31 Ocak 2024 Çarşamba

MUSİBET KARŞISINDA İNSAN

  İkinci Mes'ele: 

   Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür.

Meselâ: Gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir.

Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur.

Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayd kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür.

Merak vasıtasıyla o musibet cesedden geçerek kalbde de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder.

Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur gider.

Bu hakikatı ifade için bir vakit böyle demiştim:

   Bırak ey bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

   Zira feryad bela-ender, hata-ender beladır bil.

   Eğer bela vereni buldunsa, safa-ender, atâ-ender beladır bil.

   Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender beladır bil.

   Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

   Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.

O güldükçe küçülür, eder tebeddül.    Nasılki mübarezede müdhiş bir hasma karşı gülmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya döner, adavet küçülür mahvolur.

Lemalar - 12

AH VAH DEME HAMDET

 Her insan geçmiş hayatını düşünse, kalbine ve lisanına ya "ah" veya "oh" gelir.

Yani ya teessüf eder, ya "Elhamdülillah" der.

Teessüfü dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neş'et eden manevî elemlerdir.

Çünki zeval-i lezzet elemdir.

Bazan muvakkat bir lezzet, daimî elem verir.

Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor.

Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevalinden neş'et eden manevî ve daimî lezzet, "Elhamdülillah" dedirtir.

Bu fıtrî haletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevab ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade, şükreder.

"Elhamdülillahi alâküllihal sive'l-küfri ve'd-dalal" demesi iktiza 

Lemalar - 10

NANAZ KULLUK VAZİFESİ

 Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: "Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi." Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır.

Bir şübhe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder.

Büyük bir helâket kapısı ona açılır.

O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder.

Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.

Lemalar - 9

30 Ocak 2024 Salı

NANKÖR OLMA

    Ey nankör!

Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?

Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.

Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

Mektubat - 285

SENİN NE HAKKIN VAR ?

 Evet mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücud'a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir.

Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister.

Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır.

İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir.

Ademler ise, illet istemezler.

Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır.

Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır.

Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır.

Ve hâkeza kıyas et.

   Ey insan-ı müşteki!

Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...

Mektubat - 285

VASAT VE İSTİKÂMET

 Üçüncü Mes'ele:

   Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halkedildiğinden, harekât ve sekenatı, itidal ve istikamet üzerine gitmiştir.

Siyer-i Seniyesi, kat'î bir surette gösterir ki: Her hareketinde istikamet ve itidal üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinab etmiştir.

Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ

emrini tamamıyla imtisal ettiği için, bütün ef'al ve akval ve ahvalinde istikamet, kat'î bir surette görünüyor.

Meselâ: Kuvve-i akliyenin fesad ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabavet ve cerbezeden müberra olarak, hadd-i vasat ve medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği gibi; kuvve-i gazabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden münezzeh olarak, kuvve-i gazabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gazabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffa olarak, o kuvvenin medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, a'zamî masumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir.

Ve hâkeza...

Bütün Sünen-i Seniyesinde, ahval-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer'iyesinde, hadd-i istikameti ihtiyar edip zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinab etmiştir.

Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde, iktisadı rehber ve israftan kat'iyyen içtinab etmiştir.

Bu hakikatın tafsilatına dair binler cild kitab te'lif edilmiştir.

اَلْعَارِفُ تَكْف۪يهِ الْاِشَارَةُ

sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifa edip, kıssayı kısa keseriz.

Lemalar - 60

GÜZEL AHLAK

  İkinci Mes'ele: 

   Cenab-ı Hak Kur'an-ı Hakîm'de: وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ

ferman eder.

Rivayat-ı sahiha ile Hazret-i Âişe-i Sıddıka (R.A.) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tarif ettikleri zaman "Hulukuhu'l-Kur'an" diye tarif ediyorlardı.

Yani: "Kur'anın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.

Ve o mehasini en ziyade imtisal eden ve fıtraten o mehasin üstünde yaratılan odur."

   İşte böyle bir zâtın ef'al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi, nev'-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.

Lemalar - 59

SÜNNETİN MENBAI ÜÇ

  Birinci Mes'ele: 

   Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef'ali, ahvalidir.

Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir.

Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır.

Herkes ona ittibaa mükelleftir.

Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir.

Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur.

Fiilinde ve ittibaında azîm sevablar var ve tağyir ve tebdili bid'a ve dalalettir ve büyük hatadır.

Âdât-ı seniyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev'iye ve içtimaiye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir.

Çünki herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi, mütâbaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer.

Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır.

Ve madem bil'ittifak nev'-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.

Ve madem binler mu'cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur'an-ı Hakîm'in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir.

Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır.

Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır.

Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola.

Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.

Lemalar - 59

29 Ocak 2024 Pazartesi

EDEB TERBİYE

  YEDİNCİ NÜKTE: 

   Sünnet-i Seniye, edebdir.

Hiçbir mes'elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın!

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

اَدَّبَن۪ى رَبّ۪ى فَاَحْسَنَ تَاْدِيب۪ى

Yani: "Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş." Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat'iyyen anlar ki: Edebin enva'ını, Cenab-ı Hak habibinde cem'etmiştir.

Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder.

ب۪ى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ

kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.

   SUAL: 

   Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey ondan gizlenemeyen ALLÂMÜ'L-GUYUB'a karşı edeb nasıl olur?

Sebeb-i hacalet olan haletler, ondan gizlenemez.

Edebin bir nev'i tesettürdür, mûcib-i istikrah hâlâtı setretmektir.

ALLÂMÜ'L-GUYUB'a karşı tesettür olamaz?

   ELCEVAB: 

   Evvelâ: Sâni'-i Zülcelal nasılki kemal-i ehemmiyetle san'atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor.

Öyle de: Mahlukatını ve ibadını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor.

Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilaf-ı edeb oluyor.

   İşte Sünnet-i Seniyedeki edeb, o Sâni'-i Zülcelal'in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.

   Sâniyen: 

   Nasılki bir tabib, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir.

Hilaf-ı edeb denilmez.

Belki edeb-i Tıb öyle iktiza eder, denilir.

Fakat o tabib, recüliyet unvanıyla yahut vaiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz.

Ona gösterilmesini edeb fetva veremez.

Ve o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır.

Öyle de Sâni'-i Zülcelal'in çok esması var.

Herbir ismin ayrı bir cilvesi var.

Meselâ: "Gaffar" ismi, günahların vücudunu ve "Settar" ismi, kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri gibi; "Cemil" ismi de, çirkinliği görmek istemez.

"Latîf, Kerim, Hakîm, Rahîm" gibi esma-i cemaliye ve kemaliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler.

Ve o esma-i cemaliye ve kemaliye ise, melaike ve ruhanî ve cinn ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler.

