20 Aralık 2015 Pazar

SEVGİLİLER SULTANI

ALLAHUMMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED İN VE ALA ALİ SEYYİDİNA MUHAMMED, 🌹💜🌷💜🌹💙🌷💙🌹💚🌷💚🌹💛🌷💛💜🌹💜🌷SENİ SEVDİM.....

💛💙💜💚
Altı yaşında iken, anneciğinin taptaze mezarına kapanıp ağlayışına hiç kıyamadım, ben de ağladım, ama sevdim.
💙💜💚💛
 Herkes canını verecek kadar seni severken, kimseye yük olmamak için, kendi işini kendin yapışını sevdim.
💜💚💛💙
 Başının ağrıdığını öğrendiğimde, başımın ağrısını sevdim.
💚💛💙💜
 Kuşu ölen çocuğun evine taziyeye gittiğinde... Anne ve yavru köpekler için koskoca ordunun yolunu değiştirdiğinde, merhameti sevdim, hayvanları sevdim..
💛💙💜💚
 "Benim çocuğum yok,ardımdan okuyacak kimse olmayacak" diye ağlayan Hz.Bilal'i, "Üzülme! Ümmeti Muhammed her ezandan sonra sana okuyacak" diye teselli edişini sevdim.
💙💜💚💛
 Bir gün,oturarak namaz kıldığını gören Ebu Hureyre'nin "Ey Allah'ın elçisi, hasta mısın?" sorusuna, "Hayır, açım!" deyişini sevdim.
💜💚💛💙
 O kadar uzun süre hiç aç kalmadım ben ama, kızın Hz.Fatma'ya, "Vallahi kızım,üç gündür baban bir şey yememiştir." deyişinde, açlığı sevdim.
💚💛💙💜
 Hz.Hatice'ye düğün için hediye ettiğin gülleri sevdim... "Hatice'nin sevgisi benim rızkımdır." deyişini sevdim.
💛💙💜💚
 "Beni nasıl seviyorsun?" diye soran Hz.Ayşe'ye, "kördüğüm gibi" cevabını... Ve zaman zaman "kördüğüm ne alemde?" sorusuna, "ilk günkü gibi" deyişini sevdim.
💙💜💚💛
 Onsekiz aylık oğulcuğun İbrahim kucağında can verirken, gözyaşlarıyla onu öpüp koklayıp, "O, meme emen bir sütkuzusudur, ama Allah'ın takdiri karşısında,elden ne gelir?" deyişini sevdim.
💜💚💛💙
 Mute'de şehid düşen evlatlığın Zeyd'in minik yetimi, acıyla o mübarek eteğine sarılıp ağladığında, onu kucaklayıp, hıçkırarak ağlayışın karşısında, "Ey Allah'ın elçisi, bu nedir?" diye soranlara, "Bu, sevenin sevdiğini özleyişidir." demeni sevdim.
💚💛💙💜
 Yanında,kucağındaki çocuğuna sarılan,öpüp koklayan arkadaşına gülümseyerek, "yavruna nasıl şefkat duyuyorsan,Allah da senin şefkatinden daha çok sana şefkat duyar" deyişini sevdim.
💛💙💜💚
 Sevgili kızın Hz.Fatma,her yanına girdiğinde,ayağa kalkıp karşılamanı, "hoşgeldin kızım" diye öpmeni, elinden tutup,yanına oturtmanı sevdim.
💙💜💚💛
 "Evlilik, iki bedende tek bir ruhtur" deyişini sevdim.
💜💚💛💙
 Hz.Ali ile Hz.Fatma'yı evlendirirken,ikisini karşına alıp, "Ey Ali, kızımı sana cariye olarak veriyorum, ama unutma, sen de onun kölesisin" deyişini sevdim.
💚💛💙💜
 Bir gün, elbisenin içinde kıpırdayan şeylerin sırrı, elbise açılınca anlaşılır: "Benim çiçeklerim" diye sevdiğin Hasan ve Hüseyin oradadır...Ben,onları sevişini, onlar sırtında iken namaz kılışını, kapıdan girer girmez,"küçük adam orada mı? Küçük adam orada mı?" deyişini, badi badi koşarak gelen torunlarını kucaklarken, onlara "Ey Allahım! Ben onları seviyorum,sen de onları ve onları sevenleri sev" deyişini sevdim.
💛💙💜💚
