30 Ağustos 2022 Salı

NEFİS TERBİYESİ


  [Nefs-i Emmâreme Bir Sille-i Te’dib]

  Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim!

  Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura, belki bir hakkın var.

  Hâlbuki sen daim zemme müstahaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyârın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun. Gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla ibtâl ediyorsun ve temellükle gasb ediyorsun.

  Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hudabinliktedir.

  Evet, sen, benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani, fail ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var; o da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır.

  Hem, siz birer perde yaratılmışsınız; tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zat-ı Mukaddese-i İlâhiyenin tenzihine vesile olasınız. Hâlbuki, bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz hâlde, Hâlık’ınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperest, gayet ahmak, gayet zalimdir.

  Hem deme ki, “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memerr olursun.

  Hem deme ki, “Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.” Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.   HÂŞİYE 

  Sözler, 

İSTİBDAT VE GENÇLİK

 Nefsimizin hoşuna gitmeyen kelimelerin içinde terbiye de var.

Bu güzel kelimenin tarifi ve tatbiki yanlış yapılınca, onu istenilmeyenler listesine koymuşuz. Bundan olacak ki, devletlilerimiz de Talim ve Terbiye kelimelerini, yine bir başka yanlış ile “ Eğitim-Öğretim” olarak değiştirmişler. Terbiye kelimesinden en çok kaçan sınıfın ise “GENÇLİK” olduğunu söylememize gerek var mı? Belki burada nefsin özellikleriyle ve terbiyenin manasıyla alakalı etraflıca bilgi vermemiz gerekecekti. Gördüğünüz üzere; köşemizin hali malumunuzdur.

Nefsin hissiyat ve diğer duygularla serazadlığını yaşadığı gençlikte, terbiyeden kaçması ve kendi kuvvetine istinaden zulüm ve başkalarının hukukuna girmesi vuku bulduğundan, Peygamberimiz gençlerin de fıtratına uygun bir terbiye metodu geliştirmiş. Yüzlerce tehdit ve yüzlerce müjde ile onları muhatap alıyor. Mesela; gençlerinizin en hayırlısı, ihtiyarlar gibi yaşayanlardır, sözü; gençliğin galeyanına karşı bir tedbir değil mi? Bu konuyu birçok terbiyeci çalışmalarında güzelce işlemişler.

Terbiyedeki ölçünün bazen istibdada düşmesi ve bazen de lüzumundan fazla hürriyetle ifrata kaçması, bu günkü konumuzun zembereği olsun. Bediüzzaman’ın ifadesiyle tefrit ifrata sebeptir. Yani fıtratın gençliğe verdiği hürriyeti ondan esirgeyen mürebbilerin (ebeveyn, veliler, eğitimciler veya idareciler) baskılarından yararlanarak anarşizme gidenlerin yalnızca terbiyeyi değil, “RABBİ” de inkâr ettiklerini, bilhassa Batılı feylesofların eserlerinden okuyoruz. Açıktan Marksizm’i savunmayan, dinsizliğini psikolojik perdelerin arkasına saklayarak gençliği sefahate dolaylı teşvik eden Sigmund Freud’un, babasıyla olan macerası Batılı düşünürlerce çokça tartışılmıştır. Bu semavi dinler karşıtı feylesofun Allah’a olan düşmanlığını, babasının baskılarına bağlayan çokça araştırmacı vardır. Hatta ilginçtir ki; Freud’u taakip eden inkârcı ve ahlâksız Avrupalı yazarlar, Babanın baskısını Allah’ın baskısıyla bir tutarak, aile reisini “EN BÜYÜK FAŞİST” ilân etmişler.

Ölçü fıtrat olmayınca, elbette dengesizlikler çıkacak. Kur’an ve hadisin gençlerin terbiyesine yönelik ifadelerinde celal ve tehdit vardır. Aşırılıklara karşı ikaz ve cehennem azabıyla korkutma vardır. İnkâr-ı Ulûhiyetçilerin ahireti ve imanı inkâr ile gençlere nüfuz ettikleri bu kapıda; Bediüzzaman Hz.leri Kur’an ve hadisten derleyerek te’lif ettiği GENÇLİK REHBERİ ile duruyor. Bu eserinde önce Allah’ın varlığını isbat ediyor, sonra ahireti caddeleriyle gösteriyor ve nefsi dizginlenen gence güzel ahlâk dersini veriyor.

28 Ağustos 2022 Pazar

DECCAL VE SÜFYANIN DÖRDÜNCÜ DEVRESİ

  ONİKİNCİ MES'ELE: 

   Rivayetlerde var ki: "Deccal'ın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür."

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

Bunun iki tevili vardır:

   Birisi: 

   Büyük Deccal'ın kutb-u şimalî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir.

Çünki kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür.

Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez.

Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür.

Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum.

Demek büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu'cizane bir ihbardır.    İkinci tevili ise: 

   Hem büyük Deccal'ın, hem İslâm Deccalı'nın üç devre-i istibdadları manasında üç eyyam var.

"Bir günü, yani bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üçyüz senede yapılmaz.

İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır.

Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz.

Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır." diye, gayet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.

Şualar - 586

27 Ağustos 2022 Cumartesi

İNSAN ÖLÇÜYÜ KAYBEDERSE

 Merhamet ile bizim âcziyetimizde bir kuvvet, fakrımızda bir kudret meydana gelir. Hamd olsun..

İnsan, bir çekirdek hükmündedir. Bu çekirdek, iman ışığıyla, İslâmiyet suyuyla beslenirse büyüyecek, gelişecek ve bununla beraber meyve verecektir. Ama nefis ve şeytanın telkinlerine uyarsa, çürüyecek ve esfel-i sâfilin derecesine düşecektir.

Hayvandaki duygular sınırlıdır. Ama insandaki duygular, lâtifeler sınırsızdır. Bundan dolayı, insan için sınırsız bir makam tayin edilmiştir. Âla-yı illiyîn ve esfel-i sâfilin..

Ayrıca insanın bu dünyaya gönderiliş sebebi lezzet almak değildir. Çünkü insan, geçmişten gelen elemler ve gelecekteki endişeler sebebiyle, dünya lezzetlerini alamaz hale gelir. İnsanın asıl gönderiliş sebebi, Hâlıkını tanımak, ona iman etmek ve ubûdiyet vazifesini yerine getirmektir.

İnsan, sırât-ı müstakîm üzere yaşamalıdır. Bunun yolu da Risale-i Nur’da beyan edildiği üzere, hikmetli, iffetli ve şecaatli yaşamaktan geçmektedir. Şecaat, cesaretini yerinde kullanmaktır; hikmet, hakkı hak, bâtılı bâtıl bilmektir; iffet ise helâle meyilli olmak ve harama uzak olmaktır.

İnsan, Allah’ın antika bir san’atıdır. Antika, eşsiz, benzersiz demektir. Yaratılmış ve yaratılacak insanlar içinde hiçbir insan yok ki diğer insanlardan farklı bir sîmaya ve farklı bir karaktere sahip olmasın. İşte Yaradan, böyle yaratır.

İnsanda öyle bir anahtar vardır ki, eğer bu anahtarı doğru kullanırsa, Allah’ın esmalarını tanıyabilir ve her yaratılanda Allah’ın esmalarını görebilir. Bu anahtar ene’dir. Ene, bizdeki kabiliyetlerin, güzelliklerin bize ait olmadığını, bizdeki güzelliklerin Rabbimizin isimlerinden bize verdiği bir emaneti olduğunu bize gösterir. Biz de bu güzelliklerden yararlanıp, Allah’ın isimlerini bulmaya çalışarak, mârifetullah ilmine geçebilirsek, imanımızı tahkîkiye çıkarabiliriz. Yoksa eneyi yanlış kullanırsak, Allah muhafaza, bizi firavunluğa kadar götürebilir.

ÖLÇÜ KAYBOLURSA,,,! 

İslam’da tebliğden önce temsil gelir. İnanan insan inandığı dini anlatmadan önce kendi yaşamalıdır. Aksi halde anlatmaların tesiri çok zayıf kalır.

Çinli bir üreticinin söylediği şu söz inananların durumun anlatmak bakımından ne kadar acıdır:

“Müslüman iş adamları bize gelip almak istedikleri sahte ürünlerin üzerine uluslararası markaları yazmamızı istiyorlar. Ancak onları yemeğe götürdüğümüzde bize sunduğumuz yemeklerin helal olup olmadığını soruyorlar. Merak ediyorum İslam dininde sahtekârlık yapmak ve taklit ürün satmak helal mi?”

BOŞANMAK BASİT BİR İŞ Mİ?

 Her insan bu dünya misafirhanesine imtihan edilmek için gönderilmiştir. Ne yazık ki günümüzde yaşanan imtihanların ekserîsi ailevî kaynaklıdır. Kimi eşiyle kimi de çocuğuyla imtihan olmaktadır. Zira âyet-i kerimede de “Bilin ki mallarınız ve çoluk çocuğunuz birer fitnedir. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.” buyrulmaktadır. Buradaki fitne, sınav ve imtihan sebebi demektir.

Evlilik hayatlarında yaşanan imtihanların en büyüğü de boşanmalardır. Maalesef boşanmalar günümüzde çoğalmış durumdadır. Son yapılan resmî istatistiklere göre boşanmaların %35,3’ü evliliğin ilk beş yılı, %20,7’si ise evliliğin 6 ve 10. yılları arasında gerçekleşmiş. Boşanmaların bu kadar kısa süre içerisinde olması tüylerimizi ürpertmiyorsa, başımızı önümüze koyup dertlenmemize sebep olmuyorsa vicdanımızı sorgulamamız lazım. Zira biz Müslümanız ve bir Müslüman için aile hayatı çok önemlidir. Çünkü “İnsanın husûsan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.”