   İşte Sünnet-i Seniyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve numuneleridir.

Lemalar - 54

FERYAT ETME TEVEKKÜL KIL

 Bırak bîçare feryadı, beladan gel tevekkül kıl!

   Zira feryad, bela-ender, hata-ender beladır bil!

   Bela vereni buldunsa, atâ-ender, safa-ender beladır bil!

   Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.

   Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender, fena-ender hebadır bil!

   Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

   Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.

   O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

   Bil ey hodgâm!

Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.

   Hudâbin isen, o kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde

   Ger hodbin isen, helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.

   Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.

   Terki demek: Huda mülkü, onun izni, onun namıyla bakmakta.

   Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde.

   Eğer nefsine talib isen, çürüktür hem temelsiz de.

   Eğer âfâkı ister isen, fena damgası üstünde.

   Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.

   Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında...

Sözler - 205

27 Ocak 2024 Cumartesi

DÜNYA BİR BAYRAM YERİ

    Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni'-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvi süflî herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehasin ve in'amattan istifade etmeğe muvafık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir.

Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt'alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt'ayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır.

Ve bilhâssa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sağirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir.

Fakat bu ziyafet-i İlahiye ve bayram-ı Rabbaniyedeki İsm-i Rahman ve Muhyî'nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar.

Şu ise

وَسِعَتْ رَحْمَت۪ى كُلَّ شَيْءٍ

rahmetinin vüs'at-i şümulüne zahiren muvafık düşmüyor.

Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı vardır.

Bir ciheti şudur ki:    Sâni'-i Kerim, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor, istirahata bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.

Hem o Rahman'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.

Öyle de, sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın.

Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

   Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemmiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtela olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir halet verir.

Kendi insaniyeti dalalette boğulmayan insan, o haletten istifade eder.

Rahat-ı kalb ile gider.

Sözler - 202

İNSAN VE ÖLÜM

 Kendi insaniyeti dalalette boğulmayan insan, o haletten istifade eder.

Rahat-ı kalb ile gider.

Şimdi, o haleti intac eden vecihlerden, numune olarak beşini beyan edeceğiz.

   Birincisi: 

   İhtiyarlık mevsimiyle; dünyevî, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor.

   İkincisi: 

   İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbablardan yüzde doksandokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet saikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor.

   Üçüncüsü: 

   İnsandaki nihayetsiz zaîflik ve âcizliği, bazı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahata ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor.

   Dördüncüsü: 

   İnsan-ı mü'mine nur-u iman ile gösterir ki: Mevt, i'dam değil; tebdil-i mekândır.

Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır.

Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir.

Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz'iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman'a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.

Sözler - 203

KUR'ANI ANLAMAK

    Kur'anı dinleyen insana, Kur'andaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliği ile dünyaya aşk ve alâka pek manasız olduğunu anlatmaktır.

Yani, insana der ve isbat eder ki:

   "Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir.

Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar.

Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git.

   Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrefatını at, ehemmiyet verme.

   Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır.

Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.

   Hem seyyar bir ticaretgâhtır.

Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.

   Hem muvakkat bir seyrangâhtır.

Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil; belki Cemil-i Bâki'ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.

   Hem bir misafirhanedir.

Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret.

Kanunu dairesinde işle, hareket et.

Sonra arkana bakma, çık git.

Herzekârane fuzulî bir surette karışma.

Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma." gibi zahir hakikatlarla dünyanın içyüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe'ninde bir izi bulunduğunu gösterir.

Sözler - 204

İŞLERİ YAPAN ALLAH'TIR

    Kadîr-i Alîm ve Sâni'-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şüzuzat-ı kanuniye ile, âdetinin hârikalarıyla, tagayyürat-ı suriye ile, teşahhusatın ihtilafatıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıd altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe'nde, her şeyinde ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu i'lam etmekle gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü'l-Esbab'a çevirir.

Sözler - 201

MÜSEBBİBÜL ESBAB

 Gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü'l-Esbab'a çevirir.

Kur'anın beyanatı şu esasa bakıyor.

   Meselâ: Ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve verir, yani rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir.

Öbür sene, bütün esbab-ı zahiriye hazırken meyveyi alıp vermiyor.

Hem meselâ: Sair umûr-u lâzımeye muhalif olarak yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dâhil olmuştur.

Çünki vücudda en mühim mevki, hayat ve rahmetindir.

Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmeyecek.

Belki doğrudan doğruya Cenab-ı Mün'im-i Muhyî ve Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal perdesiz, elinde tutacak; tâ her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.

Hem meselâ: Rızık vermek ve muayyen bir sîma vermek, birer ihsan-ı mahsus eseri gibi ummadığı tarzda olması; ne kadar güzel bir surette meşiet ve ihtiyar-ı Rabbaniyeyi gösteriyor.

Daha tasrif-i hava ve teshir-i sehab gibi şuunat-ı İlahiyeyi bunlara kıyas et...

Sözler - 201

YER YÜZÜ VE GÖKLER

  İkinci Basamak: 

   Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar.

Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır.

Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semadan geliyor, yani gönderiliyor.

Vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin icmaı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melaike ve ervah semadan zemine geliyorlar.

Bundan, hisse karib bir hads-i kat'î ile bilinir ki: Sekene-i arz için, semaya çıkmak için bir yol vardır.

Evet nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider.

Öyle de: Ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya veya cesedlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlahî ile oraya giderler.

Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler.

Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve latîf bir kısım sekene-i arz ve hava, semaya gidebilirler.

Sözler - 177

BU İŞİN TASI KAÇTI...!

 İktidar olmak başka, muktedir olmak başka şeydir.Ülke yönetimine talip olanlar önce alt yapı hazırlığnı tamamlamalı  yani yetişmiş kadrolara, elamanlara sahip olmalılar.Yöneticilerin kendi kadroları ile iş yapmak en tabi haklarıdır. Yine giderken de işi ehline teslim edip gitmek en doğru olanıdır.Bizim ülkemizde bunlar pek olmaz.Sebebine gelince, liyakatten ziyade benim adamım olsunda ne olursa olsun anlayışıdır.İşi ehline vermek işlerin düzgün gitmesini sağladığı halde bu gözetilmez torpil ve adam kayırmacılıkla işler yürütülmeye çalışılır.Demokrasilerde şeffaflık esas olmasına rağmen sözde demokrasi ile yönetilen ülkelerde ise gizli bir istıbdat hakimdir. Bu nedenle işler rüşvet ve yolsuzluklar ile bozulur. Ortalıkta dolaşan haksızlıkların ise önüne geçilemez.Tek kişinin söz sahibi olduğu baskı rejimlerinde kişiler ve bazı değerler tabulaştırılır.Tabulaşan kimselere dokunmak söz söylemek imkansız hale dönüşür.Kanun ile korunan tabular olduğu gibi herkesin ortak değerleri olan vatan millet bayrak sevgisi belli grupların dilinde sakız haline gelir.Kendinden başkasının millet vatan ve bayrak sevgisi olduğuna inanılmaz.Zamanla kendilerden olmayanlar ihanet teröristlikle damgalanır.Çünkü ip birilerinin eline geçmiş devlet demek onlar demektir.İktidarda bulunanlar ise ipi elinde bulunduranların kuklası olarak hareket eder.Tabiri caiz ise davul iktidarın omuzunda tokmak destekçisinde.Onun için ben son günlerde şöyle ülke durumuna bakarak,"Bu işin cılkı çıktı" kimin eli kimin cebinde belli değil diyorum.