 Bir bayram sabahı, hüzünle kenarda oturan,eski elbiseli yetim bir çocuğu elinden tutup evine götürüşünü, yıkanıp yemek yedirilen,para verilip sevindirilen çocuğun yüzünü avuçlarının içine alarak, "Benim baban, Ayşe'nin annen, Hasan ve Hüseyin'in kardeşlerin olmasını ister misin?" deyişini sevdim.
💙💜💚💛
 Sokağa kaçan çocuğunu eve getirebilmek için, "gel bak sana ne vereceğim" diyen anneye, "dikkat et, çocuk sana gelir ve ona bir şey vermeyecek olursan,senin için bir yalan günahı yazılır!" deyişini sevdim.
💜💚💛💙
 Meydanlık bir yerde,önünüzden bir cenaze alayı geçerken, ayağa kalktığında, arkadaşlarının şaşkın:"Ey Allah'ın rasulü, bu bir yahudidir" dediklerinde, "Fakat aynı zamanda bir insandır" deyişini sevdim.
💚💛💙💜
 Bir müslüman, sarhoş bir şekilde, huzuruna getirildiğinde, yanındakilerden biri sarhoşa "Allah sana lanet etsin" deyince, o mübarek kaşların çatık, "ona lanet okumayın, ben onu tanıdığımdan beri, o Allah ve rasulünü sever" deyişini sevdim.
💛💙💜💚
 Uhud'da şehit düşen yetmişiki arkadaşını defnederken, Cemuh oğlu Amr ile Amr oğlu Abdullah'ın cenazelerinin başında, hüzünle dalıp gidişini ve "bu ikisini aynı mezara koyun.Çünkü onlar,dünyada da birbirlerini çok severlerdi" deyişini sevdim.
💙💜💚💛
 Mübarek başın, Hz.Ayşe'nin kucağında, ruhunu Allah'a teslim etmek üzereyken, Rabbinin huzuruna tertemiz çıkmak için, misvakla dişlerini temizleyişini sevdim.
💜💚💛💙💚
 Mescitte, nezaket kurallarından habersiz, yeni müslüman olmuş birinin, burnunu sildiği paçavrayı yere attığını görünce, pisliği yerden kendi elinle alıp,temizleyişini ve o kişiye yumuşak bir sesle, "bir daha böyle yapma" deyişini sevdim.
💚💛💙💜
 "Sizden biriniz, ağaç dikerken kıyamet kopuyor olsa, ağacı dikmeye devam etsin" deyişini sevdim.
💛💙💜💚
 "Akarsu başında bile olsanız, suyu israf etmeyin" deyişini sevdim.
💙💜💚💛
 Kâbe'yi işaretle, "Bu ev, saygın,mübarek ve kutsaldır. Ama, varlığını elinde tutan kudrete yemin ederim ki, insan onuru ve kişiliği daha kutsaldır!" deyişini sevdim.
💜💚💛💙
 Mirâc'a çıktığında, Allah Teala, "Seni ne ile şereflendireyim?" dediğinde, "Beni Sana kullukla şereflendir" deyişini sevdim.
💚💛💙💜
 Yine mirâçta Rabbim "İste! Ne isteğin varsa vereyim" dediğinde, secdeye kapanıp, gözyaşlarıyla "Senden ümmetimi istiyorum" deyişini sevdim.
💛💙💜💚
 Refik-i Alâ'ya, Yüce Dost'a giderken, "Sizi kevser ırmağı başında bekleyeceğim. Bana kavuşmak isteyen, elini ve dilini kötülüklerden çeksin." deyişini sevdim.
💙💜💚💛
 Ve Rabbimizin, "Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir,merhametlidir (Tevbe-128) deyişiyle, seni sevdim.
💜💚💛💙
 Ve Rabbimizin, "Şüphesiz ki, Allah ve melekleri, Peygamber'e çokça salât ederler (överler,yüceltirler). Ey müminler! Siz de O'na salevat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin."(Ahzab-56) buyurmasıyla, seni daha çok sevdim... selam ve dua ile, ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED İN VE ALA ALİ SEYYİDİNA MUHAMMED 💜 💙💚💛💜💙💚💛💜💙💚

