31 Mayıs 2018 Perşembe

HELAL KAZANÇ

CİNSİ  CiNSİNi  ÇEKER

Bir zamanlar zengin bir tüccar zekâtını hesaplar . Tam bir kese altın yapmaktadır. Bu paranın bir fakire gitmesini yerini bulmasını istemektedir.
Araştırır, soruşturur gözleri görmeyen çok fakir bir amâ bulur . Bir kese altını ona verir .
   Adam parayı bulunca hiç evine götürmeden arkadaşını alır doğru meyhaneye gider.
 Bizim tüccar sabah namazına giderken bunları görür . Zil zurna arkadaşının kolunda gitmektedir. Beyzadenin verdiği altınlarla bu gece ne güzel ıslattık diye konuşmaktadır .
  Bunu duyan tüccar çok üzülür .
     Doğru hocasına giderek durumu anlatır.
Hocası ona iki dirhem verir.
_ Bu benim zekâtım İlk karşına çıkan fakire ver der .
Dışarı çıkar İlk karşısına çıkan kişiye parayı verir.  Parayı alan adam hüngür hüngür ağlamaya başlar . Neden ağlıyorsun diye sorunca başlar anlatmaya :
  _   Biz iki gündür açız . Ben ve hanım sabrediyoruz ama çocuk edemiyor. Bende yolda ölmüş bir ördek buldum . Onu pişirmek için eve götürüyordum der ve elindeki sepetten bir ördek çıkarır çöpe atar . Artık buna gerek kalmadı . Pazara gidip yiyecek alayım der ve dualar ederek oradan ayrılır .
  Hemen dönüp olanı biteni hocasına anlatır . Sebebini sorar  . Hocası :
  _  Oğlum der demekki sen parayı kazanırken dikkat etmedin . Parana haram karıştı . Oda içkiye gitti.
 Oysa benim helal iki dirhem yerini buldu.

30 Mayıs 2018 Çarşamba

EĞİTİM İLE NEFİSLER TERBİYE EDİLMELİ

Eğitim mi, Cibilliyet mi?

Vakti zamanında bir ülkede yaşlı ve bilge bir padişah, bir de çok akıllı bir veziri yaşar. Padişah vezirine bir gün bir soru sorar:

-”Vezirim cibilliyet mi (yaratılıştaki huy mu), eğitim mi daha önemlidir?” Vezir hiç duraksamadan cevap verir:

-Cibilliyet, padişahım.” der.

Bu sözün gerçeğini ortaya çıkarmak amacıyla padişah memleketin her bir yerine tellallar gönderir. Tellallar ülkenin her tarafını dolaşırken:

-”Duyduk duymadık demeyin. Padişahımızın davetidir. Yapılacak bir yarışmada ülkenin en iyi hayvan eğiticiliğini kazanana bin altın verilecektir…” diye avaz avaz duyuru yaparlar.

Derken kısa zaman içinde ülkenin en iyi hayvan eğiticisi seçilir ve padişahın huzuruna çıkarılır. Padişah hayvan eğitmenine sorar:

-”Bir kediye çok kıymetli bir eşyayı istediğin kimseye göndermeyi ne kadar zamanda öğretebilirsin? der.

Hayvan eğiticisi:

-”Üç-beş ayda öğretirim padişahım.” der.

Padişah adamı kabul eder ve adamın istediği süreyi verir. Verilen süre dolar ve kedi eğiticisi huzura alınır..

Padişah:

-”Haydi hünerini görelim? der.

Kedi eğitmeni herkesin hazır olduğu bir durumda padişahın işaretiyle kediye komutunu verir. Kedi, adamın komutları ile ağzına aldığı mücevherleri padişaha tam vermek üzereyken, vezir cebinde sakladığı fareyi yere bırakır. Fareyi gören kedi götürmekte olduğu mücevherleri yerlere saçarak derhal kaçan farenin peşinden koşmaya başlar. Bu kez vezir padişaha sorar:

-Padişahım eğitim mi önemlidir, cibilliyet mi?

Tabi, padişahın vereceği cevap belli:

-”Cibilliyet vezirim, cibilliyet.” der.

Hikayedeki kedi, insanın imtihanı olan şeytani nefsin, hayvani sıfatıdır. Tıpkı hikayedeki kedinin durumu gibi onun önüne bir fırsat geldiğinde aldığı görev ne kadar önemli olursa olsun o, kedinin fareyi mücevhere tercih ettiği gibi bir an bile tereddüt etmeden emanete ihanet etmekten geri kalmaz. Onu ne kadar eğitirsen eğit, yaratılışındaki huydan vazgeçemez. Bu açıdan nefse asla güven olmaz. İnsanlar ne kadar yüksek tahsil yaparlarsa yapsınlar yaratılışlarındaki huy hep aynı kalır. Onun önüne ancak tasavvufi terbiye ile geçilir. Onun içindir ki kontrol, nefiste değil insanda olmalıdır. Kontrolün insanın eline geçebilmesi için de mutasavvıfların yaptığı gibi, nefsin istekleri yapılmayıp istemediği İlahi emirler yapılarak ona egemen olmak mümkündür. Eğer nefsin her istediği verilir ve her istediği yapılırsa, insan nefis hayvanının güdümüne geçerek hayvanlaşır. Bu durumu, çevresine kaba davranan tahsilli kimselerde bariz olarak görmek mümkündür.
Gerçek anlamda olgun insanlar ancak nefsine muhalefet ederek olgunlaşabilmişlerdir. Bu bakımdan insanlar İlahi vahye uymadıkları ve Peygamber ahlakı ile ahlaklanmadıkları sürece içlerindeki hayvani sıfatlara egemen olamazlar. Dünyaya hakim olup da, nefisleri karşısında kolayca mağlup olanlar az değildir.