Allah ülkemize yardım etsin malesef gelecek pek aydınlık görünmüyor.

Rafet Özcan

26 Ocak 2024 Cuma

KULLUK

  İkinci Meyve: 

   Ey nefis!

Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır.

Evet biz ücretimizi almışız.

Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.

Çünki ey nefis!

Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelal, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat'umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur.

Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister.

Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki; rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.

Sonra manevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.

Sonra nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.

Sonra imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenahî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.

Yani, cismaniyetin itibariyle küçük, zaîf, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.

Onun ihsanıyla cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurani hükmüne geçtin.

Zira hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete ve insaniyeti vermekle hakikî külliyete ve İslâmiyeti vermekle ulvî ve nurani bir külliyete ve marifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.

   İşte ey nefis!

Sen bu ücreti almışsın.

Ubudiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin.

Halbuki, buna da tenbellik ediyorsun.

Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimane istiyorsun.

Ve hem "Niçin duam kabul olmadı" diye nazlanıyorsun.

Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır.

Cenab-ı Hak Cennet'i ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder.

Sen, daima rahmet ve keremine iltica et.

Ona güven ve şu fermanı dinle:

Sözler - 360

ALLAH'IN İSİMLERİNE AİNADARLIK

 Şimdi ey nefis!

Birkaç Sözde kat'î isbat etmişiz ki; asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal'in kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.

Demek ey nefis!

Nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin veyahut acımalısın veyahut mutmainne olduktan sonra şefkat etmelisin.

Eğer nefsini seversen, (Çünki senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir, sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun.) o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi, nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme.

Yıldız böceği gibi olma.

Çünki o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem'acık ile iktifa eder.

Zira nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa ettiğin ve saadetleriyle mes'ud olduğun mevcudatın ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tâbi' bir Mahbub-u Ezelî'yi sevmekliğin lâzımdır.

Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın.

Hem Kemal-i Mutlak'ın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

   Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû'-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun.

Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, onun esma ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir.

Sen sû'-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun.

Çünki yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir.

Rahmanürrahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismanî hevesatına ihzar eden ve sair esmasıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letaifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o Cennet'te sana müheyya eden ve herbir isminde manevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî'nin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir.

Kâinat onun bir cüz'î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz.

Öyle ise o Mahbub-u Ezelî'nin kendi Habibine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittiba et:

اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

Sözler - 359

25 Ocak 2024 Perşembe

SAHİBİ HAKİKİ

 Madem öyledir, ey nefis!

Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belalardan kurtul.

Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur.

Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı onun namıyla ve onun âyinesi olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin.

Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinata sarfedilmemek gerektir.

Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm bir nıkmet olur.

   Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis!

Sen, muhabbetini kendi nefsine sarfediyorsun.

Sen, kendi nefsini kendine mabud ve mahbub yapıyorsun.

Herşeyi nefsine feda ediyorsun, âdeta bir nevi rububiyet veriyorsun.

Halbuki muhabbetin sebebi, ya kemaldir; zira kemal zâtında sevilir.

Yahut menfaattir, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebeb tahtında muhabbet edilir.

Sözler - 359

KORKU

 Malûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor.

O korku, o yavruya gayet lezzetlidir.

Çünki şefkat sinesine celbediyor.

Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem'asıdır.

Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır.

Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur.

Hem Allah'tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur.

Hem Allah hesabına olduğu için, mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.

   Evet insan evvelâ nefsini sever.

Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever.

Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır.

Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir.

Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor.

Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor.

Daima ızdırab içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.

Sözler - 358

MUHABBET

  Birinci Meyve: 

   Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur.

Hem şu kâinatın rabıtasıdır.

Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır.

İnsan, kâinatın en câmi' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir.

İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.

İşte ey nefis ve ey arkadaş!

İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur.

Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık'a müteveccih olacak.

Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir.

Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir.

Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez.

Şu halde havf, elîm bir beladır.

Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah'a ısmarladık demeyip gider.

-Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder.

Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikayet eder.

Çünki Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskal eder, reddeder.

Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.

(Şehvanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.)

   Demek sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor.

Senin rağmına müfarakat ediyor.

Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun.

Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun.

Evet Hâlık-ı Zülcelal'inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir.

Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar.

Sözler - 357

YÜZ ŞEHİT SEVABI

  BİRİNCİ NÜKTE: 

   Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّت۪ى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّت۪ى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَه۪يدٍ

Yani: "Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir."

   Evet Sünnet-i Seniyeye ittiba, mutlaka gayet kıymetdardır.

Hususan bid'aların istilası zamanında sünnet-i seniyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır.

Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyenin küçük bir âdâbına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.

Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı hatıra getiriyor.

O ihtardan o hatıra, bir huzur-u İlahî hatırasına inkılab eder.

Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeyi müraat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor.

Çünki o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ittibaını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir.

Ve ondan şâri-i hakikî olan Cenab-ı Hakk'a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır.

   İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.

Lemalar - 49

24 Ocak 2024 Çarşamba

ŞEFKAT PEYGAMBERİ

  BİRİNCİ NÜKTE: 

   Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve merhametini ifade ediyor.

Evet rivayet-i sahiha ile mahşerin dehşetinden herkes hattâ enbiya dahi "nefsî, nefsî" dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm "ümmetî, ümmetî" diye re'fet ve şefkatini göstereceği gibi, yeni dünyaya geldiği zaman ehl-i keşfin tasdikiyle vâlidesi onun münacatından "ümmetî, ümmetî"  işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârane mekârim-i ahlâk, kemal-i şefkat ve re'fetini gösterdiği gibi; ümmetinin hadsiz salavatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemal-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş.

İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyesine müraat etmemek, ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.

Lemalar - 19

23 Ocak 2024 Salı

İNSANDAKİ İKİ CİHET

    İnsan

Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar, hem melaikeye benzer, hem hayvanata benzer.

