31 Ekim 2021 Pazar

ÇOCUK YETİŞTİRMENİN ÖNEMİ

 Meselâ meşhur bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm): “Evleniniz, çoğalınız. Ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim.”  1 buyuruyor.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) hiç şüphesiz, ümmetinden çocuklarını iyi yetiştirmelerini istemektedir. İyi yetiştirilmiş çocuklar ebeveyn için dünyada ve âhirette birer yüz akı olabilirken; iyi yetiştirilmekten uzak, bozuk bir çevre veya bâtıl görgü, alışkanlık ve davranışların hâkim olduğu çevrelerin etkisi altında yetişmiş çocukların dünya-âhiret hemen her hayra, her kemâle ve her iyi şeye adapte olmakta ne kadar problem yaşayacağı akıldan uzak tutulmamalıdır.
Âhirzamanda şerrin hayra, kötünün iyiye, dalâletin sâlih amellere, tutarsızlıkların istikamete hâkim olduğunu nazara alırsak, iyi evlât yetiştirmek daha bir titizlik isteyen, daha bir sabır ve duyarlılık gerektiren, daha bir üzerinde eğilmemizi zorunlu kılan; başka bir tâbirle daha çok uykumuzu kaçırması gereken bir mesele olarak önümüze gelir.

Peygamber Efendimizin (asm) asıl vurgusu iyi eğitilmiş, dînî, îmânî ve ahlâkî terbiyesi iyi verilmiş ve şefkatle büyütülmüş çocuklardır. Dünyevî ve uhrevî sorumlulukları kavratılmış çocuklar dünyada mesud ve bahtiyar olacakları gibi, âhiret saadeti için de sorumluluklarının neler olduğunu bilerek yaşayacaklardır. Sorumluluk duygusu onlarda genel bir ahlâk ve karakter haline geldiğinde ise, âhiretlerini kurtaracak sâlih amellere inşallah muvaffak olabileceklerdir.

İçinde bulunduğumuz asırda nazarların ne kadar dünyevîleştiğini; istikbal dendiğinde dünyevî istikbal; adam olmak dendiğinde çok para kazanmak; iyi meslek dendiğinde köşeyi çabuk döndüren işlerin kastedildiğini ve çocuklara hedef olarak sadece dünyevî kaygılarla beslenmiş bir geçici gelecek piramidi gösterildiğini dikkate alırsak; âhirzamanda yaşamakla çocuk eğitimi açısından işimizin daha da zor olduğunu hiç şüphesiz teslim etmek zorundayız.

Ancak insan, bizatihî Allah’ın takdiriyle yaratılan bir varlıktır. Allah’ın insan yaratmasında sadece zâhirî bir sebepten öteye geçmeyen anne ve babaya ne fazla çocuk yapma tâlimâtı verilmiştir; ne de az çocuk yapma! Çocukların belirli sayıda yaratılmasında Allah’ın takdiri ve iradesi esastır ve bunu hiç kimsenin tedbiri geçemez veya engelleyemez.

Peygamber Efendimiz (asm); “Evleniniz, çoğalınız!” buyururken mutlak manada çok çocuk sahibi olmayı emretmiş değildir. Çünkü çok veya az çocuk sahibi olmak insanın elinde olan bir iş değildir; bu, doğrudan Allah’ın takdir ve iradesi ile bağlı bir hâdisedir. Allah Teâlâ bir insan yaratmak istediğinde, bunu, vesile kılacağı ebeveyne sormaz. Allah sadece “Ol!” der ve o olur! Gerisi yalnız sebeptir ve sebepler de harfiyen Allah’ın emrine boyun eğerler.
Hadîs-i Şerîfin devamında bulunan, Sevgili Peygamberimizin (asm) “Kıyamet Günü ben ümmetimin çokluğu ile iftihar ederim.” sözünü dikkatle değerlendirecek olursak, Allah Resûlü’nün (asm) mutlak çoğalmaktan öte, “ümmet olma” vasfını kazanmış “imanlı ve edepli” bireylerin sayısını teşvik ettiği görülmüş olacaktır.

Netice itibariyle ebeveynin vazifesi çocukların sayısı ile meşgul olmaktan çok, Allah’ın yaratıp kendilerine emanet ettiği çocuklara iyi terbiye vermek ve onlara sahip çıkmaya çalışmaktan ibarettir. Çocukların binde dokuz yüz doksan dokuz hisse ile Hâlık-ı Rahîm’e ait olduğunu, ebeveynin hem çocuğun arkadaşı, hem de hizmetkârı olarak vazifelendirildiğini ve vazifelerinin karşılığı olarak ücretlerinin de “eş, evlât ve aile sevgisi ve sevgi lezzeti” biçiminde peşin verildiğini 2 dikkate aldığımızda, anne ve babanın çocuk yapmak veya yapmamak gibi bir seçeneği olmadığı anlaşılmış olacaktır.

Binde birlik bir hisse ile hangi seçenekten bahsedilebilir ki? İnsanoğlu istediği kadar doğum kontrolü ile çocuklarının sayısına sınır getirme gayretlerine girişsin! Allah dilediği sayıda insanı, dilediği kimselerden, dilediği şekillerde yaratacaktır.

Kulun tedbir dediği şey, kendini boş yere oyalamaktan ve hazır keyfini bozmaktan başka bir şey değildir. Allah’ın yaratmak istediği canı yaratılmaktan hiçbir şey engellemez.

Bundan dolayı, doğrudan çocuğun canını hedef almayan tedbir denemelerinde İslâmiyet susmuş, herhangi bir hüküm ortaya koymamıştır.

Çünkü bu mesele İlâhî kudretin meselesidir.
Kul biri, ikiyi geçmeyeyim derken, Hâlık Teâlâ dilerse bir defada “beşiz” yaratır; takdir ve iradesi, kulun iradesinin önüne yine geçer.

Bu sebeple Peygamber Efendimiz (asm), “Kıyamet Gününe kadar yaratılacak her hayat sahibi, bu dünyada her halde vücut bulacaktır.”  3 hadisiyle buna işaret ediyor.

Öyleyse; bize düşen yalnızca Cenâb-ı Allah’tan “hayırlı evlât” istemek ve İlâhî birer emanet olan evlâtlarımızı iyi yetiştirmeye gayret etmektir.

Dipnotlar:
1- Ahmed b. Hanbel, I, 412.
2- Mektûbât, S. 80.
3- Buhârî, X/1596.

30 Ekim 2021 Cumartesi

KİBİR

 

Kibir Gazaba Götürür

Kibir bize niçin verilmiştir? Kâfire izzet için… Müslüman’a karşı kibri kullanmak insanı gazaba götürür.

Allah’ın verdiği duyguları bizim neden yerli yerince kullanmadığımız sorulur. Bıçak mutfakta soğan patates doğramak için vardır ve olmalıdır. Ancak cinayet aleti olmak için kullanılmaz.

Ateş yemeğimizi pişirir ve bizi ısındırır. Ateşle bir evi yaksanız, sorumlu siz olursunuz. Ateşin Hâlık’ı sorumlu olmaz.

Bediüzzaman Hazretleri, “Halk-ı şer, şer değildir, kesb-i şer şerdir” demiştir. Çünkü halk, yani yaratma umumi neticelere bakar. Şer ise hususi temaslara bakar.

Mesela diyor Bediüzzaman, “ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû’-i kesbiyle, sû’-i istimaliyle ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünkü ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû’-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.”1

Allah’ın İblise İyilikleri

Şeytanın ilk adı Azazil idi. Azazil şer olsun diye yaratılmamıştır. Azazil’in yaratılışından Allah’ı sorumlu tutmak şeytana arka çıkmak, Allah’ın hakkını ketm etmek olur.

Allah sana ve bana ne kadar iyilik yapmışsa, şeytana da o kadar iyilik yapmıştır.

Başlıcalarını sıralayalım: Allah’ın Azazil’i yoktan yaratması, yeryüzüne halife kılması, bütün cinlere karşı üstün kılması, mertebesini meleklerle birlikte ibadet etme derecesine yükseltmesi, yerlerin ve göklerin idaresinin kendisine vermesi.

Rivayete göre bir gün melekler levh-i mahfuzda bir yazı gördüler. “Allah’a yakın biri gazaba uğrayıp tard olunur!” Melekler, Azazil’e gelip dediler ki: “Birine bir bela gelecekmiş. Dua et ki, Allah onu bize vermesin!” Azazil: “Korkmayın! O bela size gelmez! Ben o yazıyı hep görür dururum!” dedi.  Melekler ısrarla: “Sen dua et!” dediler. Azazil: “Ya İlahî! Bunları o beladan koru!” dedi. Kendisini o beladan müstağni ve uzak gördü ve kendisi için bir şey dilemedi. Ardından: “Ya İlahî! O yazıda kast edilen kimdir?” diye sordu. Cenab-ı Hak: “O öyle biridir ki, ona nice nimetler veririm. Verdikçe kibirlenir. Ben de onu huzurumdan tard ederim” buyurdu. Azazil yine kendisini ondan müstağni gördü.

