31 Ocak 2022 Pazartesi

BEDÎÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR

 

  Risale-i Nur Nedir ve Nasıl Bir Tefsirdir?

   Kur'anın hakikatlarını müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve isbat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mes'ele olan "Ben neyim?

Nereden geliyorum?

Nereye gideceğim?

Vazifem nedir?

Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar?

Mahiyet ve hakikatları nedir?" gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat'î bir şekilde, çekici bir üslûb ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.

   Yirminci asrın Kur'an Felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san'at olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak maneviyatı câmi' ve hâvi olacak Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da isbat ve ilân etmektedir.

   Ecdadımızın bir zamanlar kalblerinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle zemin yüzünde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla mukabele etmesi, İslâmiyet ve kemalât-ı maneviyenin bayrağını Asya, Afrika ve yarı Avrupa'da gezdirmesi ve "Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim." deyip ölümü gülerek karşılayarak müteselsil düşman hâdisata karşı dayanması gibi, milletçe medar-ı iftihar âlî seciyemizin bugün biz gençlerde inkişafı, vatan ve millet menfaatı bakımından ve istikbalimizin selâmeti noktasından ne derece elzem olduğu malûmdur.

Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ve şahsî menfaatler mülahaza etmek, Türk'ün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i te'lif olamaz.

Bizler, ancak rıza-yı İlahî için çalışıyoruz.

Bizzât hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz; kardeş ve vatandaşlarımıza, İslâmiyete ve insaniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza ait sürur ve ümid, bizim bu bâbda aldığımız ve alacağımız yegâne hakikî mukabele ve ücrettir.

   Risale-i Nur, nasıl bir tefsirdir?

   Tefsir iki kısımdır.

Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur'anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur'anın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir.

Bu kısmın çok ehemmiyeti var.

Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar; fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir manevî tefsirdir.

   Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'anın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır.

   Risale-i Nur!..

Kur'an âyetlerinin nurlu bir tefsiri...

 Baştan başa iman ve tevhid hakikatlarıyla müberhen...

 Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış...

 Müsbet ilimlerle mücehhez...

 Vesveseli şübhecileri ikna ediyor...

 En avamdan en havassa kadar herkese hitab edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor...

   Risale-i Nur!..

Nurlu bir külliyat...

 Yüzotuz eser...

 Büyüklü küçüklü risaleler halinde...

 Asrın ihtiyaçlarına tam cevab verir...

 Aklı ve kalbi tatmin eder...

 Kur'an-ı Kerim'in yirminci asırdaki -lafzî değil- manevî tefsiri...

   İsbat ediyor!..

Akla gelen bütün istifhamları...

 Zerreden Güneş'e kadar iman mertebelerini...

 Vahdaniyet-i İlahiyeyi...

 Nübüvvetin hakikatını...

   İsbat ediyor!..

Arz ve Semavat'ın tabakatından, melaike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatından, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennem'in varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına kadar...

 Akla gelen ve gelmeyen bütün imanî mes'eleleri en kat'î delillerle aklen, mantıken, ilmen isbat ediyor...

 Pozitif ilimlerin müşevviki...

 Riyazî mes'elelerden daha kat'î delillerle aklı ve kalbi ikna' edip, merakları izale eden bir şaheser...

Tarihçe-i Hayat - 680

29 Ocak 2022 Cumartesi

GÖREVLERİMİZİ İHMAL ETMEMELİYİZ

 

Dünyayı da, ahireti de kazanmanın bahası çalışmaktır. Ve Allah’tan ümidini kesmemektir. Çalışmaktan maksat, hem dünyayı, hem ahireti ihya eden çalışmadır. Aslında ibadetimizi yapıp o dünyalık dediğimiz meşrû işimize devam ettiğimizde, aynı işte ahireti de kazanma imkânı elde ediyoruz.

Çünkü işimizi güzel yaptığımızda bundan insanlar faydalanıyorsa, bunun bahası sadece aldığımız birkaç yüz lira maaş değildir. İşimizi dürüst ve hakkını vererek yaptığımızda, insanlar Allah razı olsun dediklerinde, aynı işte dünyadan daha fazla ahirette kazanıyoruz.

İbadetimizi yaptığımızda dünyalık dediğimiz helâl işler de ahirete mal oluyor.

Diğer bir husus tevekküldür. Bu can mülkü Cenab-ı Allah’a aittir. Allah’ın mülküne ait rızkı düşünmeye gerek yoktur. Allah yarattığı canın rızkını verecektir. Müsterih olmak lâzımdır. Mütevekkil olmak lâzımdır. Allah’a güvenmeliyiz. Kanaatkâr olmalıyız. Allah’ın rızkımızı ve ihtiyaçlarımızı vereceğine, dünyamızı ve ahretimizi mamur edeceğine hüsn-ü zan etmeliyiz.