Peki, boşanmak ve yuva bozmak bu kadar basit bir iş mi? Boşanmayı ve boşama sebeplerini hafife indirgememek lazım. Mesela sadece mutlu değilim denmesi ya da evde küçük tartışmaların yaşanması boşanma sebebi olamaz. Boşanmak, yuva bozmak böyle basit olsaydı Allah-u a’lem her on kişiden dokuzu boşanırdı. Hele ki kadınların geçerli bir sebebi olmadan, kocasının rızasını ve helâlliğini almadan, dinen ve şer’an değil de medeni kanunlara göre boşanmayı istemesi çok büyük bir kul hakkıdır ve altından kalkamayacakları bir vebaldir. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm) “Herhangi bir kadın, geçerli bir sebebi olmaksızın kocasından boşanma talep ederse, Cennetin kokusu ona haram olur!” buyurmaktadır. Aynı şekilde erkeğin de sudan sebeplerle ve hoşlanmadığı bir kaç huyu yüzünden karısından boşanmak istemesi kadına, varsa çocuklarına zulümdür. Zira Peygamber Efendimiz (asm) “Mü’min, mü’min hanımına karşı kötü duygular beslemesin; çünkü onun bazı huylarından hoşlanmasa da diğer huylarından hoşlanabilir.”  buyurmaktadır.

Evlilik hayatı sadece mutluluktan ve tozpembe hayattan ibaret değildir. Dört dörtlük, kusursuz ve tartışmanın olmadığı bir aile hayatı da yoktur. Olması da imkânsızdır çünkü insanın kendisi kusursuz ve günahsız değildir. Önemli olan her hâl ve şartta bir ve beraber olmak, dayanışma içerisinde olmak ve zorlukların üstesinden birlikte gelebilmektir. En ufak bir sıkıntıda kaçıp gitmek değildir. Burada bilhassa kadınların sorumluluğu daha fazladır. Yuvayı dişi kuş yaptığı gibi koruyacak  olan da yine dişi kuştur. Bunun aksi hareket eden kadınlar ise fıtratı bozulmuş olanlardır. Bediüzzaman Hazretleri “Aile hayatında en mühim nokta budur ki; kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa; aynen askerîdeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın.” buyurarak kadınların sorumluluğunun ne kadar önemli olduğunu, aksi takdirde aile hayatının darmadağın olacağını vurgulamıştır. Yani kadın kocasından fenalık yahut sadakatsizlik gördüğü zaman kocasının inadına sadakatini ve emniyetini bozarsa o yuva, yuva olmaktan çıkacaktır.

ENANİYET NEDİR ?


  Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, hatta meşru bir tarzda dahi olsa, enaniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.

  * * *

  Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten, insanda en tehlikeli damar, enaniyet’tir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler.

  Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, madem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, ene’yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz” diyor.

  Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, kat’î deliller ile sizlere ispat etmiştir ki, meydan-ı istifadeye vaz’ edilen eserler, mirî malıdır, yani Kur’ân-ı Hakîm’in tereşşuhatıdır. Hiç kimse enesiyle onları temellük edemez. Haydi, farz-ı muhal olarak, ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum; benim bir kardeşimin dediği gibi, madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemâl arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğna etmemelidirler. Selef-i Salihînin ve muhakkikîn-i ulemanın âsârları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir.

  Zannederim ki, o enaniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakaik-ı Kur’âniyenin birer anahtarı ve o hakaikı inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemâl ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur’ân-ı Hakîm’e talebe ve şakird oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal olarak, ben üstadlık dava etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema, ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemaü’s-sû’ hakkında bir tehdid-i azîm var; bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.

  Haydi, farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için çok zatlar enaniyeti terk edip, firavunmeşreb bir adamın kemâl-i sadakatle etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde, acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur’âniye ve hakaik-ı imaniye etrafında, kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enaniyetle hakaik-ı Kur’âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de ona “Lebbeyk” dememesinde haksız değil midirler?

  

26 Ağustos 2022 Cuma

MADDİ MUSİBETLER

    Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür.

Meselâ: Gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir.

Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur.

Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayd kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür.

Merak vasıtasıyla o musibet cesedden geçerek kalbde de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder.

Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur gider.

Bu hakikatı ifade için bir vakit böyle demiştim:

   Bırak ey bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

   Zira feryad bela-ender, hata-ender beladır bil.

   Eğer bela vereni buldunsa, safa-ender, atâ-ender beladır bil.

   Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender beladır bil.

   Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

   Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.

O güldükçe küçülür, eder tebeddül.    Nasılki mübarezede müdhiş bir hasma karşı gülmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya döner, adavet küçülür mahvolur.

Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Lemalar - 12

22 Ağustos 2022 Pazartesi

YOLUNACAK KAZ

 Onu Da Sen Bul

Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.Yanına baş...vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. 

Padişah, ihtiyarı selamlamış:

"Selamunaleykum ey pir"i fani..." 

"Aleykumselam ey serdar"i cihan..."

 Padişah sormuş: 

"Altılarda ne yaptın?" 

"Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..." Padişah gene sormuş: 

"Geceleri kalkmadın mı?" 

"Kalktık... Lakin, ellere yaradı..." 

Padişah gülmüş: 

"Bir kaz göndersem yolar mısın?" 

"Hem de ciyaklatmadan..." 

Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş: 

"Ne konuştuğumuzu anladın mı?" 

"Hayır padişahım..." 

Padişah sinirlenmiş: 

"Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." 

Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor. 

"Ne konuştunuz siz padişahla..." 

Adam, başveziri şöyle bir süzmüş: 

"Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim." 

Baş vezir, yüz altın vermiş. 

"Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu." 

"Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi." 

Vezir kafasını kaşımış.

"Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?..." 

Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış. 

"Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim."

 Vezir bir soru daha sormuş...

"Geceleri kalkmadın mı ne demek?" 

Adam bir yüz altın daha almış. 

"Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim..."

 Vezir gene kafasını sallamış. 

"Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek..."

 Adam gülmüş. 

"Onu da sen bul..."  :)


20 Ağustos 2022 Cumartesi

PARLAMENTER SİSTEM

 Müstebit yalnız bir şahıs mı olur?

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Divan-ı Harb-i Örfi eserinde; “Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir” der.
Burada, istibdadın nasıl sistemleşerek yerleşeceğini gösterir. Yani bir memlekette demokrasi sistemleşemez ise, istibdat sistemleşerek yerini sağlamlaştırır. Bunu önlemenin çaresi kuvvetin şahıslardan alınarak kanunlara verilmesidir. Kanunların ise demokrasi prensipleri içerisinde inşa edilerek kalıcı hale getirilmesi, kanun devleti yapısının yerli yerince oturtulması gerekir. Şahsın müstebit veya demokrat olması geçici bir dönemi etkilerken, sistemin istibdatçı veya demokratik olması ise bütün geleceği etkiler. Bu sebeple “kuvvetin kanunda olması” Bedüzzaman tarafından özellikle hatırlatılır. Sistemi müstebit şahıslardan korumak için daha çok demokratikleşmek ve bunu devamlı kılmak gerekir.
İstibdadın hâkim olduğu yerlerde müstebitler çoğalır, istibdat etmek normal karşılanır. Demokrasinin güçlendiği yerlerde ise müstebit şahıslar bir karşılık bulamazlar. İstibdatçı yapı müstebit şahısları ortaya çıkarırken, demokrasinin kökleştiği yapılar ise demokrat şahısları doğurur.Demokrasinin olmadığı yerde istibdat,istibdatın olduğu yerde de zulüm ve adaletsizlik hakimdir.Çünkü hukuk olmazsa hukuksuzluk ve güç kullanımı mazlumların ezilmesine sebep olur .Zalimler ve güçü elinde tutanlar istibdat ve zorbalıkla yönetmeye çalışır.Denetim olmadığı için yolsuzluk ve suistimalat başgösterir.Böyle bir zamanda haklı olan değil, güçlü olan haklı olur.
Kısacası istibdat keyfi yônetimdir.Bu keyfi yönetim sisteminin panzehiri ise, hukukun üstünlüğünü esas alan, kanun hakimiyeti ve GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLEMENTER sistemdir.
Rafet Özcan

MUTFAKTA YANGIN VAR

 Mutfakta yangın var, tencere boş kaynıyor.Millet iktidardakilere kızgın, bunun sebebi çok.Fakat en belirgin sebeplerinden birisi, iktidara olan güvenin azalması.İktidarda bulunanların, başta ekonomi olmak üzere işsizlik ve enflasyonu kontrol edememesidir.