KUR'AN KALPLERİ TEMİZLER

⏰Yaşlı adam her gün Kur'an okuyur fakat ezberliyemiyordu.
Küçük oğlu; baba ezberleyemediğin halde neden her gün okuyorsun diye sordu.
Babası; kendisiyle kömür taşınan sepeti göstererek, sebebini şununla, şu denizden bana su getirdikten sonra söyleyeceğim dedi.
Oğlu denizden su getirmeye çalışır fakat defalarca denemesine rağmen başaramaz. Babasına dönerek; baba başaramıyorum. Bununla su taşıyamam ki der.
Babası sepeti göstererek; peki onda birşey farkettin mi? Diye sorar. (Kendisiyle kömür taşınan sepet artık tertemiz olmuştu)
Oğlu; evet baba sepet tertemiz olmuş.
Babası; işte böyle oğlum. Kur'an deniz suyu gibidir. Kalbimde tutamazsam bile dünyanın pislikleriyle kirlenen kalbi temizler der.
Hayat, Allah'ı zikretmeyle paklanır...
Allah'ı çok zikreden kullardan olmamız temennisiyle.
🌹🌹🤲🕋🕌🤲🌹🌹

26 Mayıs 2018 Cumartesi

DAVA ADAMINDAN

Başarıya götüren prensipler...
Konuşmada dikkat edilecek hususlar:
• Sağırların en beteri, kusurunu işitmek istemeyen insandır.
• Dünyada mağrur olan, din yolunda gidemez.
• Büyüklüğüne kapılan kimse kibirlenir. Bilmez ki, büyüklük; hilm ve yumuşaklıktır.
• En büyük nisyan, bir insanın kendisini kusursuz bilmesi, mesai arkadaşlarını kusurlu bilmesidir. Kendini beğenmek gururdan, kibirden, kıskançlıktan ileri gelir.
• Büyük bir mevki ve makam sahibi olduğun zaman, akıllı isen, düşkün kimselere gülme. Çünkü nice makam sahibi kimsenin düştüğü, düşkünün onun yerine geçtiği görülmüştür.
• Allah’a kul olan insanda benlik olmaz.
Zübeyir Gündüzalp
***
• Konuşmalarda en küçük bir alaylı kelime dahi kullanmaktan sakınınız.
• İstihza, alay edilende kapanmaz bir yara açar.
• Kalpler kırılınca ruhta kin ve adavet başlar.
• Şakacı olmayınız. Zira şaka muhabbetin sonu, adavetin başlangıcıdır.
• Şekva etmek, arkadan çekiştirmek iradesiz kişilerin işidir.
• Tenkit, bir zehr-i katildir.
• Ciddiyeti esas tut.
• Gülmemek ciddiyetin başıdır. Şaka muhabbetin kezzabıdır.
***

25 Mayıs 2018 Cuma

LOKMAN'IN OĞLUNA ÖĞÜTLERİ

 -Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişt
- Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır.
- Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.
- (Lokman, öğütlerine devamla şöyle demişti:) Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.
- Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.
- Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.
- Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.
Mealli Kuran - 411

İYİLİKTE KÖTÜLÜKTE, DİL VE YÜREKTEN ÇIKAR !

   Bir gün Davud Peygamber, Lokman'dan, bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça et getirmesini istemiş; Lokman da, ona kestiği hayvanın dilini ve yüreğini getirmiş. Birkaç gün geçince Davud aleyhisselâm, bu defa hayvanın en kötü yerinden iki parça et getirmesini istemiş; o, yine dilini ve yüreğini getirmiş. Hz. Davud'un, sebebini sorması üzerine Lokman şöyle demiş: "Bu ikisi iyi olursa, bunlardan daha iyisi; kötü olursa, yine bunlardan daha kötüsü olmaz."}
Mealli Kuran - 411

24 Mayıs 2018 Perşembe

BU LOKMA ŞİFADIR


Balabân isminde gayr-i müslim bir çobanın sürüsünden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Beşiktaşlı Yahyâ Efendinin "rahmetullahi aleyh" dergâhının bahçesine gelmişlerdi.

Çoban doğruca dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, büyük bir velî olduğunu işitmişti. "Acabâ bana nasıl alâka gösterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, aç ve yorgun olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı ve bal ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım." gibi düşünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi.

Yahyâ Efendi onu görünce, o daha hiçbir şey söylemeden; "Bu genç çok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin" buyurdu. Ekmek, tereyağı ve bal ortaya konunca, Yahyâ Efendi Balabân'a;

"Ey evladım Balabân
Bunlar sana bir ihsan
İster yağa ban, ister bala ban
İnad etme, ol Müslüman"

dedi ve tebessüm ederek, yemesi için işâret etti. Balabân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi yumuşadı. İmân etmekle şereflenip müslüman oldu.

23 Mayıs 2018 Çarşamba

ÜZME ÜZÜLÜRSÜN

"
EŞİNİZİ ÜZMEYİN BİRGÜN ÇOK PİŞMAN OLURSUNUZ

Ayşe teyze elli yıldır aynı yastığa baş koyduğu
kocasıyla iki haftada bir aile hekimine gelir ve
oturur oturmaz doktora şikâyete başlardı.
Kızııım, bu Ali amcan var ya, Allah ıslah etsin
onu. Ali amcan, şöyle, Ali amcan böyle.
Boşayacağım bu adamı. Ali amca da bazen
titreyen sesiyle asıl sen şöyle böyle
yapıyorsun!’ diye kendini savunur ve bazen de
susardı. Aile hekimi sakinleştirmeye çalışırdı:
Etme Ayşe teyze, bunca yıldan sonra, böyle
küçük meseleler yüzünden değer mi? El âleme
ayıp, bu kadar sabrettiniz birbirinize, şurada
ömürden ne kaldı geriye.
Kısa süre sonra Ali amcanın öldüğü öğrenilir
ve Ayşe teyze bir yıl ortalıklarda görünmez.
Günün birinde çıkagelir Ayşe teyze. Eski
canlılığını yitirmiştir, suskunlaşmıştır,
gözlerinin feri kaçmıştır. Oturur aile hekiminin
karşısına. Nasılsın Ayşe teyze? diye sorar
hekim.
Gözyaşlarına eşlik eden titrek sesiyle Ah
evladım der. Ali amcan öldüğünden beri
hayatım bir kâbusa döndü. Peşlerinden neler
çektiğim evlatlarımdan hayır yok. Ne oğlumun
evine sığabildim, ne kızımın evinde bir köşecik
bulabildim kendime. Ne gelimine
yaranabildim, ne damadıma. Yapayalnız
kaldım. Tek Ali amcan yaşasaydı da, bir iyilik
etmesi lazım değil, hiç olmazsa evin bir
köşesinde bir nefesi olsaydı.
Görüyorsunuz, sizi en çok sevenler dâhil,
herkes çekilip gidecek hayatınızdan, çocuklar
yuvadan uçacak ve kimse size eşiniz kadar
yakın kalamayacak. Sorun iffetsizlik değil,
cana kast değil, akıl kaybı değil, hırsızlık değil,
kumar değil, daha ne?
Anlaşamıyormuşuz. Anlaşamamanın canı
cehenneme! Eşinizin basit eziyetlerine
sabretmezseniz cenneti hangi eziyetle
kazanacaksınız? Üstelik kimsenin yanında
eşiniz kadar rahat olamayacağınızı da
biliyorsunuz. Öyleyse, ciddi ahlaki sorunu
olmadığı sürece, sırf maddi kararlarda
anlaşamamak yüzünden eşinizi kırmayın. Her
şey en iyi olamıyorsa, boş verin olmayıversin.
Dilinizi tutun, dudaklarınızı ısırın, ama eşinizi
kırmayın.

