhtaç olan kimseye yardım etmeye emir vardır, ilgisiz kalmaktan ise nehiy vardır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” buyurmuştur..

SAĞLIĞIN VE BOŞVAKTİN KIYMETİNİ İYİ BİLELİM

 

Varlığının farkında olmadığınız şeyin yokluğunu çok çabuk hissedersiniz. 

Dişinizi düşünün... Çektirinceye kadar varlığının farkında değilken çektirince diliniz hep onun yerine gider ve her gittiğinde yokluğunu hissedersiniz. 

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: 

"İki nimet vardır ki pek çok insan o ikisini değerlendirme konusunda aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit."

(Buhârî, Rikak, 1; Tirmizî, Zühd, 1) 

Sağlıklı iken sanki bu bizim hakkımızmış ve zaten olması gereken buymuş gibi düşünerek sağlığın bir nimet olduğunun farkına varmayız. Ne zaman ki hasta oluruz, o zaman sağlığın ne büyük öneme sahip olduğunu anlarız. Kendi kendimize "hele bir iyileşeyim, bundan böyle sağlığıma çok dikkat edeceğim" deriz. Deriz demesine ama iyileşince bir süre sonra tekrar rutinimize geri döneriz. 

Herhangi bir meşguliyetimizin olmadığı zamanları cömertçe israf ederiz. İşlerimizi zamanında yapmayıp biriktiririz, artık baş edilmeyecek hale gelince "keşke zamanında yapsaymışım, bir daha asla bu şekilde biriktirmeyeceğim deriz. Deriz demesine de bir zaman sonra yine bildiğimizi okuruz. 

Hayat kime güzel bilir misiniz? 

Hayat, çok şeye sahip olanlara değil, her neye sahip ise onun kıymetini bilenlere güzeldir. Hayat, sahip olduklarının "nimet" olduğunun farkına varan ve bu nimetleri en güzel şekilde değerlendirebilenlere güzeldir.

Rabbimiz elimizde olanların farkına varıp bunları dünya ve âhiretimiz açısından en güzel şekilde değerlendirmeyi bizlere nasip eylesin. 


ALLAH'I TANIYAN

    "İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelal'e intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi; o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişah'a iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilanını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz."

   O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır.

Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.

Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: "Ben idam olmuyorum.

Belki terhis ile saadete gidiyorum.

Fakat ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum." لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

Sözler[Y] - 173

28 Aralık 2022 Çarşamba

ECEL GİZLİDİR

    Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir.

Ve madem kabir kapanmıyor, kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar.

Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur'aniye ile gösterilmiş ve ehl-i dalalet ve sefahet hakkında göz ile göründüğü gibi bir idam-ı ebedîdir; bütün mahbubatından ve mevcudattan bir firak-ı lâyezalîdir.

   Elbette ve elbette hiç şüphe kalmaz ki en bahtiyar odur ki sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde, imanına ve Kur'an'a hizmete çalışmaktır.

   Ey zevk ve lezzete müptela insan!

Ben yetmiş beş yaşımda binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki:

   Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.

Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var.

Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.

   Ey hapis musibetine düşen bîçareler!

Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı; çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın, hapisten istifade ediniz.

Nasıl bazen ağır şerait altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.

Öyle de sizin bu ağır şerait altında her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.

Sözler[Y] - 163

GENÇLERE İKAZ

    Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler.

Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risale-i Nur'dan meded isteyen gençlere dediğim gibi dedim ki:

   Sizdeki gençlik kat'iyen gidecek.

Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada hem kabirde hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek.

Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

   Hayat ise eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.

Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır.

O zamanlardan dahi hem elem hem lezzet alabilir.

Hayvan ise fikri olmadığı için hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor.

İnsan ise eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor.

Hususan gayr-ı meşru ise bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

   Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı belki vücudu belki kâinatı, bulunduğu gündür.

Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasında ma'dumdur, ölmüştür.

Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor.

Gelecek zamanlar ise itikadsızlığı cihetiyle yine ma'dumdur.

Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar.

   Eğer iman, hayata hayat olsa o vakit hem geçmiş hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur.

Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvi ve manevî ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor.

Bu hakikatin İhtiyar Risalesi'nde Yedinci Rica'da izahı var, ona bakmalısınız.

Sözler[Y] - 158

HAYAT BÖYLEDİR

    İşte hayat böyledir.

Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.

   Her gün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise size -başka gençlere söylediğim gibi- bir temsil ile beyan ediyorum:

   Mesela, burada gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş.

Onun yanında bir piyango -fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren- dairesi var.

Biz buradaki on kişi alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar.

Ve çağırma zamanı gizli olmasından her dakika, ya "Gel, idam biletini al, darağacına çık!" veyahut "Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış gel, al!" demelerini beklerken birden kapıya iki adam geldi.

   Biri yarı çıplak güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor.

   Diğer biri de aldatmaz ve aldanmaz ciddi bir adam, o kadının arkasından girdi.

Dedi ki: "Size bir tılsım, bir ders getirdim.

Bunu okusanız o helvayı yemezseniz o darağacından kurtulursunuz.

Bu tılsım ile o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız.

İşte bu darağacında zaten gözünüzle görüyorsunuz ki bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor.

Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını milyonlar şahitler var, haber veriyorlar.

İşte pencerelerden bakınız.

En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar, yüksek sesle ilan ediyorlar ve haber veriyorlar ki o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüz ile gördüğünüz gibi bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat'î biliniz." dedi.

   İşte bu temsil gibi zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârane zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer.

Ve ecel gizli olduğu için genç, ihtiyar fark etmeyerek her vakit ecel celladı, başını kesmek için gelebilir.

   Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip tılsım-ı Kur'anî olan iman ve feraizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya aleyhimüsselâm ile beraber hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayet ve ehl-i hakikat, müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.

Sözler[Y] - 159

GENÇLİK GİDECEK

 Elhasıl: Gençlik gidecek.

Sefahette gitmiş ise hem dünyada hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.

   Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfat ve sû-i istimalden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz.

Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfe'l-kuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle- ekser azaplar, gençlik sû-i istimalatının neticesi olduğunu bileceksiniz.

   Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz.

Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile "Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik.

Sakın bizim gibi yapmayınız." diyecekler.

Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde اَلرَّاض۪ى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla hiç acınmaya müstahak olamaz.

Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.

   Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmin!

Sözler[Y] - 160

TEVEKKÜL NEDİR ?

 iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.

Fakat yanlış anlama.

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir.

Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak'tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.

   Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:

   Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler.

Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder.

Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor.

Ona denildi: "Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et." O dedi: "Yok, ben bırakmayacağım.

Belki zayi' olur.

Ben kuvvetliyim.

Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim." Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder.

Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin.

Hem gittikçe kuvvetten düşersin.

Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek.

Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tardedecek.

Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir.

Hem herkese maskara olursun.

Çünki ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın.

Herkes sana gülüyor." denildikten sonra o bîçarenin aklı başına geldi.

Yükünü yere koydu, üstünde oturdu.

"Oh!..

Allah senden razı olsun.

Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum." dedi.

   İşte ey tevekkülsüz insan!

Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et.

Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

Sözler - 314

İNSAN İBADETE MUHTAÇ

  BEŞİNCİ NÜKTE: 

   İnsan fıtraten gayet zaîftir.

Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder.

Hem gayet âcizdir.

Halbuki belaları ve düşmanları pek çoktur.

Hem gayet fakirdir.

Halbuki ihtiyacatı pek ziyadedir.

Hem tenbel ve iktidarsızdır.

Halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır.

Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir.

Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor.

Hem akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor.

Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.

   İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelal'in, bir Rahîm-i Zülcemal'in dergâhına niyaz ile namaz ile müracaat edip arzuhal etmek, tevfik ve meded istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinad olduğu bedaheten anlaşılır.