Melaikeye, ubudiyet-i külliyede, nezaretin şümulünde marifetin ihatasında, rububiyetin dellâllığında meleklere benzer.

Belki insan daha câmi'dir.

Fakat insanın şerire ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melaikenin hilafına olarak pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mazhardır.

Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için hayvana benzer.

Öyle ise, insanın iki maaşı var: Biri; cüz'îdir, hayvanîdir, muacceldir.

İkincisi; melekîdir, küllîdir, müecceldir.

Sözler -

22 Ocak 2024 Pazartesi

FANİ ÖMÜR BAKİ OLUR

 Ey insanlar!

Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz?

Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî'nin yoluna sarfediniz.

Çünki Bâki'ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.

Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür.

Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek.

İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız.

"Lillah, livechillah, lieclillah" rızası dairesinde hareket ediniz.

O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

   Bu hakikata işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu Nass-ı Kur'an gösteriyor.

Hem bu hakikata işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan "bast-ı zaman" sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mi'rac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor.

Mi'racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'ati ve ihatası ve uzunluğu vardır.

Çünki o Mi'rac yoluyla, beka âlemine girdi.

Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.

Hem şu hakikata bina edilen beyne'l-evliya kesretle vuku bulmuş olan "bast-ı zaman" hâdiseleridir.

Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş.

Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış.

Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur'aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar.

Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler.

Lemalar - 17

BAKİ OLAN YALNIZ ALLAH'TIR

  BİRİNCİ NÜKTE: 

   Birinci defa يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi masivadan tecrid ediyor, kesiyor.

Şöyle ki: İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibariyle mevcudatın hemen ekserîsiyle alâkadardır.

Hem insanın mahiyet-i câmiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir.

Onun için insan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor.

Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor.

Ebedî Cennet'e bahçesi gibi muhabbet ediyor.

Halbuki muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar.

Firaktan daima azab çekiyor.

Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor.

O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir.

Çünki kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bâkiye mâlik bir zâta tevcih etmek için verilmiş.

O insan sû'-i istimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarfettiği cihetle kusur ediyor, kusurun cezasını, firakın azabıyla çekiyor.    İşte bu kusurdan teberri edip o fâni mahbubattan kat'-ı alâka etmek, o mahbublar onu terketmeden evvel o onları terketmek cihetiyle Mahbub-u Bâki'ye hasr-ı muhabbeti ifade eden يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى olan birinci cümlesi: "Bâki-i Hakikî yalnız sensin.

Masiva fânidir.

Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz." manasını ifade ediyor.

"Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى demekle bırakıyorum.

Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim.

Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir.

Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller." demektir.

İşte bu halette kalb, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor.

Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser.

Eğer kesmezse, mahbubları adedince manevî cerihalar oluyor.

   İkinci cümle olan يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى o hadsiz cerihalara hem merhem, hem tiryak oluyor.

Yani: يَا بَاق۪ى "Madem sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin.

Madem sen varsın, herşey var." Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakikî'nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir.

Lemalar - 14

21 Ocak 2024 Pazar

İNSANIN RABBİNE KARŞI VAZİFELERİ

  Birinci vecih 

   şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir.

   Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedî' san'atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.

   Sonra, herbiri birer gizli hazine-i maneviye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.

   Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür.

   Sonra, şu mevcudattaki zînetleri ve latîf san'atları istihsankârane temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemal'inin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni'-i Zülkemal'inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.


   İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni'-i Zülcelal, kendi san'atının mu'cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister.

O da iman ile, marifet ile mukabele eder.

   Sonra görür ki: Bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister.

O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.

   Sonra görüyor ki: Bir Mün'im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor.

O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kàliyle, hattâ elinden gelse bütün hâsseleri ile, cihazatı ile şükür ve hamd ü sena eder.    Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor.

O da ona mukabil: "Allahu Ekber, Sübhanallah" deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.

   Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor.

O da ona mukabil, ta'zim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.

   Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış.

Bütün antika san'atlarını orada teşhir ediyor.

O da ona mukabil: "Mâşâallah" diyerek takdir ile, "Bârekellah" diyerek tahsin ile, "Sübhanallah" diyerek hayret ile, "Allahu Ekber" diyerek istihsan ile mukabele eder.

   Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor.

Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor.

O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz'an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.

   İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir.

İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.

Sözler - 329

İNSAN VE ENANİYET

    İşte eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider.

Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir ve davacı olacaklardır.

Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim'in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder.

Sonra, a'lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir.

Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.

   Evet insana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler.

Çünki insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: İnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir.

Yüz derece hayvandan daha ziyadedir.

Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında yüz derece aşağı düşer.

Çünki her gördüğü lezzetinde, bir elem izi vardır.

Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor.

Fakat hayvan öyle değil.

Elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder.

Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanın korkuları onu ürkütür.

Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.

   Demek ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse; yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer.

Sözler 

20 Ocak 2024 Cumartesi

AKLINI BAŞINA AL, SONRA PİŞMAN OLURSUN...!

 Her seçim öncesi iktidar yanlıları milleti yanıltmaya devam ederler.Mevcut durumdan memnun olmayanların sayısı arttıkça iktidardan düşeceklerini anlayanlar hemen kafa karıştırmaya başlarlar. Ötekiler daha mı iyi? Zaten muhalefet yok ki diyerek başlarlar. Sen söyle şu partiye mi, filana mı oy verelim? PKK destekçilerine mi oy verelim?diye kafa karıştırmaya devam ederler.Hemen arkasından da iktidarın  başarısızlıklarını örtmek ve muhalifleri susturmak için onları da gördük.Hem onlar vatan haini onlar şudur budur diye sıralayarak mevcudun devam etmesini sağlamaya çalışırlar.Bazen de vicdanlarını rahatlatmak için, evet ben de yaptıklarının çoğunu tasvip etmiyorum ama filan gelirse daha mı iyi? deyip kafa karıştırırlar.Bundan sonra da korku damarını işleterek bunlar giderse öcüler gelir. Geçmişte onların neler yaptığını unuttunuz mu? deyip mevcut iktidardakilere  destek vermeye devam ederler.

 Söyle kime verelim deyerek  senin de mevcud iktidara destek olmana çalışırlar.Halbu ki mevcut iktidar beğenilmiyorsa destek vermemek gerekirken yedi dereden yedi su getirerek desteklerini sürdürmek isterler.

Bu durumu bilen kurnaz siyasetçiler milletin zaaflarından istifade yolunu seçerek yalan yanlış haberler ve algı operasyonları ile iktidarlarını ve yerlerini korumaya çalışırlar.Biz gidersek filan gelir öcü gelir sizi yer, size şöyle yapar böyle yapar diyerek milleti korkuturlar.Korku evhamı ile destek sağlamaya devam ettirirler.Kısaca ölümü göstererek hastalığa razı olma taktiği güderler.