Ancak görevlerimizi ihmal etmemeliyiz.

Mademki rızkımızı Cenab-ı Allah taahhüt etmiş ve mademki yalnız O veriyor. Öyleyse rızkımızı düşünmemize ve bundan dolayı üzülmemize gerek yoktur. Rızık kazanacak bir işimiz varsa, işimize devam etmeliyiz. Yolunda gitmeyen işlerimizin çoğunu sabırla ve teenni ile hareket ederek aşabiliriz.

İNSAN ÇALIŞTIĞI KADAR KAZANIR

Kur’ân, dünyayı da, ahireti de çalışmaya bağlamıştır. 1 Çalışmadan, çaba göstermeden, gayret etmeden hiçbir şey olmuyor. “Bir kere karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et.” 2 buyuran Kur’ân azmetmeyi ve çaba göstermeyi de tevekkülün ilk basamağı saymıştır.

Keza, “Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince hemen diğerine koyul. Ardından Rabbine yönel ve yalvar.” 3 buyuran Kur’ân güçlüklere göğüs germeyi, ardından kolaylık geleceğini, bir işi bitirince yenisine başlamamız gerektiğini, dinlenmenin dışında boş ve muattal kalmamamız gerektiğini, sonra da Allah’a yönelip tevekkül etmemiz gerektiğini söylüyor.

Bu Kur’ânî programı uyguladığımızda ne dünyada, ne ahirette “nice’olur ki halim?” demeyiz. Çünkü inşallah başarılı oluruz. Artık rızkımızı ve dünyamızı düşünmemize de gerek kalmaz.

Ancak kazan ve karavana kaynatmayı devletin angaryası sayan, aslî işini de talim bilen çalışkan asker gibi, rızık için çalışmayı Allah’ın angaryası sayalım, aslî işimizi de ibadet bilelim. Ve Allah’ın lütfuna ulaşmak için çalışalım ve kazanalım.

ERZAK İŞLERİ ASLÎ İŞİMİZ DEĞİLDİR  

Aslî işimizin ne olduğunu Beşinci Söz dikkat çekici bir temsil ile şöyle anlatıyor:

“Seferberlikte bir taburda biri muallem, vazifeperver; diğeri acemî, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer, talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayinatını hiç düşünmezdi. Çünki anlamış ki; onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hattâ indelhace lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir.

Ona sorulsa: Ne yapıyorsun?

– Devletin angaryasını çekiyorum, der.

Demiyor: Nafakam için çalışıyorum.

Diğer şikemperver ve acemî nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne?” derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alış-veriş ederdi.” 4

Temsilde talim ve harp, namaz ve nefisle mücadeledir ki bizim aslî vazifemizdir. Devlete ait olan askeri doyurmak ise bizim için rızıktır ki, Allah’ın vazifesidir.

Dolayısıyla biz kendi vazifemizde, ibadetimizde aksaklık meydana getirmemeye çalışalım. Allah’a da tevekkül ve kanaat içersinde işimizi yapmaya gayret edelim.

İnşallah işlerimiz de yoluna girecektir.

19 Ocak 2022 Çarşamba

KUR’ÂN’IN TAKİP ETTİĞİ MAKSATLAR

"ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR"

Kur’ân’ın dört esasını Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor: “Kur’ân’daki anasır-ı esasiye ve Kur’ân’ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.” 1

Kısaca ele alalım:

1- Tevhid: Allah’ın varlığı ve birliği inancıdır. Kur’ân’ın bütün meselelerini üzerine bina ettiği en esaslı dâvâsıdır.

2- Nübüvvet: Peygamberlik demektir. Kur’ân’ın ikinci önemli esasıdır. Bize peygamber eliyle ulaşan Kur’ân, bizi Peygambere iman ve itaat etmeye çağırır.

3- Haşir: Ahirete iman Kur’ân’ın üçüncü önemli esasıdır. Haşir, fizikî olarak diriltildikten sonra bütün insanların adil bir yargılama için toplanacağı gerçeğidir. Ahiret, mahşerden sonra sonsuza kadar devam edeceği Kur’ân tarafından bildirilen fizikî hayatın ve cismanî diyarların adıdır. 

4- Adalet ve ibadet: Adalet sosyal hayatımızı, ibadet de şahsî hayatımızı düzene sokan unsurlardır ki, Kur’ân’ın takip ettiği dördüncü esastır. Sosyal hayatta adaletsiz bir yaklaşım kesinlikle kul hakkını mucip olur. Ferdî hayatta ibadetsiz bir yaklaşım da, kişinin kendine zulmetmesi demek olur. Esasen adalet ibadetle başlar. İbadet de adaletle başlar ve yaşar.