22 Mayıs 2018 Salı

KARIŞMA ALLAH'IN İŞİNE !

KARIŞMAM KARDEŞİM

🤔Adamın biri bir gün bahçesinde otururken Hayvan dışkısından top yapan bir böceği görmüş, böcek pisliği ayakları ile yuvarlayarak giderken içinden şöyle geçirmiş:
- Ey Allahım! Her şeyi çok güzel çok hoş yaratmışsın da, şu böceği sırf pislikle uğraşsın diye mi yarattın?
Aradan bir kaç ay geçmiş adam umarsız bir hastalığa yakalanmış.
Derdine kimseler çare bulamamış.
En sonunda bilge bir doktor ''Bak demiş bazen bahçelerde gezen bir böcek olur ayakları ile pislik yuvarlar işte o yuvarladığı pisliklerden 40 gün boyunca aralıksız yiyeceksin" demiş.
Adam 40 gün boyunca o pislikleri yemiş ve iyileşmiş. Aradan yıllar geçmiş aynı adam gemiye binmiş ve denizin ortasında çok büyük fırtınaya yakalanmışlar. Herkes bağırıp, çağırıp, ağlaşırken bu adam bacak bacak üstüne atıp sakince çayını yudumluyomuş.
Birileri dayanamamış sormuş. "Biz yana yakıla dua edip bağırıp çağırıyoruz sendeki bu rahatlık ne be adam !."
Adam şöyle cevap vermiş
- KURBAN OLDUĞUMUN BİR KERE İŞİNE KARIŞTIM BANA KIRK GÜN BOK YEDİRDİ, İSTER YÜZDÜRÜR, İSTER BATIRIR BEN KARIŞMAM KARDEŞİM.

💝 HERŞEY ANNEM İÇİN 💝


Türkan Hanım dindar bir ailede büyümüştü. Annesi her fırsatta ona ve kardeşlerine namaz kılmalarını söyler, hatta kızarak onları uyarırdı. Türkan Hanım namazın kılınması gerektiğine inanır, ama yine de kılmazdı, çünkü kılmak nefsine zor geliyordu. Bazen başlar, sonra terk ederdi.
Evlendi ve çocukları oldu. Annesi her geldiğinde aynı şekilde namaz kılmaları için ikaz etmeyi sürdürüyor, o da ısrarla kılmamaya devam ediyordu.
Çok istemesine rağmen bir türlü nefsine galip gelemiyordu. Bir gün arkadaşları ona oturmaya geldi. İçlerinden biri annesini de yanında getirmişti.
Teyze çok mübarekti. Öyle tatlı konuşuyordu ki, onu dinleyen saatler geçse usanmazdı. Teyze bir ara namaz konusuna değindi. O anlatırken, Türkan Hanım annesini hatırlamış ve annesinin eski günlerdeki namaz ikazlarını düşünüyordu. Misafirler de teyzeyi zevkle dinliyordu.
Türkan Hanımın küçük oğlu Zekeriya, 4 yaşındaydı. Oynadığı oyunu bırakmış, teyzenin koltuğu dibinde iki elini yumruk yapıp yüzüne dayamış bir şekilde, kıpırdamadan dinliyordu.
Annesi ikram için mutfakla salon arasında koşturup dururken mevzu değişmişti. O da onların yanına oturup sohbetin güzelliğine kapılarak çayını yudumlamaya başladı.
“Anne, senin yerine ben namaza başlayacağım”
Tam bu sırada mutfaktan bir gürültü geldi. Arkasından da oğlunun çığlığı duyuldu. Telâşla mutfağa koştu Türkan Hanım. Misafirler de korkuyla peşinden gittiler.
Oğlu bir sandalye koyarak lavaboya çıkmıştı. Bir ayağı lavabonun içinde, diğeri ise dışarıdaydı. Sandalye devrilmiş yerde dururken, oğlu da lavabonun kenarında korkmuş bir şekilde asılı duruyordu.
Koşup kucağına aldı. Su içeceğini zannederek:
“İsteseydin ben verirdim yavrum, ya düşüp bir yerine zarar verseydin” diye çıkıştı.
Türkan Hanım oğlunun verdiği cevabı, uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ unutamaz; çünkü şöyle demişti çocuğu:
“Anne, ben abdest alacaktım. Teyze dedi ya, namaz kılmayanlara Allah ceza verecekmiş diye. Ben de, sen ceza almayasın diye senin yerine namaza başlayacaktım.”
O an Türkan Hanım, tepeden tırnağa titrediğini hissetti. Allah, yıllarca namaz kılmayan Türkan Hanıma oğlunun davranışıyla müthiş bir ders vermişti. Yavrusuna sarılıp dakikalarca ağladı...

19 Mayıs 2018 Cumartesi

HER AN, ALLAH BİZİMLE...!

 - Hayatını faydasız işlerle geçiren bir adam bir gün bu durumundan sıkılır. İstikamet üzere hayatını sürdürmeye karar verir ve bir bilgenin yanına gider. Ondan dürüstçe bir yaşam sürdürmek için kendisine yardım etmesini ister.
      Bilge, adama son damlasına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verir ve fıçıyı bir damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini ister. Adam fıçıyı bilgenin dediği şekilde bir damla bile dökmeden şehrin bir başından öbürüne götürür. Sonra tekrar bilgenin yanına döner. Bilge sorar: “Zeytinyağını taşırken şehirde nelere şahit oldun?” O gün şehirde pazar kurulmasına ve çok kalabalık olmasına rağmen adam şöyle cevap verir: “Zeytinyağını dökmemek için o kadar dikkat ettim ki, bir an bile etrafıma bakmadım. Bilge bu dersten sonra içi rahat bir şekilde nasihatini yapar: “Eğer yaptığın her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine verirsen, Allah’ın her an seni kontrol ettiğini aklından çıkarmaz, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın…”

ORUCA HÜRMET GÖSTER,ORUÇLUYA SAYGILI OL..!

