28 Şubat 2021 Pazar

ZALİMLERİN PİRİ "HACCACI ZALİM"

 Müslüman görünümlü zâlimlerin pîri: Haccâc-ı Zalim

Adını çok duymuşsunuzdur Haccâc-ı Zalim’in. Zulmüyle meşhur Emevî Valisi. Asıl ismi Ebû Muhammed el-Haccâc b. Yûsuf b. el-Hakem es-Sekafî (ö. 95/714). Yargılamadan infaz etmek en büyük özelliği. “Olgunlaşmış kelleler görüyorum” diyerek muhalif gördüğü insanların kellelerini kesen bir kan içici.

41 (661) yılında Tâif’te doğdu. Emevîler’e sadakatle bağlı olduğundan “Küleyb” (it yavrusu) lakabıyla da tanınır. Okuma yazma bildiği, küçük yaşlarda Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediği ve Tâif’ten ayrılıncaya kadar babasının yanında kardeşiyle birlikte çocuklara Kur’an öğrettiği rivayet edilir.

Mekke’yi mancınıklarla taşa tuttu

Ailesiyle birlikte Tâif’ten ayrılıp Dımaşk’a yerleşen Haccâc, ilerleyen zamanlarda iyice güvenini kazandığı dönemin Emevi halifesi tarafından, halifeliğini ilan eden Abdullah İbn-i Zübeyr’le mücadele için Hicaz’a gönderildi. Karargâhını doğum yeri olan Tâif’te kuran Haccâc Mekke’ye giden yolları keserek şehre gıda sevkiyatını engelledi. Üç ay sonra istediği 5 bin kişilik yardım kuvvetinin gelmesi ve Mekke’yi kuşatma izninin verilmesi üzerine, Allah Resûlü’nün doğduğu, vahyin beşiği olan mukaddes beldeyi kuşattı. Efendilerinin iktidarı ve şahsi hırsları uğruna vazgeçmeyeceği hiçbir kutsalı olmayan Haccâc, Kâbe dâhil olmak üzere bütün şehri mancınıklarla taşa tuttu. Altı buçuk aydan fazla süren kuşatma sonucunda Abdullah b. Zübeyr şehit edildi ve hilâfetine son verilmiş oldu.

Haccâc gösterdiği bu başarıdan (!) sonra Hicaz, Yemen ve Yemâme valiliğine getirildi. Üç yıl bu görevde kaldıktan sonra stratejik önemi yanında isyan merkezi haline gelen Irak’a vali tayin edildi. Haccâc, Irak’ı çok sert tedbirler alarak idare etti.

Her muhalif hareketi kanla bastırdı

En ufak bir farklılığa tahammülü olmayan Haccâc Emevîler’e muhalif her hareketi kanlı bir şekilde bastırdı. Onun bu Allah’tan korkmayan, hak hukuk tanımayan hoyrat tavırları Hicaz Valisi Ömer b. Abdülazîz’i çok rahatsız ediyordu. Haccâc’a tepkisini her fırsatta dile getiren ve onun zulmünden kaçanlara kapısını açan Ömer b. Abdülazîz Emevî yönetimi tarafından Medine valiliğinden azledildi.

Bütün gücünü Emevî saltanatının ayakta kalması için harcayan Haccâc, yirmi beş yılı aşkın bir mücadeleden sonra Küfe ile Basra arasındaki kendi kurduğu Vâsıt şehrinde öldü. (Ramazan 95 / Haziran 714) Mezarının tahrip edilmesi ihtimaline karşı sapa bir yere gömülerek üzerinden akarsu geçirildi.

Enes b. Mâlik’e zulmetti

Haccâc, muhaliflerine karşı çok sert ve acımasız davrandı. Aralarında büyük sahabi, Efendimiz’in can yoldaşı Enes b. Mâlik’in de bulunduğu pek çok kişiye zulmetti. On binlerce insanı hapsetti, zincire vurdu, sürgüne yolladı, mallarını, mülklerini yağmaladı. Aralarında meşhur muhaddis ve müfessir Saîd b. Cübeyr’in de bulunduğu pek çok âlim, zindanlarda onun işkenceci askerlerinin elinde şehit oldu.

Haccâc kendisine mutlak itaat istiyordu. Herkes ona kayıtsız şartsız biat etmeliydi. Biatlarında insanlara yemin ettiriyordu. Yemin etmeyenlere mürted muamelesi uyguladı.

Haccâc, Saîd b. Cübeyr’i zulm ile şehit ettikten birkaç ay sonra kendi ölümünü isteyecek kadar büyük ruhî sıkıntılara mâruz kaldı. Sonunda dayanılmaz mide ağrıları ve elem içinde bağıra bağıra öldü. Ölüm haberini alan âlimler ona rahmet dilemedi. Tâbiûnun büyük imamlarından Hasan-ı Basrî, “Allah’ım, onu ortadan kaldırdığın gibi siyasi geleneğini de kaldır” diye dua etti. Hulefa-i Râşidîn’in beşincisi olarak bilinen Ömer b. Abdülazîz şükür secdesine gitti. Yine büyük imam İbrahim en-Nehaî sevincinden ağladı.

Tribünlere oynamayı iyi biliyordu

Kaynaklarda hiç şaşırtmayan detaylardan biri de Haccâc’ın Kur’an ehline çok cömert davrandığına dair rivayetler. Bütün münafık zalimler gibi Haccâc da avam halkı siyaseten arkasında tutmak adına tribünlere hoş gelecek manevralar yapmış ama hakikatte ne Allah’tan korkmuş ne de kuldan utanmış.

Haccâc’ın bugünün zalimlerinden bir farkı var. O da mala mülke düşkün olmaması. Ne sarayları olmuş Haccâc’ın ne petrol şirketleri. Gemiciklerden filolar oluşturmak ve devlet adına yapılan her işten humus talep etmek de aklına gelmemiş. Başka bir zalimin lüks uçağını almayı da düşünememiş! Öldüğünde geriye sadece bir kılıç, bir at eyeri, bir mushaf, bir rahle ve 300 dirhem para bırakmış. Haccâc tarihe zulümde zirve olarak geçecek kadar zalimmiş ama en azından hırsız değilmiş.

‘Çirkin paralar’

Haccâc Arapça’nın resmî muamelelerdeki kullanımını yaygınlaştırdı ve Arap para sistemine geçti. O güne kadar Bizans ve Sâsânî sikkesi şeklinde basılan paraların üzerine “bismillâh el-Haccâc” ibaresini yazdırdı. Sikkelerin üzerindeki bu ifadeleri onurlarını siyasetin ayaklarına pas pas etmeyen hakperest ulema hoş karşılamadı ve sikkelere “ed-derâhimü’l-mekrûhe-çirkin paralar” adını vererek tepkisini gösterdi. Ancak bütün zalimler gibi Haccâc da bildiğini okudu ve bu paralar tedavülde kalmaya devam etti.

Haccâc’ı “zalim, cebbar ve kan dökücü” gibi sıfatlarla zemmeden Zehebî, onun Kur’an’a çok hürmet ettiğini söyler. Kur’an’ın harekelenmesi ve noktalanması işini de yaptıran Haccâc aynı zamanda iyi bir hatipti. Çok fasih ve beliğ bir dille kitleleri etkiliyordu.

Son bir not: Kütüb-i Sitte’nin en büyük muhaddisi İmam Buhari, Haccac-ı Zalimden hiç hadis rivayet etmedi.

"PARALARI ÇİLLİ KIZ YEDİ"

 Çocuk herzaman yaptığı gibi babasına dert yanıyordu."Amcamlar öyle rahat bir yaşam sürüyorki baba.Biz neden onlar kadar güzel giyinemiyoruz?Onların gezdiklerinin beşte biri kadar hiç gezmedik.Haftasonları hava iyi olursa yakındaki piknik alanına gidiyoruz ailecek hepsi bu"Adam efkarlı bir şekilde baktı çocuğunun gözlerine.Ve sonra çocuğuna mahçup olmuşluğun yanısıra içten içe haklı olduğunu gosteren karışık duygularla seslendi ."Oğul biz kimse gibi zenginimsi gösterişle yaşayamayız.Kazandığımız belli.Elinde olanda yetinirsen kimseye yüzün kara çıkmaz.Ben dedenden böyle gördüm evlat"Çocuk  hakvermemişti babasına."Onlarında bir dükkanı var,bizimde."İçten içe böyle söylenirken amcalarının yaşam tarzına imrenmeye devam etti.Küçük yaşta bile babasından para istediğinde"paraları çilli kız yedi"deyip hergün harçlık vermemesine şimdi daha fazla kızıyordu.Yetinmeyi öğretmek istediğini kabullenmek istemiyordu sanki.Birgün kendi posta kutularında bir yığın zarf görünce hepsini avuçlayıp eve girmiş,sonra ise postacının yalnış yaptıgını farketmeden açmıştı zarfları teker teker.Sonrasında ise amcalarının zarflarının soyadlarından dolaýı karıştırılıp kendi posta kutularına atıldığını anlamıştı.Üç farklı icra mektubu ve bir yığın kredi kartı ekstrasıydı.Belliki yakında evleri dahi  alınacaktı ellerinden amcalarının.O gösterişli hayatları,gezip tozmaları türlü borçla yapılmıştı demekki.Zarfları doğru kutuya koyarken babasının ne demek istediğini çok iyi anlamıştı çocuk.İlk defa ertesi gün babası"paraları çilli kız yedi oğlum"dediğinde gülerek öptü elini.Ve hayat boyu elindekiyle yetinip,gösteriş meraklısı olmamayı destur edindi kendine..

12 Eylül,28 Şubat ve 15 Temmuz

 ŞEYTAN ÜÇGENİ

12 Eylül çok büyük bir fitne idi.

Öyle ki 28 Şubat ve 15 Temmuz’a kadar uzandı bu fitne.