Kibrini Okuyamadı

Azazil kendi kibrini okuyamadı. Cenab-ı Allah insanı daha üstün meziyetlerle yarattığında kibrini yenemedi, bilakis derinleştirdi. “Âdem’e secde edin!” emri geldiğinde, melekler emre itaat ettiler. 2 Azazil etmedi. Bu çetin imtihanların sonuncusuydu.

Bununla beraber Allah, Azazil’i rahmetinden derhal kovmadı. Azazil’i huzuruna aldı. Ona müşfikane sorma lütfunda bulundu: “Sana emrettiğim halde seni secdeden alıkoyan nedir?”3 buyurdu.

Ona hatadan dönme fırsatı verdi.

Fakat Azazil tövbe etmek, pişmanlık duymak, Allah’ın gazabından Allah’a sığınmak ve bağışlanma talebinde bulunmak yerine; büyüklük tasladı ve kibrini sürdürdü:

“Çamurdan yarattığına mı secde edeceğim? Benden üstün kıldığını görüyor musun?4 Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın; ben ondan üstünüm!” dedi.5

Azazil işte o zaman rahmetten kovuldu.

Tek Duası kabul Olundu

Tek duası şu oldu:

“Rabb’im! Beni insanların tekrar dirilecekleri zamana kadar ertele.”6

Yüce Allah, Azazil’in bu niyâzını kabul etti:

“Sen, kıyamet gününe kadar bırakılanlardansın!” buyurdu.7

Azazil, bu defa teşekkür etmek yerine, azgın fikirlerinde adeta boğuldu:

“And olsun ki Senin doğru yolun üzerine duracağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım. Çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın.8 Yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim! Halis kıldığın kulların müstesna; onların hepsini saptıracağım!”9 dedi; hırçınlığını, haddini bilmezliğini ve adavetini kustu.

Dipnotlar:
1 -Mektubat, 12. Mektup
2- Bakara Sûresi: 30-34
3 -A’râf Sûresi, 7/12; Sâd Sûresi, 38/75
4 -İsrâ Sûresi, 17/61,62
5- A’râf Sûresi, 7/12; Sâd Sûresi, 38/76
6 -Hicr Sûresi, 15/36
7 Hicr Sûresi, 15/37, 38
8 -A’râf Sûresi, 7/17
9 -Hicr Sûresi, 15/39,40

İSTİBDAT

 İslâm dünyasının belini büken, ayaklarına pranga vuran, maddî ve manevî yükselmelerini ve ilerlemelerini engelleyen en önemli sebeplerden birisi de baskı rejimleridir. Kişi haklarını öne çıkaran bir din, kişilere baskı yapılmasını kesinlikle kabul etmez. Onların ezilmesini, fukaralığın kıskacında kıvranmalarını hiç istemez. Hâl böyle olduğu halde onların yaşadığı coğrafyada baskıcı rejimlerin boy göstermesi bir tezattır. Olmaması gereken bir durumdur. Çözüm nedir? Çözüm demokrasidir. Yüz yıl öncesinde dört mezhebden sağlıklı bir demokrasinin çıkabileceğini ifade eden Üstad Said Nursî, İslâm coğrafyası için vazgeçilmez bir örnektir. O bir taraftan doğudaki aşiretleri gezerek onlara demokrasinin erdemini anlatırken, tek partili dönemin baskıcı yöneticileri ona, olmadık eza ve cefa etmişler, bir cani gibi muâmele etmişler, sürgünden sürgüne yollamışlar, kendi ifadesi ile: ”Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı sûretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserîsine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.

“Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler.” Hürriyetten dem vuranların nasıl müstebit olduklarını gösteren önemli bir aynadır Üstad Said Nursî. Ona otuz sene sürgün ve tecrid hayatı yaşatanlar bunu nasıl açıklayacaklardır? Adı demokrasi olup en katı baskıları uygulamak, demokrasinin hangi kuralıdır?

Terakkinin ve yükselmenin zembereği hürriyetçi sistemlerdir. Baskı rejimleri zihin tarlasını çoraklaştırır. Ondan bol verim almak mümkün olmaz. Allah kullarına bu noktada baskı yapmazken, kullar kendi emsâllerine nasıl baskı uygular? Hangi hakla bunu yapar?

Dünyada en kıymetli şey hayattır. Hayat şartları içinde ise en kıymetlisi hürriyettir. Zillet içinde yaşanan bir hayat Cehennemdir. Başı dik, alnı açık bir hayat, büyük sıkıntılar içinde de olsa iftihar edilecek bir durumdur. Sıkıntıları aşmanın yolu da hürriyetten geçmektedir. Hür düşünemeyen insanlar çözüm üretemezler. İnsanlar hürriyetsiz yaşayamaz. Hürriyetine göz dikenler, onu elinden alanlar, çok geçmeden ekmeğini de elinden alacaktır. Ondan kimsenin şüphesi olmasın. Onun için hürriyetin bedeli ancak hürriyettir. Ekmeğin kazanılması hürriyet sayesinde olmaktadır. Hürriyeti olmayanın ekmeği de olmaz. Baskıcı sistemlerin en bariz özelliklerinden biri insanları hürriyet ile ekmek arasında bir tercihe zorlamak, ekmeği tercih edenlerin ellerinden önce hürriyetini alıp sonra da ekmeğini almaktır. Uygulama hep böyle olmuştur.

ALLAH KAİNATI NİÇİN YARATTI ?


Allah kainatı kendini tanıtmak ve tanınmak için yarattı

“Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.

Allah kainatı sevmek ve sevilmek için yarattı

“Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.

Allah kainatı aşk için yarattı

“Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.

Allah kainatı rahmet ve şefkatini göstermek için yarattı

“Hem şu görünen in’âm ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.

Allah kainatı mükemmelliğini ve güzelliğini görmek ve göstermek için yarattı

“Hem şu kemâlâtının âsârıyla mânevî cemâlini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz.

Allah kainatı tek ve bir olduğunu bildirmek için yarattı

“Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklit edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yektâ, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yektâ ve misilsiz, nazirsiz, bîhemtâ tanıyınız ve kabul ediniz.”

Onbirinci Söz

29 Ekim 2021 Cuma

ÇOK BİLEN DEĞİL, BİLDİĞİ İLE AMEL EDEN KURTULUR !


“Bilenler de helâk oldu.” Ancak bilgisi az olsa da “ihlâsla amel edenler kurtuldu!” Yani  derin meseleleri onlar kadar çok anlamasalar da istikameti bulanlar, hem de tesanüdü koruyanlar İhlâslı olanlar  oldu!

Çok bilmedikleri halde bu kurtuluşları nasıl mı oldu? Peygamberimizin (asm) vaadi var ya: “Bildiğiyle amel edene, Allah bilmediğini öğretir.” İşte kendi başına tam bilemese de, fakat “haklı şûrâyı” dinledi ise yani hakkı bulmak niyetiyle ve hak ettiği şekilde yapılan şûrânın “hakkı ortaya çıkaracağını” bilebildi ise bu bilgi ona yetti. “O çok bilenlerin şaşırdığı düz yollarda” Allah ona bilmediğini bu yolla öğretti.

Herkesin binlerce hadis bilmesine de çok gerek yok. “Medar-ı İslâm” veya “Usûl-ü Sünnet” (sünnetin temelleri) denilen şu beş hadisi hakkıyla yaşaması insanı kurtarmaya yetmez mi?

ŞU BEŞ HADİS UYGULANSA

1. “Din samimiyettir.” (Özü ile sözü tutarlı olmaktır.)

2. “Ameller niyetlere göredir. Herkes, niyeti neyse karşılık olarak yalnız onu alır.” 

3. “Helâl belli, haram da bellidir. Bir de ikisi arasında şüpheliler vardır. Kim şüphelilerden sakınırsa dinini koruyabilir.” 

4. “Kendiniz olsa istediğiniz bir şeyi kardeşiniz için de istemedikçe iman etmiş olmazsınız” 

5. “Mâlâyani (boş ve faydasız) olanı terk etmesi kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.” 

Sıdk, ihlâs, takva, uhuvvet ve hizmet gibi en temel İslâmî sıfatları kazandıran ve derinliğine inilse daha nice hasletleri barındıran bu beş hadis iyi çalışılsa ve hakkıyla uygulansa, ahlâkta kendi kemalini bulmak için kafi gelmez mi?

Demek ki neymiş? Çok bilmeye gerek yokmuş!