Sözler - 42

26 Aralık 2022 Pazartesi

KENDİNİ TANI...SEN BUSUN...!!!

 Bir gün şeyh Abdülkâdir Geylani hazretlerinin mutfağında aşçılık yapan bir müridi kendi kendine düşüncelere dalmış ve demiş ki;

 -Otuz yıldır bu kapıdayım, muradıma eremedim. Manevi bir fetih müyesser olmadı, kalp gözüm açılmadı....

O, bu düşüncelerde iken mısır tarafından bir heyet gelir ve Geylani Hazretlerine;

 -Efendim! valimiz vefat etti ve valisiz kaldık. istiyoruz ki, siz birisini bize vali olarak tayin edesiniz?” Geylani hazretleri, 

-Aşçıyı çağırın gelsin! diye emretti. 

Aşçı gelince, gelen heyete,

-Bu müridimizi alıp götürün, valiniz o olsun... der 

ve müride dönerek; 

 -Seni mısır’a vali olarak atadım yalnız bir şartla; valilik yaptığın müddetçe sana gelecek olan hediyelerin yarısını bana vereceksin. kabul ediyorsan git, etmiyorsan başkasını atayacağım. Mürid heyecanla; 

 -Aman sultanım! siz nasıl emrederseniz sizin buyurduğunuz gibi olsun. isterseniz tüm hediyeleri size ayırayım? der. Geylani hazretleri, 

-Hayır, yarısı yeter. der.

Heyet bizimkini alıp mısır’a gider.

Bizimki mısır’da yedi yıl valilik yapar.

Bu süre içerisinde de sayısız hediye gelir. 

Gelen hediyeleri ikiye bölüp iki odada toplar. 

Geylani hazretleri yedi yıldan sonra,

-Bizim mürid ne durumda? diye merak eder ve bir grup müridi ile mısır’a gider. 

  Haberi önceden alan vali, büyük bir heyetle mısır’ın girişinde Geylani hazretlerini karşılar ve beraber saraya giderler. 

 İzzet ve ikram içerisinde Geylani hazretlerini ağırlar vali.

 on günden fazla mısır’da kalmasına rağmen vali hediyelerden hiç söz etmez. 

bir süre sonra Geylani hazretleri mısır’dan ayrılır. 

 vali şehir çıkışına kadar onlara eşlik eder. 

Vedalaşırken Geylani hazretleri valiyi yalnız olarak bir köşeye çekip, 

-Hatırlarsan senle bir kavlimiz vardı? der. vali, 

-Ne kavli efendim? diye sorunca Geylani hazretleri, 

-Hani seni ben atamıştım, sana gelecek hediyelerin yarısı benimdi? der. vali, 

-Aman efendim, beni siz atamış olabilirsiniz ama yedi yıl boyunca bu halkın kahrını çeken, sıkıntılarına katlanan bendim, onlar ve diğer devletler bu başarılarımdan dolayı bu hediyeleri bana lâyık görmüş. bu hediyeleri hak ettim ben! der.

Geylani hazretleri birden ciddileşir ve sinirli bir şekilde, 

 -Seni ben atadım! şartımız var, hediyelerin yarısını bana vereceksin! der. vali, 

-Hayır! der aynı sinirle. 

Geylani hazretleri elini hançerine atar, 

Vali de elini hançerine atar.

Geylani hazretleri hançeri havaya kaldırınca daha genç olan vali daha atik davranıp hançeri Geylani hazretlerinin kalbine saplar. 

Saplamasıyla birlikte birden kendini dergâhın mutfağında patates soyarken bulur.

 Mürid bıçağını patates sepetine saplayıp sepeti delmiştir. 

Geylani hazretleri başucunda mahzun ve gözleri yaşlı bir şekilde durmuş, ona bakmaktadır. 

Mürid üzgün ve mahcup, Geylani hazretleri mahzun. 

Hazret müride dönerek der ki, 

  -"Evlâdım, sen bunca yıldır neden bir yere varamadım diye merak ediyor ve kusuru bizde buluyordun. Biz seni sana gösterdik! işte sen busun...." der.

FANİ HAYAT VE ÖLÜM

 Mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından elîm bir firak-ı ebedîdir.

Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesiledir.

Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır.

Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı Cinana bir davettir.

Hem Rahman-ı Rahîm'in fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir.

Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.

Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur.

   Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zahiren bir Cennet içinde olsa da manen cehennemdedir ve her kim hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır.

Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet'in intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder...

Sözler - 39

ALLAH BİRDİR

 "Bir tek şeyden her şeyi yapmak" yani bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak; hem bir sudan bütün hayvanatı halketmek; hem basit bir yemekten bütün cihazat-ı hayvaniyeyi icad etmek; bununla beraber "Her şeyi bir tek şey yapmak" yani zîhayatın yediği gayet muhtelifü'l-cins taamlardan o zîhayata bir lahm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san'atlar; Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebed'in sikke-i hâssasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklid edilmez bir turrasıdır.

Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin hâlıkına has ve Kàdir-i Küll-i Şey'e mahsus bir nişandır, bir âyettir.

Ve o tılsım ise, sırr-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir ve o miftah ise,

يَٓا اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ

dur.

Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılab etmesi ise, işarettir ki: Kabir ehl-i dalalet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur'an ve iman için zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i Cinana ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır ve o vahşi arslanın dahi munis bir hizmetkâra dönmesi ve musahhar bir at olması ise, işarettir ki: 

Sözler - 38

HASTALIK VE MUSİBETLER

 Müslüman eğer iman ve ubudiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti bir tek insana verilse; acaba o göz önündeki, her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi?

Sizden soruyorum.

   Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar.

Elbette o ehl-i dalalet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da yine o manevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar.

Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.

   Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezalîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış.

Her vakit "Gel biletini al!" diye beklemesinden derin, esaslı, hakiki lezzet ve zevk-i manevî öyle bir lezzettir ki eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa o adama hususi bir cennet hükmüne geçtiği halde; o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip gençlik sâikasıyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihane ve heveskârane muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer.

Sözler[Y] - 156

25 Aralık 2022 Pazar

GAFİL İNSAN

 

   Ey gafil insan

Bil ki: Galat-ı his nev'inden gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun.

Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fâni nefsini de o nazar ile sabit telakki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun.

Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun.

Aklını başına al.

Sen ve hususî dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz.

Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki:

   Bir adam elinde olan âyinesini bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür.

Edna bir hareket ve küçük bir tagayyür âyinenin başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer.

Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez.

Çünki senin elindeki âyinedeki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir.

Senin hayatın ve ömrün, âyinedir.

Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır.

Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir.

Madem öyledir; sen, bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme!..

Lemalar - 114

BEŞ ESAS GEREKLİ

 

Bediüzzaman, Menderes hükümetleri şahsında bütün hükümetlere, millet ve vatanı, sosyal ve siyasi hayatı, anarşi ve büyük tehlikelerden kurtarmak için beş esasın gerekli ve zaruri olduğunu hatırlatıyor. Bu esaslar: Merhamet, hürmet, emniyet, haram helali bilip haramdan kaçınmak ve serseriliği bırakıp itaat etmektir.

İşte Risale-i Nurlar sosyal hayata baktığında bu beş esası temin edip asayişin temel taşlarını yerlerine yerleştirmek maksadıyla bakmaktadır. Bunun içindir ki Bediüzzaman, “Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükümet, ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nura eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar” der, değil ondan korkmak ve ona düşman olmak, aksine en dinsizlerin de onun dindarane ve hakperestane düsturlarına taraftar olmaları gerektiğini söylemektedir.