Bu fitnenin şifreleri ise Kutlular Abinin şu sözlerinde saklı:

“12 Eylül’de Konsey adına biri benimle görüşmek istedi. 3 teklif ile geldiler.

Bana, “Mehmet Bey, biliyorsunuz bir ihtilal oldu. Bunun için bütün sivil toplum faaliyetleri yasaklandı. Ama siz bu yasaklara uymuyorsunuz. Beyazıt’ta her Cumartesi iki yüz kişiyle sohbet yapıyorsunuz. Bunlar Konsey’e rapor olarak geliyor. Konsey bu toplantılarınızı kaldırmanızı istiyor. Bunun için anlaşmaya geldik.

İkincisi: Atatürk aleyhtarlığı yapıyorsunuz. Paşalar bu konuda hassas. Bunu da yapmamanızı istiyoruz.

Üçüncüsü ise yurt dışında (yurt içinde değil) Süleymancılara ve Milli Görüşçülere karşı beraber mücadele verelim -her halde onları bizden daha tehlikeli görüyorlar.- Bunları kabul ederseniz, devlet imkânlarını emrinize tahsis edeceğiz” dedi.

Ben de,

“Birincisi: bu dersleri kaldırmayız. Biz imanî konularda ders yapıyoruz. Rahatsız oluyorsanız, bizi toplar hapishaneye atarsınız. Biz de çıktığımızda, bıraktığımız yerden devam ederiz.

İkincisi: Atatürk meselesinde yaptığımız bir şey yok. Ama sizler Atatürk’ü “Besmele” yaptınız. Bazı şeyleri tenkit ediyoruz.

Üçüncüsü ise Süleymancılara ve Milli Görüşçülere niye düşmansınız? Çünkü onlar dindardırlar. Onun için onlara muarızsınız. onların Müslümanlığından şüphemiz yok. Farklılıklarımız var; ama biz onlara düşman değiliz. Onlar bizim din kardeşlerimiz. Ayrıca kendimizi onlara karşı kullandırtmayız. Hiçbir teklifinizi kabul etmiyorum” diye cevap verdim.”

12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz şeytan üçgenini tam olarak tanımlayan satırlar bunlar.

Dikkat ediniz…

Derin devlet, “Süleymancılara ve Milli Görüşçülere karşı beraber mücadele verelim” diye bir teklif getiriyor.

Bu teklif aslında Müslümanı Müslümana kırdırma projesidir.

Kutlular Abi Nurlardan aldığı ferasetle bu tuzağa düşmüyor.

TUZAĞA DÜŞENLER

 Yani derin devletin teklifini kabul edenler?

Daha 12 Eylülden başlayarak tam fitnenin ortasında yer aldılar.

Yeni Asya derin devletin teklifini reddedince tam ortadan bölündü.

Bir kısmı Konseyciler safında yer aldı.

Anayasaya evet dediler.

Zaten diğer cemaatler toptan evet dediler.

Sadece Yeni Asya hayır cephesinde kaldı.

28 Şubatta da yine o şeytani plan işledi.

Yeni Asya, “deprem ilahi ikazdır” diye zalimin zulmünü yüzüne haykırırken, birileri yine derin devlet cephesinde yer alıp hakka karşı direniyordu.

Ama final 15 Temmuzda oldu.

Zira 15 Temmuz tam bir “Müslümanı Müslümana kırdırma projesi” olarak tatbik edildi.

Ne yazık ki derin devlet burada da akıl almaz bir başarı elde etti.

Cemaatler üzerine bir “terör pisliği” atıldı.

Bütün dindar kesim potansiyel terörist ilan edildi.

Dindar kesimler birbirine düşürüldü.

Bir kısmı diğerini “terörist, hain ve münafık” gibi ağır itham altında bıraktı.

Diğer bir kısım da diğerlerini “firavun ve süfyan” olarak suçladı.

O buna hakaret etti, bu ona en ağır laflar etti.

Ve böylece:

Derin devletin “Süleymancılara ve Milli Görüşçülere karşı beraber mücadele verelim” fikri altında yatan “Müslümanı Müslümana kırdırma projesi” projesi bizzat dindarlar eli ile gerçekleşmiş oldu.

Elim ve bir o kadar da ibretli bir hal bu.

Ne yazık ki, hala da devam ediyor bu elim hal.

Ne zaman ve nasıl biteceği de şu gün için belli değil.

İşte tüm bunlar o melun 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz şeytan üçgeni içinde gerçekleşen fitneler.

Ne diyelim!..

Umarız, o fitneciler kendi çukurunda boğulurlar.


TEVEKKÜL ÖRNEĞİ VAKIA SURESİ

 VAKIA SURESİNİN SIRRI


Hz Osman Abdullah İbni Mesut r.a hasta iken onu ziyarete geldi . Baktı ki çok ağır hastadır , ona dedi ki:

Bir ihtiyacın var mı ?

Ölecek adamın ihtiyacı olur mu ? Rabbim bana kafidir .

Kızlarına hazineden bir maaş bağlıyayım mı ?

Abdullah İbni Mesut ( r . a ) da:

Bağlama çünkü ben R esulullah ( s . a . v )’ dan işittim ki " Her kim her gece Vakıa Süresini okursa ona fakirlik isabet etmez . Bende kızlarıma onu ezberlettim ,her gece okuyorlar. dedi.

Eğer Vakıa süresi sebebiyle sana rızık gelirse helallinden olur. bu süreyi okumakta bir rızık kapısıdır " diye buyurmuşlarıdır

Orada bulunanlardan biri der ki: " Ben bunu duyduktan sonra gidip Vakıa suresini hemen ezberledim . Bir daha terk etmedim!

Hadîs - i serîflerde buyuruldu ki :

“Her kim , Vâkia sûresini her gece bir defa okumayi âdet haline getirirse , ömründe fakirlik görmez. ”

“Vâkia sûresi zenginlik sûresidir. Onu okuyunuz ve kadinlariniza ve çocuklariniza ögretiniz . ”

İşte ashab- ı kiram 'ın ( Rahmetullahi Aleyhim Ecmain. ) ilim taktiği . Öğrenmek, hemen tatbik etmek , hayatına yerleştirmek ve ömür boyu sebat etmekti .

Bizler gibi , okuyup , duyup , dinleyip duygulanıp , hatta ağlayıp sonra da unutmak değildi ! Allah ( C. C. ) Bizleri onların yoluna yolcu eylesin . Amin.


27 Şubat 2021 Cumartesi

İSTİŞARENİN ÖNEMİ

 Gerek devlet işlerinde ve gerekse dünyevî işlerde insanların yapması gereken ne kadar zeki ve becerikli olursa olsun kendi fikrinin her şeyden üstün olduğunu benimsemesinden ziyade ilgi uzman kişilerle istişare etmelidir. Bu konuda güzel bir atasözümüz vardır: “Danışan dağları aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış.”

İstişare eden kimse, her konuda bilgi ve beceri sahibi olması mümkün değildir. Mutlaka birileriyle istişare etmesi yani müsteşarlarıyla (konunun uzmanlarıyla) istişare ederek gerçeği bulması mümkündür.

Eğer idareci konunun uzmanı değilse ve müsteşarlar da konunun uzmanı olmakla birlikte art niyetli ise yanlış uygulatmalarla ülke tehlikeli girdaplara girebilir. 

“Müslümanların fikrini almadan ‘emîr’ tayin etseydim İbn Ümmü Abd’i ve Abdullah b. Mes‘ud’u tayin ederdim.” 1

Yine Ebu Hureyre: “Rasulullah’tan (asm) daha çok adamları ile istişare eden bir kimse görmedim” der. 2

Hz. Peygamber (asm), istişare edeni övdüğü gibi istişare edileni de över: “İstişare edilen kişi, kendisine güvenilen kişidir.” 3

Yine “Sizden, üzerine mesuliyet yüklenen bir kimse için Allah hayır murad ederse ona ‘Salih’ bir vezir nasib eder de unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur” 4 diye buyurur.

Bu konuda Peygamberimiz’in (asm) diğer hadis-i şeriflerinde işin ciddiyetine göre hareket edilmesi gerektiğini görüyoruz.

“İstihare eden, mahrum kalmaz. İstişare eden pişman olmaz. (İ. Tabarani).

“İnsanı perişan eden, kendi görüşündeki ısrarıdır.” (İmam-ı Mâverdi).

“Kendi görüşünüze göre hareket etmeyin!” (İmam-ı Tabarani).

Hz. Âdem (as), İşlerinizi istişare ile yapın. Eğer ben, yasak meyve konusunda meleklerle iatişare etseydim, musîbete maruz kalmazdım.” buyurur.

Adnan Nacir

Yeni Asya

Dipnotlar:

1- Tirmizi, Menâkıb, 38.

2- Tirmizi, Cihad, 34.

3- Tirmizi, Edep, 57; Ebu Davud, Edeb, 114; İbn Mâce, Edeb, 37.  

4- Ebû Davud, Harâc, 4. 

ÇOCUK EĞİTİMİ

 Çocukların eğitiminde evin olduğu gibi ebeveynin de etkisi büyüktür. Özellikle 5-6 yaşında küçük çocukların eğitimde annenin rolü büyüktür. Meselâ annenin fıtratında olan şefkatini yanlış olarak kullanması çocukta istenmeyen ve farklı etkiler oluşturmaktadır. 