27 Ekim 2021 Çarşamba

DUA VE ZİKİRLER


Hapşırınca ne denmelidir? İslam'a göre hapşırınca nasıl dua etmeliyiz? Hapşırınca okunacak dua anlamı, Türkçesi ve Arapçası...

Peygamber Efendimiz’in yanında iki kişi hapşırmıştı. Efendimiz onlardan birine “Yerhamükellâh / Allah sana rahmet etsin.” dedi, diğerine ise söylemedi. Kendisine “Yerhamükellâh” demediği kişi: “Filân kişi hapşırdı, ona Yerhamükellâh dediniz; ben hapşırdım, bana niye demediniz?!” diye sorunca Peygamber Efendimiz: “O kişi Elhamdülillâh dedi, sen ise demedin.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 127; Müslim, Zühd, 53)

HAPŞIRINCA OKUNACAK DUA ARAPÇASI - TÜRKÇE OKUNUŞU VE ANLAMI

Hapşırınca okunacak dua... Aksıran kimsenin;

Hapşırınca Ne Demeli?

“Elhamdulilllah” “Allah(c.c.)’a hamd olsun” demesi,

O’nu işiten kimsenin de:

Hapşırınca Ne Demeli?

“Yerhamukeallah” “Allah(c.c.) sana merhamet etsin” demesi gerekir.

Aksıran kişi, yanında “Yerhamukeallah” denildiğini duyunca:

Hapşırınca Ne Demeli?

”Yehdina ve yehdikumullah ” “ Allah(c.c.) bize ve size hidayet versin.” ve ya “Yehdikumullahu ve yuslihu balekum” “Allah(c.c.), sizi doğru yola yöneltsin ve işlerinizi düzeltsin” demelidir. (Buhari, Edep: 125)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları


21 Ekim 2021 Perşembe

GÜRÜLTÜ VE ÇEVRE KİRLİLİĞİ !


(Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın dikkatine )   
                    
Çevreden ve şehirlerin onarımından sorumlu olan, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, çevre kirlrlrği için ne gibi tedbirler almaktadır merak ediyorum.
Denizlerimiz, kıyılardaki yapılanma ve arıtmaların artıklarını direk denize vermesi ile, alt yapı ve kanalizasyon olmaması nedeniyle kirletilmekte ve insanlarımıza mikrap saçmaktadır.Tatilcilerimizin kıyıları kirletmeleri ve belediyelerin bunlara göz yummaları yada görevlerini yerine getirmemeleri afedilecek bir durum olmaması gerekir görüşündeyim 
Şehitlerimizin plansız yapılanma sonucu ve sokak ve caddelerin imar planına uyulmadan yapılması, araç trafiğini ve park karmaşasını gözler önüne sermektedir.
Hele birde gürültü kirliliği, insana hayatı zehir etmekte ve yaşanılmaz  hale getirmektedir.Arabaların yersiz klaksiyonu ve sonuna kadar açılan müzik sesleri ,düğünlerde çalınan çalgı gürültüleri ve eğlence yerlerinin aşırı gürültülü müzik ve çalgıları insanı dünyaya geldiğine pişman edecek derecededir.
İnsan ki, yaratan tarafından bu dünyaya en mümtaz bir misafir olarak gönderilmiş onun rahatı için herşey mükemmel bir şekilde hazırlanmış  her şey onu rahatsız etmeyecek şekilde yaratan tarafından tanzim edilmiş nazik ve nazenin bir misafir olarak bu dünyaya gönderilmiştir.Ama biz insanoğlu bu mükemmel misafirhaneyi yani içinde yaşadığımız dünyayı yaşanmaz hale getirmişiz.
İnsanlık nimetini elde eden üstelik İslam ile mükâfatlandırılan biz müslümanlar ibadet yaptığımız yerleri camilerimizi dahi yaşanmaz hale getirmişiz.Nasıl mı işte ibadete davet eden ezan sesleri, enson yüksek ayar seslerle insanları rahatsız etmektedir.  Bu durum insanları ibadetten soğutmakta ve cami ve ezana hor bakar hale getirmektedir..İnsanları rahatsız eden ses kirliliğine neden olan yüksek ezan seslerine , Diyanet ne diyor bilemiyorum.Bu gürültü kirliliğine kim dur diyecek?Çevre ve Şehircilik Bakanlığı mı,Diyanet yetkilileri mi, yoksa Vali ve Kaymakamlar mı ? Bekleyip göreceğiz.Temiz toplum, temiz ve gürültüsüz çevre demektir.
Unutmayalım ki, "dünyamız kirletilebilecek kadar küçük, temizlenemeyecek kadar büyüktür".

Rafet Özcan 


20 Ekim 2021 Çarşamba

NUR TALEBELERİ İÇİN HİZMET PRENSİPLER

 Bediüzzaman Hazretlerinin önümüze koyduğu hizmet prensipler: 

Bu prensipler üç ana madde halinde özetlenebilir:

1- İman ve Kuran prensipleri…

2- Hayat ve şeriat prensipleri…

3- İçtimaiyat ve siyaset hakkındaki prensipler…

İlk iki madde konusunda ittifak var.

Tüm Nurcular, Üstada gönül verenler, dostlar, kardeşler, talebeler bu iki maddeye sıkı sıkıya bağlılar.

Ancak üçüncü madde konusunda biraz sorun var.

Hatta yer yer ihtilaflar da…

Çünkü;

Hizmet erleri arsındaki ayrılıklar hep bu madde üzerinden olmuş.

Fitne de bu siyaset madenini çok işletmiş.

Bazılarının safiyetinden, bazılarının fazla hassasiyetinden, bazıların hırsından, makam sevdasından, öne çıkma gayretinden fitne hep yol bulup gelmiş.

Siyasi bahaneler ile hizmet erlerini dağıtmış.

Şöyle bir bakın 12 Eylül sonrasına.

Bu konuda çok örnekler göreceksiniz.

Halbuki Üstadın bu konudaki fikri açık ve nettir.

Talebelerine tavsiyeleri de bir o kadar nettir.

Özetle:

Öncelikle siyaseti dinsizliğe alet edenlerden uzak durun der Üstad.

Sonra;

Dini siyasete alet edenlerden, kendi taraftarını dindar gösterip karşıyı din dışına itenlerden, müntesiplerine melek, muhalifine şeytan diyenlerden; kendine milli diğerlerini gayr-i milli gösterenlerden de uzak durun der.

Aynı şekilde;

“Irkı ve vatanı siyasetine alet edenlere de fırsat vermeyin” diye ikaz eder.

Öyle ise;

Vatan ve millet hesabına çalışan, hürriyetçi ve demokrasi taraftarı, maddi ve manevi değerlere önem veren, meclis ve kanun hakimiyetini savunan samimi idarecilere destek verin der.

Yani demokratlara…

Peki bizler ne yaptık?

Ne kadar dinledik Üstadın ikazlarını?

Verme dediklerine mesafeli durduk mu?

Maalesef…

Yeni Asya camiası hariç bir çok grubumuz oradan oraya savruldu.

Çeşitli bahanelerle Üstadın siyasi prensiplerine sırt döndüler.

Bazıları garip tevillere saptılar.

Üstadın vermeyin diye ikaz ettiği her kesime destek verdiler

Gizli veya açıktan.

Ve Demokratların böyle “etkisiz eleman” haline gelmesinin yolunu açtılar.

İşte geldiğimiz durum ortada.

Şayet bu gün ağır bir siyasi, sosyal ve ekonomik kriz var ise…

Toplum günden güne gerilip bir çöküşe doğru yol alıyorsa…

Bunun en önemli sebebi Üstadın siyasi ve içtimai prensiplerine karşı bir tutum alınmasındandır.

Gömlek değiştirmeyi adet edinmişlerin baş tacı edilmesidir.

Umuyoruz ki Üstadın meslek ve meşrebine gönül verenler hatalarını anlarlar…

Yanlıştan dönerler…

Ve Üstadlarının her konuda olduğu gibi, siyasi ve içtimai konudaki prensiplerine de sıkı sıkıya bağlı kalırlar.

İşte o zaman ülke siyaseti için bir çıkış yolu bulunmuş olur.