24 Aralık 2022 Cumartesi

ÖLÜM DOSTA KAVUŞMAKTIR

 ON BİRİNCİ KELİME

Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u Kibriyâya müşerref olacaklar.

Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Maliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.

İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukàbil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukàbil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.

Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:

Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekàya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz.

Sahip ve Malik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.

Yirminci Mektup

23 Aralık 2022 Cuma

İBADETİ TERKETMEK ZULÜM MÜ?

    Evet herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür.

Cenab-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır.

Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş.

O âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor.

Meselâ; gayet me'yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me'yus suretinde görür; gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemal-i neş'esinden gülen bir adam, kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirane ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür.

Gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-i kemalâtına tamamıyla zıd ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.

   Hem o târikü's-salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder.

Onun mâliki, o abdinin hakkını, onun nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdid eder.

Hem netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terkettiğinden, hikmet-i İlahiye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer.

Onun için cezaya çarpılır.

   Elhasıl: İbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder; -nefsi ise, Cenab-ı Hakk'ın abdi ve memluküdür- hem kâinatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür.

Evet nasılki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemalâtını bir inkârdır.

Hem hikmet-i İlahiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.

   İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikatı ifade etmek için, Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan mu'cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-i belâgat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.

Lemalar - 190

KUR'AN İBADET ETMİYENİ NİÇİN TEHDİT EDİYOR?

    Amma Kur'anın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar.

Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevî bir zulüm eder.

Çünki mevcudatın kemalleri, Sâni'a müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder.

İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder.

O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı; âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder.

Lemalar - 190

ALLAH'IN BİZİM İBADETİMİZE İHTİYACI MI VAR?

 Cenab-ı Hakk'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'anda çok şiddet ve ısrar ile ibadeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdid ediyor.

İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'aniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?

   Elcevab: 

   Evet Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil.

Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın.

İbadet ise, manevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz.

Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi' ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: "Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?" Ne kadar manasız olduğunu anlarsın.

Lemalar - 189

21 Aralık 2022 Çarşamba

HAK VE HUKUK

 KURTULUŞ; İMAN-I HAKİKİ,HAK VE SEBAT'A BAĞLI

Halikin na-mütenahi adı var en başı "Hakk"

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak

Hani ashab-ı kiram ayrılalım derlerken

Mutlaka sure-i ve'l asr okurmuş bu neden

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrar-ı felah

Başta iman-ı hakiki geliyor sonra salah

Sonra hak sonra sebat; İşte kuzum insanlık

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık.

Mehmet Akif Ersoy


20 Aralık 2022 Salı

TÜM AHLÂKSIZLIK,İHTİLÂL VE KARGAŞALIKLARIN SEBEBİ

 Yirmibeşinci Söz'de, medeniyetle hükm-ü Kur'anı muvazene bahsinde isbat ve beyan edildiği üzere; beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşe'i iki kelimedir:

   Birisi: "Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?"

   İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim."

   Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı riba ve terk-i zekattır.

Bu iki müdhiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekatın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekat ve hurmet-i ribadır.

Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev'-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekattır.

Çünki beşerde, havas ve avam iki tabaka var.

Havastan avama merhamet ve ihsan ve avamdan havassa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekattır.

Yoksa yukarıdan avamın başına zulüm ve tahakküm iner, avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar.

İki tabaka-i beşer daimî bir mücadele-i maneviyede, bir keşmekeş-i ihtilafta bulunur.

Gele gele tâ Rusya'da olduğu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.

   Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan!

   İhsanlar zekat namına olmazsa, üç zararı var.

Bazan da faidesiz gider.

Çünki Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun.

Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun.

Hem hakikaten Cenab-ı Hakk'ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun.

Eğer zekat namına versen; Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun.

O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur.

Evet zekat kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede?

Zekat namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Mektubat - 273

DÖRT MUTFAK,DÖRT SÜZGEÇ

 İnsan için dört mutfak gıdaların mekanik ve kimyevi olarak hazmedildiği ağız, mide, duodenum(oniki parmak bağırsağı) ve ince bağırsaklardır. Çünkü hazım olayı ağızda başlayıp mide, duodenum ve ince bağırsaklarda devam eden bir süreçtir. Bu sürecin en sonunda bulunan ince bağırsaklar ise aynı zamanda dört süzgecin başlangıcıdır.

Vücudumuzda çalıştırılan dört süzgeç ise ince bağırsaklar, karaciğer, böbrekler ve akciğerlerdir. Hazım esnasında ağızdan başlayıp kalın bağırsaklara kadar yenilen gıdalar ısı, mekanik, kimyevi ve bakteriyel muameleyle bir nevi ‘pişirilme ve inkılaptan(değişime uğramak)’ geçirilip yukarıda bahsedilen dört süzgeç ile de zararlı maddeler tasfiye edilerek bünyemize rızık olarak taksim edilir.

Ağız mutfağında alınan gıdalar dişlerle mekanik olarak parçalanır. Üç çift tükürük bezi her gün bir litre tükürük üretir. Tükürük, yiyecekleri sulandırır ve yutulmasını kolaylaştırır. Aynı zamanda ağzı ve dili nemli tutar. Tükürük iki enzim içerir. Bu kimyasallar, yiyeceğin karmaşık kimyasal yapısının parçalanmasına yardımcı olur. Enzimlerden biri nişasta moleküllerini parçalar. Diğeri de kısmen yağ moleküllerini parçalar. Bunun sebebi midede yapılacak protein sindirimi için yiyeceklerdeki proteinlerin etrafında bulunan karbonhidrat ve yağ kılıflarını ayırmaktır. Ağızda yiyeceklerin emilimi olmaz. Sadece dilaltı damarlarından ilaç olarak alınan trinitin, morfin, kokain, siyanür vb. emilir.

Mide mutfağında şiddetli kasılıp gevşemelerde mekanik sindirim devam eder. Mide yediklerimizi işler ve küçücük parçalara ayırır. Sulandırarak ya da yoğunlaştırarak sindirimin diğer aşamalarına hazır hale getirir. Mide bir buçuk litrelik maksimum kapasitededir. Duvarlar derin çukurlarla kaplıdır ve her birinde mikroskobik hücreler sıralanmıştır. Kimi hücreler hidroklorik asit çıkarırken komşuları yapışkan bir mukoza salgılar. Bu midenin duvarlarını kaplar ve onu kendi zararından korur. Midenin iç yüzeyi, günde yaklaşık beş litre mide suyu üretir. Tıpkı tükürük bezleri gibi, bu bezler de yiyecek düşündüğümüzde bile salgılama işlemine başlayabilir. Mide öz suyu pepsin adında bir enzim daha içerir. Pepsin, proteinleri basit moleküllere, aminoasitlere ayırır. Yiyecekler iki ila altı saat kalır. Midede, dalgalar halinde oluşan güçlü kasılmalar yiyecekleri sıkıp karıştırarak, yarı hazmedilmiş, kimüs denen, sulu bir lapaya dönüştürür. Bu kimyasal değişimi mide öz suyu gerçekleştirir. Midede sadece protein sindirimi olur. Yiyeceklerin emilimi olmaz. Sadece su, alkol, asetil salisilik asit, sodyum, klor ve iyot mideden emilebilir.

Sindirim yolumuz eğer solucan benzeri düz bir kanal olsaydı, boyumuzun dokuz metre olması gerekecekti. Bunun yerine bağırsaklarımız, normal boyutta bir bedene sığacak şekilde düzgünce sarılmıştır. Her kasılmada bir çay kaşığından daha az miktarda kimüs, ince bağırsağın en üst kısmı olan on iki parmak bağırsağına girer.