Bunu Bediüzzaman, 24. Lem’a’da şöyle açıklıyor: “O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu, ahirette şefaatçi olmak lâzım gelirken, dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.” (24. Lem’a)


AİLEDE HUZUR VE MUTLULUK


Evlilikte, aile hayatında, hatta dünya üzerinde dört dörtlük kusursuz erkek de kadın da bulamazsınız. Mutlaka her insanın bir kusuru, eksik bir yönü vardır. Bir insan kusursuz, hatasız dört dörtlük arkadaş ararsa öyle arkadaş bulamaz. Aile hayatında bu geçerlidir. Yani Kusursuz eş ararsanız bulamazsınız. Bir hakikat var ki kadın zayıf ve nazik yapıdadır. Dinini bilen bir Müslüman bunun böyle olduğunu bilir. Müslüman önce kendisi güzel huylu olmaya gayret etmeli ki, hanımı da güzel huylu olsun. 
Buradan şunu çıkarıyoruz ki güzel dinimizin emir ve yasaklarına uyan, hanımı ile iyi geçinir. Bir Müslüman evine gelince hanımına selam vererek, halini hatırını sormalı, güler yüzlü olmalı, keder ve sevincine de ortak olmalıdır. Hadis-i şerifte buyruluyor ki “ Kadınlarınıza eziyet etmeyin! Onlar, Allahütealanın sizlere emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!” (Müslim) Güzel dinimiz erkeğin eşine karşı merhametli olmayı emrediyor.
 Bir başka hadis-i şerifte  “ İmanı en kuvvetli kişi, ahlakı en güzel ve hanımına en yumuşak olandır. ” (Tirmizi) Dinimizin güzel ahlaka verdiği önemi görüyoruz. Yani güzel ahlaklı olabilen bir insan iki cihanda da huzur bulur. Bazen insanlar derki “ bir hatam kusurum varsa söyle düzelteyim“ der.Gerçek öyle değildir. İnsan tenkit edilmekten, eleştirilmekten hoşlanmaz. Bir aile içinde eleştiri, münakaşa, tenkit o yuvanın yıkılmasına ve huzursuzluğa sebep olur. Hiç kimse tenkitten, eleştirilmekten hoşlanmaz. Çünkü herkes takdir edilmeyi bekler. Bir kadın içinde en büyük mutluluk, eşi tarafından takdir edilmesidir. Bu kadınlar için çok önemlidir. Belki basit gibi görünen bu duruma kadınlar dikkat eder. Evlenme yıl dönümleri, doğum günleri, mübarek gecelerde, küçük bir hediye almayı ihmal etmemeliler.
Kimse kusursuz eş aramasın. Ailemize karşı takdir edici, hoş görülü, güler yüzlü olanın evinde huzur olur.Güler yüzlü olanın, tebessüm etmenin önemi ortadadır. Büyüklerin buyurduğu gibi “ Tebessüm ateşinde erimeyen maden bulunmaz.”  Kalplerin, gönüllerin fethi gülümsemekten geçer. Tebessümü hayatımızın bir parçası yapalım.Çünkü tebessüm bedava,alanı mutlu eder, vereni üzmez. Şunu diyebiriz ki: Huzurun anahtarı tebessümdür. Bir ailede huzur ve mutluluk için eşimizde kusur aramamalıyız. Eşimize iyi davranmalıyız. 
Peygamber efendimiz hadis-i şerifte“Mümin, hanımına uzattığı lokmadan bile sevap kazanır.”  Buyurduğu gibi Saliha hanım müminler için saadettir, cennetnimetlerindendir. Hanımlar Allahütealanın emanetidir. Hiç insan böyle bir hanımı incitir mi?
Peygamber efendimiz akrabasına, eshabına, ve hizmetçilerine tevazu ile iyi davranırdı. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Mümin de herkese karşı güler yüzlü ve tatlı dilli olmalıdır. Sertlik kaybettirir. Peygamber efendimiz bir başka hadis-i şeriflerinde “ Yumuşak davran! Sertlikten sakın! Yumuşaklık insanı süsler, çirkinliği giderir.” (Müslim)

Akıllı insan üç günlük dünyada incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerle ailesini, çoluk, çocuğunu üzer mi? Güzel ahlaklı olan iki cihanda huzur bulursun. Yüzünüzde tebessüm eksik olmasın

İNSANLIĞIN GEÇİRDİĞİ BEŞ DEVİR

 Beşer, esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esâret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.

Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye îtibâriyle, beşer, birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecîr devri, beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş; nimmedeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler.

Sonra bu memlûkler dahi bir intibâha düşüp, gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup, fakat “El Hükmül Galib” [Galip olan hükmeder] olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zaiflerine esir muâmelesi yapmışlar.

Sonra, ihtilâl-i kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarâyı ücret mukâbilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmeleridir.

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp, kût-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçer Harb-i Umûmiden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş.
Mektubat, s. 619
***
Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır

Bir rüyâda demiştim: Devletler, milletlerin hafif muhârebesi, tabakât-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevkî ediyor.

Zîrâ beşer, edvârda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esâret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.
Sözler, Lemeât, s. 648
***
“RÜYADA BİR HİTABE”DEN:

Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkî ediyor. Zîra, beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez. Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedîdane kapılacak idik. Halbuki, o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı âlem-i İslama münafi, hem ehl-i îmanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik.

“Şu medeniyet-i habîse ki; biz ondan yalnız zarar gördük ve nazar-ı Şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla mensûh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar; manen vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecek idik.”

Tarihçe-i Hayat, s. 118

LÛ­GAT­ÇE:
memlûkiyet: Kölelik, kulluk, hizmetkârlık.
ecir: Ücretli, gündelikli.
nimmedeniyet: Yarı medeniyet.
iğbirar: Kırılmak, gücenmek.
edvâr: Devirler, devreler.
edvâr-ı hamse: İnsanlığın sosyal yaşayışı itibariyle geçirmiş olduğu beş devir.
mübayin: Farklı, birbirinin zıddı.
mensûh: Hükmü kaldırılmış, hükümsüz kalmış, nesholmuş.

26 Şubat 2021 Cuma

ENERJİ KUVVETİMİZ İMAN

 

İNANCIMIZ MÜSBET ENERJİMİZDİR

Risale-i Nur’da güzel düşüncenin kaynağı kuantum çekim yasası yahut kâinat enerjisi değil, düpedüz Allah inancıdır. Nitekim “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir.”21 Âyeti veya “Ben kulumun zannı üzereyim. Beni nasıl bilirse onunla öyle muamele ederim.” 22 Hadis-i kutsisi bütün güzelliklerle birlikte güzel düşüncelerimizin Allah’ın lütfu olduğunu bildiriyor.

Ancak çekim yasasının, güzel veya çirkin düşüncemizin gerçekliği yolunda bir araç olması, inancımızla çelişmez. Risale-i Nur sebeplere karşı olmadığı gibi, düşüncemizin melekût boyutunu da kabul eder. Nitekim “Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünkü kurt geliyor.” 23 cümlesiyle, düşüncemizin melekût boyutunun gerçeklikle ilişkisine atıf yapıyor.

O halde biz, düşüncelerimizin gerçekliğe olan etkisinin, çekim yasasıyla izahına araç planında karşı durmayız. Kaynaklarımız da buna işaret ediyor.

Ancak şuna inanırız: Güzel düşüncelerimiz, ruhumuzun Allah’ın güzelliğini ifade tarzıdır. Bu yüzden bizim iyi niyetimiz eşyayı değiştiriyor, bedbahtlığı iyiliğe, çirkinliği güzelliğe, kâbusumuzu rızaya, kahredici durumları sevindiren hallere çeviriyor. Çünkü Allah büsbütün ümit, büsbütün kuvvet, büsbütün güzelliktir.

NİYET TOPRAĞI ALTIN YAPAR

Bu durumda, güzel düşüncelerimizin, kuantum yahut melekût alanındaki benzer enerjimizle etkileşip hayatımıza güzellik olarak dönmesi Allah’ın güzelliğinin tecellisinden başka bir şey olmaz.

Şu cümleleri bu perspektifle ve bu şükran hisleriyle okuyalım:

– “Hüsn-ü niyet öyle bir kimyadır ki; şişeleri, elmasa çevirir; toprağı, altın yapar.” 24

– “Nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder.” 25

– “Fena bir adama, “iyisin iyisin” desen, iyileşmesi ve iyi adama, “fenasın fenasın” desen, fenalaşması çok vuku bulur.”

– “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.” 26

“ -Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya (Haşiye: Mevt bir nevmdir) görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.” 27

Mevtin bir uyku oluşu ile güzel düşüncelerimizin, salih ameli netice vereceği; salih amelin de kabrimizi güzelleştireceği ima edilir.

Demek aslında biz kendi duâmızla kendimizi yapıyoruz, kendi kötülüğümüzle de kendimizi yıkıyoruz.

MELEKÛT(Eşyanın Hakka bakan yüzü)

 

Melekût

      
Varlıkların yalnızca gördüğümüz özellikleri olmadığı, mülkün algılarımızla sınırlı kalmadığı, zaman geçtikçe insani veriler, bu verilerle eşyayı algılamaya çalışan bilim tarafından da ortaya konuyor. Sebep-sonuç zincirinin kırıldığı ve mekanik yaklaşımların yetersiz kaldığı yeni bin yıl her geçen gün yeni manevi açılımlara zemin hazırlıyor. Işık hızının, izafiyetin, Newton’un kanununun şekillendirdiği bakışımız, idrakimiz sürekli dalgalanmalar yaşıyor.

Bilimin en temel kavramları bile sorgulanır oldu. Aslında insanlık şahs-ı manevisi asırlardır bu türden değişimler yaşıyor. Tepsi şeklinde algılanan dünya küreye dönüştüğünde, kainatın merkezine oturtuldu, zaman içinde sonsuz bir evrenin küçücük bir noktası oldu ve yeni verilerle algılarımızda dünyanın nereye oturacağını kestirmek gerçekten güç.