DERİN DEVLET,PARELEL FİTNE

 Ahirzamanı yaşıyoruz fitnenin biri bitiyor biri başlıyor.Aldatma ile iş yapan Deccal ve Süfyanın tabileri iş başında.Yalan dolan talan ve israf almış başını gidiyor.Her taraf yağmalanmış liyakatsiz ve ehliyetsiz insanlar iş başında savurganlık almış başını gidiyor.Halbuki israf edenlerin Deccal ve Süfyanın tuzağına düşeceğini Üstad Bediüzzaman  Hazretleri hadislere dayanarak yıllar önce haber veriyor ve ümmeti uyarıyor.Parelel devlet yada derin devlet müslümanı müslümana kırdırma projesini uygulamaya koyuyor.Önce işbirliği yapmaları için malum cemaatin yetkililerini pohpohlayıp çeşitli imkan tanıyarak devletin her kademesine sızmalarına göz yumuyor. Büyümelerini ve potansiyel parelel güç olmalarını sağlıyor.Demokratlar ile koalisyon kuran Refah yol hükümetini 28 Şubat darbesi

 ile iktidardan uzaklaştırıp ülkeyi kargaşa ortamına sürüklüyorlar.Önce Doğru Yol Partisini bölerek demokratları iktidardan uzaklaştırıyorlar. Anasol M hükümet ile İmam Hatiplere darbe vuruluyor. Başörtüsü gündeme getirilerek irticai faaliyet bahanesi ile Refah ve Fazilet partileri kapatılarak Milli görüş hareketi ikiye bölünüyor. Daha sonra da Milli Görüşçülerin bir kısmına gömlek değişikliği ile  AK Partiyi kurdurup Siyasal İslamcıların iktidar olmasını sağlıyorlar.Ecevit'in Başbakanlığında Bahçeli,hükümet ortağı oluyor ve Rahşan affı ile mahkumlar serbes bırakılıp Ecevit ile Fetullahcıların işbirliği sağlanıyor.Meclisteki başörtüsü tartışması Üniversitelere sıçrıyor ve birçok başörtülü insanımız okulundan işinden oluyor. BU durumların hepsi Siyasal İslamcıların güçlenip iktidar olmasına yol açıyor. Ecevit hükümeti devrinden sonra iş başına  gelen Siyasal İslamcılar büyük bir imtihana tabi tutuluyorlar.Ecevite destek olan Fetullahçılar bundan sonra Ak partiye destek oluyorlar.AK Parti iktidarı birlikte hareket ettikleri parelel yapıya devletin tüm kapılarını açıp devletin her kademesine sızmalarına destek çıkarak her türlü imkanı sağlıyorlar.Vakıflar ve özel okullar, dershaneler Özel üniversteler açtırarak büyümelerine yardımcı oluyorlar.Devlette yapılanmalarına göz yumuyorlar.Aynı şekilde derin devleti oluşturan fitneciler bu sefer de bu güçlenen grubun önüne geçmek için çalışıyorlar.Önce Anayasa değişikliği refarandumu sonra dış ülkelerde eğitim yapılanmaları ile iş birliği zirve yaptırılıyor.Sonra kendilerini büyük bir güç gören bu parelel yapıyı iktidarla karşı karşıya getirmek için bazı konularda güç gösterisinde bulunduruyorlar. Mesela Dershaneler ve vakıflar gibi yerleri kullanarak hükümete meydan okutturuyorlar. Bunu fark eden hükümet fitnecilerin derinlerden gelen emirleri doğrultusunda hareket ediyor.Dershaneler kapanacak. iktidar ile aralarını açma yolunu körükleyen fitneciler dershaneleri kapattırıyorlar. Dershaneleri kapamayı bahane ederek iki cephe oluşturup aralarınüı açıyorlar.Parelel yapının üzerlerine devlet gücünü salıp hükümet ile aralarını iyice bozuyorlar.Derken 15 Temmuz fitnesi ile, büyüyen bu parelel yapının tepesine biniyorlar ve ne var ne yok topyekün suçlu ilan edilip tüm mal varlıklarına el koyuyorlar.Gel zaman git zaman suçlu suçsuz herkes potansiyel tehlike ve suçlu görülüp ülke genelinde kapanması zor onarılması güç yaralar açıyorlar. Hukuksuz uygulamalar ile bir sürü masum cezalandırılıyor.Adaletin yerini zulüm alıyor. Siyasetçiler malesef tehlikenin farkına geç varıyor yada pek varamıyorlar. Başluk kabul etmeyen siyaset zeminleri bir başkaları tarafından dolduruluyor.Parelel yapılanmanın biri bitirilip biri palazlandırılıyor.Bu gün hükümet taraftarları, eski parelel yapının elinden alınan okul vakıf ve dershanelere hükümet eliyle yerleştiriliyorlar.Devlet içinde devlet yapısı devam ediyor.Parelel yapı daha güçlenerek başka bir isim ve yapılanma ile karşımıza çıkıyor.Eski parelel yapı, bugün TÜGVA

 denilen  parelel hükümet yapılanması ile el değiştiriyor. Derin güçler bu yeni yapılanma vasıtası ile müslümanı mülümana kırdırma projesini işletmeye devam ediyorlar.

 200 bine yakın  üyesi ile potansiyel güç haline gelen TÜGVA, başta  Devlet yetkilileri olmak üzere, muhalefeti ve ülkeyi seven herkesi kara kara düşündürmektedir.Son araştırmalara göre SADAT denen başka bir yapı ile işbirliği içinde olan ve silah talimi dahi yapan bazı üyeleri millette korku uyandırmakta ve endişe yaratmaktadır.

Allah sonumuzu hayır eylesin.İşte derin devlet, işte parelel fitne.Bu gidiş pek hayra alâmet değil. İnşallah bu durumdan ülke ve millet daha fazla zarar görmeden bu fitne ateşi söndürülür.

YETKİYİ VEREN ,YETKİYİ GERİYE ALIR !


2018  24 Haziran seçimleri öncesi AKP lideri Sayın Erdoğan, bu kardeşinize verin yerkiyi bakın bakalım enflasyon nasıl düşer faiz nasıl ortadan kalkar ülke nasıl kalkınır görün demişti.Millet o seçimde yetkiyi yine verdi AKP yi En büyük Parti olarak meclse gönderdi  fakat bu da yetmedi. Önceki 7 Haziran 1915 seçimlerinden hoşnut olunmamıştı Başbakan Davutoğluna hükümet kurdutturulmamıştı. bir sefer daha 1 Kasım 2015 de seçime gidilmişti. Bu sefer de Davutoğlu istifa ettirildi,hükümet kurma görevi Bin Ali  Yıdırıma verildi.Son seçim ile tam yetki alınmıştı ama işler bir türlü düzelmiyordu.Derken 15 Temmuz ayaklanması ve Olağanüstü hal durumu, KHK'lar.Cemaat AKP çatışması sonra parti içi çatışmalar... Davutoğlut harcandı ve o da yeni bir parti kurarak muhalefet safında yerini aldı.Daha  sonra Ali Babacan ayrıldı. Böylece AKP kurmayları tek tek partiden koptu yada koparıldı.Bu arada hükümeti kurmakla görevlendirilen Bin Ali Yıldırım başbakanken bir anda kendini yetkisiz halde buldu. Çünkü Anayasa refarandumu ile Cumhurbaşkanına hükümet kurma yetkisi verildi. Tam yetkili Cumhurbaşkanı ve Cumhuriyet itifakı ile seçime gidilerek, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş yapıldı..Tek adam rejimine dönüşün ilk sinyalleri ve tam donanımlı ve yetkili Cumhurbaşkanı aynı zamanda AKP lideri.Şimdi bakalım ülkenin durumuna nereden nereye geldik?

“Yetki verildi, ne oldu?”

Ana muhalefet partisi sözcüsü Faik Öztrak’ın değerlendirmesiyle, 24 Haziran 2018 seçimlerine 5 gün kala, “ucûbe sistem”i övme hesâbına “Siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle, şununla, bununla nasıl uğraşılır göreceksiniz” vaadinde bulunan 28 Mart 2019 da mahalli seçimlere üç gün kala, “Ekonominin sorumlusu benim, ben” diyerek taahhüdde bulunan Cumhurbaşkanı’nın sözlerinin aksine “Enflasyon uçtu, işsizlik şaha kalktı, milletin 128 milyar doları koltuk uğruna hiç edildi, paramızın değeri dolar ve avro karşısında, gün görmüş kar gibi eridi…”

Bu tesbitle, 1 Ocak 2005’de büyük beklentilerde paradan altı sıfır atıldığı sırada 100 lira ile 75 dolar alınırken, şimdi ancak 11 dolar alınabiliyor; yani on iki yılda 100 lira 64 dolar erimiş. 

Yine 2009’un Eylül ayında, 100 lira ile 440 tane yumurta alınırken bugün ancak 97 tane alınabiliyor. 114 kilo domates alınırken, şimdi ancak 21 kilo, 101 kilo patatese karşı 33 kilo, 103 kilo kuru soğana 43 kilo, 52 paket makarnaya karşı 15 paket, 31 kilo nohuta 8 kilo, 21 litre ayçiçeçeğe 5 litre, 17 kilo tavuk etine ancak 5 kilo alınabiliyor. Yani, 100 liraya 320 eklenmesiyle aynı maddeler alınabiliyor.