Mutfakta yangın var,tencere boş kaynıyor.Fakir fukara, evine yiyecek götürememenin sıkıntısını yaşıyor. Senelerdir yatırım yerine tüketime yönelik politikalar sonucu, ülke bu hale gtirildi.Üreterek değilde tüketerek, satarak ve borçlanarak yönetme sonucunda iflasın eşiğinde bir ülke haline geldik.Fabrikaların kapanması  ya da satılması nedeniyle,İşinden olanlar da,iş bulamayan işsizlerin sayısının artmasına sebep oldu.Her evde bir işsizin olması toplumu gerçekten rahatsız etmeye başladı.
Yerel yönetimler vasıtası ile işe yerleştirilenler, adama iş  ile gizli işsizliğe sebep oldu.İşsizlik arttı ve bir kişinin yapacağı işe kendi adamlarından beş kişi yerleştirildi. Ülke bu şekilde yerel yönetimler vasıtası ile soyduruldu.Bugün yerel yönetimler borç bataklığında bocalamktadır, Borçtan kurtulmanın çaresi olarak vergi ve belediye arsalarını satmayı gündeme aldılar.Borçlarını bu şekilde ödeme yoluna gitmeye başladılar. Beğenmedikleri geçmişteki hükümetlerin bıraktığı mirası yemeye başlayarak miras yedi konumuna düştüler.
İşsizler ordusu, "İşsizler Partisi" kursa belki de büyük oranda oy alır. Ama şimdilik kararsız kalarak hükümete sarı kart göstermeyi deneme yolunu seçmiş durumdadırlar.Fakat bu sarı kartın rengi yapılan yolsuzluklar ve zamlarla hükümet ve ortağı partiler için bir seçimde kırmızıya döneceğe benziyor.Artık son akaryakıt zamları ile yoksulluk pahalılık, bıçağı kemiğe dayamış durumda.Devleti idare edenlerin israf ve hesapsız harcamaları millette öfke patlamasına sebep olmuştur.Daha fazla zorlayıpta kin  nefret ve intikama dönüştürmemek gerekir.Siyasiler bu milleti germekten vaz geçsinler.
Devleti yönetenler,"tok açın halinden ne anlar"sözünü yansıtmaktalar. Ülkede işsizlik mi var,herkes halinden memnun diyerek milletle dalga geçmektedirler.Efendim işsizlik yok iş var ama işsizim diyenler işi beğenmiyor ya da ücretini az bularak çalışmak istemiyorlar diyerek kendilerince çıkış yolu bulmaya çalışıyorlar.
Madem işçi ücretleri az değilse adama sormazlar mı, siz neden bir değil, iki değil, üç dört değil, tam beş yerden, hatta bazılar on onbir yerden maaş alıyorlar.Size soruyorum bu milletin çoğunluğu asgari ücertle geçinmeye çalışırken, okulunu bitirenlerin mesleğinde iş bulamayıp bekçi polis ve güvenlik görevlisi olmak için müracat edip adamı ve torpili varsa ancak bir iş bulabilir.Sizler sıkılmadan ülke gül gülüstanlık gibi, işsizlik filan yok demek, gözünü kapamak veya bu milletin aklı ile dalga geçmek değilde nedir?..Allah merhamet ve insaf versin.
Allah kimseyi işsizlik ve açlık ile terbiye etmesin.Bu gidiş pek hayra alamet değil.
Onun için ben  bu iktidarın  sonunu işsizliğin, açlığın ve israfın belirleyeceğini düşünüyorum.

Rafet Özcan

BEN VE BİZ

 Evlenen çiftler iki "ben" iken  bir "biz " haline gelirler.Kadın baba evindeki ben duygusundan,(benim annem benim babam veya benim ailem,)gibi. Erkekte ana baba ocağındaki ben ve (benim anam babam ailem )duygu ve düşüncesinden arınır ve arınmalıdır..Ben sen yerine, biz siz veya benim senin yerine bizim sözcükleri almalıdır. Kendi eşi ile kurduğu yuvasındaki birlikteliğin meydana getirdiği biz olma duygusunu içine yerleştirir ve yerleştirmelidir.. Bu sorumluluk ile biz olmak ve bunun sorumluluğunu taşır,taşımalıdır.Artık biz gibi davranmak bir zorunluluktur..Bundan sonra, benlik  ve ben dili kaybolmalı her iki eş tarafından biz yada bizler evin ailenin sıcak ortamına hakim olmalıdır.Ortak kararlar birlikte alınmalı gelecekte yapılacak iş ve programlar beraber hayata geçirilmelidir.Çünkü eşler artık ben değil biz demek zorunda, bizim evimiz bizim yuvamız bizim çocuklarımız ile birlikte huzurlu bir ortamı ileride doğacak çoçuklar için hazırlamak durumundadırlar.

Evin diğer büyükleri eşlerin anne babaları da bu sıcak ortamdan zevk alacaklardır.Aile bağlarının bu şekilde kuvvetlendirilmesi hem eşler hem de çocuklar için çok önemlidir.Gelecekte yetişecek çocukların çevreye zararlı birer fert değil faydalı bireyler olmasına yardımcı olacak ve toplum düzgün insanlar ve aile fertlerinin huzuru ve mutluluğu sayesinde gelişip kalkınacaktır.Sıkıntılar boşanmalar huzursuzluklar azalacaktır.Bu şekilde ülke yaşanabilir hale gelecek,insanlar aile ve komşuluk ilişkilerinin güçlenmesi sonucu huzur bulacaktır.Öyle ise ben yerine biz sen yerine siz dilini kullanarak problelerimizi kendimiz çözmek için gayret sarfedelim.Eşler artık birbirlerine saygı duymak ve birbirlerini aileye yeni katılacak çocukları için sevmek ve katlanmak zorundadır.Eşlerin ikisinin de çalışıyor olması ekenomi için artı olabilir fakat bazen de eşlerin benim işim,senin işin aşın benim param senin paran. evim, barkım ,eşyam vs gibi olumsuzluklara sebep olmaktadır.Bu durum da yapılabilecek en güzel şey fedakarlıktır.Atalarımız iki iyilik bir arada bulunmaz demişler.Ya işin ya eşin yerine hem işim hem eşim diyerek karşılıklı anlayış ve hoş görü ile bu ufak tefek problemleri halletmek mümkündür.Yeter ki ben değil biz olalım.Eşlerden her iki tarafında annesi babası her iki eş için de bizim baba ve annemiz olarak saygı ve hürmet görmelidir.Çocukların yetiştşrilmesi anne ve babanın ikisinin de sorumluluklarındandır.Ev işleri kadına bırakılmamalı zaman zaman eşler bu konuda birbirlerine yardımcı olmalıdır.Sen yap, kalk kendin yap benim işim değil veya ben de çalışıyorum gibi karşı tarafı incitici sözler birike birike eşler arasında soğukluğa ve hiç beklenmedik bir anda aile bağlarının kopmasına neden olabilir.Mümkün oldukça kırıcı söz ve davranışlardan kaçınalım.Unutmayalım ki yuvayı dişi kuş yapar fakat onu koruyacakta aile bireyleridir.Bunlara hepimiz dikkat etmeliyiz ve yapabiliriz. İsterseniz bir deneyelim.Haydi hayırlısı...

Rafet Özcan



ÖLÇÜ NEDİR ?

Her olumlu şey için bir ölçü tayin edilmştir. 

Şunu hemen belirtmek isterim ki, İnsanın ve bilhassa müslümanın ölçüsü islam dininin temel esası olan Kur'an ve peygamberimizin hadisleri ile sünneti seniyyesidir.Kur'an vasıtası ile Allah bize, yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz.Allah israf edenleri sevmez buyurmaktadır. Peygamberimiz ise, komşusu aç iken kendisi tok olan bizden değildir buyurmaktadır.Bu ölçülere uyan müslüman zaten geçim sıkıntısı çekmez iktisad eder onun için bereket bulur.Helal haram demeden kazanan ve harvurup harman savuran insan kazancında bereket evinde huzur bulabilir mi? Haramın harmanı olur mu  ? Bu günkü kargaşalık ve huzursuzluğun nedeni Bediüzzamanın tesbiti ile iki kelimedir.Birincisi "Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölsün bana ne" ikincisi, "Sen çalış ben yiyeyim." Bu iki kelimenin kökünü kazıyacak ise, zekatın verilmesi ve faizin yasaklanmasıdır.Malesef bugün dünyada ve ülkemizde her ikiside mevcuttur.Faiz sonuna kadar kullanılmakta, zekat ise Allah'ın emrince yerine getirilmemektedir.Ayrıca Allah'ın yasakladığı israf alıp başını gitmiş, Allah'ın emri olan iktisattan uzaklaşılmıştır.Başta yöneticilerimiz olmak üzere herkes ölçüsüz harcama ile israfta boğulmaktadır.

Yöneticilerimiz ülke çapında tasarrufa yönelmeden ziyade israf içerisinde yüzmektedir millete de iktisat edip şükretmelerini telkin etmektedirler.Fakir fukara kazandıkları ile geçinememekte bu nedenle  bankalardan kredi alarak borç bataklığında yüzmekte kullandığı kredilerinin faizine yetişememktedir.Aşırı şekilde tüketim ise sanki teşvik edilircesine al harca, eskiden bankalardan para alamazdın para mı istiyorsun al sana istediğin kadar kredi. sonunda o para ödenmeyecekmiş gibi  kimse ödemeyi düşünmeden habire harcıyor. Borç ödeme zamanı gelince ödeyemiyor aldığı para faiz yüzünden enaz iki katına çıkıyor.Ardından icra evine dayanıyor. Sonra da intiharlar ve boşanmalar ile aileler çöküyor.Ahlaksızlık almış başını gidiyor.Bilmem ki bu gidişin sonu nereye varacak. Doğrusu  çok merak ediyorum.Evet eskiden ihtiyaç miktarı kadar harcama yapılırdı.  Şunu unutmamak gerekir ki, "Eski hal muhal, yani eski geride kaldı ya yeni hal yada izmihlal".Eskiden on kalem malzemeye ihtiyaç duyuyorduk şimdi yüz kalem belki de daha fazla şeye ihtiyaç duymaktayız.Hasılı ihtiyaçlar fazlalaşınca harcama artıyor gelir az harcama fazla ise her yıl açık veriliyor, gün geliyor borç yükünün altından kalkmak mümkün olmuyor.Kısacası iktisad eden bereket bulur ve lsraf etmez ve geçim sıkıntısı çekmez.Yeter ki İslamın emirlerine uyalım.Zenginlerimiz, zekatının zekatını, alimlerimiz de zekasının zekatını yani ilmini bu milletin yolunda kullansalar biz de medeni kalkınmış dünya ülkelerinin arkalarından yetişiriz .Haydi hep birlikte çalışalım gerisi devleti yönetenlere kalmış bir iştir onuda yetkililer düşünsün vesselam...
Rafet Özcan