22 Kasım 2015 Pazar

ANNE KUŞ VE YAVRUSU

Hazreti Ömer'in Satın Aldığı Serçe

Çocuğun biri yakaladığı bir serçe kuşuyla oynayıp du¬ruyordu. Oradan geçmekte olan Hazret-i Ömer çocuğa sordu:
— Küçük bey, bak zavallı kuşun kanatlarından tüyler dökülüyor, çırpına çırpına da tâkattan düşmüş görünü¬yor. Ne olur bırak hayvancağızı!
Çocuk yaramaz olduğu kadar da merhametsizdi.
— Hayır, ben bu kuşla oynuyorum. İsterse kanatlan
kopsun, karşılığını verdi.
Halife buna üzülmüştü. Bir teklif daha yaptı:
— Sana bir altın versem kuşcağızı bırakır mısın?
— Hayır bırakmam.
— Ya iki altın versem.
— Hayır, yine bırakmam.
— Peki üç altına ne dersin? Küçük yaramaz buna dayanamadı:
— Üç altına razıyım. Hazret-i Ömer:
— Al sana üç altın, deyip parayı uzattı ve serçe kuşu¬nu alıp havaya doğru fırlattı. Pırıl pırıl çırpındığı kanatla¬rıyla bir anda gözlerden kaybolan serçenin arkasından sevinçle bakan Halife:
— Hayvanlara merhamet etmemiz lâzım. Hayvana acı-mayana Allah da acımaz, diyerek yoluna devam etti.
Seneler sonra, vefat etmiş olan Hazret-i Ömer'i müba¬rek bir zat rüyasında gördü. Şöyle bir sual sordu:
— Yâ Ömer, Rabbin seni nasıl karşıladı, rahatın na¬sıl?
Şöyle cevap geldi:
— Rabbim beni çok iyi karşıladı. Rahatım çok iyi.
— Ne sebebten Allah seni iyi karşıladı? Hazret-i Ömer şu bilgiyi verdi:
— Ben bir serçe kuşunu yaramaz bir çocuğun elinden kurtarmıştım. Meğer kuşcağızın yuvada aç bekleyen yav¬rusu varmış. Yaramaz çocuk onu öldürseymiş, yavrusu aç kalacak, yuvada ağzını aça aça ölecekmiş. Ben üç al¬tın verip de serçeyi kurtarınca yavrusunu da ölümden kurtarmış olduğumdan Rabbim bundan memnun olmuş. Bu yüzden beni cehennem ateşinden kurtardı, iyi karşı¬ladı.
Hazret-i Ömer'in bu cevabı Peygamberimizin şu hadîsini hatırlatmaktadır:
— Siz yeryüzündeki canlılara acıyın ki, gökyüzün¬de melekler de size dua etsin, merhamet dilesinler. Allah'ın merhametini kazanasınız.



11 Kasım 2015 Çarşamba

TELEVİZYONUN ZARARLARI



Kitle iletişim araçlarından en önemlisi olan televizyon, şüphesiz 20. yüzyılın en büyük icatlarından idi. Çağın gelişmesine büyük katkısı olmuştur, yararlarını gözden kaçırmamak gerekir. Fakat bizden alıp götürdüklerini de görmezden gelemeyiz. Kaçımız televizyonun hayatımıza maliyetini hesapladık? Örneğin: Günde 2 saatimizin tv başında geçtiğini varsayalım. Yani bir yılda 730 saat demektir bu. Buda 45 gün ve 45 gece eder. Ki, şu da bir gerçektir; pek çoğumuz günde 2 saat ile yetinmeyiz.

Televizyonun bireylere zararlarını, kabaca, tek tek sıralayalım:

1-Televizyon karşısında büyüyen çocukların sosyalleşme, bireyselleşme ve psikososyal yönlerinin hepsi eksik ya da yetersiz kalacaktır. Duygusal ilgi, sevgi ve birlikte geçirilecek vakit yerine, çocuğun televizyon karşısında kalması çok sakıncalı bir durumdur.

2-Magazin programı adı altında birçok yayın, seviyesiz eğlence kültürünü aşılar.

3-Dört – yedi yaş arası çocuklarda tv’ nin çok fazla izlenmesi, çocuğun dil ve sosyal gelişiminde birtakım sıkıntıların oluşmasına sebep olur. Çocuk bu dönemde, tv’ de gördüğü görüntüleri tamamen somut olarak yorumlar. Örneğin, bir çizgi filmde gördüğü bir sahneyi kendiside yapmaya çalışabilir. Ayrıca çocukların bu dönemde izleyeceği korku, gerilim ya da aşırı şiddet içeren görüntülerden aşırı derecede etkilenebilir ve bunun sonucunda çocukta uykusuzluk gibi problemler baş gösterebilir.