Hz. Adem’den beri değişmeyen bir şey var. O da mülkün özü, eşyanın esması, ya da mülkün melekûtu. Çünkü melekût öz, asıl ve eşyanın ruhu. Algılarda her yeni zaman diliminde farklı şekillere giren eşyanın idrake yönelik hedefi hep aynı. Bütün işleyiş “güzellik ve görülmek” arasındaki ince sırrın etrafında dönüyor. Her an, her işleyişte, zıtlıkların mücadelesinde, mülkün derinliklerinde eşya esma üretiyor. Varlıklar, varlıkların en ince detayları, zaman değirmeninde eşyayı öğütüp esma üretirken bu ürün her bir varlığın sorumlusu “müekkel melek” tarafından asıl güzellik sahibine takdim ediyor. Adeta kainat her an dile gelmiş ilahi musikayı terennüm eden bin bir başlı melekler adedince, yani varlıklar adedince dilleri, bir o kadar nağmeleri olan fonograf gibi. Bu fonografın nağmeleri asırlardır hiç değişmiyor, melekler ordusundan yükselen nağmeler, marşlar susmuyor. Dünya savaşlarında, atom bombalarının atıldığında, bu “musika-i ilahiye” hiç susmadı.

Evet mülkte çirkinlikleri, kötülükleri, kavgaları bir arada bulunduran kevn alemi, kainat, melekûtunda hep güzel nağmeler terennüm ettiriyor. “İmkan dairesinde kevn aleminde ortaya çıkandan, ‘ol’ andan daha mükemmeli yoktur.” hükmü her an tasdik ediliyor. Her şeyin melekût boyutu ve o boyutun güzellikleri çirkinin melek-i müekkelince Cemil-i Mutlak’a takdim ediliyor.

Her an nağmeleri devam eden, zerreler adedince nağmelerin yer aldığı ilahi orkestra, melekûtun berraklığı ile hiç durmaksızın işliyor. Melekûtu bilmek büyük bir huzur veriyor.

25 Şubat 2021 Perşembe

GÜZEL GÖRELİM,GÜZEL DÜŞÜNELİM

 Cenab-ı Allah Hazret-i Musa’ya (as) vahyediyor ki: “Falan mahallede bir dostum var, öldü de cenazesini kaldıran olmadı. Git, cenazesini kaldır!” 

Hz. Musa (as) söz konusu mahalleye gidiyor ve “Burada bir Allah dostu ölmüş; haberiniz var mı?” diye soruyor. Hiç kimse tanımıyor. 

Nihayet bir mahalleli, “Dün birisi öldü, cenazesi de, şurada yatıyor! Ama o Allah dostu değil, o günahkârın biridir!” diyor. 

Hz. Musa (as): “İşte ben onu arıyorum. Sizin günahkâr sandığınız adam tövbe etmiştir. Allah da tövbesini kabul etmiştir. Ama siz onu bilmiyorsunuz.” diyor. 

Bizim günahkâr bildiğimiz adam tövbekâr çıkabilir. Onun için biz biz olalım; kimseyi duâmızdan mahrum etmeyelim. Zaten tövbekâr da değilse, günahkârlığı ile teslim-i ruh eylemişse daha fazla duâmıza ve rahmete ihtiyacı var demektir. Hiç olmazsa, “Allah rahmet etsin!” diye rahmet dilemekten içtinap etmeyelim, onu rahmetten mağdur etmeyelim.  

Evet, günahkâr da bilsek Müslüman’a duâ edelim.   

HER ŞEYDE BİR HAYIR VAR !

 İlâhi öğüt:

“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 1

***

Delikanlının biri damdan düşmüş; bacağı kırılmış; canı fenâ halde yanmıştı. Uzun bir müddet yatağa mahkûm olur. Ziyarete gelenler;

“Üzülme, bunda da bir hayır vardır!” diye teselli ediyordu.

“Yâhû, bacağım kırıldı; bunun neresinde hayır vardır?” diye karşılık veriyordu.

Bir müddet sonra seferberlik ilân edilmiş; bütün gençler çağrılmıştı. Gidenler bir daha geri dönmedi. Onun ayağı kırık olduğundan almadılar. Gidenlerin bir kısmı geriye dönmemiş, dönenlerin bir kısmı da bacağını kaybetmişti! Onları görünce:

“Elhamdülillah, iyi ki bacağım kırılmış, bunda da büyük hayır varmış!” demiş.

***

Kral, her olumsuz olayda, “Bunda da bir hayır var!” diyen çok sevdiği arkadaşı ve veziri ile sık sık avlanmaya çıkarmış. Vezir tüfeği doldurur, kral da patlatırmış. Bir gün nasılsa yanlış doldurmuş, kralın parmağı kopmuş.

“Bunda da bir hayır var!” deyince, kral kızmış arkadaşını zindana atmış.

Tekrar ava çıkan kral, ormanın derinliklerine dalınca yamyamlar yakalamış. Kazanları kurmuşlar ve herkesi tek tek kazana atmışlar.

Sıra krala gelince, salı vermişler. Zira, inançlarında kusurlu kurban edilmezimiş.

Sarayına gider-gitmez ilk işi arkadaşını ziyaret edip zindandan çıkarmak olmuş:

“Özür dilerim, gerçekten de parmağımın kopmasında büyük bir hayır varmış; sana haksız yere zindanlarda çile çektirdik!”demiş

“Üzülme Kralım, bunda da çok büyük bir hayır vardır! Zira, ben zindanda olmasaydım, kazanda olacaktım!”

Dipnot:

1- Kur’ân, Bakara Sûresi, 216.

BELA ÇEKEN HATALAR(CÜRÜMLER)

 Peygamber Efendimiz (asm) ahir zamanda insanlık olarak başımıza belâ çeken öyle hatalarımızdan ve dalâlet hallerimizden bahsediyor ve uyarıyor ki, her biri başlı başına ayrı bir belâ, ayrı bir afet ve ayrı bir musîbet hükmündedir.

Bahsettiğiniz hadiste Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim şu on beş şeyi işlediğinde başına belâlar gelir:

1- Devlet malının ganimet bilinmesi ve haksız olarak yenmesi,

2- Emanetin ehline verilmeyip ehil olmayanlarca kullanılması ve emanetin istismar edilmesi,

3- Zekâtın angarya kabul edilmesi, israfın artması.

4- Haksız emirlerin ve haksız işlerin artması ve haksızlıklara sessiz kalınması,

5- Başına buyrukluğun ve anneye isyanın çoğalması,

6- Arkadaş ve yandaş kayırmalarının artması,

7- Aile içi itaatin bozulması ve babaya cefâ ve eziyetin artması,

8- Camilerde gürültülerin ve boş sözlerin yükselmesi,

9- Halkın en aşağılık kimselerinin söz sahibi olup yönetime geçmesi,

10- Kişiye şerrinden korkulduğu için iyilik edilmesi,

11- İçkilerin serbestleşmesi,

12- İpek elbiselerin çokça giyilmesi,

13- Şarkıcı kızların çoğalması,

14- Çalgı âletlerinin yaygınlaşması,

15- Bu ümmetin sonunun evveline lânet okuması.

İşte o zaman kızıl rüzgâr, yere batma veya suret değiştirme belâlarını bekleyin.” 


24 Şubat 2021 Çarşamba

NE OLDUM DEMEMELİ...

 Vaktiyle hac farizasını yerine getirmek isteyen bir topluluk hac için yola çıkar.Yol hazırlıkları yapılmış yolda giderken garip fakir birine rastlarlar.Bu garip fakir adam sorar nereye gidiyorsunuz diye.Kafiledekiler hacca gittiklerini söyleyince benide yanınıza alın ne olur bende sizlerle hac farizamı yerine getireyim deyince adamın haline bakarlar almak istemezler onu hakir görürler.Adam çok ısrar edince işlerinden bazıları alalım yolda dslgamızı geçeriz derler ve kafileye alırlar.Yolculuk devam eder fakat kafiledekiler zaman zaman bu garibi hor görerek rencide ederler sabır içerisinde şükretmeyi bilen bu garip onların incitici söz ve davranışlarına aldırış dahi etmez.

Kafile Mekkeye ulaşır hac farizası için herkes dağılır.Fariza yerine getirildikten sonra tekrar dönüş için toplanırlar.Aralarında anlaşarak derlwrki şu garibe bir oyun oynayalım.Gariban kimse gelince derler ki sende hac farizanı yerine getirdin mi? Saf temiz kalpli insan Allah'a şükür yerine getirmeye çalıştım Allah sizden razı olsun diye dua eder.Fakat muzip insanlar ona madem hac görevini yaptın hanı beratın deyince adam şaşırır başlar hüngür hüngür ağlamaya ve kafileden ayrılır koşar beratını almak için işte olanlar o zaman olur Allah bu garip kulunu memnun eder hiç ummadığı bir zamanda önünde beratını yazılmış olarak bulur.Diğer kafile mensupları telaş ile adamı aramaya başlarlar,çünkğ geri dönüş için adamın yanlarında olması gerekir.Birde ne görsünler elinde haccın kabul beratı ile çıka gelir.Kafiledekiler pişman olur ama iş işten geçmiştir.

DOST'UN GÖZÜYLE YENİ ASYA

 Yeni Asya’nın başarısının 3 sırrı

İLHAN KESİCİ (İstanbul Milletvekili )

Yeni Asya Gazetesi 21 Şubat 1970 yılında yayın hayatına başlamıştır. Bugün itibariyle tam 52. yıl dönümünü idrak ediyoruz.

Türkiye şartlarında kesintisiz, kavgasız gürültüsüz bir 52 yıllık yayın hayatını idrak etmek zannedildiği kadar kolay bir iş değildir.

Yeni Asya Gazetesi’ni çok daha büyük imkân ve sermayelerle kurulmuş gazetelerle mukayese ettiğimizde bile Yeni Asya Gazetemizin çok daha istikrarlı bir çizgi ve başarı ile yayın hayatını devam ettiğini görüyoruz.

Bu başarıda en başta üç büyük faktörün rol oynadığını ifade etmek istiyorum.

Birincisi, Yeni Asya Gazetesi Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’nı referans alan bir İslâmî duyarlılığa sahip bir yayın politikası izlemiş olmasıdır.

İkincisi, bu amaçla çalışan insanlarımızın bu kutlu hedeften aldıkları ahlâk, azim ve şevkle ve canla başla bu hizmet ifa etmeye çalışıyor olmalarıdır.