Ramazân-ı Şerîfe Hürmetin Karşılığı ve Hürmetsizliğin Cezası…

Herhangi bir özür ile oruç tutamıyanların, bu aya hürmet etmesi, oruç tutamadıkları günler, gizli yemeleri lâzımdır.
Bu aya hürmetsizlik çok tehlikelidir.

Ramazân-ı şerîfte umûmî yerlerde, müslümanların karşısında, oruç yiyenlerin ve oruç tutanları aldatarak, oruç tutturmıyanların îmânı gider.

Ramazan günlerinde lokanta, gazino, büfe gibi yiyip içme yerlerini işletmek günâhtır. Bunların, oruç yiyenlerden kazandıkları, helâl ise de, habîstir pistir, zararlıdır. Buralarını iftârdan sonra açmalıdır.

Oruca hürmet çok önemlidir.

Eskiden bugünkü gibi değildi.
Gayri müslimler bile müslümanların orucuna hürmet ederdi.
Açıkta yemezlerdi.
Yine böyle bir Ramazanda, gayr-i müslim bir kimse, evine geldiğinde, çocuğunu evin önünde açıktan yemek yediğini gördü. Hemen oğlunu azarlayıp,
– Evladım bilmiyor musun, bugün müslümanların oruç tutma günü. Nasıl böyle onların gözü önünde açıktan karnını doyuruyorsun. Çabuk gir içeri. Bir daha böyle açıktan yediğini görmiyeyim, dedi.
Aradan bir zaman geçtikten sonra, bu kimse vefat etti. Bu kimseyi, müslüman komşusu rü’yada gördü. Kendisini çok güzel yerlerde, rahat bir şekilde görünce merak edip kendisine sordu:
– Senin bu bulunduğun yer neresidir?
– Cennettir.
– Peki dünyada iken, İslâm dinine sen inanmazdın, nasıl oldu da Cennete girdin?
– Doğru, son zamanlarıma kadar müslüman değildim. Fakat, vefatıma yakın, îmân edip, müslüman oldum.
– Bu nasıl oldu?
– Bu büyük ni’mete kavuşmama sebep şu: Birgün Ramazanda çocuğumu açıkta yemek yediği için azarlayıp, oruca hürmet etmesini istemiştim. Cenab-ı Hakkın, beni bu hürmet sebebiyle ahir ömrümde, îmân ile şereflendirdiği bildirildi. Gördüğün gibi Cennette rahat içindeyim.

18 Mayıs 2018 Cuma

MESCİD-İ AKSAYI NİÇİN SEVİYORUZ ?

 • Müslümanların ilk kıblesi olduğu için,
• Hz. Peygamber (sav)’in İsra ve Miraç’ının gerçekleştiği yer olduğu için,
• Kur'an- ı Kerimde, Çevresinin mübarek kılındığı, güzel bir yurt ve Mukaddes toprak olarak zikredildiği için,
• Allah’a ibadet için yeryüzünde yapılan ikinci ev olduğu için,
• Mescid-i Aksa da namaz kılmanın fazileti beş yüz kat fazla olduğu için,
• Ziyaret edilmesi Peygamberimiz (sav) tarafından teşvik edilmiş olduğu için,
• İlahi vahyin indiği bir mekân olduğu için,
• Mekke ve Medine’den sonra İslâm’ın üçüncü kutsal şehri olduğu için,
• Hz. Zekeriyyâ ve Hz. Meryem'in iba¬dete çekildikleri odalar “Mihrab” burada olduğu için,
• Peygamberimiz (sav) Miraç’ta bütün peygamberlere namaz kıldırdığı mekân olduğu için,
• Peygamberlerin ana vatanı, uğradığı yer olduğu için, Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı seviyoruz!
• Velhasıl Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı sevmek için çok sebep vardır…

#Kudüs

17 Mayıs 2018 Perşembe

TİLKİNİN ORUCU

Tilki ormanda gezmektedir.
Bir ağacın dalında asılı bir geyik budu görür.
Açtır ama süphelenir kontrol etmeye başlar ve görür ki bu bir
tuzak...
Geyik budu bir iple bombaya bağlıdır. Epeyce uzağa gider ve
başını kollarının üzerine koyarak yatar, biraz sonra kurt gelir,
budu görür ve yatan tilkiyi de tabi... Tilkiye sorar:
- "Napıyorsun dostum?"
Tilki cevap verir
- "Hiçç... yatıyorum"
- "Burda bir but var"
- "Evet var"
- "Neden yemedin?"
Tilki sakince cevap verir:
- "BU GÜN ORUCUM"
Kurt kendinden emin:
- "Ben yiyeyim o zaman"
Tilki:
- "Buyur afiyet olsun"der.
Kurt buta uzanır uzanmaz bir patlama, ortalık toz duman, kurt yaralı, hareketsiz, 10 metre uzakta perişan halde yatarken tilki sakince budu yemeye başlar.
Bunu gören kurt:
- "HANİ ORUÇTUN?"
Tilki pişkin pişkin
- "Topun patlamasını bekliyordum?" der.

ADAM OLAMAZSIN...!



Vali Olmuşsun #Fakat #Adam Olamamışsın
Çok eskiden bir adamın, haylaz ve yaramaz bir oğlu varmış.
Adam, çocuğunun her yaramazlığı sonunda; ''Oğlum sen adam olamazsın!'' dermiş.
Babasının bu sözü oğlunun çok zoruna gidermiş ve üzülürmüş.
Aralarında çıkan bir tartışmadan sonra, bizim haylaz oğlan babasına saygısızlık yapmış.
Ve almış başını İstanbul'a gitmiş. Çalışıp, çabalamış.
Çeşitli okulları bitirip, bir sürü imtihana girmiş. Sonunda kendi şehrine vali olmuş.
Daha koltuğuna oturur oturmaz; ''Gidin, filan köyde şu isimde biri var, çabuk onu huzuruma getirin.'' diye emir vermiş.
Valinin adamları gidip, söylenen köydeki ihtiyar Ahmet efendiyi bulmuşlar.
''Seni Vali huzuruna çağırıyor.'' diyerek, adamı apar topar valinin karşısına çıkarmışlar.
Koltuğuna iyice yaslanıp sigarasını tüttüren vali, yani bizim haylaz oğlan sormuş;
- ''Ben kimim? Beni tanıdın mı?''
Yaşlı adam büyük bir korku içinde imiş. Oğlunu tanıyamamış.
- ''Siz vali efendimizsiniz.'' demiş.
Vali, intikamını almış olmanın gururu içinde,
- ''Ben senin oğlunum!'' demiş. ''Hani sen bana iki sözünün birinde, adam olamazsın, derdin.
Bak işte adam oldum, hatta vali bile oldum.''
Adamcağız meseleyi hemen anlamış;
''Beni ayağına bunu söylemek için mi çağırdın?
Ben sana vali olamazsın değil, adam olamazsın demiştim. Yaşlı insanları ayağına çağırmakla ve onların yanında saygısızca sigara içmekle, insanları küçük görmekle adam olamayacağını gösterdin.''
...