Kısacası vahim tablo, “tek kişilik vesayetli yönetim”in fahiş fiyatlarda ülkeyi sürüklediği vartayı gözler önüne sererken, son zamların henüz etiketlere yansımadığı, bu yüzden bu kışın çok zor geçeceği ifade ediliyor.

Ve “yetki verildi, ne oldu?” sorusu soruluyor…

Ne olacak ilk seçimlerde yetkiyi veren millet onlardan yetkiyi geri alacak.İşte Demokrasinin güzelliği bu, seçimle gelen seçimle gider.

Rafet Özcan

İKTİDAR VE MUHALEFETİN GÖREVLERİ!

  

Muhalefet herşeye karşı mı?
İktidar ve muhalefet devlet yönetiminde sistemin ana unsurlarıdır.Yani Demokratik esaslı  parlementer sistemin vazgeçilmezleridir.Seçimle gelen ve çoğunluk esasına dayanan millet adına devleti yönetime talip partiler ve parlementoyu teşkil eden milletvekillerinden oluşur.
İktidardaki partiler ve muhalefet partileri ülke ve milleti ilgilendiren konularda görüşüp müzakere ederek birlıkte karar verip ülke menfati ve bütünlüğünü esas maksat yaparlar.Millet sevgisi Vatan sevgisi milli ve manevi değerleri koruma asıldır.Bu hususlarda kimsenin kimseye birşey söylemeye hakkı yoktur.
Gelelim esas meselelere; İktidarda olanlar, hükümet kurup ülkeyi yönetirken her yaptığı işin ileride kendilerine artı ve eksiler getireceğini düşünmelidirler. Birgün hesap verceklerini ve ülkeye hizmetin bir bedelinin olacağını bununda ülke kalkınmasına ve millete yansıyacağını bilmek durumundadırlar.Muhalefet ise iktidardaki partinin eksik ve yanlış yaptıklarını ikaz doğru ve güzel icraatlarını alkışlamakla puan kazanarak gelecekte iktidar altarnatifi olduğunu göstermek durumundadır.Ne iktidardaki dayatma ile iş yapsın ne de muhalefet herşeye karşı çıkarak hizmetleri engellesin.İktidar güven sağlayarak milletin gönlünü kazanmalı ,muhalefet ise doğruları gösterip yanlışları tenkit ederek güç kazanmalıdır.Ülkemizdeki hükümet milletten doğruları saklar herşeyi dayatmacı bir anlayışla yürütürse bu olmaz ve ülkenin önü tıkanır bugün geldiğmiz nokta budur.
Yol yapmak güzel yolsuzluk çirkindir.Okul yapmak güzel ve doğru,öğrenci ve öğretmensizlik denetimsizlik yanlış ve çirkin.
Sağlık yatırımları güzel ama doktorsuzluk ve milletin tedavi olamaması yanlış niçin bu millet doktora ve hastaneye karşı olsun millet doktor bulamaz tedavi ücretini ödeyemez ise bunu dile getirmek kötü mü?
Hapishanelere insanları göndermek kolay, zor olan suçluyu içeride tutmak ve suçlu sayısını azaltmaktır.Terörle mücadele etmek herkesin görevi güvenlik güçlerinin birinci görevi fakat ona destek çıkmamak ve bataklığı kurutmakta ülkenin hem iktidarı hem muhalefeti ile herkesin görevidir.Devlet milletine zulmedemez. Devleti yönetenler ve yönetmeye talip olanlar zulmü alkışlayamaz zalime destek olamaz ve olmamalıdır.Seçilmişler milletin malını gasp edip harvurup harman savuramadığı gibi atanmışlar da millete tepeden bakıp milletin vergileri ile maaş aldıklarını unutup hizmet için orada bulunduklarını  unutamazlar.
Denetim ve hesap verirlik esas olmalıdır.İktidarı da muhalefeti de bu hususlardan sorumludur.Ya mllete ya da Allah'a hesap vereceklerini unutmamalılar.
Hak, hukuk  ve adalet esas olursa, kanunlar çerçevesinde hareket edilirse ülke kalkınır millet de mutlu olur.

16 Ekim 2021 Cumartesi

BİLDİĞİ İLE AMEL ETMEK !

 Ey Nefsim! Hep gördün ki “Bilenler de helâk oldu.” Ancak bilgisi az olsa da “ihlâsla amel edenler kurtuldu!” Yani Nurlar’daki derin meseleleri onlar kadar çok anlamasalar da istikameti bulanlar, hem de tesanüdü koruyanlar İhlâs Risalesi’ni “uygulayanlar” oldu!

Çok bilmedikleri halde bu kurtuluşları nasıl mı oldu? Peygamberimizin (asm) vaadi var ya: “Bildiğiyle amel edene, Allah bilmediğini öğretir.” İşte kendi başına tam bilemese de, fakat “haklı şûrâyı” dinledi ise yani hakkı bulmak niyetiyle ve hak ettiği şekilde yapılan şûrânın “hakkı ortaya çıkaracağını” bilebildi ise bu bilgi ona yetti. “O çok bilenlerin şaşırdığı düz yollarda” Allah ona bilmediğini bu yolla öğretti.

Herkesin binlerce hadis bilmesine de çok gerek yok. “Medar-ı İslâm” veya “Usûl-ü Sünnet” (sünnetin temelleri) denilen şu beş hadisi hakkıyla yaşaması insanı kurtarmaya yetmez mi?

ŞU BEŞ HADİS UYGULANSA

1. “Din samimiyettir.” (Özü ile sözü tutarlı olmaktır.)

2. “Ameller niyetlere göredir. Herkes, niyeti neyse karşılık olarak yalnız onu alır.” 

3. “Helâl belli, haram da bellidir. Bir de ikisi arasında şüpheliler vardır. Kim şüphelilerden sakınırsa dinini koruyabilir.” 

4. “Kendiniz olsa istediğiniz bir şeyi kardeşiniz için de istemedikçe iman etmiş olmazsınız” 

5. “Mâlâyani (boş ve faydasız) olanı terk etmesi kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.” 

Sıdk, ihlâs, takva, uhuvvet ve hizmet gibi en temel İslâmî sıfatları kazandıran ve derinliğine inilse daha nice hasletleri barındıran bu beş hadis iyi çalışılsa ve hakkıyla uygulansa, ahlâkta kendi kemalini bulmak için kafi gelmez mi?

Demek ki neymiş? Çok bilmeye gerek yokmuş!

15 Ekim 2021 Cuma

PEYGAMBERİMİZİN MAL MÜLK,MADDE HAKKINDAKİ HADİSLERİ

 

"Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır."

Tirmizî'nin sahih olduğunu belirttiği bu hadisle, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), "mal" konusuna dikkat çekmiştir. Şârihler, hadiste geçen "fitne'yi dalâlet ve masiyet, yani sapıtma ve Hakk'a isyan olarak anlarlar. Yani bu ümmeti hak yoldan ayıracak, İslâm'dan uzaklaştıracak en mühim âmil "madde ve mal" olmaktadır. İslâm düşmanı gizli ve açık komitelerin, mahallî ve beynelmilel teşkilatların Müslümanları ayartabilmek için en ziyade "madde"ye dayandıklarını müşahede ettikçe, nice yakınlarımızın, bu vatan evlatlarının maddî menfaat sebebiyle dinden koptuklarını gördükçe, "Kâfirler mallarını, Allah'ın yolundan insanları alıkoymak için sarfederler ve daha da sarfedeceklerdir." (Enfal: 8/37) âyetinin teyidini görmekle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın benzeri ihbaratında ortaya çıkan gaybtan haber mucizesi karşısında hayranlığımızı ifade etmekten kendimizi alamıyoruz.

Bu ve bundan sonra da göreceğimiz bir kısım hadisler, yanlış yoruma sebep olmamalı. İslâm temelde servete, kuvvete karşı değildir. Bilakis, pekçok hadis Müslümanı kazanmaya teşvik eder. Dinimizin mühim bir parçasını teşkîl eden zekât, sadaka gibi farz ve mendup emirlerin yerine getirilmesi, cihad vazifesinin başarıyla yürütülmesi hep "mal"a, mal sahibi olmaya bağlıdır. Keza:

"Veren el alan elden üstündür", "Kuvvetli mü'min, Allah nezdinde zayıf mü'minden daha hayırlı, daha üstün, daha sevgilidir", "Müttakî olana zenginliğin bir zararı yoktur" gibi hadisler,

"(Ey mü'minler!) onlara karşı gücünüzün yettiğince -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip, sizin bilmediğinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayın" (Enfal:8/60), gibi âyetler Müslümanı çalışmaya, kuvvetli olmaya teşvik etmektedir.

Öyle ise, "mal" ve "madde"yi kınayan ifadelerin gayesi, bunların, her an uyanık olunmadığı takdirde ahlâki ve dinî hayatımızda sebep olacağı sefahat ve düşüklüklere karşı uyarmaktır.