AİLENİN HUZUR VE MUTLULUĞU

 Millet fertlerin meydana getirdiği aynı topraklar üzerinde yaşayan vatandaşlık bağlarıyla birbirine bağlı topluluktur.Vatan ise bağımsız bayrak ile bütünlüğü diğer ülkelerce kabul edilmiş sınırları belli toprak parçasıdır.Toplum fertlerden oluşur.Bireylerden meydana gelen en küçük birim ailedir.Aile eş ve çocuklar büyük anne ve babadan ibarat çekirdek birimdir.Çekirdek aile dediğimiz anne baba ve çocuklar bir  erkek ve kadının evlilik ile meydana getirdiği birliketliktir. Bu evlilik sonucu çocukların vücuda gelmesi aile bağlarının gğçlenmesini sağlar.Evlenmeden önce farklı bireyler evlilikle birlikte eşit şartlarda bir bütün olarak yeni bir biz bir bütün oluştururlar.Yani eskiden iki ayrı fertler, evlilik akdi ile yeni bir oluşum meydana getirmiş olurlar ki bu oluşuma aile adı verilir.İki ben evlilikle fedakarlıklar sonucu bir bütün haline gelir.Evlilik ile kendi yarısını eşine feda edip  iki yarım şeklinde bir başka yapıda bir bütün olurlar.Artık kendi için değil eşi içinde düşünüp fedakarlıkta daha sonra çocukları içinde fedakarlıkta bulunmak zorundadırlar.Mutluluk karşılıklı sevgi ve fedakarlığın neticesidir.Allah'ın insanlar  verdiği sevgi sayesinde eşlerin ortak varlıkları olan çocuklar doğar büyür ve gelişir.Sıcak bir ailede sevgi ile büyüyen çocuklar hem aile hemde toplum için faydalı bireyler olur.Bir bütün  olmanın şuurunda olan aile fertleri sevgi ve hoşgörü sayesinde birbirlerine kenetlenir.Öyle güçlü bağlar ile bağlanırlar ki hiç bir  güç onları birbirkrinden ayırıp koparamaz.Tıpkı bir aşının tutmasıyla yeni meyveye dönüşen ağaç gibi sağlam meyve veren kırılmaz ve sarsılmaz ağaca dönüşür.Bu aile bireylerini dağıtmaya kimin gücü yeter ki.İşte toplum güçlü aile bağları ile birbirine bağlı fertlerden oluşursa o millet ayakta durur o vatan bayrağı ezanı ve ordusuyla güçlü olarak ayakta dimdik kıyamete kadar baki kalır.Bundan anlaşılıyor ki,aile içi

basit meseleleri büyütüp aile bağlarını koparan insanlar yalnız kendilerine değil çocuklarına çevrelerine ve dolayısıyla ülkesine zarar vermiş olur.
İstenmeyen sonuçlarla karşılaşmamak için,
ne olur her birimiz, gelin bu konuyu birlikte tekrar düşünüp öyle karar verelim.
R.Özcan

SÖZÜN ÖZÜ


“Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır…”

Bediüzzaman, (Münâzarât)

Siyaset yönetme sanatı olduğu halde muhteris yöneticiler tarafından menfaat aracı olarak kullanılmış kendi çıkarları için halk ve ülke feda edilmiştir.Bu durumu geçmiş yıllarda gören Bediüzzaman menfaat üzerine dönen siyaseti canavara benzetmiştir.Niçin başka hayvana değilde canavara benzetilmiş çünkü canavar hırs ve vicdanızca saldırır bir  sürüye giren canavar yiyebileceğinden fazla koyunu boğar öldürür ve daha sonra belki bir tanesini dahi yiyemeden kaçar kurtulur.

Menfaat üzere dönen siyasette böyledir.Yöneticilerin ihtirası uğruna halk ve ülke feda edilir.Belli bir zümre zenginleşerek halkın çoğunluğu yoksullaşır.

Faiz lobisi milleti sömürür.Bankalar ve zenginler daha zengin olur.Zengin ile fakir arasındaki uçurum artar ."Ben tok olduktan sonra başkası aç olsun bana ne" zihniyeti ile "Sen çalış ben yiyeyim" düşüncesi gelişir.Sermaye belli kurum ve zümrenin elinde aç canavar gibi saldırganların aç gözlü doymazların baskı ve zulüm aleti olur.

İşte günümüz Türkiye'sinin durumu buna en güzel acı bir örnek teşkil etmektedir.

19 Ağustos 2022 Cuma

SOYGUN VAR ...!


Doğalgaz ithalat faturası 42.3 milyar dolardan 16 milyar dolara geriledi, ancak bu indirim fiyatlara yansımıyor.

Arabistan ile Rusya arasında başlayan fiyat rekabeti var, Brent tipi petrolün varil fiyatı 25 dolar ile son 17 yılın en düşük seviyesine geriledi. Bir varilde, standart olarak 159 litre petrol bulunuyor. Dolar/TL kuru 7,56 TL’den hesaplandığında, petrolün varil fiyatı 189 TL, litre fiyatı 1 TL’nin altına düşüyor. Vatandaşa 7 lira civarında satılıyor… 

Vatandaş halen pahalı doğalgaz tüketiyor, en pahalı elektrik, internet kullanıyor. Neden? Direkt ödediğimiz vergilerin yanında dolaylı olarak (Katma Değer Vergisi (KDV), Özel Tüketim Vergisi (ÖTV), Özel İletişim Vergisi (ÖİV), Damga Vergisi, Harçlar, Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi (BSMV) olmak üzere diğer dolaylı vergiler de ödüyoruz. 

Toplanan vergiler, özelleştirme paraları, deprem, işsizlik gibi fonlarda toplanan 100 milyarlarca liralar nereye gitti; ceplerinize bakar mısınız? Bir de (yönetici, belediye başkanı, sendika başkanı, odalar başkanları, ağalar, vs.) reislerin ceplerine bakar mısınız? 

“Reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:  

“Eyyühe’r-rüûs ve’r-rüesa! Tekasülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havale etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü, şu mesakini istihdam ile ücretinizi almışsınız. İşte, hizmet vaktidir... (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 77-78) 

Ne kendi kendimizi, ne biribirimizi kandıralım! Ceplerinize bakın, soygunu bütün çıplaklığıyla göreceksiniz! Bu sosyal bir kanundur:  

“Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.” (Bediüzzaman, Münâzarât, s. 74) 

Şeffaflık istemedikçe, sorgulamadıkça, mihenge vurmadıkça Asya münafıkları ve Avrupa zalimleri bizi sömürmeye, soymaya devam edecektir!

EY İNSAN !

 Ey insan! 

Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva'-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? 

Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve kat'iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir. 

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve safî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o safî hürmetin tercümanı ve unvanı olan "Bismillahirrahmanirrahîm"i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman'ın dergâhında şefaatçi yap.

   Ey insan, eğer insan isen "Bismillahirrahmanirrahîm" de. O şefaatçiyi bul!

Gençlik Rehberi - 189

SARSILMAYINIZ

 "Eyvah, eyvah!

El-Aman, el-Aman!

Ya Erhamerrâhimîn meded!

Bizi muhafaza eyle, bizi cinn ve insî şeytanların şerrinden kurtar, kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur." diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryad edip ağladılar.

   Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim!

Bana yardım ediniz.

Mes'elemiz çok naziktir.

Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı manevînize bırakmıştım.

Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor.

Gerçi hâdise pek cüz'î ve geçici ve küçük idi.

Fakat saatimizin zenbereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir.

Ve bu noktada ehemmiyetlidir ki, maddî üç patlak ve manevî üç müşahedeler tam tamına haber verdiler.

  Said Nursî 

   (Şuâlar 498)

Hizmet Rehberi - 42

İHLASI KAZANMANIN YOLU

    Hodgâmlık ve enaniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek; ittifak ve muhabbet yerine, ihtilaf ve rekabet ortaya girer.

İhlası kaçırır, vazifesi zîr ü zeber olur.

   İşte bu müdhiş sebebin verdiği vahîm neticeleri görmemenin yegâne çaresi, "dokuz emirdir."

   1 - Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek.

Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.

   2 - Belki daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek...    3 - Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: "Mesleğim haktır yahut daha güzeldir" diyebilir.

Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden, "Hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek...

   4 - Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle...

   5 - Hem ehl-i dalalet ve haksızlık -tesanüd sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında; o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlub düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp o müdhiş şahs-ı manevî-i dalalete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek...

   6 - Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için...

   7 - Nefsini ve enaniyetini...

   8 - Ve yanlış düşündüğü izzetini...

   9 - Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder.

(Lem'alar 150)

Hizmet Rehberi - 36

18 Ağustos 2022 Perşembe

SABIR VE ŞÜKÜR ETMEKLE MÜKELLEFİZ

    Aziz, sıddık kardeşlerim!

   Evvelâ: 

   Hiç telaş ve merak etmeyiniz.

Hakkımızdaki her hâdisede; hem perde altında, hem neticeler itibariyle, hem rahmet ve inayetin iltifatları ve tebessümleri, hem kader ve kısmetin ve adalet ve şefkatin terbiyeleri var olduğu kat'î ve mükerrer tecrübelerle tahakkuk ettiğinden, biz en acı vaziyet ve sıkıntılara karşı, kemal-i sabır içinde şükür etmekle mükellefiz.

Ve cildleri ve derileri soyulan Cercis Aleyhisselâm gibi binler, milyonlar hakikat mücahidlerinin hakaik-i imaniyenin kudsî hizmetinin bir numunesine mazhar olan Nur şakirdlerinin çektikleri zahmetler, o eski zâtların zahmetlerine nisbeten binde bir olmaz.

Ve ücret ve kazanç cihetinde, inşâallah birdirler ve beraberdirler.

   Sâniyen: 

   Onbir defa bana sû'-i kasd eden ve dört defa mahkemeleri aleyhimize sevkedip üç defa hapse sokan gizli düşmanlarımızın Nurlar hakkında plânları akîm kaldığından, bütün desiseleriyle, ehemmiyetsiz şahsıma karşı sıkıntı, tecrid-i mutlak ve kimse ile temas etmemek ve damarıma dokundurmakla işkenceler verdirmeye çalışıyorlar.

Ben de, o işkencelerin altında inayetin iltifatını görüp tahammül ederek şükrederim.

Zannederim, herbirinizden vücudça on derece zaîf ve on derece ziyade sıkıntılarıma karşı tahammülüm, sizin gibi kuvvetli ve âlîcenab zâtların, küçücük ve geçici ve cüz'î sıkıntılarınızı nazarınızda hiçe indirir diye, daha size teselli vermeye lüzum görmüyorum.

   Sâlisen: 

   Şimdi şahsımı çürütmeğe çalıştıklarından ve sıktıklarından ve ihanet ettiklerinden dolayı sıkılmayınız.