İbadet kişinin ifrat ve tefritten uzak, duygularını ve cihazatını haramdan koruyarak helâl yolda vasat bir şekilde kullanmasıdır.  Bu, kişinin kendisine adaletli davranması demektir. Adalet bu yönüyle ibadetten başlar. Kendine adil olan kul, topluma da adil olur. Topluma adil olmayan insan, bunun hesabını adil olan Allah’a ya bu dünyada, ya da mahşerde çetin öder.

NUŞİREVAN’IN ADALETİ 

Ömer bin Hattab’ın (Hz. Ömer), cahiliye zamanında Amr bin As ile birlikte yolu İran’a düşmüştü. İran’da Medayin şehrinde konaklarken, gece soyuldular, develerini ve paralarını çaldırdılar. İran’ın o günkü Kisra’sı Nuşirevan idi. Huzuruna çıktılar ve soyulduklarını söyleyip şikâyette bulundular. Nuşirevan:

“Demek devenizi ve paranızı çaldırdınız! Siz uyuyor muydunuz?” diye çıkıştı.

Ömer, hazır cevaptı:

“Evet, biz uyuyorduk! Sanıyorduk ki, siz uyumuyorsunuz!” dedi.

Nuşirevan:

“Haklısın Arap! Ülkemde misafirler taciz edilirken benim uyumam doğru değil! Peki, bana bir hafta süre verin.” dedi.

Bir hafta sonra Nuşirevan gerçekten develerini ve paralarını teslim etti. 

Ve onlara: “Şehirden çıkarken biriniz Güneş kapısından, biriniz Ay kapısından çıkın!” dedi. Ticaret için alacaklarını bir an evvel aldılar ve Ömer Güneş kapısından, Amr da Ay kapısından çıktılar.

Meğer hırsızlardan birisi Nuşirevan’ın oğlu, diğeri de şehrin güvenlik sorumlusu Şahnapehlev imiş. Nuşirevan kendi oğlunu Güneş kapısında, Şahnapehlev’i de Ay kapısında asmış! Manzarayı gören Ömer ile Amr, Nuşirevan’ın adaletine parmak ısırdılar.

KEMİK PARÇASINA DÜŞÜLEN NOT  

Gel zaman, git zaman… Ömer de, Amr da Müslüman olurlar.

Nice devran döner. Ömer halife olur. Arkadaşı Amr’ı da Mısır valisi tayin eder.

Vali Amr bin As İskenderiye’de yol çalışmaları esnasında bir Yahudi’nin mülkünü zorla istimlâk eder. Parasını fazlasıyla ödediği halde, Yahudi bunu kabul etmez. Amr, Yahudi’yi devlete karşı gelmekle suçlar.

Yahudi de Medine’ye giderek, durumu Hazret-i Ömer’e şikâyet eder.

Hazret-i Ömer (ra) uzandığı gölgelikten ateş parçası gibi fırlar ve: “Bu ne zulümdür! Valimiz bilmez mi ki, adalet mülkün temelidir! Bana bir kemik parçası getirin!” diye gürler.

Getirilen kemik parçasına şunu yazar:

“Bil ki, ben Nuşirevan’dan daha adilim!”

Ardından kemik parçasını Yahudi’ye verir. “Bunu valine götür.” der.

Yahudi Hazret-i Ömer’in (ra) işlem yapmadığını, işi başından savdığını zanneder. Mısır’a dönüp kemik parçasını vali Amr’a teslim eder.

Kemik parçasındaki yazıyı okuyan Amr’ın, birden yüzünün rengi solar ve Yahudi’den özür dileyerek mülkü üzerindeki devlet projesini iptal eder. Yahudi’nin mülkünü geri verir.

İşte adalet! İşte medeniyet! İşte bir Yahudi’den bile esirgenmeyen insan öncelikli yönetim anlayışı! İşte Müslümanlık!




17 Ocak 2022 Pazartesi

HASTALAR RİSALESİ

 Hastalığı sevdiren kitap !

Hani bir atasözü var ya, “Ne oldum değil, ne olacağım demeli” diye…

Hayat, engebeli bir viraj. Hangi zaman, hangi yerde karşımıza ne çıkacak bilinmez. Dolayısıyla, karşılaşacağımız her hâl, sürpriz değil, bir takdir.

İmtihandan, imtihan var dünyada!

Bu günkü, yazımızda, bir çoğumuzun gönülden seveceği kadim dost, güzel bir insanın ,hâlini ve hayatını şu anını kaleme aldığı ve ibret levhası olan yazısını aktarmak istiyorum.

Bu kardeşimiz,  şöyle anlatıyor ahvâlini:

“Hayatımın son yıllarında önemli denebilecek hastalıklara muhatap oldum.Hâlen tedavi sürecinde olduğum parkisonizm ile tanıştım.

