MARAZ-I VESVESEYE MÜBTELA OLANLARA DERSTİR
Ey maraz-ı vesvese ile mübtela!
Bilir misin vesvesen neye benzer?
Musibete benzer.
Sen ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner.
Demek büyük nazarla baksan büyür, küçük görsen küçülür.
Korksan ağırlaşır, hasta eder.
Korkmasan hafif olur, hafî kalır.
Mahiyetini bilmesen devam eder, bilsen gider.
Öyle ise, bu marazın devasından beş vechini beyan edeceğim.
Belki sana da şifa olur.
Zira cehil onu davet eder, ilim onu tardeder.
Birinci Vecih: Şeytan, şübheyi kalbe atar.
Eğer kalb kabul etmezse, o şübheden şetme döner.
Hayale karşı, şetme benzer bazı hatıraları ve bazı münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder.
Kalbe eyvah dedirtir, ye'se düşürttürür.
Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbisine karşı sû'-i edebde bulunuyor.
Müdhiş bir halecan hisseder.
Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.
Ey bîçare, telaş etme!
Çünki o, şetm değil belki tahayyüldür.
Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir.
Zira şetm, hükümdür.
Tahayyül, hüküm değildir.
Hem onunla beraber, o sözler, senin kalbin sözleri değil.
Çünki kalbin o sözlerden müteessir ve müteessiftir.
Belki o sözler, kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden gelen sözlerdir.
Bunun zararı, yalnız tevehhüm-ü zararla mütezarrır olmaktır.
Çünki tahayyülü, hakikat tevehhüm eder.
Şeytanın işini kalbine mal eder.
Zarar diye anlar, zarara düşer.
Şeytanın dahi istediği odur.
İkinci Vecih budur ki: Manalar kalbden çıktıkları vakit, çıplak olarak çıkarlar ve çıplak olarak hayale girerler.
Suretleri, hayalde giyerler.
Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi suretleri dokur.
Ehemmiyet verdiği şeylerin suretlerini yol üstünde bırakır.
Hangi mana geçse, ona giydirir.
Ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder.
Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur fakat temas vardır.
Vesveseli adam teması telebbüsle iltibas eder, "Eyvah" der.
"Kalbim ne kadar bozulmuş.
Bu hısset-i nefis beni matrud eder."
Bu yaranın merhemi ise, ey bîçare!
Bak, nasılki namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnın bâtınındaki necaset tesir etmez.
Öyle de, maânî-i mukaddesenin suver-i mülevveseye mücavereti zarar etmez.
Meselâ: Sen, âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun.
Birden bir maraz veya bir iştiha veya bevl gibi müheyyiç bir hal şiddetle senin hissine dokunur.
Elbette hayalin, deva-yı illet ve kaza-yı hâcet levazımatını görecek ve onlara münasib süflî suretleri nescedecek.
O süflî suretlerin ortalarından geçecek olan maânî-i mukaddeseye ne televvüsü var, ne zararı var, ne hatarı var ve ne de beis var.
Yalnız hata, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.
Üçüncü Vecih: Eşya mabeynlerinde bazı münasebat-ı hafiye bulunur.
Hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur.
Ya bizzât bulunur veya senin hayalin o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış olur.
Bu sırrın münasebatındandır ki; bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir.
Fenn-i Beyan'da beyan olunduğu gibi: "Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde sebeb-i kurbiyettir." Yani: İki zıddın suretlerinin cem'ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir.
Bu münasebetle olan tahattura, tedai-i efkâr tabir edilir.
Meselâ: Sen namazda, münacatta, Kâ'be karşısında, huzur-u Rab'de iken; şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder.
Sen intibaha geldiğin anda dön.
"Aman ne kusur ettim" deyip tedkikle meşgul olup durma!
Tâ zaîf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin.
Zira sen teessür gösterdikçe ve ehemmiyet verdikçe o tahattur, bir melekeye döner; bir maraz-ı hayalî olur.
Korkma, maraz-ı kalbî değildir.
Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır.
Hassas asabîlerde daha galibdir.
Şu yaranın merhemi ise, nasılki şeytan ile melek-i ilhamın kalb taraflarında mücaveretleri ve füccar ile ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları zarar vermez.
Öyle de, tedai-i efkâr saikasıyla istemediğin sevimsiz pis hayalâtın nezih efkârların içine girmesi zarar vermez.
Meğer kasden ola veya zarar zannıyla onunla meşgul olasın.
Dördüncü Vecih: Amelin en iyi suretini taharriden neş'et eden bir vesvesedir ki; takva zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir.
Hattâ öyle bir dereceye varır ki; o amelin daha evlâsını ararken harama girer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terkettirir.