4-Birçok tv programı insanları gerçeklerden koparır,

5-Televizyonda dönen reklamlar, sadece kazanç uğruna birçok değeri çiğner.

6-Tüketim uğruna birçok yanlış, doğru gibi gösterilir.

7-Birçok tv kanalında şiddet görüntüleri artık sıradan hale geldi. Televizyon şiddete meyilli fertlerin yetişmesine vesile oluyor,

8-Televizyon kanalları çoğunlukla başka kültürleri özendirir,

9-İnsanların reyting uğruna kullanılması,

10-Tv’ de hoş gibi gözüken, fakat gerçekte seks, şiddet gibi öğeleri vurgulayan davranışları ön plana çıkaran çok fazla program vardır.

11-Televizyon insanları tembelleştirir. Günde 4 saatten fazla tv izleyen çocuklar, aşırı kilolu oluyor.

12-Okumak yerine televizyondaki programlar vesilesiyle bilgilenmeye – öğrenmeye çalışmak, okuma kültürünü öldürüyor.

13-Tv’ ye bağlı olarak yaşamak, çok ciddi bir sorundur. Örneğin; tv’ ye çok bağlı olan insanlar aksayabilir.

14-Çok fazla tv izlemek enerji kaybına neden olur,

15-Tv’ ler ile insanlara “çalışmadan köşeyi dönme” zihniyeti aşılanıyor.

Televizyonun bunlara benzer daha pek çok zararlı etkisini sayabiliriz. En güzeli kendimizi çok fazla kaptırmamak ve mümkün oldukça televizyondan olumlu bir şekilde yararlanmaktır.(ALINTIDIR)

27 Eylül 2015 Pazar

BÜLBÜLÜN FERYADI







İbrahim aleyhisselamı ateşe attıkları zaman bütün melekler, vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp, İbrahim aleyhisselama bir yardım yapabilmenin çaresini aradılar.

Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ateşe atacağı sırada Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselama emredip buyurdu ki:

– O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor.

Cebrail aleyhisselam kuşu tutup istediğini sorunca, kuş dedi ki:

– Halilullahı ateşe atıyorlar. Madem ki kurtarmaya kâdir değilim, bari onunla beraber ben de yanayım.

Hak teâlâ buyurdu ki:

– O kuşun benden dileği nedir?

Bülbül şöyle arz etti;

Benim dünyada, Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur. Bin bir ismi olduğunu işittim. Yüz birini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.

Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi.

Şimdi sahralarda feryat eden bülbül, Hak teâlânın ismini söylemektedir.

Nemrud’un ateşi, İbrahim aleyhisselama gülistan olunca, bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyamete kadar, gül ağacına muhabbet etti, aşık oldu...



5 Eylül 2015 Cumartesi

CENNETİ SIRTINDA TAŞIYAN GENÇ

Cennet'i sırtında Taşıyan Adam (çok güzel bir hikaye)