“Ne zaman ki bu hastalıkla imtihan olmaya başladım, işte o zaman benim olmayan şeylerin sahibi gibi davranmanın kaç bucak olduğunu anladım! Sahibim olan Yaratıcı âdeta bana ders verdi; 

“Ey insan, sen kendine malik değilsin!” dedi.

“Kendimde en çok güvendiğim hatta gurur duyduğum beceri, güzel konuşmaktı. Mikrofonu elime alınca, âdeta bülbül gibi şakırdım. Her zeminde ve mecliste çok rahatlıkla konuşurdum.

“Ne zaman ki bu hastalıkla imtihan olmaya başladım, işte o zaman benim olmayan şeylerin sahibi gibi davranmanın kaç bucak olduğunu anladım! Sahibim olan Yaratıcı âdeta bana ders verdi; “Ey insan, sen kendine malik değilsin!” dedi.

“Ve o güzel sesim soluğum, konuşmam gitti!

“Bir zamanlar merdivenleri ikişer üçer çıkan; gece gündüz koşan ve koşturan bir adamken, muhatap olduğum bu hastalıkla neredeyse yürüyemez hâle geldim. Yine de Yaradan’ıma döndüm ve nihayetsiz şükrettim; aklımı yeniden toplama imkânı verdiği için.

“Bediüzzaman’ın Hastalar Risalesi imdadıma yetişti.

“Bu risale öyle muhteşem bir eser ki; Üstad Hazretleri sadece Hastalar Risalesi’ni yazsa idi, yine de onun ‘Bediüzzaman’ olmasına yeterdi.

“Aman ya Rabbi! Bu ne büyük hazine, ne müthiş bir reçete, ne harika bir eser ki, bütün dertlere derman oluyor.

“Üstad Hazretleri bu eseri , 1930’da telif etmiş. Ama ben iddia ediyorum ki, Hastalar Risalesi kadar hiçbir eser insana hastalığı böylesine sevdirmez!”

Hastalıktan şekva değil, şükretmek aklıselim kişilerin işidir.

Çünkü veren, O; verdiğini alan da, O!

Hazreti Eyyüb Aleyhisselâmın hayat safhasında olduğu gibi; yüce Mevlâ’m dilerse sineler, günü gelir, gül gülistan olurlar.

Rabbim, Şâfî ism-i şerifi hürmetine, başta bizlerin maddi manevi hastalıklarımıza olmak üzere, siz kardeşimize ve şifa bekleyen bütün kardeşlerimize hayırlı şifalar ihsan eylesin.

R.Özcan

16 Ocak 2022 Pazar

VESVESE HASTALIĞI

 MARAZ-I VESVESEYE MÜBTELA OLANLARA DERSTİR 

   Ey maraz-ı vesvese ile mübtela!

Bilir misin vesvesen neye benzer?

Musibete benzer.

Sen ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner.

Demek büyük nazarla baksan büyür, küçük görsen küçülür.

Korksan ağırlaşır, hasta eder.

Korkmasan hafif olur, hafî kalır.

Mahiyetini bilmesen devam eder, bilsen gider.

Öyle ise, bu marazın devasından beş vechini beyan edeceğim.

Belki sana da şifa olur.

Zira cehil onu davet eder, ilim onu tardeder.

    Birinci Vecih: Şeytan, şübheyi kalbe atar.

Eğer kalb kabul etmezse, o şübheden şetme döner.

Hayale karşı, şetme benzer bazı hatıraları ve bazı münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder.

Kalbe eyvah dedirtir, ye'se düşürttürür.

Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbisine karşı sû'-i edebde bulunuyor.

Müdhiş bir halecan hisseder.

Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.

   Ey bîçare, telaş etme!

Çünki o, şetm değil belki tahayyüldür.

Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir.

Zira şetm, hükümdür.

Tahayyül, hüküm değildir.

Hem onunla beraber, o sözler, senin kalbin sözleri değil.

Çünki kalbin o sözlerden müteessir ve müteessiftir.

Belki o sözler, kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden gelen sözlerdir.

Bunun zararı, yalnız tevehhüm-ü zararla mütezarrır olmaktır.

Çünki tahayyülü, hakikat tevehhüm eder.

Şeytanın işini kalbine mal eder.

Zarar diye anlar, zarara düşer.

Şeytanın dahi istediği odur.

    İkinci Vecih budur ki: Manalar kalbden çıktıkları vakit, çıplak olarak çıkarlar ve çıplak olarak hayale girerler.

Suretleri, hayalde giyerler.

Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi suretleri dokur.

Ehemmiyet verdiği şeylerin suretlerini yol üstünde bırakır.

Hangi mana geçse, ona giydirir.

Ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder.

Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur fakat temas vardır.

Vesveseli adam teması telebbüsle iltibas eder, "Eyvah" der.

"Kalbim ne kadar bozulmuş.

Bu hısset-i nefis beni matrud eder."

   Bu yaranın merhemi ise, ey bîçare!