Çünki Nurlara ve talebelerine ilişilmediğine bir alâmettir ve tam aldandıklarına bir emaredir.

Yani: Kıymeti, hüneri şahsımda zannedip beni sıkıyorlar, çürütmek istiyorlar.

Bu aldanmalarında pek büyük bir maslahat ve Nurlara çok faidesi var.

Benim tam yapamadığım vazife-i şahsiyemi ve hizmet-i Nuriyemi, bu suretle menfî bir tarzda bana yaptırıyorlar.

İnşâallah o nisbette sevab kazandıran kusuratlarıma keffaret olur.

   Râbian: 

   Gizli münafıklar, her nasılsa bazı resmî memurları aldatıp "Said ile görüşen, dost ve Nurcu olur.

Kimse temas etmesin." diye onları evhamlandırmışlar.

Hattâ heyet-i idare ve gardiyanlar dahi benden kaçıyorlar.

Ben de memnun oluyorum ve bu hale şükrediyorum.

Sizlerle, sureten görüşmediğimden zararı yok.

Çünki bir hanede maddeten ve manen ve ruhen ve kalben ve vazifeten ve fikren ve muaveneten daima beraberiz.

Manevî görüşüyoruz, yeter.

  Said Nursî 

Tarihçe-i Hayat - 593

KURUMSAL DEĞİŞİM ŞART

 

Demokrasilerde kişilerden ziyade kurallar ve kurullar önemlidir.Kişilerin yetenek ve kabiliyeti kurumların ve kurumsallaşmanın başarısına katkı sağlar.Partiler partileşebilmesi için enaz üç seçim geçirip lider sultasından kurtularak kurullar oluşturabilmişse başarılı olur yoksa lider gider parti biter.Ülke kalkınması içinde kurullar önemli kurumlar liyakat esasının benimserse ve iş bilen insanlar kurumların başına geçerse ülke siyasal çekişmelerden kurtulur ve iktidarı ile muhalefeti ile elele verilerek ülkede kalkınma sağlanır.Yoksa bugün A partisi gider yerine gelen B partisi de aynı yanlışlıkları sürdürür.Tek adamların hakim olduğu sözde demokrasi icraatte dikda ve baskı devam eder.Tıpkı askerdeki yeni gelen askerlere acemi alt devre diyerek üst devreler tarafından yapılan zulümler gibi baskı ve zulüm devam eder gider.

AKP BUDUR!

Demokratik Güçlendirilmiş Parlementer sistem ve helalleşme buluşmasına katılan  konuşmacı Muharrem Kaşıtoğlu da, “Muhafazakâr bir insan olarak karşınızdayım. Üç evladım var, üçü de imam hatip öğrencisi. AK Parti, 2002 seçimleri öncesinde, pek çok mağduriyetin yaşandığı ülkede ‘Mağduriyetleri, adaletsizlikleri, hukuksuzlukları ortadan kaldıracağız’ diye yola çıkmıştı. Adaletsizliklerin ve hukuksuzlukların muhatabı olan Türkiye seçmeni de AK Parti’ye destek vermişti. Askerde ‘devrecilik’ diye bir kavram vardır. Yeni askerler, askere gittiklerinde büyük eziyet görür, baskı görür. Yeni askerler, buna isyan ederlerdi. ‘Üst devre olunca bu baskıyı kaldıracağız’ derlerdi. Üst devre olunca, eski zulmü bile aratır hale gelirlerdi. AK Parti budur. Geçmişte yapılan haksızlıkların, adaletsizliklerin yüz katını, bin katını yapar bir hale gelmiştir.” diye konuştu.

17 Ağustos 2022 Çarşamba

ENFLASYON; "TEK KOLLU CANAVAR"

 OdaTV'nin haberine göre, sosyal medya platformlarında paylaşılan videoda, Süleyman Demirel yanında Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz ve Erdal İnönü varken enflasyonla ilgili düşüncelerini TRT'de katıldığı bir programda açıkladı.

Demirel "Türkiye’nin birinci sorunun o yıllarda enflasyon" olduğunu söylemesi dikkat çekti. 

Sanki 2023 seçiminin sonucunu yıllar önce görmüş gibi açıklama yapan Süleyman Demirel enflasyonun önemini vurguladı ve halkın bütünlüğü için önemli olduğunun altını çizdi. Demirel'in o videosu gündem oldu. 

Demirel videoda "Doğrudur Türkiye'nin birinci sorunudur enflasyondur. Hakikaten bugün, enflasyon dediğimiz halk günlük yaşar. Halkın birinci sorunu geçim sıkıntısıdır. Esasen enflasyon devletleri yıkan bir olaydır. Milletleri içinden bozan bir olaydır. Esasen enflasyon sadece pahalılık olayı da değildir. Ahlakı bozar. Borcu olan borcunu ödeyemez. Alacağı olan alacağını alamaz. Hırsızlıktan, soygundan, fuhuşa kadar hemen hemen bütün yolları açar. Toplumun içini bozan bir olaydır. Onun için Batılılar enflasyona bir numaralı halk düşmanı derler. Tek kollu canavar derler" diye konuşmuştu.

İNFODEMİ

 

(YANLIŞ BİLGİ SALGINI)

Her nimet şükür ister. Nimetleri israf etmemek gerekir. Peki, dijital dünya ile dengeli bir iletişim nasıl sağlanır? Bu konuda ihtisas sahibi uzmanlar ne der? Tavsiyeleri nelerdir?

Dijital İletişim Uzmanı Tolga Akkuş infodeminin pandemi kadar tehlikeli olduğunu, yanlış bilginin insan sağlığını ciddi manada etkilediğini söylüyor. 

(29 Ekim 2020, Yeni Asya)

“İnfodemi dediğimiz şey koronavirüs kadar tehlikeli. Çünkü yanlış bilgiyle hareket etmek de insanın sağlığını ciddî manada etkiliyor. İnternette duyduğumuz, gördüğümüz, algıladığımız her şeye inanmamamız gerekiyor. Konuşan kişi bu konuda uzman mı? Hangi kaynaklardan bilgi almış? Bunu teyit etmemiz gerekiyor. Başka bir konu da acaba benim gördüğüm görüntüler bugüne mi yoksa eski bir tarihe mi ait? Bunlara dikkat etmek gerekiyor. WhatsApp, Instagram, Facebook şirketlerinin sahibi, ‘Siz bu uygulamaları eğer iki sene kullanırsanız bu sizi çevrenizdeki arkadaşlarınızdan daha iyi tanır. Eğer siz bu uygulamaları beş sene boyunca kullanırsanız bu uygulamalar sizi eşinizden bile iyi tanır. Eğer on yıl boyunca kullanırsanız bu uygulamalar sizi sizden bile daha iyi tanır. Sizin ne zaman işten ayrılacağınıza, ne zaman evlilik kararı alacağınıza, ne zaman karnınızın acıkacağına dair bütün her şeyinizi sizden daha iyi bilir. Sosyal medya mecraları döviz bürosu gibi çalışır. Siz dikkatinizi verirsiniz ve ücretsiz hizmet alırsınız. Reklâm verenler ise para verir ve sizin dikkatinizi satın alır. Siz ücretsiz olduğunu zannetseniz de aslında onlar sizin en kıymetli şeyinizi alır. En kıt kaynağınız olan zamanınızı ve dikkatinizi. Sosyal medya mecraları reklâm verenler için ücretlidir. Biz ise onlar için sadece birer ürünüz. Veri bilincini kazanmamız ve buna göre hareket etmemiz gerekiyor.”

HÜLASA

İhtiyaçlarımızı net olarak belirleyip neyi, ne kadar, ne zaman, nasıl, nereden, kimden öğreneceğimizi planlayıp tespit etmemiz gerekiyor.

Aksi halde en büyük nimetimiz, zenginliğimiz olan zamanımızı israf etme ve bir “mal-meta” durumuna düşme tehlikesi var.

Hele de aile ortamında yetişkinlerin çocuklara “örnek olma” durumunu da düşünürsek bu konu daha da önemli hale geliyor.

Ne dersiniz?

16 Ağustos 2022 Salı

KENDİ VAZİFENİ YAP

 Tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardır ki:

  Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve her şey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.” 

  Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki: 

  اِنَّ لِلّٰهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَلَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يخْتَبِرَ رَبَّهُ 

  Yani, “Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan, sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem, Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevârî bir surette Cenab-ı Hakkın

  rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münafidir.” 

  Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmamalı. 

  Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbâı ona demişler: 

  “Sen muzaffer olacaksın. Cenab-ı Hak seni galip edecek.” 

  O demiş:

  “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.”

  İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur. 

  Evet, insanın elindeki cüz-i ihtiyârî ile işledikleri ef’allerinde, Cenab-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki üstad-ı mutlak, mukteda-i küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,

وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ  399   olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. 

  Çünkü اِنَّكَ لَا تَهْد۪ي مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ  400   sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir; Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.

  Öyle ise, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlık’ınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

https://risale.de/lemalar/1425

HASETLİK(KISKANÇLIK)

 Çağın en kötü hastalıklarından birisi de kıskançlıktır. Doç. Dr. Rıdvan Üney, kıskanç insanlar konusunda çok önemli uyarılarda bulunmaktadır.

Şöyle demektedir:
’’Bir kimse bir üstünlük gösterdiğinde veya sevilen birisinin, başkasıyla ilgilendiği kanaatine varıldığında takınılan olumsuz tutuma kıskançlık denir.”