Milletin uyanmasını istemezler.Güçlü bir muhalefet olsun da istemezler.İnsanların akıllarını ceplerine koyup mideden bağlayarak onları düşünemez hale getirirler.

Deveye sormuşlar;'inişimi seversin yoksa yokoşu mu diye"?. Deve demiş, düzün suyu mu çıktı... Milleti tek partiye mahkum edenler neden altarnetifsizlikten medet umarlar?

Millet aklını başına alarak, mevcut iktidara sizden başka bu ülkeye hizmet edecek ve çalışacak yok mu? deme zamanının geldiğini bilmeli.Eğer bunu sormazsa, son pişmanlığın fayda vermeyeceğini unutmamalıdır.

HER ŞEYİN BİR SONU VARDIR

وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا وَلَهَا كِتَابٌ مَعْلُومٌ‌ـ﴿٤‌ـ﴾

- Helâk ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki hakkında (bizce) bilinen bir yazgı olmasın.

{Gerek arazisini yere batırmak ve gerekse halkını yok etmek suretiyle veya başka âfetlerle helâk edilen memleketlerin hiçbiri, körükörüne, tesadüfî olarak helâk edilmiş değildir.

Allah tarafından tayin ve takdir edilip levh-i mahfuz'da yazılmış şaşmaz, unutulmaz ve gaflet edilmez bir yazı gereğince helâk olmuşlardır.

Demek ki, devlet ve milletlerin de fertler gibi takdir edilmiş belli ömürleri vardır.

Fertler doğduğu, geliştiği, ihtiyarladığı nihayet öldüğü gibi, devletler de kurulur, gelişir ve nihayet Allah'ın takdir ettiği gün gelince yıkılıp tarihe karışırlar.

Fertler gibi bunların da bazıları uzun ömürlü, bazıları ise kısa ömürlü olur.} 

(15-Hicr) (14. Cüz-1. Hizb)

Mealli Kur'an - 261

19 Ocak 2024 Cuma

BEĞENDİĞNİ ALIRSIN

 İFADE-İ MERAM 

   Ey kàri!

Peşinen bunu itiraf ederim ki: San'at-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim.

Hattâ şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum.

Nazım, vezin ise; ömrümde bir fıkra yapamamıştım.

Birdenbire zihnime, nazma musırrane bir arzu geldi.

Sahabelerin gazevatına dair Kürdçe

قَوْلِ نَوَالَاس۪يسَبَانْ

namında bir destan vardı.

Onun ilahî tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu.

Ben de kendime mahsus onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim.

Nazma benzer bir nesir yazdım.

Fakat vezin için kat'iyyen tekellüf yapmadım.

İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden zahmetsiz, nesren okuyabilir.

Hem nesren olarak bakmalı, tâ mana anlaşılsın.

Her kıt'ada ittisal-i mana vardır.

Kafiyede tevakkuf edilmesin.

Külah püskülsüz olur, vezin de kafiyesiz olur, nazım da kaidesiz olur.

Zannımca lafz ve nazım, san'atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder.

Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.

   Şu eserimde üstadım, Kur'andır.

Kitabım, hayattır.

Muhatabım, yine benim.

Sen ise ey kàri müstemi'sin.

Müstemi'in tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez.


İTİRAF

 İHTAR 

اَلْمَرْءُ عَدُوٌّ لِمَا جَهِلَ İnsan bilmediği düşmandır.

kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim.

Safiye'yi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatın suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim.

Şu kafiyesiz, nazımsız kitabda en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim.

Evvelâ: Daha iyisini bilmezdim.

Yalnız manayı düşünüyordum.

Sâniyen: Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim.

Sâlisen: Ramazanda kalb ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûb ihtiyar edildi.

Fakat ey kàri!

Ben hata ettim, itiraf ederim.

Sakın sen hata etme!

Yırtık üslûba bakıp o âlî hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme!..

Sözler - 693

18 Ocak 2024 Perşembe

MUSİBETLERİN DİLİ

 Başımıza gelen belânın hakikati gören bir gözü ve konuşan bir dili olsa da anlatsa… Bize neler söyler neler?

Allah’ın ne denli merhamet ve şefkat sahibi olduğunu, bu musîbetin Allah’ın rahmetinin ve lütfunun gereği bize tahsis edildiğini, bizim ne tür günahlarımızı silip yok ettiğini, bizi ne denli affa ve mağfirete mazhar kıldığını, bize ne denli velâyet ve kemalat kazandırmaya namzet olduğunu…

Bütün bunları bizim tek sabrımızla kazanabileceğimizi bize bir anlatsa…

Aslında dili var musîbetin… O acılarının katmanları içinde, ağrılarının pareleri arasında, üzüntülerinin perdeleri ötesinde, hoşlanmadığımız sıkıntılarının tenteneleri arkasında ne güzel müjdeler gizli bir bilsek…

Bir bilsek hiç ağlar mıyız? Hiç gözyaşı döker miyiz? Hiç üzülür müyüz?

GÖZYAŞI CEHENNEME KARŞI BİZE KALKANDIR

Demek gözyaşı dökmemiz gerekiyor. Ta ki her bir damlası günahlarımıza kefaret olsun, cehenneme karşı bize kalkan olsun!

Kur’ân gözyaşını övüyor: “Ağlayarak yüzleri üstü secdeye kapanırlar.”1 buyuruyor.

Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki:

“Gözlerinden Allah korkusundan sinek başı kadar yaş çıkan hiçbir kul yoktur ki o yaşlar yüzüne aksın da, yüzü ebediyyen ateşten korunmasın!”2


“Bir göz yaşarırsa, Allah o gözü taşıyan bedeni ateşe haram kılar.”3

“Sağılan süt, tekrar memeye girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan da ateşe girmez.”4

“Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de, öyle günahları silker.”5

“Kıyamette her şey ölçülür, tartılır. Bunlardan Allah korkusu ile akan gözyaşı, ateş deryasını söndürecek güçtedir.”6

İYİ Kİ AĞLAMA VAR!

Tıp dünyasına baktığımızda gözyaşının ilginç maddî faydaları olduğunu öğreniyoruz:

Gözyaşı antibiyotik etkili lysozyme adında bir enzim barındırmakla, gözleri besler, dezenfekte eder ve gözleri enfeksiyonlardan korur. Lysozme enzimi birçok bakteri türünü parçaladığı için gözde mikrop oluşumunu engeller. Ayrıca morfin etkilidir ve insanın ağrısını giderir, stresini alır. Gözyaşı akmaması ise, görme kaybına sebep olan kuru göz hastalığının belirtisi demektir.