20 Yılı aşkın süredir oturmakta olduğum mahallemizde, evliya olduğu söylenen asırlık bir ihtiyar vardı.İsmi pek bilinmediği için kısaca "Nur Dede" diye çağırılan bu ihtiyar, insanın karşısına hiç umulmadık zamanlarda çıkar ve kerametli sözleriyle onların dertlerine derman olurdu.
Bir gün karşılaştığımızda, kısa bir sohbetten sonra:
Bana da dua et dede, dedim. Dünyanın yükü, benim omuzlarımda sanki.
Titrek elleriyle kulağımı çeker gibi yaparak:
Cenneti taşıyanların yanında dünyayı taşıyanların lâfı olmaz evlât, dedi. Ve hemen sonra, Cenneti yüklenen o adamı nerede görebileceğimi tarif etmeye çalıştı.
Nur Dedenin bahsettiği kişi, yakın köylerin birinde oturan ve her cuma günü şehre gelen bir gençti. Bu bahtiyar insan, dedenin anlattığına göre son zamanlarda hep aynı binaya uğruyor ve sırtındaki o mübarek yükü, bir an bile olsun bırakmıyordu.
Nur Dede ile karşılaşmamızdan sonraki ilk cuma günü, tarif ettiği yere giderek beklemeye koyuldum. Burası, merkezî bir binanın en üst katıydı. Büroların açıldığı koridorda uzun süre gezindikten sonra, merdivenlerde ayak sesleri duydum. Atılan adımların yorgunluğu sebebiyle onların bir gence ait olduğunda tereddüt etmeme rağmen, Cennet'i taşıyan adamın geldiğini hissediyordum. Merakımı yenemeyip merdivene doğru ilerlediğimde, bir anda onunla karşı karşıya geldim. 25-30 yaşları arasında çelimsiz bir insandı ve yaşlı annesini sırtına almış vaziyette, asansörü her zaman bozuk olan işyerinin beşinci katındaki doktor muayenehanesine tırmanmaya çalışıyordu. Delikanlının annesi, güçsüz kollarını evlâdına dolamış ve işlemeli yemenisi ile çevrelediği nurlu yüzünü, hafifçe yana çevirmiş vaziyette oğlunun omuzlarına dayamıştı.
Sırtındaki mukaddes yükü rahatsız etmekten korktuğum için o gence yardım edemedim. Ama yanına yaklaşarak:
 ALLAH senden razı olsun kardeşim, dedim. Cennet'i taşıdığının farkında mısın? Delikanlının terli ve solgun yüzü, sıcak bir tebessümle aydınlandı. Fakat nedense tek kelime bile konuşmadı. Ama RABBiM biliyor ki, o tebessümde, ömrüm boyunca hiç kimsede görmediğim bir sıcaklık ve güzellik vardı. Belki de haşir ve sırattan sonra, ebedî saadet diyarına doğru uçan Cennet insanlarının mutluluğu.
90'lı yılların hemen başında, Adapazarı'nda, Ordu Evi karşısındaki bir iş hanında yaşadığım bu hatırayı, kardeşlerimin arzusuyla kaleme aldım. O günden sonra anne veya babasına hizmet eden bir genç gördüğümde, Cennet'i taşıyan o adamı hatırlarım. Tabi ki bir de, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in (s.a.v.) : "Anne ve babasının ihtiyarlığına yetişip de Cennet'i kazanamayanlara şaşarım" şeklindeki mübarek sözlerini.

Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden 

KAZANMAK KAYBETMEK DAVASI

Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüd sarfedecek. İşte o dava ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev'-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va'd u ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
   İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Şualar - 202

2 Eylül 2015 Çarşamba

CANLI ÇEŞİTLERİ

CANLILAR KAÇA AYRILIR

Gel oğlum. Kalk bakalım tahtaya, sana bir sorum var.
– Buyurun, sorun öğretmenim
– Canlılar kaça ayrılır?
– Dörde ayrılır öğretmenim.
– Bana yanlış gibi geldi ama say bakalım.
– Bitkiler, Hayvanlar, İnsanlar, Çocuklar…
– Çocuklarda insan değil mi oğlum?
– Haklısınız, o zaman canlılar üçe ayrılır öğretmenim.
– Peki, şimdi yeniden say bakalım.
– Bitkiler, Hayvanlar ve Çocuklar…
– Oğlum, insanlara ne oldu?
– Kalplerinde sevgiyi yeşertip düşünebilenleri hep çocuk kaldılar, diğerleri de hayvanlaştılar öğretmenim..

ÖNCE DİNLEYELİM

KÜÇÜK KIZ..


On yaşlarındaki küçük kız, okul önlüğünün düğmelerini iliklemeye çalışırken o kadar acele ediyordu ki, yaşadığı panikten elleri birbirine dolanıyordu. Uyumaktan şişmiş gözlerini ovalayarak dışarı fırladı. Ayakkabılarını ayağına geçirmeye çalışarak yürümesi yolda yalpalamasına sebep oluyordu. Son günlerde sürekli geç uyanıyor, ilk derse yetişemiyordu. Öğretmenin verdiği cezadan çok, her seferinde yalan söylemek zorunda kalmasıydı küçük yüreğini yoran. Bu sefer hangi bahaneyi uyduracaktı? Uyuya kaldığını söylese, öğretmen her zamankinden daha çok kızacaktı. Annesine söz vermişti. Ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, kesinlikle yalan söylemeyecekti. Geç kaldığı günlerde öğretmeninin bakışlarıyla alevlenen yangına karşı, sap yığınından yalanların arkasına çaresizlik içinde gizleniyordu.