Duodenum denilen Onikiparmak bağırsağı ince bağırsağın mide ile birleşen ilk yirmi-yirmi beş santimetrelik kısmıdır. Kıvrımlı bir yapıya sahiptir. İnce bağırsağın en önemli kısmıdır. Buraya karaciğerin safra salgısı ve pankreasın sindirim enzimleri boşaltılır. Onikiparmak bağırsağında karbonhidrat, protein ve yağların sindirimi gerçekleşir. Yağların sindirimi, karaciğerden gelen safra salgısının etkisiyle ilk kez burada başlar. Duodenumdan monosakkaritler, yağ asitleri, gliserol, A ve D vitaminleri emilebilir. Protein emilimi olmaz. Diğerleri de kısmi olarak gerçekleşir.

Asıl ince bağırsaklar dediğimiz(jejunum ve ileum) beş-altı metre uzunluğundadır. İnce bağırsağının görevi ağızda kısmen sindirilmiş karbonhidratlar ile midede kısmen sindirilmiş proteinlerin ve sindirimi henüz başlamamış olan yağların sindirimini gerçekleştirmek ve tamamlamaktır. Diğer görevi ise villus denilen ve sayıları beş milyonu bulan tümürler sayesinde sindirilen besinlerin emilmesini ve böylece kana karışmasını sağlamaktır. Kimyevi sindirim ince bağırsakta son bulur. Besinlerin bağırsaktan kana karıştığı yer burasıdır. Küçük villuslerden her biri, karbonhidratların ve proteinlerin yapı taşları olan glikoz ve aminoasitleri emen ve damarlardan oluşan bir ağ içerir. İnce bağırsakların Jejunum kısmından monosakkaritler, yağ asitleri, aminoasitler ve suda eriyen vitaminler olmak üzere alınan besinlerin yüzde sekseni emilir. İleum kısmından ise aminoasitler, vitamin B12, safra tuzları ve suda eriyen vitaminler emilir. Böylece ince bağırsaklar hem mutfak olarak kimyevi sindirime katılırken hem de ilk süzgeç olarak besinlerin emilimini sağlarlar.

Bütün bu farklı maddeleri sindirmek için, midenin etrafına toplanmış üç organ, sindirim sularından oluşan bir karışım üretir. Karaciğer, safra kesesi ve pankreasın ürettiği kimyevi maddeler, on iki parmak bağırsağı boyunca uzanan, ortak bir kanala boşalır. Karaciğer her gün safra adı verilen yeşilimsi sıvıdan bir litre üretir. Kimus bağırsağa akarken, safra da besinlerin emilimini sağlamak için, yağ küreciklerinin ve bazı vitaminlerin parçalanmasına yardımcı olur. Kimustaki besinlerin bileşenlerini daha basit moleküllere indirgeme işini enzimler tamamlar.

İkinci süzgecimiz vücuttaki en büyük organ olan ve beş yüzden fazla görevi olan karaciğerdir. Yetmiş beş bin özdeş hücre grubundan teşekkül eden ve aralıksız çalışan bir kimya fabrikası gibidir. Kan damarlarının doğrudan ince bağırsaktan taşıdığı besinleri filtreler. Burada yeniden birleştirilip vücut için gereken bileşik proteinlere ve yağ moleküllerine çevrilirler. Karaciğer aynı zamanda talep üzerine enerji sağlayan bir şeker deposudur. Vücudun enerji kaynağı karaciğer denetimindedir.

Üçüncü süzgecimiz su dengemizden sorumlu organlar olan böbreklerimizdir. Kanı filtreleyerek, atık maddeleri çıkarırlar. Geniş damarlar ve atardamarlar böbreklerden bol miktarda kan geçişini sağlar. Vücuttaki bütün kan beş dakikada bir böbreklerden geçer. Bu da günde bin beş yüz, bir ömür boyunca ise yaklaşık kırk milyon litre kan demektir. Her böbrekte bir milyonun üzerinde filtreleme birimi vardır. Kan, düğüme benzer bir kılcal damar grubundan geçer. Su ve atıklar filtrelendikten sonra birbirine geçmiş tüpler tarafından toplanır. Daha sonra temiz suyun yüzde doksan dokuzu kana geri döner. Geriye kalan sıvı idrardır ve önce toplama kanallarına sonra da idrar yolu denen uzun tüplerden aşağı yönelir. Bu tüplerden her gün bir buçuk litre idrar akar. Bu miktar içtiğimiz suyun miktarına ve ne kadar terlediğimize bağlıdır. Ağır egzersiz yapmasak bile her gün iki buçuk litre kadar su içmemiz gerekir. İdrar uykudayken yavaş hızda, çalışırken daha hızlı üretilir.

Vücut hücrelerin hayati faaliyetlerini sürdürebilmesi için iç solunum yapmaları şarttır. İç solunum olayında; hücreye enerji yüklü bileşikler gelmektedir. Karbondioksit ve yağ benzeri maddeler yanarak enerji vücutta serbest bir hale girmektedir. Hücrelerimiz ise oksijen yardımıyla besinlerden enerji elde eder. Bu oksijenin sağlanması ve ortaya çıkan karbondioksitin atılması dış solunumla gerçekleşir. Bu da dördüncü süzgeçle sağlanır.

Dördüncü süzgecimiz akciğerlerdir. Akciğer dokusu, etrafı küçü­cük kan hücreleri ile ağ gibi çevrili yaklaşık üç yüz milyon hava torbacıklarından oluşmuştur. Dakikada on altı-on sekiz defa soluk alıp veririz. Her nefes aldığınızda vücudunuza yüz trilyona yakın hava molekülü girer. Bunun yaklaşık yirmi bir trilyonu, oksijen molekülüdür. Solunum sistemi yoluyla vücudunuza giren ve kan dolaşımına yüklenen bu moleküller, yine kan yoluyla vücudun en derin noktalarına kadar ulaştırılır. Ve burada bulunan karbondioksit molekülleriyle yer değiştirir. Biz sadece nefes aldığımızı zannederken, gerçekte bu sırada vücudumuzun derinliklerinde hiç durmadan oksijen, karbondioksit ve su alışverişi gerçekleşir.

Besin içeriklerinin hayati faaliyetlerde kullanılmasından sonra kalan su, madensel tuzlar, karbondioksit, amonyak, üre ve ürik asit gibi zararlı maddelerin vücut dışına atılmasına boşaltım denir. Boşaltım olayını gerçekleştiren sisteme de boşaltım sistemi adı verilir. Boşaltım sistemi sayesinde sindirim sonucu hücrelerde oluşan artık maddeler, dışarıdan vücuda girmiş olan zararlı maddeler ve yararlı olmasına rağmen hücrelere fazla gelen maddeler vücut dışına atılır. Bunu da dört süzgeç yerine getirir. Ayrıca deri de terleme yoluyla bu süzgeçlere yardımcı olabilir.

Görüldüğü gibi, Risale-i Nur’da anlatılan her hakikat, hem din ilimleri hem de fen ilimleri ile mezcedilmiştir.

Dipnot:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s.97




19 Aralık 2022 Pazartesi

İNSANIN DEĞERİ

 Ortalama yetişkin bir insanın vücudunu oluşturan malzemelerin tümünü su: 35 litre, karbon:20 kg, amonyum: 4 litre, kireç: 1,5 kg, fosfor: 800 gr, tuz: 250 gr, potasyum nitrat: 100 gr, sülfür: 80 gr, flor: 7,5 gr, demir: 5 gr slikon: 3 gr ve az miktarda diğer 15 element olarak sıralayabiliriz.

Ya da bir kimyagerin araştırmalarına göre insanın vücudunda; “7 kalıp sabun yapacak kadar yağ, orta boyda çivi yapacak kadar demir, ancak bir kahve fincanı dolduracak kadar şeker, bir tavuk kümesini boyayacak kadar kireç, 2000 kibrit yakacak kadar fosfor, ufak bir topun atımına yetecek barut için potasyum bulunmaktadır.”