Bak, nasılki namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnın bâtınındaki necaset tesir etmez.

Öyle de, maânî-i mukaddesenin suver-i mülevveseye mücavereti zarar etmez.

Meselâ: Sen, âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun.

Birden bir maraz veya bir iştiha veya bevl gibi müheyyiç bir hal şiddetle senin hissine dokunur.

Elbette hayalin, deva-yı illet ve kaza-yı hâcet levazımatını görecek ve onlara münasib süflî suretleri nescedecek.

O süflî suretlerin ortalarından geçecek olan maânî-i mukaddeseye ne televvüsü var, ne zararı var, ne hatarı var ve ne de beis var.

Yalnız hata, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

    Üçüncü Vecih: Eşya mabeynlerinde bazı münasebat-ı hafiye bulunur.

Hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur.

Ya bizzât bulunur veya senin hayalin o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış olur.

Bu sırrın münasebatındandır ki; bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir.

   Fenn-i Beyan'da beyan olunduğu gibi: "Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde sebeb-i kurbiyettir." Yani: İki zıddın suretlerinin cem'ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir.

Bu münasebetle olan tahattura, tedai-i efkâr tabir edilir.

Meselâ: Sen namazda, münacatta, Kâ'be karşısında, huzur-u Rab'de iken; şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder.

Sen intibaha geldiğin anda dön.

"Aman ne kusur ettim" deyip tedkikle meşgul olup durma!

Tâ zaîf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin.

Zira sen teessür gösterdikçe ve ehemmiyet verdikçe o tahattur, bir melekeye döner; bir maraz-ı hayalî olur.

Korkma, maraz-ı kalbî değildir.

Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır.

Hassas asabîlerde daha galibdir.

   Şu yaranın merhemi ise, nasılki şeytan ile melek-i ilhamın kalb taraflarında mücaveretleri ve füccar ile ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları zarar vermez.

Öyle de, tedai-i efkâr saikasıyla istemediğin sevimsiz pis hayalâtın nezih efkârların içine girmesi zarar vermez.

Meğer kasden ola veya zarar zannıyla onunla meşgul olasın.

    Dördüncü Vecih: Amelin en iyi suretini taharriden neş'et eden bir vesvesedir ki; takva zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir.

Hattâ öyle bir dereceye varır ki; o amelin daha evlâsını ararken harama girer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terkettirir.

Bu gibi vesvese, Ehl-i İtizal'e lâyıktır.

Çünki onlar derler ki: "Eşyanın zâtında hüsnü var.

Sonradan, o hüsne binaen emredilmiş.

Eğer kubhu varsa, sonradan o kubha binaen nehyedilmiş."

   Demek, eşyada hüsün ve kubh zâtîdir.

Emir ve nehy-i İlahî ona tâbi'dir.

Bu mezhebe göre insana, her işlediği amelde bir vesvese gelebilir.

"Acaba amelim, nefsü'l-emirdeki güzel suretle yapılmış mıdır?" diyebilir.

   Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet Velcemaat derler ki: "Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur; nehyeder, sonra kabih olur." Demek emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder.

Demek hüsün ve kubuh, mükellefin ıttılaına bakar.

Meselâ: Sen, namaz kıldın veya abdest aldın.

Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb nefsü'l-emirde varmış.

Lâkin sen, ona hiç muttali olmadın.

Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir.

Hakikatta senden kabul edilir, çünki mazursun.

   Öyle ise, zahiren şeriata muvafık işlediğin ameline "Acaba sahih olmuş mu?" deyip vesvese etme.

Fakat "Kabul olmuş mu?" de, gururlanma, ucbe girme.

Madem ki, dinde harec yoktur; madem ki dört mezheb haktır; öyle ise, istiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü'yet-i hüsn-ü amele müreccahtır.

Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmekten ise; kusurunu görse, istiğfar etse daha evlâdır.

Sen vesveseyi at.

Şeytana de ki: "Şu hal, harecdir.

Yüsr-ü dine münafîdir.

Hakikat-i hâle muttali olmak güçtür.

En ekall bu amelim, bir mezheb-i hakka muvafıktır.

Ben lâyık-ı vechile eda-yı ibadette aczimi itiraf ederek istiğfar ile, tazarru' ile, merhamet-i İlahîye dehalet ediyorum.

Aczim, kusurumun af olunması ve kàsır amelimin kabul olunması için bir vesilem olur." de.

    Beşinci Vecih: Şübhe suretinde gelen vesvesedir.

Bîçare vesveseli, bazı tahayyülî hâlâtı, taakkulî hâlât ile iltibas eder.

Hayale gelen şübheyi, akla gelen bir şübhe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder.

Bazan tevehhüm ettiği şübheyi, şek zanneder.

Bazan tasavvur ettiği şübheyi, bir tasdik-i aklî zanneder.

Bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, hilaf-ı iman zanneder.