Unutmayalım ki, bütün terakki ve kalkınma hareketleri yoksulluk ve darlıktan doğduğu halde, duraklama ve gerileme hareketleri de doruk noktasına ulaşan bolluk ve zenginliğin getirdiği rehavet ve sefâhetle başlamaktadır. Bunun en güzel örneği Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kurduğu İslâm devletidir. Zaman zaman açlıktan düşüp bayılan, açlığını hafifletmek için karınlarına taş bağlayan insanlar, onun temelini atıp, kısa zamanda üç kıtaya uzanan bir devlet hâline getirmişlerdir. Kezâ tarihçiler Osmanlı Devleti'nin duraklamasını Kanunî ile başlatırlar, halbuki, diğer açıdan Kanunî gelişmenin zirvesini temsil eder.

PEYGAMBERİMİZİN; MAL MÜLK MADDE KARŞISINDAKİ TUTUMU !


 Allah elçisi, ezelî ve ebedî hakikatların tebliğcisi olan Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)in "mal" ve "madde" karşısındaki uyarılarına iyi kulak vermek, onları iyi anlamak gerektir:

"Allah'a kasem olsun sizin için fakirlikten (darlıktan) korkmuyorum. Sizin için öncekilere genişleyip (bollaştığı) gibi size de dünyanın genişleyip bollaşmasından, onlar gibi sizin de dünyalık yarışına düşmenizden, dünyalığın onları helâk ettiği gibi, sizi de helâk etmesinden korkuyorum."

"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "mal" karşısındaki tutumunu kavramada şu hadisi görmemiz yeterlidir:

"İnsanlar dünyalık karşısında dört kısımdır: Bir kul vardır, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o bu mal hususunda Allah'tan korkar da onu sıla-ı rahimde harcar, malda mevcut olan Allah'ın hakkını bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce mertebeyi elde eder.

Bir diğer kul vardır, Allah ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet sâhibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayır yollarında harcayacaktım. Allah onu niyyetiyle kabûl eder ve ecir yönüyle önceki ile eşit olur.

Bir üçüncü kul vardır, mal sahibidir, ancak Allah ilim vermemiştir, malını şehvet yolunda câhilâne harcar. Ne Rabbinden korkar ne de onunla sıla-i rahimde bulunur. Malda mevcut Allah'ın hakkını da bilmez. Bu en fena bir mertebedir.

Dördüncü bir kimse daha vardır. Allah ona ne mal ne de ilim nasib etmiştir. Ancak, sefihlere gıbta ile: "Eğer param olsaydı der, falanca gibi harcar onun gibi yaşardım." Bu da niyyeti ile o sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar."

MAL DA, MÜLK DE, ALLAH'INDIR.

İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir keresinde,

"Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?" diye sordu. Cemaat:

"Ey Allah'ın Resûlü, içimizde, herkes kendi malını vârisinin malından daha çok sever" dediler. Bunun üzerine:

"Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da vârislerinin malıdır."

Abdullah İbnu'ş-Şihhîr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Elhâkümü'ttekâsür sûresini okurken yanına geldim. Bana:

"İnsanoğlu malım malım der. Halbuki âdem-oğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır.)"

 Yunus'un dediği gibi;

"Mal sahibi mülk sahibi, 

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da, sen oyalan".

Şunu da unutmayalım, Malın da mülkün de, gerçek sahibi Allah'tır

10 Ekim 2021 Pazar

ÖNCE KENDİMİZİ SORGULAYALIM !

 İnsan iman ederek, ibadet için Rabbini tanıyıp, ona muhabbet ile bağlanması gerekir.Bu muhabbet ve kulluk neticesinde mutluluk elde edilir.Bu şekilde ruhen mutlu ve  huzurlu olunur.

Biz Risale-i Nur mensupları nurlardan aldığımız manevi feyizle hizmette şevk elde ederek, iman ve Kuran davasında  muhtaç gönüllere ulaşmaya gayret etmeliyiz.

Büyük üstadın, eserlerde belirttiği ölçüler doğrultusunda hareket ederek, hem dünya hem ahiret için sürekli uyanık bir halde bulunmalıyız.

Peygamberimizin ;

"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın" hadisini düstur yaparak ahıret için sürekli hazırlıklı olmalıyız. Nefis ve şeytanın dünya nimetlerini, ön plana çıkararak aldatmasına ve ahireti dünyaya feda ettirmesine karşı, el-mevti hakkun ikazına kulak vermeliyiz.Allah, nefis ve şeytanın şerrinden muhafaza eylesin.

Risale-i Nurları okuyup anlayarak hayatta uygulayıp önce kendi imanımızı güçlendirmeli ve sonra da başkalarının imanının kurtulmasına vesile olmak için çalışmalıyız.

Aramıza fitne ve ayrılık tohumları ekmeye çalışan insi ve cinni şeytanların tuzaklarından korunmak için, ihlas düsturlarını(enaz) her onbeş günde bir defa okumayı, görev bilmeliyiz.

Bütün bunlara rağmen  fitne aramıza  ayrılık tohumları saçmaya çalışırsa onlara kulak verip fırsat vermeyelim.Elimizde bu asrın en mükemmel tafsiri ve hizmet ölçüleri olduğu halde okuyup anlamada veya okuduğunu hayatına uygulamada sıkıntı çekenler, ihtilafa düşenler, savrulanlar  ve başkasının değirmenine su taşıyanlar olursa, onları uyaralım, uymazlarsa o zaman onları Allah'a havale edelim.Metot var uygulanmaz, ölçü var uyulmaz ise, elbette birlik beraberlik sağlanamaz. O zaman da dağınık bir şekilde kimin nerede olduğu belirsiz bir halde, herkes kafa feneri ile yol bulmaya çalışır.

Biraz düşünüp aceba biz nerede hata yapıyoruz diyerek enaniyet ve gururdan uzaklaşıp bir buz parçası olan enaniyeti havzı kevserde eritip, istişare ve ortak akıl doğrultusunda, şahsi manevi etrafında, kenetlenme ve kendimizi sorgulama zamanı gelmedi mi?Geldi de geçti bile. Üstadın;

"İmanın  güçlenmesi hürriyetin inkişafına sebep olur" sözünü bildiğimiz halde, malesef hala istibdat ve hukuksuzluğu savunup, adaleti hiçe sayanları desteklemek, kendimizle ters düşmek demek değil mi? 

Gelin önce bizler, okuduklarımızı anlayıp, hayatımıza uygulayalım. Zulme ve küfre rıza göstermekten, yılandan akrepten kaçar gibi kaçarak, diğer müslümanlara örnek olalım.Allah yâr ve yardımcımız olsun.

Rafet Özcan


9 Ekim 2021 Cumartesi

FİTNE ZAMANINDA CEMAATE UYMAK TAVSİYE EDİLMİŞTİR


Peygamberimiz (asm) kendisinden sonra ümmetinin istikamet konusunda endişe etmiş ve pek çok tavsiyelerde bulunmuştur. Hud Sûresi’nde “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”1 fermanını çok düşünmüş ve bu sebeple saçlarına ak düşmüştür. Bu sebeple “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı”2 buyurmuşlardır. Bu sebeple Peygamberimiz (asm) ümmetine daima cemaat ile beraber olmayı ve cemaatten ayrılmamayı tavsiye etmiştir.

Peygamberimiz (asm) “Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan ve ayrılık çıkarmaktan sakının. Zira şeytan iki kişiden uzak durur. Onlara fitne veremez. Cennetin ortasını isteyen cemaatten ayrılmasın”3 buyurdular. Bu hadisi ile, Müslümanlar arasında fikir ayrılığı çıkaranların Müslümanların kafasını karıştıranların şeytanın vesvesesine kapıldığını haber vermiştir. Ümmetin çoğunluğunun inanç bakımından dalâlet ve haksızlık üzere birleşmeyeceğini de “Allah ümmetimi dalâlet üzere toplamaz. Allah’ın eli cemaat ile beraberdir. Cemaatten ayrılan ateşe girer”4 buyurmuş ve ümmetin istikametinin ortak inanç ve fikirlerde olduğunu ifade etmişlerdir.