Bu durum insan vücudunu basit gibi gösterse de değeri bakımından mükemmelliğini gösterir. Nitekim teknoloji dünyasından haberler veren “Wired Magazine” adlı bir derginin araştırmasına göre, “İnsan vücudundaki sıvılar, dokular ve mikrop öldürmeye yarayan antikorlar büyük para ediyor. Ancak bunları satmak mümkün değil, zira bu vücut parçaları olmadan insanlar yaşayamıyor. Her hücrede bulunan DNA’ların gramı 1.3 milyon dolardan işlem görüyor. Vücuttan alınabildiği takdirde antikorlar da 7.3 milyon dolar ediyor. Bir akciğer 116 bin 400, böbrek 91 bin 400, kalp ise 57 bin dolara alınabiliyor. İnsan vücudunun en pahalı unsurunun kemik iliği ve kemik iliğinin gramının 23 bin; kilosunun ise 23 milyon dolar değerinde olduğu” ifade ediliyor. Böylece toplam maddi değerin 45 milyon doları bulacağı varsayılıyor.

Fakat en önemli unsurun değerinden hiç bahsedilmiyor. O da ‘canlılık’ vasfı. Çünkü bütün bu değerler vücudun diri yani canlı olması durumunda geçerli. Canlılık vasfını yitiren organlar nakledilemiyor.

Nitekim bir yazarımız bu konudaki soruyu Tıp ilminin çaresizliğini ifade ederek şöyle cevaplıyor; “Öte yandan, Tıp ilmi organ nakli konusunda maalesef şer’an henüz sınıfı geçebilmiş değil! Bir “beyin ölümü” yutturmacası var. Beyin ölümü gerçekleşen bir kişinin, yakınlarının rızasını alarak her türlü organını alabiliyor. Beyin ölümü sırasında organlar canlı bulunuyor. Bu esnada alınamayan bir organ, gerçek ölümde deforme oluyor, alınamaz hale geliyor. İnsan öldükten sonra en çok sekiz saniye içinde bütün organları iflas ediyor. Tıbbın çaresi kalmıyor! Fakat “Beyin ölümü gerçek ölüm müdür?” diye sorduğumuzda, Tıp ilmi bu soruya “evet” diyemiyor. Çünkü anestezi uyguluyor. Yani acı çekmemesi isteniyor. Demek adam gerçekten ölmüş değil! Öyleyse bu caiz olmuyor. Yani siz bir adamı yaşatmak için, bir diğer adamı ölmeden öldürmüş oluyorsunuz. O halde organ naklinden sadece, vericiyi öldürmeden alabildikleriniz caizdir.” (Yeni Asya; Süleyman Kösmene;10 Haziran 2022 ).

Demek maddi olarak ‘canlılık’ vasfına değer biçilemez. Hiçbir bedel bir insanın hayatına karşılık gelemez.

Bediüzzaman Hazretleri “İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki, insanı bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, s. 347) diyerek insanın maddi ve manevi değerine dikkat çekmiştir.

Evet, insan Cenâb-ı Hakk’ın ‘antika bir san’at’ıdır. En güzel bir şekilde yaratılmıştır. Paha biçilemez. Duygularına sınır konmamıştır. Cüzi irade olarak ‘seçme hürriyeti’ verilmiştir. Tercihini doğru yaptığında meleklerin gıpta ettiği bir mahlûk olabilirken; tercihini yanlış yaptığında ise canavar hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşebilmektedir.

Rabbini tanıyıp kavrayabilmesi için öyle duygularla donatılmıştır ki, Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitiyle mahiyetini bilemediği takdirde o duygunun yönlendirmesi ile Rububiyetini (İlahlığını) bile ilan edebilir.

Mesela ‘ene’ duygusu böyledir. Onun ‘tevhid’i kavramada bir ölçü olduğu bilinmez ise tıpkı ‘bir termometrenin ortamın sıcaklığını ölçen bir alet konumundan ortama sıcaklığı veren konumuna’ geçmesi gibi garip bir durum ortaya çıkacaktır.

Nitekim firavunlar, şeddatlar, nemrutlar gibi insanlar ilahlıklarını bu yüzden ilan etmişlerdir. Ancak ‘iman’ sayesinde insan dengeyi bulabilmiştir.

İnsanın bütün bu vasıfları taşımasına rağmen kendini ‘değersiz’ hissetmesi ve Rabbine şükredip rızasını kazanmak yerine; toplumda makam, mevki, şan, şöhret, zenginlik gibi diğer insanları etkileyip kendine teveccüh ettikleri zaman ‘değer’ kazanacağını zannetmesi nefsin ve şeytanın aldatmacasıdır. Çünkü insanların teveccühleri kabir kapısına kadardır.

Ebede namzet olan ve ebed için yaratılan insan ise en büyük ihtiyacı olan sonsuz yaşama arzusuna Allah katında ne kadar değerli bir mahlûk olduğunu anlamasıyla kavuşacaktır.

İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselam Cenab-ı Allah’ın ‘antika san’at’ olarak yaratıp ‘değer’ verdiği insanın; bu büyük nimetlere şükrüne dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:

“Ben sizin günah işlemenizden çok, size ikram edilen nimetlere şükretmemenizden korkuyorum. Dikkat edin, şükredilmeyen nimetler, öldürücü ve yok edicidir.” (Camiu’s Sağîr 5:253, Hadis No:7197).

MUTLU OLUN YETER

 Doğrusu gün geçtikçe içine girdiğimiz yaşımız gereği, hayatımıza yeni şeyler de giriyor. Yeni hallerle birlikte yeni duygular da yaşamaya başlıyoruz.

Evleniyorsun; anne babanın başında olduğu ağabeyler, ablalar, kardeşler arasından birden iki kişiye düşüyorsun. Bu biraz sarsıyor insanı. Alışkanlıkları terk etmek kolay olmuyor. Sonrası malum, çocuklar, onlarla geçen yorucu, hareketli yıllar. Derken onlar da büyüyor, okuyor ve üniversite sürecine gelince hem puanlarına hem de kendi kafalarına göre bir şehirde okumaya gidiyorlar. Aslında onların da hayatları bizim zamanında yaşadığımız duygu hareketlilikleri oluyor. Ben üniversiteye gönderirken babamın, otobüs hareket ettikten sonra gözyaşlarını sildiğini görmüştüm. Şimdi aynı duyguları biz yaşıyoruz.

Ömürden bir müddet daha geçince, evin şenlik günleri artık geride kalıyor. Başlangıca dönüyoruz ve kalıyoruz iki kişi. Bunun da yaşattığı değişik duygular var. Hiç değilse, evde iken çok kıymetini bilmediğin evlatların hasretini çekmeye başlıyorsun. Okul yıllarında düzenli olarak, tatiller beklerken, şimdilerde iş hayatıyla birlikte artık o da gitti. ‘Fırsat bulursak baba!’ cümlelerine alıştırıyoruz kendimizi. Şimdi dört gözle evlatlar ne zaman gelecek diye bekliyoruz. Sonra ne mi oluyor? Hayat, yeni ve taze duygularla çıkıyor karşınıza. Dünya tatlısı; ‘torunlar’. Evden, evlenerek ayrılan evlatlar, kucaklarında torunlarla geliyorlar size. Tabii ki hepsi de binler şükür vesilesi. Şimdi yüksek heyecanla kucağında torunlarla evlatları bekliyoruz. Telefonlara yansıyan fotoğraflar, videolar kesmiyor bu içli duyguları. Biliyorum, bizim çocuklar da anne baba olunca, torun torbaya karışınca daha iyi anlayacaklar ne demek istediğimizi. 