"Eyvah!

Kalbim bozulmuş" der.

   Halbuki tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz'an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar.

Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, şübhe ve tereddüd değildirler.

Lâkin tekerrür edip istikrar peyda etseler, bazan bir nevi şübhe-i hakikî onlarda tevellüd eder.

   Şu nevi vesvesenin en mühimmi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi iltibas eder.

Yani birşey zâtında mümkün ise, onu zihnen, ilmen mümkün ve meşkuk olduğunu tevehhüm eder.

Halbuki imkân-ı zâtî yakîn-i ilmîye ve zaruret-i zihnîye münafî değildir.

Meselâ: Bu dakikada -zâtında- Karadeniz'in yere batması mümkündür, muhtemeldir.

Halbuki yakînen yerinde olduğunu hükmediyoruz.

O ihtimal ve o imkân-ı zâtî bize bir şek vermez.

   Meselâ, güneş mümkündür ki; bugün gurub etmesin veya yarın tulû' etmesin.

Halbuki bu imkân ve bu ihtimal, ilm-i yakînimize zarar vermez.

Demek bazı hakaik-i imaniyede, yani hayat-ı dünyeviyenin gurubu ve hayat-ı uhreviyenin tulûu gibi imkân-ı zâtî cihetinde gelen evham, yakîn-i imanîye zarar vermez.

Bütün bunlarla beraber asl-ı vesvese, teyakkuza sebebdir, taharriye daîdir, ciddiyete vesiledir.

Lâkaydlığı atar, tehavünü def'eder.

O şart ile ki; ifrata varmasın, galebe çalmasın.(Nurun İlk Kapısı - 153)


 İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhâssa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler.

Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin şeylerin def'iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlub olur.

Ancak onları mağlub edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır.

Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar.

Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler.

Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur.

Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz.

Ve fena bir tesir etmez.

{(Haşiye): O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil.

Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir.

Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor.

Meselâ: Sen namazda, Kâ'be karşısında, huzur-u İlahîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder.

Meselâ: Âyinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz.

Ateşin misali yakmaz.

Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez.}

Mesnevi-i Nuriye - 96


14 Ocak 2022 Cuma

HAYAT BÖYLEDİR İŞTE !

 

Hayat böyledir işte:

 İnişli-çıkışlı, doğumlu-ölümlü bir dünyada; kezâ, sevinçli-kederli, zenginli-fakirli, sadâkatli-ihanetli, tevazulu-kibirli bir sosyal hayatın içinde yaşıyoruz. Allah insan evlâdını sukût ettirmesin.

Yüksekten düşüp maddî zarara uğramanın, yine de telâfi edilebilir bir yolu, bir imkânı vardır. Asıl fena olan, mânevî düşüştür. Bunun telâfisi pek müşkül, hatta bazan imkânsız olur.

Ayrıca, bir de “Beterin beteri var” ki, Üstad Bediüzzaman’ın Hutuvât-ı Sitte isimli eserinin ahirinde yer alan bir sözü bu noktada pek manidardır: “Allah kimseyi şaşırtmasın, şaşırtırsa süründürmesin, süründürürse çektirmesin, çektirirse rezil etmesin, rezil ederse perişan etmesin, perişan ederse sersem, âvâre etmesin.”

Bediüzzaman Hazretleri’nin ayrıca herkesin kulağına küpe olması gereken türden şöyle bir uyarısı var: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork!”

Bilhassa bu zamanda insanı itibardan düşürecek, hatta batıracak cinsten öyle haller yaşanıyor ki, hazer etmeden, temkin göstermeden, dikkatli davranmadan, geleceği hesaba katmadan, hakkı-hukuku gözetmeden hareket edenlerin âhir ve akıbeti pek acı, hatta bazan rezilâne, zelilâne oluyor.

Cenâb-ı Hak, o tür hallere düşmekten cümlemizi muhafaza eylesin.Amin

Rafet Özcan  

FERİD MAKAMI

 MÂNÂ İTİBARİYLE FERİD MAKAMI

Ferid, kelime olarak ilk kaynaktan tek başına tefeyyüz etme ehliyetine ve müstakil hareket etme iznine sahip zattır.

Ferdiyet makamı tasavvufta Kutbiyetin ve Gavsiyetin üstünde bir makamdır. Makamların en yükseğidir. Bu makamda bulunan zevat, araya hiçbir kimseyi, hiçbir makamı koymadan, kimseden ders almadan, kimsenin mânevî terbiyesine girmeden doğrudan Allah’tan, Kur’ân’dan ve Resulullah’tan (asm) tefeyyüz ederler, feyiz alırlar ve bütün derslerini hiçbir aracıya ihtiyaç hissetmeden ilk kaynağa dayandırırlar.