Bu sebeple ağlayıp gözyaşı dökmek iyidir. Ağlayana “ağlama!” demek doğru değildir.

Demek gözlerin beslenmeye ve antibiyotik salgılara, bedenin Allah korkusu ile titremeye, ruhun rahmete ve günahlardan arınmaya, insanın cehennemden korunmaya ihtiyacı var ki göz ağlıyor.

Korkmayın; ağlamak abdesti de, namazı da bozmuyor. O halde bırakın ağlasın!

RAHMETİN ÜÇ BOYUTU

Musîbetler bize üç boyutlu bir rahmeti müjdeliyor:

1. Musîbetler Allah’ın takdiridir: Allah’a teslim oluruz, rıza gösteririz. İsyan etmeyiz. Bu cihetten sayısız sevap alırız.

2. Musîbetler Allah’ın hediyesidir: Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Hastalık bazılara bir ihsan-ı İlâhîdir, bir hediye-i Rahmanîdir.”7 Gücümüz yettiğince şükrederiz ve sabrederiz. Bu cihetten de sayısız sevap alırız.


3. Musîbetler günahımızın kefaretidir: Hatamızı anlamaya çalışırız, tövbe ederiz. Bu boyuttan da sayısız sevap alırız.

Dolayısıyla musîbetler aslında bizim için –eğer sabredebilirsek- birer sevap makinesi hükmündedir.

Bununla beraber musîbete uğramak da, uğramamak da, ağlamak da, ağlamamak da bizim elimizde değildir.

Öyleyse bizim yine de duâmız, “Allah musîbet vermesin! Allah ağlatmasın!” şeklinde olsun!

Alıntı

GAFİL İNSAN

    Ey kanaatsiz hırslı ve iktisatsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan!

Kat'iyen bil ki kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır.

Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.

İsraf ise nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.

Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış.

Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr!" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme.

Kimden kime şekva ettiğini bil, sus.

Her halde şekva etmek istersen nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünkü kusur ondadır.

Mektubat[Y] - 313

SENİN NE HAKKIN VAR ?

    Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-vücud'a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir.

Çünkü verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister.

Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır.

İmkânat ise ademdir hem nihayetsizdir.

Ademler ise illet istemezler.

Nihayetsize illet olamaz.

   Mesela, madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler, belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtır'ına şükrandır.

Nebatat "Niçin hayvan olmadım?" deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır.

Hayvan ise "Niçin insan olmadım?" diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için onun üstündeki hakkı şükrandır.

Ve hâkeza kıyas et.

   Ey insan-ı müşteki!

Sen ma'dum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...

   Ey nankör!

Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?

Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım." diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.

Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

Mektubat[Y] - 312

17 Ocak 2024 Çarşamba

HOŞ MEYVELERE MUHABBET

  BİRİNCİ İŞARET: 

   Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirane muhabbet-i meşruanın uhrevî neticesi, Kur'anın nassıyla, Cennet'e lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir.

Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir.

Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin "Elhamdülillah" kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir.

Burada meyve yersin, orada "Elhamdülillah" yersin.

Ve nimette ve taam içinde in'am-ı İlahîyi ve iltifat-ı Rahmanîyi gördüğünden o lezzetli şükr-ü manevî, Cennet'te gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'anın işaratıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir.

Sözler - 647

İKİ TÜRLÜ SEVGİ VAR

    Meselâ: Nasılki bir padişah-ı âlî,

{(Haşiye): Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.}

sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var.

Şu muhabbet padişaha ait değil.

Belki huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder.

Bazen olur ki; padişah o nefisperverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder.

Hem elma lezzeti dahi cüz'îdir.

Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.

İkinci muhabbet ise: Elma içindeki elma ile gösterilen iltifatat-ı şahanedir.

Güya o elma, iltifat-ı şahanenin numunesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder.

Hem iltifatın gılafı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir.

İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır.

Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

   Aynen onun gibi bütün nimetlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilane telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir.

O lezzetler de geçici ve elemlidir.

Eğer Cenab-ı Hakk'ın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa; hem manevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir...

Sözler - 641

16 Ocak 2024 Salı

İNSAN VÜCUDU

 Sâni'-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir.

Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür.

Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medardırlar.

Kan ise içinde iki kısım küreyvat halkedilmiş.

Bir kısmı küreyvat-ı hamra tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi).

Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler.

Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür'atli bir vaziyet-i acibe alırlar.

Kanın heyet-i mecmuası ise; iki vazife-i umumiyesi var: Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek.

Diğeri: Hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir.

Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki; biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır.

Diğer kısmı; enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı "Ree" denilen nefesin geldiği yere getirirler.


AZOT VE OKSİJEN

    Sâni'-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir.

Biri azot, biri müvellidü'l-humuza.

Müvellidü'l-humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker.

İkisi imtizac eder.

Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılab ettirir.

Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder.

Çünki Sâni'-i Hakîm, fenn-i Kimya'da aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellidü'l-humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac ederler.

Fennen sabittir ki; imtizacdan hararet hasıl olur.

Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır.

Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var.

İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizac eder, bir tek hareketle hareket eder.

Bir hareket muallak kalır.

Çünki imtizacdan evvel iki hareket idi; şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı.

Diğer hareket, Sâni'-i Hakîm'in bir kanunu ile hararete inkılab eder.

Zâten "Hareket, harareti tevlid eder" bir kanun-u mukarreredir.

İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur.

İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş'al ediyor.

Çıktığı vakit ağızda mu'cizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor.

فَسُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ ف۪ى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

Sanatında aklın hayrete düştüğü Allah, her türlü kusurdan ve noksandan uzaktır.

Sözler - 593

15 Ocak 2024 Pazartesi

İMAN İNSANI İNSAN EDER

 DÖRDÜNCÜ NOKTA:

   İman, insanı insan eder.

Belki insanı sultan eder.

Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır.

Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

   Şu mes'elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o mes'eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kàtı'dır.

Evet insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir.

Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir.

Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir.

Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyet-i fiiliyedir.

   İnsan ise dünyaya gelişinde herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor.

Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zaîf bir surette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor.

Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder.

Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir.

Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir.

Yani: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum?

Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum?

Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir.

Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kàdıyü'l-Hâcat'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir.

Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyete uçmaktır.

   Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.

Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır.

Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı billahtır.

   Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna mübtela ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra "dua"dır.

Dua ise, esas-ı ubudiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister.

Yani ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder.

Maksuduna muvaffak olur.

Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.

Rahmanürrahîm'in dergâhında; ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir.

Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

Sözler 

14 Ocak 2024 Pazar

NEFİS MUHASEBESİ

 İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti.