16 Mayıs 2018 Çarşamba

~SENDEN BÜYÜK ALLAH VAR !~

~KİM BÜÝÜK?~
Zengin ve birhayli gösterişi seven adam o günde giydiği şık kıyafetiyle işine gitmek için aracına binmiş ve yola çıkmıştı.Hesabına göre de yolda önce bankaya uğrayacak ve para yatıracaktı.Düşündüğü gibi on dakika sonra işlek caddede aracından inmiş ve bankaya yönelip işini halletmiş,sonra ise alel acele çıkmış ve aracına yönelmisti.O koşuşturmada birden önüne çıkan bir simitçiyle hızla çarpışınca,ikiside yere düşmüş canıda bir hayli yanmıştı zengin adamın.Etraftaki alaycı bakışlardan rahatsız olmuş olacakki durumu kurtarmak ister gibi yerinden doğrulup,simitciye hakaretler etmeye başlamıştı sonrasında."Önüne baksana sersem.Kıyafetlerim berbat oldu.Hadi ben koskoca toplantıya yetişeceğim diye acele ediyorum.Yasen,hergün sokaklarda aylak aylak gezer simit satarsın.Ne bu acelecilik düşüncesiz herif?"Genç simitci adamın hakaretlerine bir hayli içerlemiş ve etrafta olayı izleyen insanlardan utanmış olacakki,kısık bir sesle"fırına yetişip,simit almam gerekti beyim.Benim işimde bana göre onemli"diyebilmiş,olay daha fazla büyümesin diye üstüne üstük birde özür dilemişti onca hakaretin ardından zengin adamdan...Olaydan tam on sekiz yıl sonra ise aynı zengin adam  önündeki bir dosyayla cebelleşiyordu adeta.Kendi şirketinin tüm hisselerini iflasının ardından satışa çıkarmış ve alıcı olan adamın imza atmasını bekleniyordu artık.Otuzlu yaşlardaki adam,şirketin eski sahibine dikkatle bakıp"üzülme efendi.Hisselerini satın alıyorum diye işinide kaybedecek değilsin.Şirkette ayni konumunda çalışmaya devam edeceksin merak etme"deyince garipsemişti bu durumu."Hisselerimi almak ve beni alt etmek için bu kadar uğraşan biri bana bu iyiliği neden yapabilirki?"diye sorunca ise hayatının sonuna kadar unutmayacağı bir cevap almıştı genç adamdan."Evet büyük bir hırsla hisselerini almak için elimden gelen ne varsa yaptım ve başardımda.Ama bunu sadece yıllar önce bir simitciyi küçük gördüğün ve gönlünü kırdığın için yaptım.ALLAH büyüklüğü takvada görmüşken,sen malla mülkle olacağını sanırsın ya efendi.ALLAH bir kapı açar,senin küçük gördüğün simitci canını dişine takar ve okur,kazanır,gün gelir hisslerini satın alıp senide bu zenginlikten mahrum eder.Kim büyükmüş anladınmı şimdi beyim?Tahmin ettiğin gibi o simitci benim..."

14 Mayıs 2018 Pazartesi

EV SAHİBİNİN İŞİNE KARIŞILMAZ

FIKRA
Zamanın birinde padişah ve sadrazam normal bir köylü gibi giyinip ülkelerini gezerlermiş.Yol üstünde bir çobana ratlamışlar.Çoban uzaktan bunların padişah ve sadrazam olduğunu anlamış. Hemen yanındaki kuzuyu kesmiş ve pişirip padişah ve sadrazama ikram etmiş.

Bunun üzerine padişah neden bizim için kuzuyu kestin demiş.
Çoban ise ev sahibinin işine karışılmaz diye padişaha bır tokat atmış.
Padişah buna çok sinirlenmiş ama iyi kalpli biri olduğu için çobana bir şey yapmamış.

Padişah ve sadrazam saraya vardıklarında biz bu çobandan nasıl intikam alırız diye düşünmeye başlamışlar.Günlerce düşündükten sonra
Sadrazam demiş ki: Devletlim biz bu çobanı yemeğe davet edelim.Yemek bittikten sonrada siz tabakları kırarsınız bunun üzerine o da napıyorsunuz der. Siz de ev sahibinin işine karışılmaz deyip ona aynı şekilde bir tokat atarsınız.
Padişah bu fikri sevmiş ve çobanı saraya yemeğe davet etmiş. Çoban da bu daveti kabul etmiş ve saraya gelmiş.Bir güzel yemeğini de yemiş.Yemek bittikten sonra padişah tabakları kırmaya başlamış. Çoban hiç ses etmemiş.Sadrazam demiş ki: Aaa padişaha bak tabakları kırıyor ne kadar ayıp demiş. Buna sinirlenen çoban : Ev sahibinin işine karışılmaz diye sadrazama da iyi bir tokat atmış.Böylece ev sahibinin işine karıştıkları için hem padişahı hem vezirini güzel bir tokatlamış.Bizlerin bundan çıkaracağı bir ders olmalı,demekki bizleri ilgilendirmeyen işlere bilhasa misafirlikte ev sahibinin işine karışmamalıyız. Ev sahibinden tokat yemek istemiyorsak misafir olduğumuzu unutmamalıyız...

13 Mayıs 2018 Pazar

MES'UT OL ANNE...!

Merhamet sahibi yüce Yaratan
İnsanı bir sudan yarattı anne.
Rahmi medarında her bir annenin,
Şekilden şekle çevirdi anne.

Bir insan haline getirdi bizi
Rızıkla besledi vücudumuzu,
Ruh ile süsledi bedenimizi
Dokuz ay karnında taşıttı anne.

Kanınla beslendim göbek bağından
Canım verdin bana, kendi canından
Uzun yolculuğun acılarından
Senin o sevgine kavuştum anne.

Dünyaya gelmemiz olunca yakın
Sancı çekiyordun halin pek sakin
Doğum sonrası tavrınla lakin,
Sabır kahramanı gibiydin anne.