Günümüzde bu mevzu, çiftler arasında en büyük problem olarak yer almaktadır. Hatta bazen sonuçları şiddete, cinayete kadar varabilmektedir. Kıskançlığın nereye kadar normal, nereden sonra sorunlu bir durum olduğunu anlamak gerekir. Kıskançlık diğer bir tabirle hasetlik, İslâmiyet’in kesinlikle haram kıldığı bir günahtır. Haset eden, önce kendini yakar. Hasetlik doğuştan gelen bir davranış şekli değildir. Hayatımızın başlamasıyla bir şeyleri paylaşmaya başlarız. Gördüğümüz ilginin eksildiğini fark ettiğimiz zaman kıskançlığımız başlar. Kıskançlık duygusu 2-3 yaşlarında gelişmeye başlar. Hayatın ilk yıllarındaki kıskançlık, daha çok sevginin paylaşılması sebebiyle olur. Babayı anne ile paylaşmak, anneyi babayla paylaşmak ilk kıskançlıktır. Sonrasında kardeş dünyaya gelir bu kez kardeşle anne ya da babanın sevgisini paylaşmak kıskançlık duygularını başlatır. Hatta kardeş kıskançlığı ömür boyu sürebilmektedir. Ergenlikle başlayan ve yaşlılığa kadar uzanan süreçte, eş veya arkadaş kıskanılmaya devam eder.

Kıskançlık, karşı cinsle ilişkilerde tabiî karşılanan bir durumdur. Hiç kıskanmamak nadiren olabilir. Kıskançlığın nereye kadar normal karşılanması gerektiği, her zaman tartışılmıştır. Kadında da erkekde de aşırı kıskançlık hali, hayatı yaşanmaz kılar. Bunu bir davranış bozukluğu olarak değerlendirebiliriz. Kıskançlıktan dolayı kadın erkek arasında kavgalar ve tartışmalar meydana gelir. Fizikî ve sözlü şiddet meydana gelebilir. Neredeyse her şeyi delil saymaya başlar. Anormal kıskançlık, krizleri aile arasındaki ilişkilerin sonlanmasına sebep olabilir. Ayrıca bütün sosyal ilişkilerimiz bozulur. Diğer insanlarla görüşmemize set çekilebilir.

Kıskançlık aşırı şüpheci tutumları insanlar arasında aşırı şüpheci tutumları oluşturabilir. Kıskançlık toplumları berbat eden sarî bir hastalıktır. Kıskançlık sosyal münasebetleri bozduğundan insanlar arasındaki huzuru ve mutluluğu sarsar. Düşmanımıza hasetlikle ceza vermekten, nefsimizi yüksek tutmalı. Huzur istiyorsak, Allah’ın emirlerine uyup kıskançlık vebasından kurtulmalıyız. Aşırı şüpheci tutumları oluşturan, kıskançlık girdabından çabucak çıkmalıyız.


YALAN VE YALANCILIK


Toplumun dini duygularının zayıfladığını gösteren, insanların birbirlerine karşı itimatlarını sarsan ve güvenlerini boşa çıkaran bir hastalıktan ve hastalıktan da öte illet olan yalandan ve hıyanetten bahsetmek istiyorum.

Yalan anlamına gelen “kizb” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de farklı anlamlarda kullanılmıştır: Kur’ân-ı Kerîm’de küfür bazen kizble ifade edilir. Mükezzib, yani yalancı, “kâfir” manasındadır. “Allah adına yalan söyleyen ve hak kendisine geldiği zaman onu yalanlayan kimseden daha zalim kim vardır? Kâfirler için Cehennemde yer mi yok?”1  âyetinde kizb küfür manasında kullanılmıştır.

Resulullah (asm) Müslümanlardan hırsızlık, zina, içki gibi hakkında had cezası gelen en ağır suçları işleyenlerin bile Cennete gidebileceğini belirtir, fakat yalanı Müslümana bir türlü yakıştıramaz. Hz. Peygamber’in (asm) ifadelerinden, yalanın, sayılan bu günahlardan çok daha çirkin,  çok daha alçaltıcı bir cürüm, en bayağı bir ahlâksızlık olduğunu anlamaktayız. Çünkü, Hz. Peygamber (asm) bu hususta şöyle buyurur: “Mü’minde her huy bulunabilir, yalan ve hıyanet hariç.”

Kizb, sıdkın yani doğruluğun zıddıdır. Sıdkla ilgili olarak gerekli açıklamaları yaparken, yalandan da bahsedilmiştir. 

Bu hususta Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurur:

Safvan İbn Süleym (ra) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü! dedik, mü’min korkak olur mu?” Evet! buyurdular. Pekiyi cimri olur mu? dedik, yine: Evet! buyurdular. Biz yine: Pekiyi yalancı olur mu? diye sorduk. Bu sefer: Hayır! buyurdular.”

Bir başka rivayette şöyle nakledilmiştir: İbn Mesud (ra) anlatıyor: “Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde yalancılar arasına kaydedilir.”

Hayat için yalana tenezzül edilmemelidir. Resulullah  (asm) buyurdular ki: “Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söylerler! Yazık ona, yazık.”  Esma Bint Yezid (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: “Ey insanlar! Pervanenin ateşe atılması gibi sizi yalanın peşine düşmeye sevk eden şey nedir? Halbuki, üç yer hariç yalanın her çeşidi ademoğluna haramdır: 

Bu üç yere gelince:

1) Erkeğin, rızasını sağlamak için hanımına yalan,

2) Harpte söylenecek yalan.  Çünkü harp bir hileden ibarettir.

3) İki Müslümanın arasında sulhu sağlamak kasdıyla söylenen yalan.”

Ancak Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye ve İşaratü’l-İ’caz adlı eserlerinde maslahat için yalan söylemeyi zaman nesh etmiştir diyerek şöyle belirtir:

Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?

Cevap: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şeri vardır.

Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey batıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz; Çünkü, miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar. Maahaza, bir şeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur.”

Dipnot:

1- Ankebut Sûresi 68.

NASİHATLERİN TESİRSİZ OLMASININ SEBEBİ

 Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:

  Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için, ispat-ı müddea ve müteharri-i hakikati ikna lâzım iken, ihmal ediyorlar. 

  İkincisi: Bir şeyi terğib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i Şeriatı muhafaza etmiyorlar. 

  Üçüncüsü: Belâgatin muktezası olan hâle mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

  Hâsıl-ı Kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve ikna etsin; hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i Şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i mukni olmalı, tâ mukteza-i hâl ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı Şeriatla tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.

https://risale.de/eski-said-donemi-eserleri/851

14 Ağustos 2022 Pazar

İNSAN BİR YOLCUDUR


    

Çığlık çığlığa ağlayarak dünyaya gelmişti. Sahi neden insan ağlayarak dünyaya geliyordu? Ciğerlerin açılması ve benzeri maddi açıklamaların dışında manevi bir açıklaması da yok muydu? Üstelik kendisi doğarken bizzat ağladığı gibi ölüm anında da arkada bıraktığı sevenleri ağlıyordu.

Acaba bunun sebebi ‘yokluk karanlıklarından varlık âlemine’ çıkarılırken ruhlar âleminde üzerine aldığı ‘büyük emanet’ olmasındı. “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk. Onlar korktular ve yüklenmekten kaçındılar; insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb Sûresi;72. Ayet).

Fakat o daha küçücük sevimli ve şirin bir bebekti. Böyle şeyleri nereden bilsindi. Anne ve babası da ne çok sevinmişlerdi onun doğduğuna. Kucaktan kucağa dolaşıp, sevilip öpülüyordu. Bol bol uyuyor. Annesinin sütünü emiyor ve hızla büyüyordu. Bir iki senesi böyle geçti. Bu arada emekleyerek yürümeyi, heceleyerek konuşmayı öğrenmeye başladı.

Ne zor şeydi şu ‘insan olmak’. Hâlbuki hayvanlar doğar doğmaz birkaç dakika içinde hayata adapte olabiliyor ve kısa sürede başının çaresine tek başına bakabiliyordu. Oysa insan, önce anne ve babasından sonra eğiticilerden yardım alarak ancak on beş senede hayatı anlayıp iyiyi kötüden ayırmayı başarabiliyordu.

Derken ‘genç’ oldu. Kendini çok güçlü ve kuvvetli hissediyordu. Ergenlik dönemini yaşadı. Hayatı sorguladı. Anne babasına bazen isyan etti. Çevresinde, arkadaş grubunda kendini ispatlamaya çalıştı. Âşık oldu. Sevdi sevildi. İş güç sahibi olup sonunda sevdiğiyle evlendi. Çocukları oldu. Mutluydu. On beş ile kırk beş yaş arası böyle geçti. Kendisi çalışıyor, çocukları büyüyüp serpiliyordu.

Anne ve babası artık yaşlanmışlardı. Hatta kendi ihtiyaçlarını göremez hale gelmişlerdi. Bakıma ihtiyaçları vardı. Bu konuda eşinden tam destek alamıyor; aralarında bazen kırıcı tartışmalar yaşanıyordu. Neredeyse yüklerinden kurtulmak için vefatlarını arzu eder hale gelmişlerdi. Oysa anne ve babaları kendileri ‘büyüyüp gelişsinler; hayatta zorluk çekmesinler’ diye az mı zahmet çekmişlerdi. Nitekim kendileri de çocukları için aynı zahmetleri göğüslemiyorlar mıydı? İleride kendi çocuklarından da aynı muameleyi görürlerse ne olacaktı?

11 Ağustos 2022 Perşembe

GENÇLER HAYATI NASIL KAZANACAK

 Okuldan dönen çocuğun oyuncağı cep telefonu, tablet ve bilgisayar.

Aynı durum dünya genelinde de dile getirilmektedir. Free-Range Kids kitabının yazarı Lenore Skenazy ve sosyal psikolog Prof. Jonathan Haidt’in aylık olarak basılan Reason dergisi için beraberce kaleme aldıkları yazıda, günümüz ergenlerinin geçmiş dönemlerde yetişmiş nesillere göre ne kadar dirençsiz ve kırılgan yetiştirilmekte oldukları tartışılıyor:

“Okuldan dönen çocuklar artık ağaca çıkmıyor, mahallede koşturmuyor. 40 yaşın üzerindekiler, büyük ihtimalle çocukken okuldan sonra, hafta sonları, yaz tatillerinde bol bol boş zamanları olduğunu hatırlayacaktır. Yine büyük ihtimalle, şimdi sorsalar, ağaçlara nasıl tırmandığınızı, sokak lambaları yanana kadar bisikletten nasıl inmediğinizi anlatır dururdunuz.