Bu makam sahibi zevata tasavvuf geleneğinde “mukarrebler” de denmektedir. Yani bu zevat Allah tarafından seçilirler, hidayet nurunu doğrudan Allah’tan alırlar ve ilahi sünuhata ve ilhama mazhardırlar. Bunlar kutup dairesinin tasarruflarından hariçtirler. Dersleriyle alâkalı olarak keşfiyata ve müşahedata maliktirler. Bunların melâike içinde benzerlerine “Ervah-ı Müheymine” deniyor.

FERDİYET MAKAMI ÇOK NADİR BULUNUR

İmam-ı Rabbani (ks) diyor ki: “Ferdiyet kemalatını da kendisinde bulunduran bir irşad kutbu çok nadir bulunur. Böyle bir cevher birçok asırlardan sonra meydana gelir. Karanlık âlem, onun gelişinin nuru ile aydınlanır. Onun irşad ve hidayet nuru bütün âlemi kuşatır. Ta Arş’tan dünyanın ortasına kadar her kime doğru yol, hidayet, iman ve marifet gelse, onun vasıtasıyla gelir, ondan istifade eder.”1

Bu makam sahibi eğer Peygamberse ıstılahî manada Nebi değil, Resuldür. Yani Allah’tan yeni bir kitap ve yeni bir şeriat almaya memurdur. Önceki hiçbir Peygambere bağlı kalmadan doğrudan Allah’tan vahiy alır, yeni bir kitaba ve yeni bir dine mazhar olur.

Eğer Peygamber değilse, bir veli ise, araya bir şeyh, bir imam, bir kutup veya bir gavs koymadan, doğrudan Son Peygamberden (asm) tefeyyüz eder, Son Peygamberin (asm) kitabının manası ve tereşşuhatı bu makamda tezahür eder.

BU MAKAM SAHİPLERİ KİMLERDİR?

Peygamberler içinde bu makamın en has sahibi Hazret-i Muhammed’dir (asm). Dini cihanşümuldur, kitabı rakipsizdir, vahyi emsalsizdir, sünneti benzersizdir, şeriatı müstakildir, yolu tek yoldur, davasının alternatifi yoktur.

Nitekim Bediüzzaman, risalelerinde birçok yerde Peygamber Efendimiz (asm) için kullandığı “Ferîd-i Kevn ü Zaman”2 sıfatıyla Peygamber Efendimiz’in (asm) bu tek ve yektâ şahsiyet-i ulviyesine ve müstakil makamına işaret ediyor.

Veliler ve imamlar içinde bu makamın en has sahibi ise, Hazret-i Mehdî’dir, yani günümüz itibariyle zuhuru anlaşıldığı için söyleyelim: Bediüzzaman Said Nursî’dir. Nitekim İmam-ı Rabbani, bu makam sahibinin Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselama en has biçimde uymak suretiyle, Hazret-i Peygamber’e (asm) mahsus olan makamdan bir pay aldığını ifade ediyor.3 Ve Hazret-i İmam bu makam sahibine “Mirza Bediüzzaman’a mektup” başlığı ile yazdığı mektupta “Tevhid-i kıble et!” diye hitap ediyor.4 Tevhid-i kıble etmek, yani kutupları ve gavsları aşarak sadece Kur’ân’ın ve Resulullah’ın (asm) arkasından gitmek ise ferdiyet makamının gereğidir.

Ledün ilmine vakıf Hazret-i Hızır Aleyhisselam ile kutbiyet ve gavsiyet makamlarını kendi şahsında toplayan Hazret-i Abdülkadir Geylani’nin (ks) de ferdiyet makamına sahip oldukları tasavvuf ehlince ifade edilmektedir.  

BEDİÜZZAMAN’IN AÇIKLAMASI

Taraf-ı İlahice kendisine verilen mehdiyet makamını ifşa etmeyerek imana ve Kur’ân’a hizmete devam eden, ceberut baskılar altında susmayan bir mücahede vizyonuna sahip bulunan, defalarca zehirlenerek öldürülmeye çalışıldığı halde Hazret-i Cercis Aleyhisselam gibi Allah’ın izniyle ölmeyen Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul’da bir şeyh tarafından incitici sözlere ve itirazlara maruz kalınca o yapmak istemediği açıklamayı yapıyor ve “Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsinin “Ferîd” makamına mazhar olduklarını” ifade ediyor.5  

Dipnotlar;

1- İmam-ı Rabbani, Mebde ve Mead, çev. Dr. Necdet Tosun, Sufikitap, İst. Ekim, 2005, s. 23

2- Bediüzzaman, Sözler, s.72, 240; Mektubat, s. 201; Mesnevi-i Nuriye, s. 42; Nurun İlk Kapısı, s.133

3- İmam-ı Rabbanî, Mektubat, 285. Mektup

4- İmam-ı Rabbani, Mektubat, 75. Mektup

5- Kastamonu Lahikası, s. 19


11 Ocak 2022 Salı

BAŞIMIZDAKİ AHTAPOT VE HORTUMCULAR

 

Bilirsiniz ahdapot kolları vasıtası ile etrafındakileri sarıp sarmalar ve onu tesirsiz hale getirir.Tabiri caizse hortumlar ve kendini besler sarmaladığı hasmını yok eder.Tıpkı asalakların başkasının sırtından geçindiği ve hayatiyetini devam ettirdiği gibi.