Yine Peygamberimiz (asm) “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır”5 buyurdular. Tabiî ki kast edilen mü’minlerin cemaatidir. Cemaat içinde haksızlık ve zulüm yapmak zordur. Çünkü insanın fıtratında haksızlığa karşı çıkma ve hakkını arama, kötülüğe engel olma meyli vardır. Çoğunluk kötülüğe ve yanlışa razı olmaz ve engel olur. Kötülük ve fesat düşüncesinde olanlar cemaat dışında ancak kendilerine destekçi bulabilirler. Bu sebeple cemaat içinde kalmak emredilmiştir. Nitekim Peygamberimiz (asm) yine “Kim bir karış da olsa cemaatten ayrılırsa ve kendisine ölüm gelir de ölürse cahiliye ölümü ile ölmüş olur.”6 “Boynundaki İslâm bağını çıkarmış ve atmış olur”7 buyurarak tehlikesine dikkatimizi çekmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak konusunda kişilerin heva ve hevesi, ibadetten kaçmak hususunda da insanların nefisleri onları aldatır. Şeytan da insan aklının hevasını ve nefsinin tembelliğini kullanarak onları yanlış yönlendirir. İnsan fıtratından kaynaklanan bu husus bütün ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimizin (asm) ümmetinde de geçerlidir.

Peygamberimiz (asm) “Yahudiler yetmiş bir, Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan sünnetime sarılan ve sahabelerimin yolundan giden cemaat kurtulacaktır; diğerleri ateştedir”8 buyurmuşlardır. Kurtulan fırkanın da “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olduğunu haber vermiştir.

Bu hadisler ve Peygamberimizin (asm) ikazları bizi Sünnete ve Cemaate uymaya çağırmakta, bu ikisi dışında kurtuluşun olmayacağını ihtar etmektedir.


CEMAAT VE SEVAD-I AZAM

 

Peygamberimiz (asm) “Ümmetim dalâlet üzere toplanmaz. Öyle ise sizlere ihtilâf çıktığı zaman ‘Sevad-ı Azamı’ iltizam etmenizi tavsiye ederim”9 buyurmuşlardır. İbn-i Hacer gibi büyük allâmeler sevâd-ı azamı “hak ve istikamet üzere giden ümmetin ekseriyeti” olduğunu belirtmişlerdir.10 Allâme Celâleddin-i Suyûtî de sevad-ı azamı “doğru yolda gitmek üzere birleşen ümmetin ekseriyeti”11 şeklinde izah etmiştir.

Bu durumda ümmetin ekseriyeti “Ehl-i hak ve istikamet üzere olan samimî dindar Ümmet-i Muhammed” (asm) olduğu anlaşılmaktadır.

Nitekim Peygamberimizin (asm) “Fitne zamanında ümmetimin ekseriyetine tâbi olun. Allah ümmetimin ekseriyetini dalâlet üzere toplamaz”12 hadisi de bunu teyit etmektedir.

Sevad-ı Azam, toplumun çoğunluğunun tabi olduğu inanç ve hayat standardıdır. Bu sebeple siyasî tercih ve temayül olarak değerlendirilemez.

İbn-i Kadı Simâvî “Hz. Ali (ra) olmasaydı ehl-i kıble ile savaşı aklımız almazdı. Hz. Ali (ra) ve ona tabi olanlar ehl-i adldir. Hasmı ve ona tabi olanlar da bağîdir ve asidirler. Zamanımızda kimin adil ve kimin bağî olduğuna dair hüküm ekseriyet itibarıyledir. Adil ve âsî olanı bilmemiz zordur. Zira şimdikiler ahireti değil dünyayı talep etmektedirler”13 demektedir. Burada çoğunluk sayı çokluğu olarak düşünülmesi yanlıştır. Zira Hz. Ali’nin (ra) Sıffın’de 70 bin askeri varken Hz. Muaviye’nin 120 bin askeri vardı. Sayı bakımından Hz. Muaviye daha güçlü ve çoğunluktaydı. Bu durumda “Sevad-ı Azam” siyasî olarak ve sayı çokluğu olarak değerlendirilemez. Ancak Hz. Ali’nin (ra) yanında Ashab-ı Bedir’den 70 sahabe, Bey’ât-ı Rıdvan’da bulunan sahabelerden 700 sahabe ve bunların dışında da 400 sahabe daha vardı ve toplam sahabe sayısı 1170 kadardı. Sahabenin çoğu Hz. Ali’nin (ra) haklılığını dâvâ ediyordu. Bu durumda Hz. Ali (ra) “Sevad-ı Azamı” ve “Cemaati” temsil ediyordu.

İbn-i Arabi, Peygamberimizin (asm) “Cemaate uymak ve sevad-ı azama tabi olmak” hadisinden iki hüküm çıkarmıştır. Birincisi, ümmetin uleması bir konuda icma ettikten sonra arkasından gelenlerin onu bırakıp başka bir görüş ortaya atmaları caiz değildir. İkincisi, Müslümanlar bir âdil imam etrafında toplanarak ona biat etmişler ise, ortada adaletsizlik ve haksızlık olmadığı halde niza ve ihtilâf çıkararak bu birliği ve dirliği bozmak caiz değildir.”14


CEMAATTEN AYRILMAK

 

Hz. Peygamber (asm) Müslümanları birlik ve beraberliğe, cemaate, hakikate ve adalete dâvet ederken diğer taraftan cemaatten ayrılan, birliği bozan ve hak ve hakikati bulmuşken bid’a ve dalâlet fikirlerine kapılarak inananların akıllarına ve kalplerine şüphe verenleri tehdit etmektedir.

Peygamberimiz (asm) “Kim itaatten çıkar, cemaatten ayrılır ve ölecek olursa, câhiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de Allah rızası ve ilây-ı kelimetullah gayesi ve gayreti olmadan, içinde taşıdığı asabiye, tarafgirlik sebebiyle öfkelenerek veya bir taraf lehine haksızlığı ve kavmiyetçiliği teşvik ederek bir bayrak altında savaşarak öldürülürse benim ümmetimden değildir. Ümmetimden herhangi biri haksız olduğu halde iyi ve kötü, haklı ve haksız ayırımı yapmadan mü’minlere kılıç çekerse, üzerinde anlaşma ve sözleşme olduğu halde bu sözleşmeyi ihlâl ederek gelişigüzel savaşacak olursa o bizden değildir”15 buyurur.

Bu hadis hak bir dâvâ için çalışan ve Allah rızası için bir dâvâ uğrunda mücadele edenlerin dâvâyı bırakarak başka iddialar ve dünyevî amaçlar için ayrılmasını ve dâvâ arkadaşları ile mücadele etmesini yasaklamaktadır.

Bir başka hadiste Peygamberimiz (asm) “Kim ayrılırsa, gideceği yer ateştir”16 buyurarak ayrılıkçıların sonunu ve ahiretteki durumunu da bize haber vermiştir. Bu husus vicdanında iman gayreti ve hakkaniyet duygusu olanların düşünmesi ve titremesi gereken bir durumdur.


TEFRİKADAN VE FİTNEDEN SAKINMAK


İslâm dini birliği, beraberliği, kardeşliği ve bunu temin edecek olan cemaati emir ve tavsiye etmiş, fitne, fesat, nifak, ihtilâf ve tefrikayı yasaklamıştır.

Yüce Allah “Hepiniz birden Allah’ın ipine sarılın! Bölünüp parçalanmayın”17 ferman ederken “tefrikaya sebep olacak, ayrılık çıkaracak olan inanç, fikir ve düşüncelerden uzak durun. Mevcut kaynaşmayı ve beraberliği bozacak fesat fikir ve düşüncelere kapılmayın ve ehl-i dalâlet ve küfrün, münafık ve mülhidlerin fitne ve fesatlarına âlet olmayın!”18 demek istemiştir. Müfessirler bu âyetin yorumunu böyle yapmışlardır.

Peygamberimize (asm) “Yâ Resulallah! Şayet Müslümanların cemaati ve imamı yoksa ne yapmamı istersin?” diye soran sahabeye Peygamberimiz (asm) “Bu durumda mevcut fırkaları terk et ve fitnelere karışma ve bulaşma. Bir ağacın köküne dişinle yapış ve ölene kadar böyle kal ve fitnelerden uzak dur!”19 ferman etmiştir. Bu hadis ile avamın fitnelere âlet olmamasını tavsiye etmiştir. Zira avam elbette işin hakikatini bilmediği için Müslümanların imamını ve cemaatini tanımaz. Onların fitneye karışmamaları gerekir. “Ağacın köküne tutunma” tabiri bu sebeple karşılaşacağı zorlukları ifade etmek için kullanılan bir Nebevî tabirdir.20

Bir başka sahabe “Yâ Resulallah! Ben iki gruptan birine girmeye zorlansam, bu sırada karşıdan biri gelip kılıcıyla bana vursa veya bir ok gelerek beni öldürse durumum nedir?” diye sorunca Peygamberimiz (asm) “Bu durumda seni öldüren senin günahını yüklendiği gibi, seni öldürmekle ateş ehlinden olmuş olur”21 buyurdular. Böylece zorla fitneye âlet edilenin günahının olmayacağını haber vermiştir.