Günümüz çocuklarıysa süt danası gibi yetiştiriliyor. ABD’deki çocukların sadece yüzde 13’ü okula yürüyerek gidiyor. Otobüsle gidenlerin çoğu, durakta yanlarında koruma gibi dikilen ebeveynleriyle birlikte bekliyor. Hatta bir süre önce bir eyalette, çocukların akşam otobüsten inmesini yasaklayan bir yasanın yürürlüğe girmesi gündemdeydi. Buna göre, durakta onları eve götürecek bir yetişkin beklemediği sürece, yedinci sınıfa kadar olan (12-13 yaş) çocukların otobüsten inmesi yasak olacaktı.

Yaz kampına giden çocuklar da artık –tuvalet dahil- nereye giderlerse gitsinler, yanlarına bir arkadaş almak durumundalar. Hatta bazı durumlarda iki arkadaş almaları gerekiyor; biri yaralanacak olursa, bir tanesi onunla beklemek, diğeri de gidip yardım getirmek için. Tuvalete gitmek, artık dağa tırmanmak gibi bir şey…

Okuldan dönen çocuklar artık eve giriyor veya mahallede koşturmuyor, organize ve gözetim altındaki etkinliklere hapsediliyorlar. 8-9 yaşındaki çocuklar için gezme ekipleri kurulmuş, yani ebeveynleri de arabada onlarla birlikte oturuyor. Veya özel ders alıyorlar. Veya müzik dersindeler. Bunların hiçbiri yoksa, odalarında internetteler. Ebeveynler çocuklarını sokağa, oynamaya gönderseler bile bu kolay olmuyor. Çoğunlukla, artık oynayacak çocuk da yok. (https://hthayat.haberturk.com/anne-baba/ebeveynlik/haber/1056333-asiri-korumaci-anne-baba-tutumunun-cocuga-etkisi)

Sonuç olarak suçlu biziz. Yani çocuklarımızı ve gençlerimizi hayatın akışına bırakarak ‘güçlenmesine’ engel olan ebeveynler. Haşa çocuklarımıza Cenab-ı Allah’tan daha çok merhamet etmeye çalıştık. Güya onlara hayatın zorluklarını yaşatmayacaktık. Cenab-ı Allah insanı hayat meydanında imtihan edip ‘taallümle tekemmül’ yani çalıştırıp olgunlaştırarak terbiye ederken biz engel olmaya çalıştık ve niyetimizin aksiyle tokatlandık.

EFENDİSİNİ DOĞURAN KÖLELER

  Çevremizdeki ailelere baktığımızda ‘sofradan tabağını bile kaldırmaya üşenen’ gençlerin yetiştiğini üzüntüyle görmekteyiz. Öyle ki yetiştirdiğimiz gençler ebeveylerine gerekli saygı ve hürmeti göstermediği gibi üstelik onları ‘hizmetçi’ gibi kullanmaktan çekinmiyorlar.

Türkiye’de üniversite bitirmiş gençlerin “bundan sonra ne yapacaksınız” sorusuyla muhatap olduğu bir anketin sonucu; gençlerin yüzde 67 sinin “iyi bir iş bulursam çalışırım” dediğini, “bulamazsanız ne yaparsınız?” sorusuna da “Annem babam bana bakar” diye cevapladıklarını bildiriyor.

Bu da Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamdan nakledilen, “Cariye yani köle kadın efendisini doğuracak” sözünün mucizeliğini ispatlıyor. Bu konu meşhur Cibril hadisinde söz konusu edilmiş ve “kıyametin alametlerinden biri de köle kadınların efendilerini doğurmaları olduğu” vurgulanmıştır. (Buharî, Tefsiru Sureti 31,2).

Anne dünyaya gelmesine sebep olduğu çocuğundan gerekli hizmet, hürmet ve saygıyı beklerken, aksine anne çocuğuna hizmet etmektedir. Böylece anne hizmetkar, çocuğu ise efendi konumuna girmiş olmaktadır. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam kıyamete yakın böyle bir tehlikenin ortaya çıkacağını, büyüklere özellikle anne babaya hürmet ve saygının azalacağını haber vermektedir.

GENÇLİK NEREYE GİDİYOR ?

 Günümüz gençleri anne ve babalarının bilhassa ders çalışma ve başarılı olma konusunda ısrarcı ve baskıcı tavırlarından şikayetçiler. Anne babalar ise çocuklarının çalışma isteksizliğinden yani tembelliğinden şikayetçiler.

Anne ve babalar çocuklarına her türlü imkânı sağlamaya çalıştıklarını; kendileri ezilerek, yokluk ve sıkıntılar içerisinde büyüdüklerini; aynı sıkıntı ve yoklukları kendi çocuklarına yansıtmamak için büyük özveride bulunmalarına karşılık çocuklarından istedikleri başarıyı göremediklerini söylemektedirler.

Hatta bu konuda o kadar ileri gidip ‘saçını süpürge’ eden anneler var ki ‘aman çocuğum çalışma masasından kalkmasın’ diye yediğini içtiğini odasına taşımaktalar.

Bu durum bana Bediüzzaman Hazretlerinin yıllar önce hanımlar için yazdığı risalede yaptığı bir tespiti hatırlattı:

“Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük numunesi şudur:

O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.” (Lemalar, 24. Lema, Hanımlar Rehberi).

AYAKLANMA VE İHTİLALLER

 İnsanlıktaki ihtilaller ayaklanmalar isyanlar.


Şöyle ki:

   "İşaratü'l-İ'caz"da isbat edildiği gibi; bütün ihtilalat-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.    Birinci kelime: "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne."

   İkinci kelime: "Sen çalış, ben yiyeyim."

   Evet hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yaşarlar.

O muvazenenin esası ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir.

Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir.

İkinci kelime, avamı kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi; şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe malûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi.

İşte medeniyet, bütün cem'iyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve şedid inzibat ve nizamatıyla, beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedavi edememiştir.

Kur'an, birinci kelimeyi esasından "vücub-u zekat" ile kal'eder, tedavi eder.

İkinci kelimenin esasını "hurmet-i riba" ile kal'edip tedavi eder.

Evet, âyet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der.

"Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız" diyerek insanlara ferman eder.

Şakirdlerine "Girmeyiniz" emreder.

Sözler - 408

Atalarımızın söylediği bir söz vardı;

"Biri yer biri bakar,kıyamet ondan kopar." Bugün ise, biri yer bini bakar kıyamet bundan kopar, demek daha doğru olur kanatındayım.

Dünyada ve ülkemizde zengin ile fakir arasındaki mesafe yani uçurum çok fazla,biri dizde biri topukta yani zengin aşırı zengin fakir ise aşırı fakir.Orta sınıf denen fakir ile zengin arasındaki kısım ortadan kalkmış vaziyette.Zengin bolluk içerisinde yüzmekte fakir ise yoksulluk içerisinde geçiçim sıkıntısı ve banka faizlerini ödemekle meşgul olmaktadır.Bu durum sonucunda fakirden zengine kin ve düşmanlık,zenginden fakire zulüm ve tahakküm inmektedir.

Zekatın verilmemesi ve faizin sonuna kadar toplumu sarması sonucu insanlar arası münasebetler düşmanlık halşni almıştır.Birinin yeyip bininin baktığı bir toplumda huzur değil kargaşalıklar baş gösterir.Banka kapısının kapanmadığı yerde kavga kapısının kapanması mümkün değildir.

Ülkemizde kargaşalıkların önlenmesi için Kur'anın emrine uyup faizden uzak durup zekatı toplumda yaygın hale getirmek gerekir.

İBRET ALINIZ

 Koronavirüsün, insan nesline saldırmasının görülebilen bir başka sebebi de, EŞREF-İ MAHLÛKÂT olarak yaratılıp, bu dünyaya Allah’ın rızası dairesinde yaşamak üzere gönderilen insan, henüz tam olarak tesbit edilemeyen sayıda, duyu ve organların fonksiyonları sonucunda ulaştığı medeniyet, teknolojik ilerlemelerin sağladığı refah seviyesinin şükrünü eda edemediği gibi, küfrân-ı nimet yollarında, kulluğun sınırlarını aşmıştır. İlâhî hazinelerden ikram edilen nimetleri gasp ve israf ederek, fıtrata aykırı yol almıştır. Bazı güçlüler, zayıfları iliklerine kadar sömürmüş, ele geçirdikleri değerleri, insanlığın refah ve mutluluğuna harcamayıp, insan öldürme sanatı haline getirdikleri ve savunma bahaneleriyle kamufle edilmiş, kitle imha silâhlarıyla, apaçık sömürülerini (sirkat-i alenî) sürdürmek için, insan hayatlarını söndürmeye aralıksız ve hızlı bir şekilde devam etmektedirler. İlâhî adalet, bu doyumsuz ve merhametsiz duyguları dizginlemek üzere, koronavirüsü dünyaya diz çöktürmüştür.

Koronavirüs, ister mutasyona uğramış bir canlı, isterse beşerin bulaşık eliyle insan şeytanları laboratuvarında tezgâhlanmış bir projenin ürünü olan FRANKEŞTAYN bir organizma olsun, insanları ikaz için vazifesini İlâhî kontrol altında yapan bir görevlidir. Zira zerrelerin hareketi İlâhî kontrol altında cereyan etmektedir. İnsanlık âleminin yaşadığı âcizlik ve perişanlığın sebep, sonuç ve çıkış yollarını ASRIN TABİBİ BEDİÜZZAMAN Said Nursî Hazretleri’nin uyarıcı rehberliğine ve şifalı reçetelerine ihtiyacımızın tam zamanıdır. “Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü adaletsiz, ey kirli nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisad ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle mizansızlığa, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?” 3

KUDDÛS isminin tecellisi ile temizlenip, güzelleştirilerek insanlara hayat alanı olarak teslim edilen, atmosferiyle, ozon tabakasıyla yeryüzünü ve denizlerini, kimyevî ve bakteriyolojik çöplüğe çeviren beşerin bulaşık elinin karışmasıyla, sağlıklı hayat alanı gittikçe daraltılarak, zorlaştırılmıştır. Denge ve ölçü kanunlarıyla yaratılan dünyamızın, insanların bu yanlış davranışlarıyla bozulan ekolojik dengesi sonucunda bu korona gider, daha güçlülerine dâvetiye çıkarılmış olacaktır.