Bir üçüncü nokta olarak da şunu ifade etmek istiyorum ki yayın hayatında her hal ve şartta demokrasiyi, hukuk ve adaleti, hak ve özgürlükleri savunan, ihtilâllere, antidemokratik ve dayatmacı anlayış ve uygulamalara karşı çıkan bir duruş ortaya koymuş olmasıdır.

Yeni Asya Gazetemize Cenab-ı Allah’tan nice 52 yıllar daha başarılı bir hizmet ve yayın hayatı diliyorum.

Kurulduğu günden beri, devletimizin, milletimizin, milletin inanç ve değerlerinin, millet iradesinin, demokrasinin ve ahlâkın yanında yer alma gayreti ile yayın hayatına devam ettiğini müşahade ettiğimiz Yeni Asya Gazetesi’nin, 52. kuruluş yıl dönümünü kutluyor, halka ve Hakk’a hizmet yolundaki çalışmalarınızın devamını diliyorum.

HUZUR ORTAMI

 MUTLU BİR AİLE VE SICAK BİR YUVA 

Evlenen çiftler iki "ben" iken  bir "biz " haline gelirler.Kadın baba evindeki ben duygusundan,(benim annem benim babam veya benim ailem,)gibi. Erkekte ana baba ocağındaki ben ve (benim anam babam ailem )duygu ve düşüncesinden arınır ve arınmalıdır..Ben sen yerine, biz siz veya benim senin yerine bizim sözcükleri almalıdır. Kendi eşi ile kurduğu yuvasındaki birlikteliğin meydana getirdiği biz olma duygusunu içine yerleştirir ve yerleştirmelidir.. Bu sorumluluk ile biz olmak ve bunun sorumluluğunu taşır,taşımalıdır.Artık biz gibi davranmak bir zorunluluktur..Bundan sonra, benlik  ve ben dili kaybolmalı her iki eş tarafından biz yada bizler evin ailenin sıcak ortamına hakim olmalıdır.Ortak kararlar birlikte alınmalı gelecekte yapılacak iş ve programlar beraber hayata geçirilmelidir.Çünkü eşler artık ben değil biz demek zorunda, bizim evimiz bizim yuvamız bizim çocuklarımız ile birlikte huzurlu bir ortamı ileride doğacak çoçuklar için hazırlamak durumundadırlar.

Evin diğer büyükleri eşlerin anne babaları da bu sıcak ortamdan zevk alacaklardır.Aile bağlarının bu şekilde kuvvetlendirilmesi hem eşler hem de çocuklar için çok önemlidir.Gelecekte yetişecek çocukların çevreye zararlı birer fert değil faydalı bireyler olmasına yardımcı olacak ve toplum düzgün insanlar ve aile fertlerinin huzuru ve mutluluğu sayesinde gelişip kalkınacaktır.Sıkıntılar boşanmalar huzursuzluklar azalacaktır.Bu şekilde ülke yaşanabilir hale gelecek,insanlar aile ve komşuluk ilişkilerinin güçlenmesi sonucu huzur bulacaktır.Öyle ise ben yerine biz sen yerine siz dilini kullanarak problelerimizi kendimiz çözmek için gayret sarfedelim.Eşler artık birbirlerine saygu duymak ve birbirlerini aileye yeni katılacak çocukları için sevmek ve katlanmak zorundadır.Eşlerin ikisinin de çalışıyor olması ekenomi için artı olabilir fakat bazen de eşlerin benim işim,senin işin aşın benim param senin paran. evim, barkım ,eşyam vs gibi olumsuzluklara sebep olmaktadır.Bu durum da yapılabilecek en güzel şey fedakarlıktır.Atalarımız iki iyilik bir arada bulunmaz demişler.Ya işin ya eşin yerine hem işim hem eşim diyerek karşılıklı anlayış ve hoş görü ile bu ufak tefek problemleri halletmek mümkündür.Yeter ki ben değil biz olalım.Eşlerden her iki tarafında annesi babası her iki eş için de bizim baba ve annemiz olarak saygı ve hürmet görmelidir.Çocukların yetiştşrilmesi anne ve babanın ikisinin de sorumluluklarındandır.Ev işleri kadına bırakılmamalı zaman zaman eşler bu konuda birbirlerine yardımcı olmalıdır.Sen yap, kalk kendin yap benim işim değil veya ben de çalışıyorum gibi karşı tarafı incitici sözler birike birike eşler arasında soğukluğa ve hiç beklenmedik bir anda aile bağlarının kopmasına neden olabilir.Mümkün oldukça kırıcı söz ve davranışlardan kaçınalım.Unutmayalım ki yuvayı dişi kuş yapar fakat onu koruyacakta aile bireyleridir.Bunlara hepimiz dikkat etmeliyiz ve yapabiliriz. İsterseniz bir deneyelim.Haydi hayırlısı...


23 Şubat 2021 Salı

HAK VE ADALET

 Hak ve adaleti kuvvette görenlerin hak ve adalet anlayışı ;

Tek adam rejimiyle birlikte hukuk ve adaletten iyice uzaklaşılmasında, danışman sıfatıyla Sarayı kuşatanların çarpık anlayış ve yaklaşımlarının da büyük rolü ve etkisi var.

Bunlardan biri Yavuz Sultan Selim’le ilgili bir kitap yazıp, kendi indî yorumlarına onu da alet etmeye kalkmış. İşte söyledikleri:

“Yavuz’un zihin dünyasında iktidar sahibi olmayanın adalet sahibi olma imkânı yoktur. Zayıfın adaleti olamaz, zira adaleti uygulamak için otorite ve güç gerekir. Onun adalet anlayışı evvelâ kuvvetli olmaya dayanır.”

Edebali’nin Osman Gazi’ye “Anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Haksızlık bize, bağışlamak sana. İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” öğütlerine uyarak büyüyen Osmanlı cihan devleti haline geldikten sonra mı hükmettiği yerlerde adaleti hâkim kıldı, yoksa âdil olduğu için mi üç kıtaya yayılan bir cihan devleti oldu?

Kuvveti hakta değil, hakkı kuvvette gören bir zihniyete sahipseniz, iktidar olunca âdil olabilir misiniz? Cevabı, bugünün muktedirlerinin içler acısı “adalet” uygulamalarında...

Onlara Yavuz’dan bir adalet kıssası:

Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkmadan önce hazinede fazla para yoktu. Bu sebeple tüccardan borç istendi. Sefer, Osmanlı için çok kazançlı oldu, hazine ağzına kadar altınla doldu. Mısır’ın meşhur hazineleri Yavuz’un eline geçti. Ordu büyük bir zaferle İstanbul’a döndü. 

Yavuz, kendisini karşılamaya hazırlanan İstanbul halkının tezahüratından hoşlanmadığı için, şehre bir gece vakti girdi. Ertesi gün defterdara, borç para alınan tüccarlara, derhal borçlarının ödenmesi emrini verdi. Hemen bütün alacaklılara borçları ödenmeye başlandı. Bunlardan biri vefat etmişti. Çok zengin olan bu tüccardan alınan borç servetinin çok az bir kısmına tekabül ediyordu. 

Defterdar, hemen padişaha bir takrir yazarak, vefat eden tüccarın çocuklarının bu kadar bir paraya ihtiyacı olmadığını belirterek, bu miktarın hazineye kalmasını teklif etti. 

Tamamen kul hakkını ilgilendiren bu teklif padişahı çok rahatsız etti ve defterdarın ilettiği kâğıdın baş tarafına kendi eliyle “Mevtaya rahmet, malına bereket, çocuklarına afiyet, bu kâğıdı gönderene lânet” cümlesini yazarak, defterdarı derhal görevden aldı.

Bu kul hakkı duyarlılığının zerresini taşımayanlar bir de Yavuz’u alet ediyorlar. Geçiniz...

BİRLİKTEN KUVVET DOĞAR

 BİRLİK BERABERLİK

İslâm'ın hakimiyeti için mümin kulların bir arada bulunup birlikte hareket etmeleri ile ilgili olarak kullanılan bir tabir. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de: "Hepiniz birden Allah'ın ipine (İslâm'a) sarılın, asla ayrılmayın, " (Âli İmrân, 3/103) buyurmuş ve müslümanları Kur'an'ın etrafında birlik olmaya çağırmıştır. Aslında bütün semavî dinler gibi İslâmiyet de vahdet dinidir. Bu vahdetin (birliğin) temelinde "tek Allah inancı" vardır. İnsanca yaşamanın, huzura kavuşmanın tek yolu birlik ve beraberliktir.

Dinimizin emirleri müslümanlar arasında birliği sağlamağa yöneliktir. Tek Allah'a inanan müslümanların tek bir kitabı, tek bir kıblesi vardır. Her gün beş kere camide cemaatle namaz kılan ve bir araya gelen müslümanlar, birlik olmanın huzurunu duyarlar. Cuma ve bayram namazları da böyledir. Hac ibadeti ise İslâm birliğinin sembolüdür. Dünyanın dört bir tarafından gelen müslümanların, aynı anda Arafat'ta buluşmaları, tanışıp görüşmeleri gönüllerde İslâm'ın birlik ve beraberlik anlayışını kökleştirmektedir.

Sevgili Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Size birlik halinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zira şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup, beraber bulunan iki kişiden uzaktır. Kim Cennet'in ta ortasında yaşamak isterse, toplu halde bulunmaya baksın." (Tirmizî, Fiten, 7).

"Müslüman topluluğundan bir karış da olsa ayrılan kimse boynundaki İslâm bağını çözmüş demektir. " (Tirmizi, Âdâb, 78).

"Cemaatten ayrılmayınız. Şunu biliniz ki sürüden ayrılanı kurt kapar. "

" Allah'ın yardımı cemaatle (toplulukla) beraberdir. " (Ebû Davûd, Salat, 46).

Bu hadis-i şeriflere ve dinimizin birlik ve beraberlikle ilgili emir ve tavsiyelerine dikkat etmeli ve "cemaatin (birlik ve beraberliğin) rahmet, ayrılığın azap" (Tirmizî, Fiten, 7) olduğu unutulmamalıdır.