Hak ve hakikati bilemeyenlerin fitneden uzak durması ve âlet olmaması gerekirken, hakikati bilenlerin ise elbette bilmeyenleri uyarma ve hakikati ortaya koyup göstermek ve ehl-i dalâlet ve nifak ile eli ile, dili ile mücadele etmek gibi önemli bir vazifesi vardır. Bu vazifeyi bilerek terk etmek büyük vebal ve sorumluluk getirir.

Nitekim Peygamberimiz (asm) “Ahir zamanın en büyük fitne ve fesadı zamanında cahil abidler ve fasık âlimler olacaktır.”22 “Kim bildiği ilmi, ehlinden saklarsa Allah onu ateşten bir gem ile gemler ve ona şiddetle azap eder”23 buyurmuşlardır.

İlim sahipleri bu gibi fitnelerde hak ve hakikati göstermek, ellerinden geldiği kadar fitneyi söndürmek ve ehl-i imanı dalâletten ve yanlıştan kurtarmak için çalışmaları gerekir. Avam ise “kalben buğzetmek” yani fitnelere karışmamak, uzak durmak ve farzları yapıp haramlardan kaçarak “Allahım, bizi fitnelerden uzak tut” diye duâ etmeleri gerekir. Kalben buğz etmek zalimin zulmüne, fasıkın fıskına âlet olmamak ve razı olmamak demektir. Zira küfre rıza küfür, zulme rıza zulüm ve fıska rıza fısktır.

Peygamberimiz (asm) avama zalim ve asilerden uzak durmaları, meclislerine ve sohbetlerine iştirak etmemelerini tavsiye etmiştir.24 Bu konudaki temel ölçüyü de yine Peygamberimiz (asm) “Kim bir kavmin yaptığı amele rıza gösterirse onların iş ve amellerine ortak sayılır”25 buyurarak vermiştir. Başka bir hadislerinde de “Kim bir kavme benzerse onlardandır”26 buyurarak fasık ve zalimlerden ve fitne ehlinden uzak durmalarını istemiştir.


4 Ekim 2021 Pazartesi

ALLAH KORKUSU


Allah’tan korkmuyor musun?

Hz. Ömer (ra) tebdil-i kıyafetle, ahalinin ahvalini görmek üzere Medine dışında dolaşmaya çıkar.

Bir otlakta bir bedevi develerini otlatmaktadır. Sürü içinde, oldukça bakımlı, iri yarı bir devenin ayaklarının bağlanmış olduğunu görür. Çobana dönerek, “ bu devenin ayaklarını neden bağlıyorsunuz” diye sorar. Çoban, “ O deve çok azgındır, sürüdeki diğer develere saldırıyor ve onları rahatsız ediyor, onun için ben de ayaklarını bağlıyorum” der. Bunun üzerine Hz. Ömer devenin yanına giderek kulağına şunları söyler: “Ey deve, Allah’tan korkmuyor musun da başkalarında eziyet ediyorsun? Unutma, sen de bir gün öleceksin.”

Hz. Ömer, devenin kulağına bunları söyledikten sonra yoluna devam eder. Aradan bir ay kadar bir zaman geçer, yanında bir kaç sahabeyle birlikte yine aynı yerden geçerken, aynı sürüye rast gelir. Bu defa da oldukça çelimsiz, hasta ve düşkün bir deve dikkatini çeker. Çobanı yanına çağırır, “Bu deve hasta mıdır, neden bu kadar perişan görünüyor” diye sorar. Çoban, “Ey mü’minlerin Emiri, bu deve çok besili ve bakımlı bir deve idi. Fakat çok saldırgandı. Bir ay kadar önce buradan geçmekte olan bir yolcu onun kulağına bir şeyler söyledi, o günden sonra yemeden içmeden kesildi, gördüğünüz gibi bir deri bir kemik kaldı” diye cevap verir.

Bir deve, “Allah’tan korkmuyor musun” ikazı ile kendine geliyor, yapmış olduğu zulüm ve haksızlıktan dolayı vicdan azabı çekiyor, yemeden içmeden kesiliyor. O günden sonra bir daha azgınlık ve taşkınlık yapmıyor.


Bugün İslâm âleminin haline bakıyoruz, haksızlık, zulüm, terör, kan ve gözyaşı eksik olmuyor. Camilerde, her Cuma günü hocefendiler hutbeye çıkıyor, Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ediyor, Cennetten ve Cehennemden bahsederek insanlara nasihatta bulunuyorlar, ama, dinleyenlerin büyük çoğunluğu, bir devenin gösterdiği hassasiyeti gösterip, Allah’ın emir ve yasaklarına uymaya özen göstermiyorlar. Eğer bu vaaz ve nasihatlar, dinleyenlerin kalp ve dimağına tesir etseydi, dünya hayatı bir Cennet hayatına dönerdi. Zulüm ve haksızlık, kin ve nefret, husûmet ve adâvet ortadan kalkar, toplum hayatında sevgi ve barış hakim olurdu. “Allah’tan korkmuyor musun?” hitabına muhatap olan kalpler titrer, gözler yaşarırdı. Zenginler fakirin hakkını yemez, güçlüler zayıfı ezmezdi. Gönüllerde hakikî muhabbet tesis edilir, insanlar kardeş olduklarının farkına varırdı.

Nasihatlar tesir etmediğine göre, kalplerde bir katılaşma ve kararma var demektir. Bu durumda, kalplerin katılığını yumuşatacak, pasını silecek taze bir iman iksirine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı ise, ancak asrın bütün marazlarına merhem olan Risale-i Nur ile karşılamak mümkündür. Risale-i Nur, Asr-ı Saadetin Nurlu iklimini günümüze taşıyan tatlı esintiler ihtiva etmektedir. Üstad Hazretleri, “Mesleğimiz sahabe mesleği” derken, bu hakikati dile getirmektedir.

Saadet asrında, azgın bir deve bir sahabenin sözünü dinleyerek yola geldiği gibi, bu asırda da azgın insanlar, ancak Risale-i Nur’un sözü ile yola gelebilir. Zira asrımızın hastalıklarının tek çaresi, Risale-i Nurlardadır. Bir takım yersiz itham ve endişelerle Risale-i Nur’un sesini kısmaya çalışmak, Nur Talebelerini zararlı insanlar gibi göstermek, bu memlekete yapılacak en büyük haksızlıktır.  

2 Ekim 2021 Cumartesi

KADER VE KADERE İMAN

 Kadere İman

İmanın altı şartından birisi de kadere imandır kadere iman, iman esaslarının son sınırında olan bir esastır o meçhule giden bir yol haritasına benzetiliyor. O yola bir defa girilecektir, neresinde dönemeç var neresinde dere tepe var bilinmemektedir. Bu yolda giderken nasıl bir akıbetle karşılaşacağını hiç kimse bilmemektedir, ancak karşılaştığı zaman konu aydınlanmaktadır.”

Kader, mİktar ve ölçüdür

“Kâinatta tesadüfen meydana gelen hiçbir şey yoktur tesadüfen meydan gelmek demek hiçbir ölçüye bağlı kalmadan rastgele meydana gelmek demektir şu âlemin hiçbir şeyin de böyle ölçüsüz meydana gelme ihtimali yoktur. Bir ağaca bakıldığında yaprakları dalları meyvesi hepsi belli kalıplara göre dökülmektedir. Belli büyüklükte belli şekildedir, renkleri ayrı, biçimleri ayrı ayrıdır. Her birisinin kendisine mahsus özellikleri vardır. Dünyada var olan bütün elma çeşitlerini onları renklerinin farklı farklı oluşunu tatlarının değişik oluşunu görüntülerinin farklılığına dikkate alırsak ne muhteşem bir planlama ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılacağı anlaşılır.”

Kadere İtİraz yaratılışa İtİrazdır

“Kaderin her şeyi güzeldir. Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır. Kaderin koyduğu kalıpların dışına çıkma isteği yok olma sebebidir. Kalp için en uygun çalışma tarzı şu anda olan şeklidir. Bunu beğenmeyip kendi keyfimize göre düzenlemeye çalışmak ölmek demektir. Her varlık için en uygun program kaderden kendisine çizilen programdır. Allah’ın yasakladığı şeyler, fıtrata aykırı davranışlardır. O yasakları yapmaya kalkan insan, ondan dolayı zarar görecektir.

İmtİhan vesİlesİ

“İnsana verilen nimetler imtihan vesilesidir. Nimetinden ve nikmetinden insan hesaba çekilecektir. Hayat da insana verilmiş en önemli bir nimettir. Onun her halinden insan hesaba verecektir. Sağlık ve afiyetin şükründen, musîbet ve felâketin sabrından hesaba çekilecektir. Musîbetler birkaç sebebe binaen verilir. Geçmiş hatalara kefarettir. Gelecek belâları kırar. Nimetin kıymetini bildirir. Bütün bunlar kader program içinde cereyan eder.”

ALİ DÖNMEZ – İZMİT YENİ ASYA