9 Ağustos 2022 Salı

BİZİM DÜŞMANIMIZ CEHALET...

 

Bizi İslam mı geri bıraktı?

İslam toplumlarının son asırlarda geri kalışının, ayaklar altında ezilişinin sebepleri var...

Büyük düşünür Bediüzzaman Hazretleri teşhisi koymuş, tedavi yollarını göstermiş... Bak ne diyor:

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır... Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz...”

Sorunu irdelemeye temelden başlayalım… Bilim ne yapar? Maddi varlıkları inceler, aralarındaki örtülü yasaları bulur, anlar, tanıtır...

Kâinatta mükemmel bir ahenk var... Her iş bir kanuna bağlanmış... Bu nizam, bu düzen olmasa bilim de olmazdı...

Neden? Çünkü ilim kanunlar dizgesidir... Kanunlar, bir düzenin neticesidir... Düzen, bir düzenleyicinin alametidir...

Kâinat, görünür kelimelerle telif edilmiş bir ilahî kitaptır... Şu hâlde, iki kitap var önümüzde: Kur’an ve kâinat... Biri ötekini açıklıyor, yorumluyor... İkisi de okunacak...

Kur’an’ı kulak ardı eden ahiret cehenneminde yanar, kâinat kitabını okumayan dünya cehenneminde...

Biz iki kitabı da layıkıyla okumadık... Netice ne oldu? İşte son asırlardaki perişan hâlimiz!.. Ayaklar altında hor ve hakiriz...

Düşün… Kur’an, bilimsel çalışmaları ya engelleyecek ya ilgisiz kalacak ya da teşvik edecekti...

Belli ki üçüncü şıkkı tercih etmiş... “Hiç düşünmüyor musunuz? Hiç akıl etmiyor musunuz?” diye sormuş her fırsatta... Bizim gökyüzüne, yeryüzüne, ikisi arasında var edilen harika eserlere bakmamızı istemiş...

Surelerin isimleri bile insanın dikkatini kâinata çekmek içindir âdeta... Bakılması, incelenmesi, üstünde düşünülmesi gereken isimler konmuş önümüze...

Güneş, Ay, Yıldız, İnsan, Balarısı, Örümcek, Karınca, Zaman ve benzeri kavramlar derin düşünce üretiminin ana başlıkları gibidir... Birer inceleme alanıdır...

Kur’an, peygamber mucizelerini anlatmakla sadece tarihî bilgi vermek gayesini gütmüyor, aynı zamanda o mucizelerin benzerlerini yapmaya teşvik ediyor...

Sevdiği üstadının eserini anlamak için gece gündüz çalışan bir talebe gibi, halis bir kul da kâinatın sırlarını anlamaya çalışır...

Kur’an, kâinattaki varlıklardan söz ederken “ayet” tabirini kullanır... Yani yaratıcısına alamet, bellik, nişan...

Müminler, Müslümanlar kâinata serilen ve serpilen görünür ayetleri okumuyor, incelemiyor, üstünde düşünmüyor, bilgi üretmiyorlarsa, bu onların noksanıdır...


8 Ağustos 2022 Pazartesi

GERÇEKLER...

 Dördüncü Hakikat:

   Bir hasta, hekime karşı üç hâlde bulunur.

  Birincisi: Gözünü kapar hiçbir şey söylemez; hekim de hiç ehemmiyet vermez, kâh zehir kâh ilâcı verir –istibdatta, milletin hâli gibi. 

  İkincisi: Hasta, hekime teşhis-i illette yardım ve verdiği ilâcı hüsn-ü istimal ve hayatına lâzım olanı talep ediyor; tabip de hastanın gözü açık olduğu için ihtiyat ve dikkate mecbur oluyor –benim kulüplerde arzu ettiğim meslek gibi.

  Üçüncüsü: Hasta âdeta hekimini yalnız reçeteci gibi tanıyor ve hasta iken, hekimfüruşluk zevkiyle ilâçları kendisi almak ve terkip ve istimal etmek maharetsizliği için اِثْمُهُ اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِه۪  97   sırrına mazhar olur. Zira halâvet-i hakimiyetle sarhoş olur –şimdi veya ileride kulüplerin mesleği gibi. 

  Elfezleke: Millet hastadır, hükûmet hekimdir. En fena zamanda teslim-i nefis ettiğimiz hâlde, en menfaatli zamanda ittiham ve hodserâne etmek, menfaat-i umumiyeyi hedef-i maksat edenin kârı değildir. Kuvvet kanunda olsun; yoksa istibdat münkasım olmuş olur.

https://risale.de/eski-said-donemi-eserleri/861

HUTBE-İ ŞAMİYE'DEN


  ﷽  

  Bütün zîhayatlar, hayatlarının lisan-ı hâlleriyle Hâlık’larına takdim ettikleri manevî hediyelerini ve lisan-ı hâl ile hamd ve şükürlerini, o Zat-ı Vacibü’l-Vücud’a biz de takdim ediyoruz ki, demiş: لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ  246   Yani: “Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz.” 

  Hem hadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm üzerine olsun ki, demiş:

جِئْتُ لِاُتَمِّمَ مَكَارِمَ الْاَخْلَاقِ  247   . Yani: “Benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından bi’setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.” 

  Hamd ve salâttan sonra, ey bu Cami-i Emevî’de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde, bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü, size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki; o sabî çocuk, sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşam da babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. 

  Tâ, doğru ders almış mı, almamış mı, babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir kısmını sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum:

  Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkîde istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette Kurun-u Vustada durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

  Birincisi: Yeisin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. 

  İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi. 

  Üçüncüsü: Adavete muhabbet. 

  Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek

  Beşincisi: Çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat. 

  Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek. 

  Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde eczahane-i Kur’âniyeden ders aldığım “Altı Kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.

https://risale.de/eski-said-donemi-eserleri/900

6 Ağustos 2022 Cumartesi

PROBLEM VARSA,ÇÖZÜMÜ DE OLMALIDIR...!

 İnsanın yaşadığı yerde, yani dünyamızda, elbette ki problemler vardır, olacaktır, olmaya da devam edecektir.

Sütliman bir dünya bekleyenler, hayel kırıklığına uğrar.Çünkü dünya her gün yeni değişikliklerin yaşandığı bir mekandır. Onun için değişmeler gelişmeyi ve yeni problerin ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

Nüfusun artması barınma ve beslenme problemini doğurduğu gibi, teknolojinin hayatımıza girmesi, ahlâk ve yaşam biçimimizi etkilemiş, toplumun değer yargıları, gelenek ve görenekleri altüst olmuştur. İnsanlar ferdileşerek, gece gündüz koşturup, dünyanın hızına ayak uydurmaya çalışmaktadırlar.

Çoğalan ve gelişen nüfusla birlikte, araç sayısı artmış, trafik problemi ortaya çıkmıştır.Dolayısıyla güvenlik sorunu ve hırsızlık, gasp, adam öldürme,kadınlara baskı boşanmalar, kavgalar ahlaksızlık toplumu rahatsız eder seviyelere ulaşmıştır.Kanunlar yapılmış çıkarılmış. Bu kanunlar uygulamada görülen aksaklıklar nedeniyle suç ve suçlu sayısını artırmış, güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlayarak görev yapamaz duruma sokmuştur.. Emniyet güçleri suçluları yakalayıp teslim ederken,hapse girenler çoğu zaman ceza almadan serbest kalmışlardır.

Bu durum toplumun ve görevlilerin hem morelini bozmuş, hem de etkisini azaltmıştır.Polisi ise sadece yakalayıp teslim eden etkisiz bir duruma sokmuştur. Suçluların serbest kalması,ceza almadıkları için onları  tekrar suç işlemeye itmiş,dolayısıyla emniyet güçlerinin işlerinin de zorlaşmasına neden olmuştur.

Eskiden trafik polisleri gezerek yanlış yere park yapanlara ceza yazardı. Bekçiler mahalle ve sokakları dolaşır millete güven telkin ederdi. Şimdi malesef bunlar yok.Kavga oluyor güvenlik güçlerimiz ayırmak için müdahele ediyor.Halbuki suç işleme yollarının önceden alınacak tedbirlerle kapatılması suçun işlenmesini dolayısyla suçluları azaltacaktır.

Ahlak polisi diye görev yapan bir birim olmalı. Bu birimde çalışan güvenlik görevlileri gerekirse sivil olarak halkın arasında dolaşıp olaya anında müdahale imkanı sağlamalıdır. Adam öldürmeye teşebbüs eden silahlı zorbalar önceden alınan tedbirlerle etkisiz hale getirilse  toplum rahat emez mi? Ahlaksızlık yapan açık saçık kıyafetlerle dolaşıp milletin ahlâk, edep ve,dugularını hiçe sayan terbiye yoksunlarına anında müdahale yapılarak ahlaksızlık önlenemez mi?

İçki içip, sarhoş halde bağırıp çağırıp insanları rahatsız edenlere, gerkli tedbirler alınarak bu taşkınlıkları önlenemez mi? Asker uğurlaması yada düğünleri bahane derek huzuru bozanlara gerekli tedbirler alınamaz mı?Yerli yersiz silah kullananlara, gerekli ceza verilerek halkın huzuru sağlanamaz mı?

 Problem varsa çözümü de olmalıdır.Bunlar aklıma gelen basit tedbirlerdir.

 Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Güçlü devlet halkının huzurunu, baskı ve kuvvet kullanmadan alacağı tedbirlerle sağlayan devlettir.