Okulun kapısına geldiğinde koşmaktan terlemişti. Alnına, çile mürekkebiyle yazılan yazıyı, saçlarından süzülen ipek teller, daha bir belirginleştiriyordu. Al yanaklarının üzerine yerleşen şiş gözlerle etrafına bakıyor, çekingen adımlarla koridorda ilerliyordu. Küçük bedeni, taşıyabileceğinden ağır bir çantanın esaretinde sınıfın önüne geldi. Son kez önlüğünü ve yakalığını düzeltip kulağını hafifçe kapıya yasladı. İçeride hiç ses yoktu. Çantasını sırtından eline alıp, minik elleriyle kapıya birkaç kez vurdu. Ürkek adımlarla içeri girdiğinde sınıftaki sessizlik, yerini fısıltılara karışan gülüşmelere bırakmıştı. Çocukların bazısı, geç kaldığı için ona kızıyor, bazısı alaycı bakışlarını gülmelerle perçinliyordu. Küçük kız, yerine geçmeye hazırlanırken; öğretmen, sınıfı susturan, gülüşmeleri kovalayan, küçük kızın yüreğini titreten konuşmasına başladı.

– Dur bakalım! Yerine oturma! Seni defalarca uyarmaktan, cezalandırmaktan bıktım. Sen, geç kalmaktan bıkmadın. Tahtanın yanına geç ve ders bitene kadar tek ayak üzerinde dur. Sorumsuzluğuna son verene kadar böyle yapacağım… Ayağını indirdiğini görmeyeyim…

Öğretmen, hedefe koyduğu küçük bir kalbi tam ortasından yaralamıştı. Acımasız bir ressamın elinden çıkan hüzün tablosu sınıfın ortasında öylece duruyordu. Diğer çocukların yeniden başlayan gülüşmeleri tabloya vurulan fırçanın son darbeleri oldu.

Alaycı bakışlardan kaçırdığı gözlerinde, yağmaya hazırlanan bulutlara direnen küçük kız, tahtanın yanına geçti. Ayağını kaldırdığında ders kaldığı yerden devam etmişti.

Minik ayaklarında derman tükenmek üzereyken, ızdırabı ve dersi sonlandıran zil nihayet çaldı. Bir yangından kaçar gibi kapıya koşturan çocuklar geride bıraktıklarını çoktan unutmuştu. Öğretmen, masadan kitaplarını toplarken sınıfta kimse kalmamıştı. Küçük kızın yüzüne dahi bakmadan “Tamam! Çıkabilirsin.” dedikten sonra, söyleyecekleri aniden aklına gelmiş gibi, uyuşan ayaklarıyla birkaç adım atan kıza tekrar seslendi.

– Dur biraz! Her gün derse geç kalıyorsun. Bu böyle gitmeyecek! Ya keyifle uyumaktan ya da okuldan vazgeç! İkisini de aynı anda yapmaya çalışmandan bıktım. Nasıl bir annen varmış ki, seni okula hazırlamaktan aciz, geleceğine karşı tasasız. Defalarca çağırmama rağmen bir defa bile göremedim veli toplantılarında. Senin sorumsuzluğunun diğer çocuklara örnek olmasına izin vermeyeceğim. Ya kendine çeki düzen ver ya da…

Öğretmeninin ağzında çakan şimşekler küçük kızın gözlerinde bekleyen bulutlara düşüyordu. Yağan yağmurlar çoraklaşmış bir yüreği yumuşatmaya yetmiyor, sorular devam ediyordu.

– Okumak istemiyor musun? Eğer öyleyse, ne sen yorul ne de biz!

Küçük kızın başı önüne düşmüştü.

– Hayır öğretmenim, dedi. Okumayı çok istiyorum. Hem de çok; ancak her sabah aynı rüyayı görüyorum.

– Ne görüyorsun rüyanda?

– Geçen sene beni yalnız bırakan annemi cennette görüyorum. Beni çok özlediğini söylüyor, pamuk elleriyle başımı okşamak istiyor, tam elini uzatıyor; uyanıyorum.

Yanaklarına süzülen yaşları sildikten sonra derin bir iç çekip, sözlerine kaldığı yerden devam etti.

– Onu o kadar çok özledim ki… Belki aynı rüyayı tekrar görürüm, belki rüya kaldığı yerden devam eder diye tekrar uyuyor, uyanmak istemiyorum; ancak rüya kaldığı yerden devam etmiyor…

Daha fazlasını anlatacak gücü kalmamıştı. Titreyen sesiyle son bir cümle daha kurdu.

– Rüyamda da olsa, bir defa başımı okşamasını, ona doya doya sarılmayı o kadar çok isterdim ki…