Bu gibi vesvese, Ehl-i İtizal'e lâyıktır.
Çünki onlar derler ki: "Eşyanın zâtında hüsnü var.
Sonradan, o hüsne binaen emredilmiş.
Eğer kubhu varsa, sonradan o kubha binaen nehyedilmiş."
Demek, eşyada hüsün ve kubh zâtîdir.
Emir ve nehy-i İlahî ona tâbi'dir.
Bu mezhebe göre insana, her işlediği amelde bir vesvese gelebilir.
"Acaba amelim, nefsü'l-emirdeki güzel suretle yapılmış mıdır?" diyebilir.
Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet Velcemaat derler ki: "Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur; nehyeder, sonra kabih olur." Demek emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder.
Demek hüsün ve kubuh, mükellefin ıttılaına bakar.
Meselâ: Sen, namaz kıldın veya abdest aldın.
Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb nefsü'l-emirde varmış.
Lâkin sen, ona hiç muttali olmadın.
Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir.
Hakikatta senden kabul edilir, çünki mazursun.
Öyle ise, zahiren şeriata muvafık işlediğin ameline "Acaba sahih olmuş mu?" deyip vesvese etme.
Fakat "Kabul olmuş mu?" de, gururlanma, ucbe girme.
Madem ki, dinde harec yoktur; madem ki dört mezheb haktır; öyle ise, istiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü'yet-i hüsn-ü amele müreccahtır.
Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmekten ise; kusurunu görse, istiğfar etse daha evlâdır.
Sen vesveseyi at.
Şeytana de ki: "Şu hal, harecdir.
Yüsr-ü dine münafîdir.
Hakikat-i hâle muttali olmak güçtür.
En ekall bu amelim, bir mezheb-i hakka muvafıktır.
Ben lâyık-ı vechile eda-yı ibadette aczimi itiraf ederek istiğfar ile, tazarru' ile, merhamet-i İlahîye dehalet ediyorum.
Aczim, kusurumun af olunması ve kàsır amelimin kabul olunması için bir vesilem olur." de.
Beşinci Vecih: Şübhe suretinde gelen vesvesedir.
Bîçare vesveseli, bazı tahayyülî hâlâtı, taakkulî hâlât ile iltibas eder.
Hayale gelen şübheyi, akla gelen bir şübhe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder.
Bazan tevehhüm ettiği şübheyi, şek zanneder.
Bazan tasavvur ettiği şübheyi, bir tasdik-i aklî zanneder.
Bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, hilaf-ı iman zanneder.
"Eyvah!
Kalbim bozulmuş" der.
Halbuki tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz'an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar.
Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, şübhe ve tereddüd değildirler.
Lâkin tekerrür edip istikrar peyda etseler, bazan bir nevi şübhe-i hakikî onlarda tevellüd eder.
Şu nevi vesvesenin en mühimmi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi iltibas eder.
Yani birşey zâtında mümkün ise, onu zihnen, ilmen mümkün ve meşkuk olduğunu tevehhüm eder.
Halbuki imkân-ı zâtî yakîn-i ilmîye ve zaruret-i zihnîye münafî değildir.
Meselâ: Bu dakikada -zâtında- Karadeniz'in yere batması mümkündür, muhtemeldir.
Halbuki yakînen yerinde olduğunu hükmediyoruz.
O ihtimal ve o imkân-ı zâtî bize bir şek vermez.
Meselâ, güneş mümkündür ki; bugün gurub etmesin veya yarın tulû' etmesin.
Halbuki bu imkân ve bu ihtimal, ilm-i yakînimize zarar vermez.
Demek bazı hakaik-i imaniyede, yani hayat-ı dünyeviyenin gurubu ve hayat-ı uhreviyenin tulûu gibi imkân-ı zâtî cihetinde gelen evham, yakîn-i imanîye zarar vermez.
Bütün bunlarla beraber asl-ı vesvese, teyakkuza sebebdir, taharriye daîdir, ciddiyete vesiledir.
Lâkaydlığı atar, tehavünü def'eder.
O şart ile ki; ifrata varmasın, galebe çalmasın.(Nurun İlk Kapısı - 153)
İ'lem Eyyühel-Aziz!
İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhâssa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler.
Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin şeylerin def'iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlub olur.
Ancak onları mağlub edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır.
Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar.
Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler.
Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur.
Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz.
Ve fena bir tesir etmez.
{(Haşiye): O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil.
Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir.
Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor.
Meselâ: Sen namazda, Kâ'be karşısında, huzur-u İlahîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder.
Meselâ: Âyinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz.
Ateşin misali yakmaz.
Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez.}
Mesnevi-i Nuriye - 96