Sütünü emzirdin en az iki yıl
Uyku uyumadın belki bütün gün,
Sevginle büyüttün bilirim her gün
Duana muhtacım sevgili anne

Cenneti sermiştir önüne Mevla,
Merhamet vermiştir özüne Hüda,
Hayatın yavruna, vermişin diye,
En yüce makama, ermişsin anne.

Öf denir mi sana, ey güzel ana,
Rabbimiz emretmiş itaat  bana,
Kevser ırmağından, iç kana kana,
Her iki dünyada, "mes'ut ol" anne.    
***
Rafet  ÖZCAN

CENNETİ SIRTINDA TAŞIYAN ADAM

         
20 Yılı aşkın süredir oturmakta olduğum mahallemizde, evliya olduğu söylenen asırlık bir ihtiyar vardı.İsmi pek bilinmediği için kısaca "Nur Dede" diye çağırılan bu ihtiyar, insanın karşısına hiç umulmadık zamanlarda çıkar ve kerametli sözleriyle onların dertlerine derman olurdu.
Bir gün karşılaştığımızda, kısa bir sohbetten sonra:
Bana da dua et dede, dedim. Dünyanın yükü, benim omuzlarımda sanki.
Titrek elleriyle kulağımı çeker gibi yaparak:
Cenneti taşıyanların yanında dünyayı taşıyanların lâfı olmaz evlât, dedi. Ve hemen sonra, Cenneti yüklenen o adamı nerede görebileceğimi tarif etmeye çalıştı.
Nur Dedenin bahsettiği kişi, yakın köylerin birinde oturan ve her cuma günü şehre gelen bir gençti. Bu bahtiyar insan, dedenin anlattığına göre son zamanlarda hep aynı binaya uğruyor ve sırtındaki o mübarek yükü, bir an bile olsun bırakmıyordu.
Nur Dede ile karşılaşmamızdan sonraki ilk cuma günü, tarif ettiği yere giderek beklemeye koyuldum. Burası, merkezî bir binanın en üst katıydı. Büroların açıldığı koridorda uzun süre gezindikten sonra, merdivenlerde ayak sesleri duydum. Atılan adımların yorgunluğu sebebiyle onların bir gence ait olduğunda tereddüt etmeme rağmen, Cennet'i taşıyan adamın geldiğini hissediyordum. Merakımı yenemeyip merdivene doğru ilerlediğimde, bir anda onunla karşı karşıya geldim. 25-30 yaşları arasında çelimsiz bir insandı ve yaşlı annesini sırtına almış vaziyette, asansörü her zaman bozuk olan işyerinin beşinci katındaki doktor muayenehanesine tırmanmaya çalışıyordu. Delikanlının annesi, güçsüz kollarını evlâdına dolamış ve işlemeli yemenisi ile çevrelediği nurlu yüzünü, hafifçe yana çevirmiş vaziyette oğlunun omuzlarına dayamıştı.
Sırtındaki mukaddes yükü rahatsız etmekten korktuğum için o gence yardım edemedim. Ama yanına yaklaşarak:
 ALLAH senden razı olsun kardeşim, dedim. Cennet'i taşıdığının farkında mısın? Delikanlının terli ve solgun yüzü, sıcak bir tebessümle aydınlandı. Fakat nedense tek kelime bile konuşmadı. Ama RABBiM biliyor ki, o tebessümde, ömrüm boyunca hiç kimsede görmediğim bir sıcaklık ve güzellik vardı. Belki de haşir ve sırattan sonra, ebedî saadet diyarına doğru uçan Cennet insanlarının mutluluğu.
90'lı yılların hemen başında, Adapazarı'nda, Ordu Evi karşısındaki bir iş hanında yaşadığım bu hatırayı, kardeşlerimin arzusuyla kaleme aldım. O günden sonra anne veya babasına hizmet eden bir genç gördüğümde, Cennet'i taşıyan o adamı hatırlarım. Tabi ki bir de, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in (s.a.v.) : "Anne ve babasının ihtiyarlığına yetişip de Cennet'i kazanamayanlara şaşarım" şeklindeki mübarek sözlerini.

Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden 

11 Mayıs 2018 Cuma

SAKIN UNUTMA...!

DÜNYA HAYATININ GERÇEĞİ…

- Lübnan'ın en zengin adamı Eymen Bistani, Beyrutu en iyi noktadan gören hakim bir tepede kendisine görkemli bir mezar yaptırdı ve oraya gömülmeyi vasiyet etti. İlahi kader farklı tecelli etti, özel uçağı denize düştü. Milyonlara mal olan aramalar sonunda uçağı bulundu ama cesedine ulaşılamadı...

- Lord Teshlid İngiltere'nin en zengin adamlarındandı, zaman zaman devlete bile borç veriyordu. Malikanesinde oldukça büyük ve korunaklı bir odayı Servet kasası olarak kullanıyordu. Birgün hazinesine girdi ve yanlışlıkla kapıyı üstüne kapattı. Oda çok özel inşa edildiği için, ne kadar bağırıp çağırdıysa, yardım istediyse de sesini kimseye duyuramadı. Zaman zaman eve gelmediği için, evdekiler arama ihtiyacı hissetmedi. Günler sonra cesedi bulunan Lord, bir şekilde parmağını kesmiş ve kanıyla şu cümleyi yazmıştı: "Dünyanın en zengin insanı, açlıktan ve susuzluktan ölüyor!"...

Dünya hayatında mal ve Servetin herşeyi çözdüğünü sananlara duyurulur...

- Şüphesiz dünyadan ayrılma duygusu İstikbal'in en vahim hadisesidir, muhtevasını tam anlamıyoruz; nerde, ne zaman ve nasıl bitecek? İnsanoğlu hayatı boyunca evden çıkar, sonra tekrar döner, ama birgün çıkar bir daha da dönmez...

- Hayatında kimseye zulmetmemeye, kimseden nefret etmemeye, kimseyi yaralamamaya, kimseden kendisini üstün görmemeye özen gösterenlere müjdeler olsun, ne güzel bir ahlaka sahipler?.. Hepimiz gidiciyiz...