Ne diyelim, Allah herkese ve evlatlarına sıhhat afiyet versin de yerinde mutlu olsunlar ve büyüklere gelirken sepetlerinde güler yüzlü, mutluluklarla gelsinler.

AİLE KAVGALARI VE BOŞANMALAR

 Boşanmalar ve aile kavgaları

Manevi değerlerimizi hedef alan ve artarak devam eden yozlaşmaların, ahlâkî aşınmaların herkesi etkilediği bir gerçek.

Bazen medyadan haberdar olduklarımızın çok ötesinde bizzat yakın-uzak çevremizden şahit olduğumuz, gittikçe artan, boşanma ile sonuçlanan aile kavgaları bu işin ne derece vahim olduğunu gösteriyor.

Bu fani ve geçici dünyada her insanın huzuru ve mutluluğu için hususi bir cenneti olması gereken aile hayatı; hangi saiklerle böyle çekişmelerin merkezi hale geldi? Ufak tefek sıkıntılar, problemler neden eşler arasındaki kavgalara hatta ayırılmalara sebep oluyor?

Birbirileriyle severek evlenen eşler neden kavgalara, çekişmelere meydan veriyorlar?

Şimdi kendi çevremden muttali olduğum ve maalesef boşanma ile son bulan aile geçimsizliklerinden bazı örnekler sunmak istiyorum. 

İkisi de dindar olan eşlerden aile reisi konumundaki erkek, hanımına: “Bir yere gidecek olursan haberim olsun istiyorum.” diyor. Hanım ise: “Ne münasebet, sen bir yere giderken benden izin istiyor musun ki ben de senden izin alayım?” diyerek bu isteği reddediyor ve beraberinde boşanma geliyor.

Birbirilerini beğenerek evlenen eşlerden hanım beyine: “Ben evimize misafir kabul etmeyi sevmiyorum” deyince bey: “Hanım senin de annen baban ve kardeşlerin var benim de var. Onlar da mı evimize gelmeyecekler?” diyor. Hanım: “Evet onlar da evimize gelmesinler.” deyince eşler arasında tartışma başlıyor ve boşanma ile son buluyor.

Yine birbirilerini beğenerek evlenen çiftlerden fıtraten erkeğin içe kapanık, olması; nedeniyle aile reisliğini hanım üstlenmiş. Bir gün hanımı beyine; “Şu arkadaşların ile alâkanı kes. Benden habersiz gezme” gibi talimatlar veriyor ve netice boşanma…

Toplumun geleceğini tehdit eden ve çoğu boşanmayla sonuçlanan aile kavgalarını dert edinen ve çözüm noktasında bu işe kafa yoran ehil kişi veya kesimler var mı?

Eğitimciler, sosyologlar, psikologlar neredesiniz? Biraz da bu içler acısı duruma kafa yorsanız… 

ÖLÇÜ NEDİR?

 Teşhis edilemeyen bir hastalık nasıl insanı ölüme götürüyorsa; tahkik edilmeyen meseleler de insanı hüsrana götürür.

Risale-i Nur, imanî sahada insanlığa doğru istikameti gösterdiği gibi, insanlar arası sosyal ve içtimaî meselelerde de yol göstermiştir.

Bediüzzaman Hazretleri, “Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız; bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız; bana reddediniz, gönderiniz.” 2 der.

Demek ki, ehl-i tahkik ve uyanık olmakla beraber hüsn-ü zanna evet, âdem-i itimadı da elden bırakmamak lâzımdır.

Konumuza darbı mesel olan bir anekdot ile bağlamak istiyorum. Adamın biri artık eşinin eskisi kadar iyi duymadığından korkuyormuş onun işitme cihazına ihtiyaç duyduğunu düşünüyormuş. Ona nasıl yaklaşması gerektiğinden emin değilmiş. Bu durumu konuşmak için aile doktorunu aramış; doktor adamın eşinin ne kadar duyduğunu anlayabilmesi için basit bir yöntem tavsiye etmiş.

“Eşinden 40 adım ileride dur, normal bir konuşma tonuyla bir şeyler söyle eğer duymazsa 30 adım ilerisinde aynı şeyi tekrarla, sonra 20 adım; cevap alana kadar aynı şeyi tekrarla.”

Eşi, mutfakta yemek hazırlarken adam 40 adım uzaklıktan seslenmiş: “Hayatım bu akşam yemekte ne var?” Cevap yok. Mutfağa biraz yaklaşmış. Mesafeyi 30 adıma indirmiş ve soruyu tekrarlamış. Gene cevap yok. Mutfağa biraz daha yaklaşmış, mesafe 20 adım ve tekrar sormuş? Hâlâ cevap yok. Adam mutfağın kapısına gelmiş artık mesafe iyice azalmış ve soruyu tekrarlamış. Gene cevap alamamış. Bu sefer eşine iyice yaklaşmış, “Hayatım bu akşam yemekte ne var?”

Eşi: “Hayatım beşinci kez aynı cevabı veriyorum ya, Tavuk, Taaavuuukkk” demiş.

Belki de düşündüğümüz gibi problem karşımızdakilerde olmayabilir. Problemlerin sebebini birazda kendimizde aramalıyız. O zaman başkasını yargılamadan kendimizi kontrol etmeliyiz ki uhuvvet ve muhabbet şefkat ile te’sîs edilsin. Vesselâm.

DÜNYAYI SEVMEK

 Dünyanın üç yüzü var:

   Birinci yüzü: 

   Cenab-ı Hakk'ın esmasına bakar.

Onların nukuşunu gösterir.

Mana-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder.

Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir.

Bu yüzü gayet güzeldir.

Nefrete değil, aşka lâyıktır.    İkinci yüzü: 

   Âhirete bakar.

Âhiretin tarlasıdır, Cennet'in mezraasıdır, rahmetin mezheresidir.

Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir.

Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.

   Üçüncü yüzü: 

   İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesatı olan yüzdür.

Şu yüz çirkindir.

Çünki fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır.

İşte hadîste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret, bu yüzdedir.

   Kur'an-ı Hakîm'in kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar.

Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.

   Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır: 

   Birincisi: 

   Ehl-i marifettir ki, Cenab-ı Hakk'ın marifetine ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir eder.

   İkincisi: 

   Ehl-i âhirettir ki; ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden men'ettiği için veyahut şuhud derecesinde iman ile Cennet'in kemalât ve mehasinine nisbeten dünyayı çirkin görür.

Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a güzel bir adam nisbet edilse, yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymetdar mehasini varsa, Cennet'in mehasinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.

   Üçüncüsü: 

   Dünyayı tahkir eder.

Çünki eline geçmez.

Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.

   Dördüncüsü: 

   Dünyayı tahkir eder.

Zira dünya, eline geçiyor.

Fakat durmuyor, gidiyor.

O da kızıyor.

Teselli bulmak için tahkir eder.

"Pistir" der.

Şu tahkir ise; o da, dünyanın muhabbetinden ileri geliyor.

Halbuki makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve marifetullahın muhabbetinden ileri gelir.

   Demek makbul tahkir, evvelki iki kısımdır.

Cenab-ı Hak, bizi onlardan yapsın.

Âmîn bi-hürmeti Seyyidi'l-Mürselîn.

Sözler - 625

8 Aralık 2022 Perşembe

KIYAMET HADİSİ

 MÜHİM BİR HADÎS 

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّت۪ى ظَاهِر۪ينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪

ظَاهِر۪ينَ عَلَى الْحَقِّ

(şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz altı (1506) edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder.

وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪

(şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırkbeş (1545) olup, kâfirin başında kıyamet kopmasına îma eder.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

   Cây-ı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil'ittifak bin beşyüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette bin beşyüz altıdan tâ kırk ikiye, tâ kırkbeşe kadar üç inkılab-ı azîmin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır.