Ülkeyi yöneten iktidarlar ülke insanlarının refah düzeyini artırdığı müddetçe iktidarda kalır ve ülke kalkınmasına çalışmanın huzuru içerisinde olurlar.Diğer bir yanda iktidara gelenler ülke ekonomisini artırıcı tedbirler alarak gelişmiş ülke teknolojileri ile ülkenin gelişmesi için yatırımlar yaparak gelecek nesillerin

daha huzurlu mutlu bir hayat sürmelerini sağlar.İktidar ve muhalefet ülke çıkarlarını gözetmede birlik içerisinde hareket ederek ülkeyi dış tehditlere karşı savunurlar.İçeride ise iktidar güvenlik güçleri halkın huzur ve güvenliğini sağlar.Bu durum ülkenin huzur ve insanların mutlu olmasında en önemli göstergedir.

Seçimler ile iş başına gelip seçimler ile iktidardan giden hükümet sistemi gelişmiş parlementer sistemlerinin vazgeçilmez yapılarıdır.Hak hukuk adalet hesap sormak ve hesap verebilirlik şeffaf bir yönetim ile kalkınmanın esaslarındandır.Bunun dışında kapalı toplumlarda kimin ne yaptığı belirsiz bir şekilde sürer kimin eli kimin cebinde belli olmaz ülkeyi saran bir ahdapot gibi huzursuzluk ve hortumculuk alır başını gider.  Ülke insanları çalışır birileri ülke gelirlerini mevcut iktidarların yanlış ve taraflı yönetim biçimleri ile haksız bir şekilde cebine indirir.Ülke ve halk kaybeder bir kaç zengin daha zengin hale gelir.İşte ülkeyi ahdapot gibi saran bu hortumculardan kurtarmanın yolu seçimdir.  Ülke insanlarının kan emici vampirlerden ve ahtapot gibi haksız kazanç sağlayan hortumculardan kurtulmsı bu şekilde mümkündür.

Zenginin daha zengin fakirin daha fakir olmasına sebep olan soyguncu düzenlerin son bulması demokrasi ile ve hür düşüncenin hakim olduğu şeffaf parlementer sistemle mümkündür.İnşallah millet ittifakını temsil eden partiler,yapılacak olan demokrasi  misakı ile bunu gerçekleştirirler.Allah ülkemiz ve insanlık için hayırlara vesile kılsın.

5 Ocak 2022 Çarşamba

NE OLDUM DEME, NE OLACAĞIM DE !


Vaktiyle hac farizasını yerine getirmek isteyen bir topluluk hac için yola çıkar.Yol hazırlıkları yapılmış yolda giderken garip fakir birine rastlarlar.Bu garip fakir adam sorar nereye gidiyorsunuz diye.Kafiledekiler hacca gittiklerini söyleyince benide yanınıza alın ne olur bende sizlerle hac farizamı yerine getireyim deyince adamın haline bakarlar almak istemezler onu hakir görürler.Adam çok ısrar edince işlerinden bazıları alalım yolda dalgamızı geçeriz derler ve kafileye alırlar.Yolculuk devam eder fakat kafiledekiler zaman zaman bu garibi hor görerek rencide ederler sabır içerisinde şükretmeyi bilen bu garip onların incitici söz ve davranışlarına aldırış dahi etmez.

Kafile Mekkeye ulaşır hac farizası için herkes dağılır.Fariza yerine getirildikten sonra tekrar dönüş için toplanırlar.Aralarında anlaşarak derlerki şu garibe bir oyun oynayalım.Gariban kimse gelince derler ki sende hac farizanı yerine getirdin mi? Saf temiz kalpli insan Allah'a şükür yerine getirmeye çalıştım Allah sizden razı olsun diye dua eder.Fakat muzip insanlar ona madem hac görevini yaptın hanı beratın deyince adam şaşırır başlar hüngür hüngür ağlamaya ve kafileden ayrılır koşar beratını almak için işte olanlar o zaman olur Allah bu garip kulunu memnun eder hiç ummadığı bir zamanda önünde beratını yazılmış olarak bulur.Diğer kafile mensupları telaş ile adamı aramaya başlarlar,çünkü geri dönüş için adamın yanlarında olması gerekir.Birde ne görsünler elinde haccın kabul beratı ile çıka gelir.Kafiledekiler pişman olur ama işişten geçmiştir.