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: " Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir. " (el-Enfâl, 8/46).

Toplum düzeni birlik ve beraberlikle sağlanır. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde, birlik ve beraberlik içinde yaşamanın toplum hayatı bakımından ne kadar önemli olduğunu, birliğin temin edilememesi halinde sosyal bünyede nasıl huzursuzluklar çıkacağını toplumu bir insan vücûduna benzeterek anlatmak istemiştir. Bazı organları hasta olan bir insanın vücudu nasıl zayıf ve güçsüz düşerse; düşmanlıkların yaygınlaştığı,birlik ruhunun kaybolduğu toplumlar da öyle güçsüzleşirler. Bu da düşmanın işine yarar. Bunun için bir milleti yıkmak,isteyenler, önce, o milleti meydana getiren fertler arasında ayrılık tohumları ekerek onları birbirine düşürürler. Birlik ve beraberliklerini bozarlar. Maddî ve manevî güçlerini kardeşlerine karşı kullanan ve düşmanlarını unutanlar kolayca başkalarına yem olurlar. Bu gerçek öteden beri bilindiği için, dünyaya hükmetmiş nice büyük devletler, düşmanları tarafından önce içeriden parçalanmış, sonra yıkılıp tarihten silinmişlerdir. Cenâb-ı Hak yukarıdaki ayet-i kerimede bu değişmez gerçeği hatırlatmakta ve böyle bir akibete uğramamak için Allah'ın ve O'nun Peygamberi'nin emirleri çerçevesinde birlik ve beraberliğin korunmasını emretmektedir.

"BEN" DİLİNDEN "BİZ" DİLİNE

 İnsan doğumundan ölümüne kadar değişik evrelerden ve devirlerden geçmektedir.Bu devirlerin her birinde türlü türlü tavır ve vaziyetler takınır.

Daha yaratılşta anne karnında başlayan hayat şartları insanın gelişip birey haline gelmesiyle benlik ve toplum içerisine girmesiyle ferdiyetten yani bireysellikten ben merkezcilikten toplumsallığa yani biz oluşculuğa dönüşür.

Birey iken ben diyen benim evim benim eşyam benim hayatım derken toplum içine girince bizim mahalle bizim okul bizim aile demek durumunda kalır.Doğrusu zaten budur.Benden bize ulaşan fert artık yalnız değil paylaşımları ve sorumlulukları artmış benim dünyam sözü özelinde kalmış bizim dünyamız diyerek toplumun bir ferdi olduğu ama toplum içerisinde ortak değerlere sahip olma bilinci gelişmektedir.

Aile içerisinde bir fert olduğu gibi toplum içerisinde de bir ferttir fakat ben yerine biz olmak ortak değerleri koruyup kollamak ve bu değerlere benden ziyade biz nazarı ve düşücesi ile bakmak insanı diğer fertlere karşı saygılı hale getirecektir.

Evlilik ile yeni bir hayat devresi içine giren fert birey artık baba evindeki benden kendi evindeki biz haline gelmiştir.İki kişinin birlikteliği sonucu oluşan evlilik çocuklar vasıtası ile aileye dönüşür.İki ben olan fertlerin birleşmesi sonucu biz ve bizm aile meydana gelir.Bu birliktelik ortak sorumlulukları beraberinde getirir.Çalışan eşler ben yerine biz demediği taktirde benim evim benim işim ve sonunda benim param ile önce benlik ferdileşme sonra da ayrılıklara kadar giden çatışma ve dağılma.Çocuklar ise bu durumdan en fazla zarar gören taraftır.Anne babanın ben sen kavgaları biz olan ailenin dağılmasına evliliklerin yok olmasına sıcak aile yuvalarının dağılmasına toplumda boşanan çift sayılarının artması anneli babalı öksüz çocukların ben ve sen kurbanı olmasına yol açar.

Bu kavgalara ve huzursuzluklara sebebiyet vermemek için benim annem senin annen benim ailem senin ailen benim işim senin işin benim maaşım senın maaşın yerine bizim ailemiz bizim paramız bizim çocuklarımız bizim ülkemiz diyelim ve benlikten kurtulup biz olalım.Allah tüm insanlığı ve ülkemizi benlikten ve bencillikten korusun.Hepimizin gönlüne biz ve bizim sözcüklerini yerleştirsin.


22 Şubat 2021 Pazartesi

YENİ ASYANIN DEMOKRASİ MÜCADELESİ

 

Yeni Asya’nın demokrasi mücadelesi

      

Üstad ömrü boyunca çok kez zehirlenmiş.

İlk defa Ankara’da mecliste olmuş bu olay.

Ardından on dokuz defa çeşitli mahallerde.

Her defasında çok sıkıntı çekmiş Üstad.

Sendelemiş, günlerce hasta yatağında yatmış, inlemiş, nefesi kesilmiş.

Ama sonunda yine ayağa kalmış, dimdik…

Zehirlenmeden sonra her ayağa kalkışında ise Ankara’nın kap kara karanlık dehlizlerinde hep şu ses yankılanmış:

Yine öldüremedik!..

Yine yok edemedik!..

Üstattan sonra ise Yeni Asya aynı tazyiklere maruz kalmış.

Tabi ki müntesipleri çoğaldığı için yeteri kadar zehir bulamamışlar.

Bu sefer de Yeni Asya’ya farklı yönlerden hücum etmişler.

İçten ve dıştan darbelerle yıkmaya çalışmışlar.

Yok etmek için uğraşmışlar.

27 Mayısta, 12 Martta, 12 Eylülde hep vurmuşlar…

28 Şubatta toptan yok etmeye çalışmışlar.

Darbe üstüne darbeler…

Sendelemiş Yeni Asya, bazen de kısa süre baygınlıklar olmuş.

Lakin her darbe sonunda ayağa kalkmış…

Adeta küllerinden doğmuş bir anka kuşu gibi.

İşte bu her ayağa kalkışın, küllerinden doğuşun akabinde yine o karanlık ses yankılanmış, Ankara’nın o kapa kara karanlık dehlizlerinde:

Yine yıkamadık…

Yine yok edemedik…

52 yıl sonra, bu gün her şeye rağmen yine ayaktayız.

Yine hizmetimizin başında başımız dik durmaktayız.

Evet, dertlerimiz, sıkıntılarım yine var, hep olduğu gibi.

Fakat biz Yeni Asya olarak yine hak bildiğimiz yoldan yürüyoruz.

Hak, hukuk, adalet ve demokrasi mücadelemize devam ediyoruz.

Bu konuda Yeni Asya en sıkı imtihanlardan geçmiş, demokrasi ve hak mücadelesinde ne derece samimi olduğunu bu uğurda ödediği bedeller ile umum aleme ispat etmiştir.

İşte geçen 52 yıl bunun en açık delilidir.

Bu önemli ve şükredilecek bir husustur.

Bu önemli hasletin kamuoyu tarafından da tasdik edilmesi son derece önemlidir.

Bakınız 52. yıl münasebeti ile Yeni Asya hakkında söylenen sözlere.

Gazetemizde yayınlandı, buradan okuyabilirsiniz.

Oldukça dikkat çekici beyanlar var.

İSMİ EVVEL,AHİR,ZAHİR,BATIN

 Yaz mevsimi, ism-i Âhir’in hâtemini taşıyor     

Yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububât ve sebzevâtlar ism-i Âhir’in hâtemini taşıyorlar.

Her bir ağacın mebdeinde ve müntehasında ve üstünde ve içinde “Hüve’l-Evvelü ve’l-Âhirü ve’z-Zâhirü ve’l-Batınü” (Allah Evvel, Âhir, Zahir ve Batın’dır) isimlerinin işaret ettikleri dört sikke-i tevhid var.

 İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi, herbir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan çekirdek öyle bir sandukçadır ki, o ağacın programını ve fihristesini ve plânını; ve öyle bir tezgâhtır ki, onun cihâzâtını ve levâzımatını ve teşkilâtını ve öyle bir makinedir ki, onun iptidadaki incecik vâridatını ve lâtifâne masârifini ve tanzimatını taşıyor.

Ve ism-i Âhir’le işaret edildiği gibi, her bir ağacın neticesi ve meyvesi öyle bir tarifenâmedir ki, o ağacın eşkalini ve ahvâlini ve evsafını, ve öyle bir beyannamedir ki, onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hassalarını; ve öyle bir fezlekedir ki, o ağacın emsâlini ve ensâlini ve nesl-i âtisini o meyvenin kalbinde bulunan çekirdeklerle beyan ediyor, ders veriyor.

Ve ism-i Zâhir ile işaret edildiği gibi, her ağacın giydiği sûret ve şekil, öyle musannâ ve münakkaş bir hulledir, bir libastır ki, o ağacın dal ve budak ve âzâ ve eczasıyla tam kametine göre biçilmiş, kesilmiş, süslendirilmiş. Ve öyle hassas ve mizanlı ve mânidardır ki, o ağacı bir kitap, bir mektup, bir kaside suretine çevirmiştir.

Ve ism-i Bâtın ile işaret edildiği gibi, her ağacın içinde işleyen tezgâh öyle bir fabrikadır ki, o ağacın bütün ecza ve âzâsını teşkil ve tedbir ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüğü gibi, bütün ayrı ayrı âzâlarına lâzım olan maddeleri ve rızkları, gayet mükemmel bir intizam altında sevk ve taksim ve tevzi ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sür’at ve saati kurmak gibi bir suhulet ve bir orduya arş demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika işliyor.

Elhâsıl; her bir ağacın evveli, öyle bir sandukça ve program, ve âhiri, öyle bir târifename ve numune; ve zahiri, öyle bir musannâ hulle ve bir münakkaş libas; ve bâtını, öyle bir fabrika ve tezgâhtır ki, bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar. Ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i âzam, belki bir ism-i âzam tezahür eder ki, bilbedahe, bütün kâinatı idare eden bir Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zîhayatın evveli, âhiri, zâhiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdâniyet taşıyor.