- Adam taksiye bindi, şoförün Kur'anla meşgul olduğunu görünce; ölen mi oldu diye sordu. Şoför: Evet, kalplerimiz öldü dedi.
- Hapisteki mahkum, yalnızlığını gidermek için, Kur'an istiyor.
- Hastanedeki hasta, şifa bulmak maksadı ile Kur'an istiyor.
- Kabirdeki ölü, derecelerinin yükselmesi için, Kur'an temenni ediyor.
- Biz ise; hapiste, hastanede ve kabirde değiliz ki Kur'an isteyelim. Kur'an ellerimizin arasında, gözlerimizin önünde, onunla irtibata geçmek için, hapse, hastaneye ve kabre düşmeyi mi bekliyoruz?!!
- Kalplerin baharı, ayıpların örtüsü, günahlarımızın bağışlanma sebebi Kur'anla hemhal olma temennisi ile...

(YANIMIZDA GÖTÜRECEĞİMİZ SADECE AMELLERİMİZDİR!!!)

10 Mayıs 2018 Perşembe

ALTINCI RİCA

 ...Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlık'ımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem o var, bizim için herşey var. Madem o var, melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil. Hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk'ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler. Evet bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat'umatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahidler, bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlık'ımızın, Sâni'imizin, Hâmi'mizin dergâhını gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır. Ve acz ve zaafın tam zamanı da, ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.
Lemalar - 228

8 Mayıs 2018 Salı


"
HZ. ALİ’nin BİR KARINCAYLA SINAVI

Hazret-i Ali bir gün yolda aceleyle giderken farkına varmadan bir karıncayı incitti. İncinen karınca, elini ayağını oynatarak yerde çırpınmaktaydı. Hazret-i Ali, karıncanın içine düştüğü durumu görünce pek üzüldü. O Allâhʼın arslanı, bir karıncanın incinmiş hâlinden dolayı perişan oldu. Karıncanın kendine gelip yürümesi için bir hayli emek sarf etti, birçok çâreye başvurdu. Fakat nâfile…
O gece Hazret-i Ali, rüyasında Rasûlullah Efendimiz’i gördü. Efendimiz ona şöyle buyurdular:
“‒Ey Ali! Yolda acele etme! İki gündür bir karınca yüzünden gökler mâteme boğuldu. Buna da sen sebep oldun. Yoldaki karıncayı incittin. Öyle bir karıncayı incittin ki, o Allâh’ın nârin ve hassas bir mahlûkuydu. Vazifesi, Allâh’ı zikretmekti.”
Hazret-i Ali’nin vücudu titremeye başladı. Allâh’ın arslanı, bir karınca yüzünden ne hâllere düşmüştü. Efendimiz:
“‒Merak etme! Allah indinde şefaatçin, yine o karınca olacak. O karınca Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edecek ve: «Yâ Rabbi! Hazret-i Ali bu işi kasten yapmadı. Bana bir zarar verdiyse de o, Sen’in velî bir kulundur. Sen onu bağışla!» diyecek.” buyurdular.
Ey yiğit! İyi bil ki böyle bir mâneviyat arslanının bir karıncaya karşı bu hâle düşmesi, dînî hassâsiyetinden kaynaklanıyordu. Görüldüğü üzere Hazret-i Ali gibi haşmetli bir yiğit bile, bir karınca yüzünden nasıl dertlere düştü!
Hakk’ın tecellîlerinden haberdar olan, Allâh’ın emrine uyan ve bu emre göre hareket eden kişiye ne mutlu!
Kaynak: Osman Nûri Topbaş,

TARHANA ÇORBASI

DARHANE ÇORBASI

Devrin sultanı, Ramazan ayında, bir gün tebdil-i kıyafetle şehri dolaşmaya çıkar. Yanında başveziri vardır. Sultan; Paşa, akşam ezanı kimin kapısının önünde okunursa o evde iftar edelim, der. İftar vakti yaklaşmıştır. Ara sokaklara girerler. Her evin kapısının önünde bir kişi beklemektedir. Bir misafir bulup evlerine iftar için çağıracaklar.

Başkalarına iftar ettirmenin zevkine tadacaklar ve sevabını alacaklar. Sultan ve veziri kendilerini tanıtmadan, herkese selam vererek giderler. İftar topu atılıp akşam ezanı okunmaya başladığında, fakir ama gönlü zengin bir Müslümanın evinin önündedirler. Zaten ev sahibi de iftara birilerini çağırabilmek için orada beklemektedir.
Sofra hazırlanmış. Sıcacık taze ekmek, tuz ve mis gibi tüten bir çorba vardır. Tuzla iftarlarını açarlar, ekmek ve çorba ile karınlarını doyururlar. Çorba, sultanın çok hoşuna gitmiştir.

Ev sahibine; "Bu çorba çok hoşuma gitti. Ne çorbasıdır bu?" diye sorar. Çok zeki ve firasetli olan ev sahibi, misafirinin Padişah olduğunu hemen anlamıştır; "Dar hane (fakir hane) çorbasıdır, sultanım" diye cevap verir.
Bu zekice cevap padişahın hoşuna gider ve o fakiri ertesi gün, ikram ettiği çorbanın tası ile saraya davet eder. Adamcağız gelince, padişah emir verir ve doğruca Darbhane'ye gönderir. Orada tası ağzına kadar altınla doldururlar. Tekrar padişahın huzuruna getirdiklerinde, padişah adamın halini sorunca der ki: "Sultanım, darhanemize (fakirhanemize) teşrif buyurdunuz ve darhane çorbamızdan içtiniz. Bu çorba şimdi "Darhane" değil "Darbhane" çorbası oldu" der.

Darhane, Anadolu insanının dilinde "tarhana" olarak yerini alır. Bazı yerlerde ise daha da kısaltılarak "tarana" olarak kullanılır.

Huzur Pınarı

7 Mayıs 2018 Pazartesi

"ÇIKAR AĞZINDAN BAKLAYI" DEYİMİNİN HİKAYESİ


* Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine
yakıştırılan küfürbazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış,
adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş.
Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini
cebine koy.
Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür
etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin.
Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin. *
*Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar.
Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır.
Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak, *
Şeyh efendi, biraz durur musun?
Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır.
Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız
da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne
istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
- Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
*Şeyh içinden "lahavle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır.
Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir: *
- Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
- İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
- Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz
bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun
altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur,
horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu.
Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
- Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı!.