Sonra bana söylediler.

Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum.

Sonra Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi.

O hakikat şudur:

   Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise Allah ondan razı olsun ki benim nefsimin ayıplarını söyler.

Eğer doğru söylemiş ise beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır.

Eğer yalan söylemiş ise beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.

Evet, ben nefsim ile musalaha etmemişim.

Çünkü terbiye etmemişim.

Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse ondan darılmak değil belki memnun olmak lâzım gelir.

   Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur'an'a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise o bana ait değil.

O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur'an'a havale ediyorum.

O Aziz'dir, Hakîm'dir.

Mektubat[Y] - 70

SEVEN SEVDİĞİNE BÖYLE DAVRANIR

 -" HZ FATIMA'NIN AĞLATAN ÖLÜMÜ -

Sevgililer Sevgilisinin Kızını defnedecekler.. - Mezara giriyor, mezara oturuyor Hz. Ali (r.a.). Ve 'Uzatır mısınız bana Fatımayı' diyordu, uzatıyorlardı.. -Fatıma’yı (r.a.)- Zaten nahifti, zaten inceydi, zaten zayıftı Fatıma (r.a.). Ve O’nu mezara doğru uzatırken Hz. Ali (r.a.) öyle ağlıyordu ki gözlerinden akan sicim gibi yaşlar Fatıma (r.a.)'nın yeni kefenini ıslatıyordu.. Hz. Ali (r.a.) şöyle söyleniyordu; 

"Habibun leyse ya’diluhu habibun.. Vema lisivahu fikalbi nasibun.. Habîbun rabâ ayni ayni vecismî vean kalbi la yağibu"

 "Sevgilim" diyordu Fatma’sına. Sevgilim..! Senin sevgini karşılayacak bir sevgi daha yoktur.. Doğrusu Senden gayrısı için şu yürekte bir nasip de olmayacaktır, her ne kadar gözlerimden ve vücudumdan uzaklaşsan da kalbimdesin sürekli ve her dem…… 

Sonra toprağı atacaklardı Fatma’nın üstüne.. Toprağa bulaşmış ellerini çırparken Hz. Ali (r.a.) şöyle diyecekti "Doğrusu dünyada tek bir isteğim kaldı Fatıma... Babana ve Sana kavuşacağım, ulaşacağım günü bekliyorum".

İşte gerçek sevgi ve mutluluk budur.Sevgiliden ayrı kalmanın üzüntü ve hasretliği de budur.

13 Ocak 2024 Cumartesi

GAFLET HASTALIĞI

 Kelime anlamı olarak, gafil olmak, dikkat etmemek, unutmak, yanılmak, ihmal etmek, farkına varmamak, aldanmak anlamlarına gelen gaflet, manevî olarak kalp hastalıklarının en başta ve en önemli sebebidir.

İslâmî literatürde kullanış biçimi ise, bir şeyin gerekliliği ortada iken bunun idrak edilmemesi, habersiz olunmasıdır.

Gaflet, nefsin arzularına uymak, kulluğu unutmak ve değerli olan şeylerin kıymetini takdir edememektir. Bu bağlamda nefesi, ömrü, zamanı, sağlığı, gençliği nerede tükettiğini sorgulamaksızın bir yaşantı gaflet hâlinden başka bir şey değildir.

Gaflet, kişinin iman derecesi ile ilgili olarak herkeste farklı tezahür eder. Âlimin gafleti, masivâullah, yani Allah’tan gayrı şeylere meyletmesi iken; cahilin gafleti dünyevîleşme, dünyaya ait şeylerle övünme veya günahlara girme şeklinde tezahür edebilir.

Gafiller nimete nimet demez, ihsanı ihsan bilmez, ikazlara, nasihatlere kulak asmaz, musibetlerin ve sıkıntıların dilini okuyamaz, gafletle oturur, gafletle kalkar. Bu hâlleri ile, nefsin emrinde yani anlık zevk ve heveslerle yaşar, günahların pençesinden kurtulamaz. Zira, gaflet ile geçmiş ve geleceği düşünmemesi, ruhun, aklın ve kalbin derece-i hayatını yaşayamaması, onları nefislerinin esiri hâline getirir.

Hazret-i Ali’ye (ra) şöyle bir soru sorulur: “Ey mü’minlerin emiri! Bize küfrün hangi temellere dayandığını bildirir misin?”

Hazret-i Ali de cevaben şöyle demiştir:

“Küfür dört temele dayanır. Bir, zulüm; ikincisi, kalp ve basiret körlüğü; üçüncüsü, gaflet; dördüncüsü ise şüphedir.”

Evet, gaflet günahların başlangıcı olduğu gibi ilim ve hikmetin önünde de ciddî bir engeldir.

İnsanın dünyaya düşkünlüğü nispetinde gafleti kalınlaşır. Heva ve hevesine düşkünlüğü nispetinde dünyevîleşir. Heva ve heves ise, insanın manevî dünyasına nefsin hâkim olmasıyla ortaya çıkar. Nefsin hâkim olması ise, kalpteki iman nurunun zayıflaması ve aklın beslenmemesi sonucu oluşur. İman zayıflığı ise, kulun Rabb’inden uzaklaşmasıyla meydana gelir.

Bugün birçok insanın içine düştüğü bir tehlike, hislerini iptal edip, yaratılış hikmetini düşünmemek, gidiyor olduğu yolun sonucunu görememektir. Bu sorgulamaları yapmamak için de gözlerini hakikatlere açmamakta, deve kuşu gibi başlarını kuma gömerek nefsî arzularıyla oyalanıp, boş ve faydasız işlerle ve eğlencelerle meşgul olmaktadırlar.

Gaflet hastalığı, aklın düşünme melekesinin kaybolmasına sebep olan sinsi bir hastalıktır. Risale-i Nur’da, “Tefekkür gafleti izale eder.” tespiti gereğince, gaflet hastalığının tedavisinde en etkili ilâç, tefekkür ibadetidir.

Akıl ve kalp, hayatın gerçeklerinden onu bekleyen ölüm, kabir, hesap, Cennet, Cehennem hakikatlerinden haber verir. Fakat insan şuursuzlukla herkes gibi kendisini de bekleyen bu büyük hakikatlerin farkına varmaz. Bu yüzden gaflet hastalığına yakalanan insan görebilir, duyabilir, fakat duyup gördüklerini muhakeme edemez.

Bediüzzaman Hazretleri, Lemaat isimli eserinde şöyle bir tespitte bulunur: “Heva, iptal-i histir. Bu da teselli ister. Bu da tagafül ister. Bu da meşgale ister. Bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz, ta vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, ta elem hissolunmasın.”