İşte, bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir ağaçtır. Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, ism-i Evvelin sikkesini, ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar ism-i âhir’in hâtemini; ve bahar mevsimi, hûri’l-în misilli birbiri üstüne giydiği sündüs-misâl hulleler ve yüz bin nakışlarla süslenmiş fıtrî libaslar ism-i Zâhirin mührünü; ve baharın içinde ve zeminin batınında işleyen Samedânî fabrikalar ve kaynayan rahmânî kazanlar ve yemekleri pişirttiren Rabbânî matbahlar, ism-i Bâtının turrasını taşıyorlar.

Şuâlar, s. 59

LÜGATÇE:

sebzevât: Sebzeler.

mebde: Başlangıç.

münteha: Son.

Evvel: Başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da Kendisinin ilim ve kudretine bağlı olan Allah.

Âhir: Sonu olmadığı gibi bütün varlıkların neticesinin Kendisine baktığı ve dönüş Kendisine olan Allah.

Zahir: Varlık ve birliğinin delilleri her şeyde apaçık görünen ve bütün varlıkların dış görünüşleri ve san’atlı yapılışlarıyla Kendisinin kudret ve san’atına şâhitlik ettiği Allah.

Batın: Her şeyin hakikatine vâkıf olan ve her şeyin içyüzü Kendisinin kudret ve hikmetine şâhitlik eden Allah.

sikke-i tevhid: Tevhid sikkesi.

menşe-i aslî: Asıl kaynak, öz, menşe.

levâzımat: Lâzım olan şeyler.

iptida: Başlangıç.

vâridat: Gelir.

masârif: Masraflar.

tanzimat: Tanzimler, düzenlemeler, sıralamalar.

fezleke: Özet, hülâsa.

hassa: Birşeye mahsus özellik.

fezleke: Özet, hülâsa, netice.

ensâl: Nesiller.

nesl-i âti: Gelecek nesil.

musannâ: San’atlı bir şekilde yapılan.

münakkaş: Nakışlı, nakışlanmış. İşlemeli.

hulle: Pahalı elbise, Cennet giysisi.

HAKİKİ ALİMLER

    Aziz kardeşlerim! 

Bu mübarek vatan ve milletin ve âlem-i İslâmın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumî sulh ve selâmeti temin edecek bir inayet ve kudrete mâlik olan Risale-i Nur'un şahs-ı maneviyesinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizac etmiştir:

   1 - Yüksek bir kuvvet ve bütün kemalâtın üstadı olan, hakikat-i İslâmiye...

   2 - Şehamet-i imaniye. Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek...

   3 - Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve tealinin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye...

   Arkadaşlar! Şu mealde bir hadîs-i şerif var ki: "Hakikî âlimler, zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikatı pervasızca söyleyen âlimlerdir." İşte biz, ancak böyle ve müttaki bir allâmenin söz ve eserlerine itimad edebiliriz.

   Asrımızda ise, hayatındaki vakıalar ve eserleriyle bu hadîs-i şerife mâsadak olan Risale-i Nur meydandadır. Müellif Bedîüzzaman dinî mücahedesi ve Kur'ana hizmetinde ve ubudiyetinde, Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm)ın sünnet-i seniyesine tam ittiba' etmiş bir mücahiddir. 

Sözler - 756

İNSANLIĞIN TEMELİ

  ADALETTİR

 Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor.

“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; fuhşiyâtı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor”1 deniyor, Kur’ân-ı Kerimde.

Lügatta, hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi; hakka riâyet ve hukuk kurallarının eşitlik ilkesine göre uygulanması mânâsına gelen adalet, şu toplum hayatının bir nizamı olmalı. Çünkü adalet, sadece, karşıdaki kişiye hakkı teslim değil ki. Çerçevesi geniş bunun… Her şeye karşı bir cihette mes’ulüz. Önce, bize vedîa olarak, emanet olarak ihsan edilen vücut hanemize; hanemizdeki lâtifelere; lâtifelerin de maddî ve manevî hukukunda âdil olmak esastır. Onlara haklarını teslim etmek gerekir. Midenin ateşine su, ruhun yangınına “Hû” ile koşmak gibi…

Kurdun kuşun, bütün mahlûkatın hukukunu unutmak hiç insafa sığar mı?

Kişi, anasına atasına, evlâdına ıyâline, hayattaki bütün cana; hatta gerektiğinde, düşmanına dahi adaletli olacak.

İdareci, raiyetine, teb’asına yani, halkına adaletle muamele etmek ve onları görüp gözetmek zorundadır; bundan sorumludur. Hazret-i Ömer (ra): “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, / Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!” 2 diyor, Mehmet Âkif’in manzum diliyle.

Âyet-i kerîmede: “Allah size, mutlaka emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” 3 buyruluyor.

Peygamber Efendimiz (asm) Mekke’yi fethedince, Kâbe’ye bakan Osman b. Talha kapıyı kilitlemiş, Kâbe’nin üzerine çıkmış ve anahtarı vermeyi reddederek: “Senin peygamber olduğunu bilseydim onu verirdim” demişti. Yani, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâmın peygamberliğini tanımadığını ima etmişti. Hz. Ali (ra) anahtarı zorla ondan aldı, kapıyı açtı. Peygamberimiz (asm) içeri girerek iki rekât namaz kıldı, çıkınca Hz. Ali’ye (ra) “Anahtarı eski görevliye vermesini ve ondan özür dilemesini” emretti. Bu olay Osman b. Talha’nın Müslüman olmasına vesile oldu. Adaletin meyvesine orijinal bir örnek!

İnsanın, adaletle muâmele etmesi, insanlığın temeli olduğu gibi; adaletin tecellisine yardımcı olması da, bir insanî görevdir. Hiçbir korku, hiçbir endişe buna engel olmamalı. Çünkü emr-i İlâhî var. Cenâb-ı Hak: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun” 4 diyor.

Bediüzzaman: “Evet adalet iki şıktır: Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkı vermektir” 5 dedikten sonra: “İkinci kısım menfîdir ki, haksızlıkları terbiye etmektir” tesbitinde bulunuyor.

Rabbimiz, kâinattaki bütün harekât ve deveranla; zerreden küreye kadar bütün mahlûkata, adaletle hükmetmekte; ibâdına da, adalet üzre olmalarını emretmektedir. İnsanın eli, insanın dili, insanın fikri fesada meyletmedikçe, mesele yok. Gel gör ki, çoğu zaman hak yerini bulmuyor.

Demek, birgün, bulacağı bir yer var!

“Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor!”

Dipnotlar:

1- Nahl Sûresi, 90.

2- Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, 97.

3- Nisa Sûresi, 58.

4- Nisa Sûresi, 135.

5- Said Nursî, Sözler (yt), 82.

6- A.g.e., 54.

21 Şubat 2021 Pazar

İNSANIN EN BÜYÜK DÜŞMANI KENDİ NEFSİDİR

    Bundan otuz sene evvel, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle dünyanın muvakkat şan ve şerefinin ve enaniyetli hodfüruşluk ve şöhretperestliğin ne kadar zararlı ve ne kadar faidesiz ve manasız olduğunu hadsiz şükür olsun ki, Kur'anın feyziyle anlamış bir adam, o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmaresiyle mücadele edip, mahviyetle benliği bırakmak ve tasannu ve riyakârlık yapmamak için, elden geldiği kadar çalıştığına ona hizmet veya arkadaşlık edenler kat'î bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve teveccüh-ü nâs ve şahsını medh ü senadan ve kendini manevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçması ve hem has kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip o hâlis kardeşlerinin hatırlarını kırması ve yazdığı cevabî mektublarında onların onun hakkında medihlerini ve ziyade hüsn-ü zanlarını kırması ve kendini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Kur'anın tefsiri olan Risale-i Nur'a ve dolayısıyla Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsine verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat'î isbat ediyor ki; şahsını beğendirmeğe çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde... (Tarihçe-i Hayat 526)

  * * *  Hem bu Yeni Said, Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh kazanmak ve şan ve şeref bulmak; kat'iyyen aleyhindedir, kabul etmez... (Tarihçe-i Hayat 495)

  * * *  Ben nefsimi tebrie etmiyorum, nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için; ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbad etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmarem ister istemez akla tabi olmuştur... (Mektubat 68)

*  * Evet nefsini beğenen ve nefsine itimad eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır... (Mektubat 329)

* * *  Medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid'akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer... (Mektubat 414)

Hizmet Rehberi - 12

MÜKEMMEL BİR PROGRAM(SİMÜLASYON)

 Bizler mükemmel bir program içinde yaşıyoruz. Bazıları buna bir simülasyon diyor ve dünya dışı zeki mahluklara mal ediyorlar.

Evet biz bir simülasyondayız, hem de mükemmel bir simülasyon içinde. Sahibi ise sonsuz bir İlim ve kudrete ve iradeye sahip olan Allah’ın simülasyonu içinde. Dünya yüzünde ve kainat çapında tamamen bir yazılım çalışıyor. Kainat adeta devasa bir bilgisayar. Her şey kayıt altına alınıyor. Kainatta aynı zamanda bir “network ağı misali” de düşünen akıllara gözüküyor. Adeta büyük bir internet sunucusu gibi bir mekanizma sürekli faaliyet halinde. İnsan da bu büyük ağa bağlı. İnsan hafızasındaki tüm bilgiler de bu merkezlere kaydediliyor. Levh-i Mahfuz diye tabir edilen bu kayıt merkezi ise kainatın tüm bilgisini içinde barındıran ve olmuş ve olacak her şeyin programı ve yazılımı içinde olan bir kayıt merkezi. Yani nereden bakarsanız bakın bu mükemmel kainatın geri planında o derece mükemmel bir yazılım ve program gözüküyor. İşte bu program da mükemmel bir Programcının, harika bir Yazılımcının ve en kemal noktadaki bir Yaratıcının varlığına ve birliğine işaret ediyor.