Bu îmalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi.

Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda kimse bilmez; fakat böyle îmalar ile bir nevi kanaat, bir galib ihtimal gelebilir.

   Fatiha'da "sırat-ı müstakim" ashabının taife-i kübrasını tarif eden

اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

fıkrası, şeddesiz bin beşyüz altı veya yedi (1506-1507) ederek tam tamına

ظَاهِر۪ينَ عَلَى الْحَقِّ

fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku ve şedde sayılsa

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّت۪ى

fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadîsin îmasını teyid edip remz derecesine çıkarıyor.

Ve müteaddid âyât-ı Kur'aniyede "sırat-ı müstakim" kelimesi, bir mana-yı remziyle Risaletü'n-Nur'a manaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile; Risaletü'n-Nur şakirdlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübra-i a'zamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def'aten birden ihtar edildi.

اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

Kastamonu - 28

GENÇLİK GİDİYOR

 Evet gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler...

His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez.

Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder.

Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.

Ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus mes'elesinde; binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.

Bunlara kıyasen bîçare gençlerin çok vartaları var ki: En tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar ve bilhâssa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor.

Çünki âkıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder.

Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder.

Hem serseri ve fakir olanlara, zenginlerin mallarını helâl eder ki; bütün beşer bu musibete karşı titriyor.

Sözler - 148

GENÇLERİN DİKKATİNE ! 2

    Elhasıl, gençlik gidecek.

Sefahette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû'-i istimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.

Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik saikasıyla israfat ve sû'-i istimalden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz.

Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfelkuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû'-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.

Hem nev'-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz.

Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile "Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi' ettik.

Sakın bizim gibi yapmayınız." diyecekler.

Çünki beş-on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde

اَلرَّاض۪ى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ

sırrıyla hiç acınmaya müstehak olamaz.

Çünki zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.

Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn...

Sözler - 147

7 Aralık 2022 Çarşamba

GENÇLERİN DİKKATİNE !

 Sizdeki gençlik kat'iyyen gidecek.

Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi' olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek.

Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarfetseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.

   Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.

Çünki insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır.

O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir.

Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor.

İnsan ise, eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor.

Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür.

Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasında madumdur, ölmüştür.

Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor.

Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine madumdur.

Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar.

Eğer iman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur.

Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve manevî ezvakı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor.

Bu hakikatın, İhtiyar Risalesi'nde Yedinci Rica'da izahı var.

Ona bakmalısınız.

   İşte hayat böyledir.

Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.

Sözler - 145

HİÇ BİR MÜSLÜMAN ECNEBİ DİNSİZLERİ GİBİ OLAMAZ

 Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz.

Çünki onlar, peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler.

Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler.

Allah'ı bilmeseler de kemalâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.

Fakat bir müslüman; hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemalâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor.

Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi (A.S.) tanımaz ve Allah'ı da tanımaz.

Ve ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez.

Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev'-i beşere baktığı için ve mu'cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev'-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip, ondört asırda parlak bir surette isbat eden ve nev'-i beşerin medar-ı iftiharı bir zâtın terbiye-i esasiyelerini ve usûl-ü dinini terkeden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz.

Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

   İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler!

Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz; meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz.

O, keyfinize kâfidir.

Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyanatta elbette anladınız.

Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi; istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.

Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) kendine rehber etmek gerektir.

Sözler - 144

BİR GURBET VAR Kİ; O DA İHTİYARLIK

 Bütün dünyadan birden müfarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor.

Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım.

Birden iman-ı billah imdada yetişti.

Öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezauf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi.

   Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler!

Madem Rahîm bir Hâlık'ımız var; bizim için gurbet olamaz.

Madem o var, bizim için herşey var.

Madem o var, melaikeleri de var.

Öyle ise bu dünya boş değil.

Hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk'ın ibadıyla doludur.

Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler.

Evet bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat'umatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahidler, bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlık'ımızın, Sâni'imizin, Hâmi'mizin dergâhını gösteriyorlar.

O dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır.

Ve acz ve zaafın tam zamanı da, ihtiyarlıktır.

Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.

Lemalar - 228

FATİHA SURESİ ÜZERİNE

 Sual: “Fatiha Suresinin mânâsı ve önemi üzerinde durur musunuz? Fatiha suresini her namazda neden okuyoruz? Ölülerimize karşı neden okuyoruz? Her duâdan sonra neden ‘El-Fatiha!’ deniyor ve biz neden Fatiha okuyoruz?”

Fatiha Suresi, Kur’ân’ın vahiy diliyle özetlenmiş hâlidir. Kur’ân’ın çekirdeğidir. Kur’ân’ın özüdür, özetidir. Kur’ân’ın köküdür.

Kur’ân’ın tohumudur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Kur’ân-ı Azimü’ş-Şânın bir timsâl-i münevveridir.” Bundandır ki, her namazda okumamız emredilmiştir. Fatiha Sûresi Rahman’ın rahmetinden gelen ve rahmete vesile çok kuvvetli bir sûre olması hasebiyle her duâmızı onunla yapar, her duâmızı onunla bitirir, ölenlerimize de onu okuruz.
Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’e (asm) ve onun ümmetine Fatiha Sûresini bir rahmet ve bir müjde eseri olarak indirmiş ve bunu Kur’ân’ında şöyle beyan buyurmuştur: “And olsun ki Biz sana usandırmaksızın tekrar tekrar okunan yedi âyetli Fatiha’yı ve azametli Kur’ân’ı verdik.” Bu âyetiyle Kur’ân, Fatiha Suresinin yedi rahmet ayetiyle birlikte dillerden ve gönüllerden düşmeyeceğini haber vermiştir. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine Fatiha Sûresi verilmekle taltif edilmiştir.

Kur’ân’dan âyet olarak ilk inen, Alak Suresinin ilk beş âyeti; sure olarak ilk inen ise Fatiha Sûresidir. Fatiha Sûresi, Alâk Sûresi’nin ilk beş ayetinden hemen sonra ve ilk sûre olarak nazil oldu.

İlk beş âyet indiği zaman Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Hatice’nin amcası oğlu olan ve bir Nasraniyet âlimi bulunan Varaka ibn-i Nevfel’e gitmiş ve ona yaşadığı hâli anlatmıştı. Varaka bu hâlin bir vahiy hâli olduğunu, kendisine daha önce Hazret-i Musa’ya da gelen Cebrail’in geldiğini ve kendisini böylece peygamberlikle müjdelediğini haber verdi.
Ardından çok geçmeden, Peygamber Efendimiz’e (asm) baştan sonuna kadar Fatiha Suresi nazil oldu. Peygamber Efendimiz (asm) Varaka’ya tekrar giderek Fatiha Suresini de okudu. Yaşlı ve gözleri kör bulunan Varaka bu defa müjde ile konuştu:

“Müjde! Müjde ya Muhammed! Ben şehadet ederim ki, Sen İbn-i Meryem’in müjdelediği zatsın. Sen, Musa’nın namusu gibi bir namus üzerindesin. Sen Nebiyy-i Mürselsin. Sen cihada memur olacaksın.”

Fatiha Sûresi baştan sona kadar hamd ve şükür ifade ediyor. Bizi dünyada ve ahirette ihyâ edecek ihtiyaçlarımızı içine alacak çapta zengin bir duâ ifade ediyor. Önce Rabbimize hamdü senâ, ardından ibadetimizi ve kulluğumuzu yalnız O’na tahsis ettiğimizi beyân, ardından ömrümüz boyunca ne istersek tamamını yalnız Ondan isteyeceğimizi ikrar ve onun ardından en mühim isteklerimizi sıralayan zengin bir metin içeriyor.
Mânâsını kısaca vermemiz gerekirse: “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla: Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O Rahmandır; rahmeti bütün varlıkları kuşatır. Ve bütün yaratıklarının her türlü rızkını merhametle yetiştirir. O Rahimdir; yaratıklarına karşı pek şefkatli ve merhametlidir. O hesap gününün sahibidir. Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. Bizi sırat-ı mustakîme (doğru yola) ilet. Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tâbi olan salih kullarının yoluna ilet.- Gazabına uğrayanların ve dalâlete düşmüş olanların yoluna değil. Âmin.”

Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Übeyy İbn-i Ka’b’a:
“Sana ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Zebur’da, ne de Kur’ân’ın diğer kısımlarında benzeri indirilmemiş bir sûre öğretmemi ister misin?”
Übeyy İbn-i Ka’b: “Evet yâ Resûlallah!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Namazda nasıl okuyorsun?” buyurdu. Bunun üzerine Übeyy İbn-i Ka’b, Fatiha Sûresini okudu. Peygamber Efendimiz (asm):
“Evet, nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, onun eşi ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Zebur’da ve ne de Kur’ân’ın diğer kısımlarında indirilmiştir. O bana verilen şanlı Kur’ân’ın içinde bulunan yedi ayetli Fatiha Sûresidir”buyurdu.
Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Her kim namaz kılar ve o namazında bildiği halde Fatiha Sûresini okumazsa o namaz eksiktir. O namaz noksandır. O namaz tamam değildir. Allah Teâlâ, ‘Fatiha Sûresini kulumla kendi aramda iki eşit kısma ayırdım. Yarısı Benim, yarısı da kulumundur. Kulum onunla istediğine kavuşacaktır’ buyuruyor. Nitekim kul kıyama kalkar ve ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin’ (Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun) der. Bunun üzerine ulu ve yüce Allah, ‘Kulum bana hamd etti!’ buyurur. Kul, ‘Errahmanirrahim’ der. Allah, ‘Kulum Bana senada bulundu’ buyurur. Kul, ‘Mâlik-i Yevmiddin’ der. Allah Teâlâ: ‘Kulum Beni tazim etti. İşte bu okunanlar Bana aittir. ‘İyyake nabüdü ve iyyake nestain’ benimle kulum arasındadır. Sûrenin bundan sonraki ayetleri ise kulumundur ve kulum o âyetleri okuyarak dilediğine kavuşur. Çünkü kulum artık, ‘İhdinassırâtelmüstakim. Sıratellezine en’amte aleyhim gayri’l-mağdubi aleyhim veladdâllin. Âmin’ diye duâ ediyor’ buyuruyor.”


6 Aralık 2022 Salı

İMTİHAN MEYDANI

 İMTİHAN MEYDANI – ASKERÎ MİSAFİRHANE

Dünya imtihan meydanı, vazife yeridir. Her canlının bir gün mutlaka tadacağı ölüm ise artık vazifenin, imtihanın bittiğini, mü’min için ücret alma zamanının başladığını haber verir.

Evet, dünya bir misafirhanedir. Gelen gider, istese de kalamaz. Kısacık misafirlik müddetini misafirhane Sahibinin kurallarına uygun bir şekilde geçirmek gerekir. En büyük mertebe olan “mertebe-i rızâ” ancak böyle bir bakış açısıyla kazanılabilir. Risale-i Nur’un satırları arasında yapılan dünya hayatı için “misafirhane-i askeriye” benzetmesi bu açıdan ibretlidir:  

“Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.

Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir.

Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, 9. Mektup)

HÜLÂSA

Misafirhanede kendini ev sahibi zanneden kişinin hâli ne kadar içler acısıysa, kırılmaya mahkûm şişelere elmas kıymeti veren bizlerin hâli de o kadar acıklı.

Rabbimiz, bizleri aldatan nefsimizle sağlam muhasebe etmeyi, ebedî elmaslar kıymetindeki uhrevî amellerle, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündeki fânî dünya işlerini birbirinden ayırtedebilmeyi nasip etsin.

Dünyada da ahirette de bahtiyar olmanın sırrı burada!

Beşinci Mesele:

Dünya madem fânidir.

Hem madem ömür kısadır.

Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.

Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.

Hem madem dünya sahipsiz değil.

Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var.

Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır.

Hem madem “Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vüs’ahâ” [Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez. (Bakara Sûresi: 2:286)] sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.

Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.

Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyevîye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

HAŞİYE: Bu ‘madem’ler içindir ki, şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. “Meraka değmiyor” diyorum ve dünyaya karışmıyorum.

Mektûbât, On Altıncı Mektub, s. 118

ÖLÜM VE KABİR

 Kabir var, hiç kimse inkâr edemez.

Herkes ister istemez oraya girecek.

Ve oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok.

   Birinci yol: 

   O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.

   İkinci yol: 

   Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır.

Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek.

   Üçüncü yol: 

   Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet için bir i'dam-ı ebedî kapısı...

Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini i'dam edecek bir darağacıdır.

Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.

Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.

   Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur.

Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mes'ele karşısında bîçare insan; o i'dam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkiye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir mes'elesidir.    Bu kat'î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüzyirmidört bin muhbir-i sadık, ellerinde nişane-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri, keşf ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüzyirmidört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat'î delilleriyle -o enbiya ve evliyanın verdikleri aynı haberleri- aklen ilmelyakîn derecesinde

{(*): Onlardan birisi Risale-i Nur'dur.

Meydandadır.}

isbat ettikleri ve yüzde doksandokuz ihtimal-i kat'î ile "İ'dam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir." diye ittifaken haber veriyorlar.

   Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için, bir tek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i manevî, onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüzbinler sadık ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile, dalalet ve sefahet göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat'î sebeb olduğunu ve iman, ubudiyet yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor diye ihbar eden ve emarelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acib ve garib ve dehşetli ve azametli mes'ele karşısında bulunan bîçare insan ve bâhusus müslüman eğer iman ve ubudiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti bir tek insana verilse; acaba o göz önündeki, her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi?

Sözler - 142

ALDANMAKTA FAYDA YOK

 Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok.

Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar, sevkiyat var.

Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalaletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, ahbabların mecmaıdır.

Başta şefiimiz olan HABİBULLAH Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.

Evet bin üçyüz elli senede, her sene üçyüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbisi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenatın bir misli, sahife-i hasenatına ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlahiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin tealisinin sebebi olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada "ümmetî ümmetî" rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes "nefsî nefsî" dediği zaman, yine "ümmetî ümmetî" diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlık ile, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz.

Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

   İşte o zâtın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i Seniyeye ittibadır.

Lemalar - 224

Gençlik sersemliğiyle zayi' ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm.

Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:

   Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,

   Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

   Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha garib,

   Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.

   O vakit gurbette idim.

Me'yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim.

Birden Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan imdada yetişti.

Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye'si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.

   Evet ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhteremler

Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halkeden bir Sâni'-i Zülcelal, mümkün müdür ki; o şehirde, o sarayda en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin.

Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiş; elbette nasılki "yapan bilir" öyle de "bilen konuşur".

Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh yapmış; elbette bize karşı münasebatını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri, bir kitabı bulunacaktır.

   İşte o kudsî defterin en mükemmeli; kırk vecihle mu'cize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgari olarak on sevab ve on hasene ve bazan onbin ve bazan Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfine otuzbin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'dır.

Bu makamda ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur ve hiçbir kimse gösteremez.

Madem bu elimizdeki Kur'an, Semavat ve Arz'ın Hâlık-ı Zülcelal'inin rububiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i uluhiyeti cihetinden ve ihata-i rahmeti canibinden gelen kelâmıdır, fermanıdır; bir maden-i rahmetidir.

Ona yapış.

Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye'se bir rica, içinde vardır.

   İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.

Lemalar - 225