Gafletin esas sebebi cehalettir. Cehalet, gafleti; gaflet, ataleti; atalet, sefaleti; sefalet, felâket ve esareti netice verecektir.

Cüneyd-i Bağdadî Hazretlerine sorarlar; “Belâ nedir?”

Cevaben, “Asıl belâ, belayı verenden gafil olmaktır.” der.

Hâsılı, gaflet aklın muhakemesini bozduğu gibi, kalbin selâmetini de perdeler ve hakikatleri göstermez.

Gaflet hâlinin uzun olması, Malikü’l-Mülk’ten gafil olma hâline, o da nefsin firavunluğuna, o da kalbin Allah tarafından mühürlenmesine kadar giden bir sükutu netice verir. Zira kalbin mühürlenmesi, devamlı günah işlemekten ve tövbe etmemekten meydana gelir.

Evet, gafletin delindiği anlar, insanın tefekküre yöneldiği, dünyadan ahirete, hayalden hakikate, fenâdan bekaya çevrildiği anlardır ki, bunlar da ölüm, hastalık, afet ve belâlardır. Bu nokta-i nazardan, gafleti parçalayan her türlü musibet, birer rahmet taşları hükmündedir.

Evet, gafletin en büyüğü Allah’tan gafil olmaktır. Allah’tan gafil olanlar, ibadetten, ölümden, ömürden, sağlıktan ve nimetten, bir zincir gibi her şeyden gafil olur ki, bu hâl tam bir firavuniyet hâlidir.

Alıntı

NUR-U İMAN

  BİRİNCİ NOKTA: 

   İnsan, nur-u iman ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır.

Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer.

Çünki iman, insanı Sâni'-i Zülcelal'ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır.

Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır.

Küfür, o nisbeti kat'eder.

O kat'dan san'at-ı Rabbaniye gizlenir.

Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur.

Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.

Sözler - 311

GAYR-İ MEŞRU DAİRE

 "Şu âlem çendan fânidir, fakat ebedî bir âlemin levazımatını yetiştiriyor.

Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtın bâki esmasının cilvelerini gösteriyor.

Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahman-ı Rahîm'in iltifatatı, zevalsiz hakikî lezzetlerdir.

Elemler ise sevab cihetiyle manevî lezzet yetiştiriyor.

Madem meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir.

Gayr-ı meşru daireye girme.

Çünki o dairedeki bir lezzetin bazen bin elemi var.

Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-ı Rahmaniyeyi kaybetmeğe sebebdir."

   Hem dalaletin yolunda sâbıkan beyan edildiği gibi esfel-i safilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ı beşeriye, hiçbir kemalât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur'an-ı Hakîm iman ve amel-i sâlih ile o esfel-i safilîne sukuttan insanı a'lâ-yı illiyyîne çıkarır ve delail-i kat'iyye ile çıkarmasını isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı maneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor.

Sözler - 636

İNSAN BAŞI BOŞ DEĞİLDİR

 "Ey insan!

Sen kendine mâlik değilsin.

Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal'in memluküsün.

Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; Çünki hayatı veren odur, idare eden de odur.

Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; Çünki onun sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir.

Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.

Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değiller; belki vazifedar memurdurlar.

Bir Hakîm-i Rahîm'in nazarındadırlar.

Onların âlâm ve meşakkatlerini düşünüp, ruhuna elem çektirme.

Ve onların Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.

Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler.

O Hakîm'dir, abes iş yapmaz.

Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur.

Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var."

Sözler - 635

12 Ocak 2024 Cuma

ESİR MADDESİ

    Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı Kayyumiyetle bağlıdır.

Eğer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz'dan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler.

Nasılki meselâ: Havada -tayyareler yerinde- binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür.. öyle de: O Zât-ı Kayyum-u Zülcelal'in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i Arz'dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazife ile tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde "Emr-i Kün Feyekûn"den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, İsm-i Kayyum'un a'zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar.

Evet bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir a'zâya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilân ederler.

Lemalar - 344

İNSAN ÇOK CAHİLDİR

    Hem insanların bir kısmı güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalaletle Sâni'-i Zülcelal'in gayet latîf, nâzenin, mutî', müsahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zaîf bir perde-i tasarrufatı ve latîf bir midad (mürekkeb)-ı kitabeti ve en nâzenin bir hulle-i icadatı ve bir mâye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan "esîr" maddesini, cilve-i rububiyetine âyinedarlık ettiği için masdar ve fâil tevehhüm etmişler.

Bu acib cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor.

Çünki esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latîf ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir.

Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hâssasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.

   Evet mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki; herşeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebatını tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz.

Lemalar - 342

11 Ocak 2024 Perşembe

REGAİB KANDİLİ

 Peygamberimiz;

“Allah’ım, hakkımızda Recep ve Şa’ban ayını mübarek kıl, bizleri Ramazan ayına ulaştır.”buyurmuştur. Regaip kandili, bu mübarekliğin ilk basamağıdır. Bütün ümmet rahmetin kucağına kendisini atmalı, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) dua halkasının içine dâhil olmalı ve bütün hissiyat ve zerreleri ile bu duaya fiilen, halen ve kalen amin demelidir.

Regaip, evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu Cehennemden azat olan Ramazan ayının habercisidir. Üç aylar kademe kademe bu ümmeti Ramazan ayına hazırlamaktadır.

REGAİB KANDİLİNİ NASIL GEÇİRMELİYİZ?

1. Kur’an-ı Kerim okuyarak,2. Peygamberimiz ( a.s.m)’ın mübarek duası olan Cevşen-ül Kebiri okuyarak,3. Aile bireyleriyle birlikte günün mana ve ehemmiyeti hakkında sohbet ederek,4. Allah rızası için namaz kılarak,5. Hayatımızın geçmiş günleri ve yılları hakkında muhasebe yaparak,6. Günahlarımızın bağışlanması için Allah’tan af dileyerek,7. Sevgili Peygamberimize bol bol salât ve selâm okuyarak,8. Dünya ve ahirete ait dileklerimiz için dua ederek,9. Hastaları, yaşlıları ziyaret ederek; yoksulları, öksüz ve yetimleri sevindirerek,10. Eş, dost ve yakınlarımızla tebrikleşerek,11. Dargın ve küskünleri barıştırarak, değerlendirebiliriz.

Regaib bir cihette bolluk, bereket, fazilet anlamına gelir. Bu gece Allah’ın lütuflarının bol bol verildiği bir gecedir ve üç ayların ilk kandil gecesidir. Kendimiz ve bütün İslam âlemi için, sema kapılarının sonuna kadar açıldığı, rahmetin sağanak halinde indiği böyle bir gecede nasibimize daha bol damlaların düşmesi, hayırlara vesile olması dualarımız ile kandiliniz mübarek olsun. Âmin!