Sual: Bir bilgisayar programı tamamen yazılımcının yazdığı kotlara göre çalışır. Kainat da Yaratıcının programına göre çalışıyor ise o zaman insan iradesini nereye koyacağız? Bu durumda zorunlu bir fiil ortaya çıkmaz mı?

Cevap: Evet, kainat bir Yaratıcının yazmış olduğu programa göre çalışıyor. Fakat programın içine bazı kotlar yerleştirilerek insan iradesine bir alan açılmış. Nasıl ki bir programcı yazdığı program içine bazı şart ifadeleri koyar, yani kullanıcının seçimine göre bazı değişik seçenekler programa yerleştirir. Mesela bazı web sitelerinde görürüz. O internet sayfasının rengini değiştirmek için bazı seçenekler konmuştur. Renk olarak kırmızı seçersek, kırmızı; mavi seçersek mavi olur o sitenin rengi. Yani o programı kullanan kişinin bazı tercihleri için program içine seçenekler ve alternatifler konmuş.

İşte aynen bunun gibi kainatta çalışan ilahi program içine insanın seçebileceği bazı alternatifler ve seçenekler yerleştirilmiş. Mesela önümüzde iki yol olsun. İnsan sağ yolu seçerse sağa, sol yolu seçer ise sola gider. İşte bu iki seçenek de kainat programı içine yerleştirilmiş. Yani aklına gelebilecek ve bu dünya şartları içinde olması mümkün tüm seçenekler bu program içinde var. İnsan o seçeneklerden hangisini seçer ise program o yönde çalışmaya devam eder.

Velhasıl kainatta mükemmel bir program ve yazılım çalışıyor. Bu konuda daha yüzlerce delil bulmak mümkün. Adeta her bir insan kainat yazılımın küçük çaplı bir programını taşımakta. Bu da gösteriyor ki bazı iman hakikatlerini anlamak için insanlığın ulaştığı bazı fenni konuları daha dikkatli izlemek gerekiyor.

HÜRRİYETİN ÖNEMİ

 Vücud için besinler ile hava, su ne kadar önemliyse duygular içinde de hürriyet o kadar önemlidir. Bediüzzaman hürriyet sevdalısıdır, hürriyet kahramanıdır. Bu sebeple bu asırda hürriyete çok değer vererek üst düzey bir anlam yükleyip, hürriyeti ekmeğe tercih etmiş ve bir kimlik kazandırmıştır.” En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan hürriyetimdir… Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.” (Emirdağ Lâh.1 s.51) cümleleri Bediüzzaman’ın hürriyete yüklediği anlamı ortaya koyarak, hürriyetin sahip çıkılacak ve onun hayat için mükemmel bir cevher olduğunu nazara verir. Hürriyet hayatın motor ve dinamiğidir, hayatın her alanında kendisini hissettirir.

Hürriyet, herkesin istediğini yapabileceği veya bütün nefsanî arzu ve isteklerini yerine getirebileceği şeklinde anlaşılmamalı. Bu hayvanî tarzda mutlak bir hürriyettir. Kişi hürriyetini kullanırken başkalarına zarar vermemeye azamî hassasiyet göstermelidir. Çünkü verilen zarar kul hakkına girer, bu haktan kurtulmak için kişi ile bizzat helâlleşmek gerekir. Bir diğer yönden de kendi aza ve duygularına zarar vermemelidir. Yani hürriyetin kullanımında hem başkasına, hem de kendimize zarar vermemeliyiz. Bediüzzaman’ın tabiri ile “Hürriyet’in şe’ni odur ki; ne nefsine ne gayra zararı dokunmasın” (Münâzarât s. 55) Hürriyette esas alınması gereken ölçü budur. En kâmil manada hürriyeti Bediüzzaman bu şekilde tarif eder, aynı zamanda bu anlayışa riayet etmek insanî bir vecibedir. Ayrıca dinimize göre ferdin hem kendi hayatına, hem de başkasının hayatına kastetmeye hakkı yoktur, her ikisi de haram ve büyük günahtır.

Hürriyetin kâmil manada bulunduğu yerde kuvvet kanunda olur ve hukukun üstünlüğü hüküm ferma olur. Kişilerin hak ve hürriyetleri kanunla düzenlenir, güçlü olan değil, haklı olan güçlüdür. Bu alanın öncüleri Medine Sözleşmesi ve Magna Carta’ dır. Kanun hâkimiyetinin olmadığı yerde haklı olan değil, güçlü olan haklı olur. Bu hayvanlara mahsus bir vasıftır. İlkel toplumlarda, tek adam rejimlerinde ve aşiret kültürü ile yönetilen toplumlarda kanun hâkimiyeti olmadığı için güçlü olan haklı olur. Mağduriyetler had safhadadır. Kişi hak ve hürriyetlerinin tamamı rafa kaldırılmıştır, hürriyet diye bir olgudan bahsedilemez.

Kalkınma ve refah seviyesi hürriyetle alâkalıdır. Kalkınmanın itici gücü hürriyet veya herhangi bir şeyin baskısını hissetmeyen hür düşüncedir. Kalkınmış ve Gelişmiş ülkelere baktığımız zaman hürriyet normlarının ve insanların refah seviyelerinin çok yüksek olduğunu görürüz. Kalkınma için hür düşünce ve teşebbüs hürriyeti gerekli ve vazgeçilmez bir unsurdur. İnsan hakları ve hürriyetler açısından hür olmayan ülkeler için kalkınmış ülke denilemez.

Geçmişin demir perde ülkeleri buna iyi bir örnektir. Hürriyet insanın ve bir ülkenin zenginliğidir.

MANEVİ ŞEHİT

 HASTALIK ŞEHADETE SEBEP OLABİLİR

Resulullah Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Taun şüphesiz bir azaptır. Allah dilediği kuluna gönderir. Muhakkak ki, Allah, taunu mü’minler hakkında şehadet vesilesi kılmıştır. Bir yerde taun zuhur eder de orada bulunan bir mü’min, sabrederek, sevap umarak, ‘bu taun yalnız Allah’ın takdir ettiği kimseye isabet eder’, diyerek- bulunduğu şehirde kalırsa, Allah ona şehit sevabı yazar.” 

Düşünebiliyor musun, şehidin ecri kadar sevap ayağına gelmiş de sen farkında değilsin? Neredeyse reddedeceksin! Olacak şey mi?

Bence bu sevabı kaçırma!

Bu sevap sen isteyince gelmez. “Ha!” Deyince bulunmaz! Bu fırsat senden geçince sana bir daha dönmez! Senin için bu bir altın fırsattır! Şifanı yine iste, tedavine yine git, doktoruna yine başvur! Ona mani yok!

Ama fazla merakınla ve sabırsızlığınla bu sevabı kaçırma!

Merakını sabrına sür! Gereksiz merakı kaldır! Şifan için çalış! Ama rahmet hakkında su-i zan etme! Rahmet, bu hastalığını sana derman kılıyor. Bu bir talih kuşudur!

Hastalığın dermanındır.

Bu sebeple Said Nursî Hazretleri diyor ki: “Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor.” 

Öte yandan bu hastalık senin kısa ömrünü sevabıyla uzun bir ömür hükmüne getiriyor. Kısa bir ömürde devşiremeyeceğin kadar sevabı sana tahsis ediyor. Bu hastalıkla ölüm gelse, senin ruhunu şehit olarak alıyor.

O halde gam yok! Çünkü rahmet var!

Keder yok! Çünkü Kadir Mevlâ’m seni seviyor ve senin memnun olacağın şeyi yapıyor! Memnun olacağın şeyden ürkme!

“Ey sabırsız hasta! Sabret! Belki şük- ret! Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir.” Bediüzzaman Said Nursî

Hastalık güzelliktir

Şerde hayır vardır. Bunu bilmeyenler şerre isyan ederler. Aslında hayata isyan ederler. Rahmeti itham ederler. Oysa hayata isyan, rahmeti itham hiç kimseye yaramaz. “Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” 

Şerde hayır olduğunu bilenler kadere isyan etmezler, Şerre kızmazlar. Hayata küsmezler. Rahmeti itham etmezler. Ancak tedbir alırlar. Tedbirin bizden, takdirin Allah’tan olduğunu bilirler.

Şerde hayır olduğunu bilen, tedbir de alan kimse, buna rağmen şer gelirse, onu rahmetten bilir, Allah’ın takdirinden bilir. Çaresi varsa, çareyi ve şifayı Allah’tan bilerek doktora başvurur. Varsa ilâcını kullanır. İlâcın tesirini de Allah’tan bilir. Bu tam da tevhit inancının hayatiyet kazanmasıdır.

Çünkü bilir ki Allah Rahman’dır, Rahîm’dir. Bütün hayırlı işlere başlarken Rahman ve Rahim bildiği Allah’ı zikreder. Fark eder ki, bütün yavrulara annelerini lütfeden ve annelerinin şefkatiyle yavrulara şefkat eden ve terbiye eden O’dur. Hayat boyu kendisine seveceği insanlar bağışlayan O’dur. Yalnızlık ve kimsesizlik vahşetini akrabalarıyla, sevdikleriyle ve hemcinsleriyle gideren O’dur.

Her baharda yeryüzünü sayısız rahmet cilveleri olarak türlü türlü nimetlerle dolduran O’dur. Ebedî Cennet’i bütün güzellikleriyle bir rahmet cilvesi olarak sana takdim eden O’dur.

O’na imanla bağlansan, O’nu tanıyıp hastalığın masum diliyle, acı ve gözyaşı içinde O’na duâ ve niyaz etsen, hastalık O’nun rahmetini sana yakın eder. Seni O’nun rahmetine ulaştırır. Seni sınırsız ve kayıtsız hayra ulaştırır.

Madem O var ve sana rahmetiyle bakar; her hastalık güzeldir.

Her güzellik senin içindir, her hayır seni ihya eder.