~EŞEK OKUMA ÖĞRENİR Mİ?~

Efendim, bir zamanlar bir padişahın çok sevdiği bir eşeği varmış. Padişah eşeğini öylesine çok severmiş ki; bu eşeğin, cahil kalmasına bir türlü rıza gösteremezmiş. Sonunda eşeğine kim okuma yazma öğretirse, onu servete boğacağını ilan etmiş. Fakat eğer bu konuda gönüllü olanlar, eşeğe okuma yazma öğretemezlerse, boyunlarını vurduracağını eklemekten de geri kalmamış.
Bu işe birtakım hevesliler çıkmış; fakat eşek bu, okuma yazma öğrenir mi? Tabii sonunda, bu heveslilerin kelleleri gitmiş.
Derken bir gün, gerçekten ülkenin en fukara adamlarından biri, padişahın huzuruna çıkmış ve eşeğe okuma yazma öğretebileceğini söylemiş. "Fakat padişahım" demiş, "İnsanların okuma yazma öğrenmeleri bile yıllar sürüyor. Sizin eşeğin okuma yazma öğrenmesi için, en az 10 yıl gerekir. Eğer ben 10 yılda eşeğinize okuma yazma öğretemezsem, boynumun vurulmasına razıyım."
Teklif padişahın hoşuna gitmiş. "Git, karını al da gel" demiş. "Size sarayımda bir daire vereceğim ve eşeğimi de oraya getirteceğim. Derslere hemen başlayın."
Adamcağız sevinçle evine gitmiş ve "Toparlan Hanım" demiş. "Saraya gidiyoruz."
"Neden gidiyoruz?" diye sorunca kadıncağız, padişahla olan konuşmasını anlatmış.
Kadın, "Efendi sen delirdin mi?" demiş. "Baksana kaç kişi bu uğurda canından oldu. Eşek okuma yazma öğrenebilir mi?"
Adam gülmüş. "Hanım" demiş, "Yaşadığımız sefaleti görüyorsun. Ne ocak yanıyor, ne tencere kaynıyor. Sarayda ekmek elden su gölden yaşayacağız. Önümüzde 10 yıl var. Bu 10 yıl içinde, ya eşek ölür, ya padişah ölür, ya da ben ölürüm. Hadi lâfı bırak da toparlan, saraya gidiyoruz..."

BÜLBÜLÜN AŞKI...!

Bari onunla beraber yanayım

İbrahim aleyhisselamı ateşe attıkları zaman bütün melekler, vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp, İbrahim aleyhisselama bir yardım yapabilmenin çaresini aradılar.

Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ateşe atacağı sırada Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselama emredip buyurdu ki:
- O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor.

Cebrail aleyhisselam kuşu tutup istediğini sorunca, kuş dedi ki:
- Halilullahı ateşe atıyorlar. Madem ki kurtarmaya kâdir değilim, bari onunla beraber ben de yanayım.

Hak teâlâ buyurdu ki:
- O kuşun benden dileği nedir?

Bülbül şöyle arz etti.
Benim dünyada, Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur. Bin bir ismi olduğunu işittim. Yüz birini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.
Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi.
Şimdi sahralarda feryat eden bülbül, Hak teâlânın ismini söylemektedir.
Nemrud’un ateşi, İbrahim aleyhisselama gülistan olunca, bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyamete kadar, gül ağacına muhabbet etti, aşık oldu.

6 Mayıs 2018 Pazar

HAYAT BU, BİLEMEZSİN Kİ...

~DEGERLİ OLMAK~
Bir hayli ihtiyarlayan ve hastalanan adam,ölmeden senelerdir birbirine küs olan iki cocuğunun birbirine eskisi gibi sarıldığını gorebilmek icin kendince bir ders vermek ister...Hemen iki mektup yazar iki ayri sehirdeki adrese gonderir mektupları..."Kardesin kaza gecirdi ve ölüm döseginde.Cabuk köye gel."Mektup ta yazan bu iki cumledir.Mektup lari alan kardesler beyinlerinden vurulmusa donerler adeta.Biran dusunmedende yola koyulurlar.Yol boyunca akıllarindan gecen ise hep guzel hatiralardır birbirleriyle ilgili.Birbirlerinin olum doseginde oldugunu dusundukce yureklerinden parcalar kopar adeta.Ertesi gunun aksami once kucuk kardes girer baba evinin kapisindan.Dakikalar sonra ise agabeyi gelir...Baba sirayla ikisinide ayri odalara alir ve cenazeye yetisemediklerini soyler.Ikisininde gonullerine huzun deryalari bosalir.Bulunduklari odalarda hickiriklarla aglarlarken babalarinin seslerini işitirler.Kendilerini cagirmaktadir zira.Gozyaşi doktukleri odalardan kalkip sesin geldigi tarafa yonelirler.Ve biranda kardesler gozgoze gelirler.Saskinliktan ilk anda birsey soylememisler heyecandadanda nutuklari tutulmustur.Ilk heyecan gectiginde ise babalarinin kendilerine yalan soyledigini anlarlar elbet.Salonun ortasinda koltuguna oturmus babalarina  bakakalirlar sonrasinda da.
-"Neden boyle birsey yaptin?Neden yalan soyledin bize?"diye feveran edecekleri sirada babalari sozlerini keser.Ve ikisinede ders nitelogindeki o sozleri soyler.
-"Ölummüdür degerli olan,yoksa sizmi?Madem sizseniz  neden oldukten sonra deger veriyorsunuz birbirinize?Birbirinize deger verdiginizi gostermek icin  illaki birinizin olmesi lazim degil evlatlarim.Simdi birbirinize sarilmaniz icin hayat siz bir sans vermisken bu küslugu bitirin.Hayat bu...Neyin ne zaman olacagi belli olurmu hic?Yarin hersey icin cok gec olabilir.Birbirinize sarilmak icinde..

5 Mayıs 2018 Cumartesi

BAK DİNLE ! HERŞEY ALLAH'I ZİKREDİYOR...

   Eğer o yüksek hakikatları yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Yâ Celil, yâ Celil, yâ Aziz, yâ Cebbar" dediklerini işiteceksin. Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. "Ne diyorsunuz?" de. Elbette "Yâ Cemil, yâ Cemil, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyecekler.
Sözler - 334

GÖKTE VE YERDE HERŞEY ZİKREDER

Semayı dinle.
 Nasıl "Yâ Celil-i Zülcemal" diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl "Yâ Cemil-i Zülcelal" diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl "Yâ Rahman, yâ Rezzak" diyorlar. Bahardan sor. Bak nasıl "Yâ Hannan, yâ Rahman, yâ Rahîm, yâ Kerim, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin" gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cebhesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hâkeza kıyas et. Fakat çendan insan bütün esmaya mazhardır, fakat kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebeb olmuştur. Enbiyanın ayrı ayrı şeriatları, evliyanın başka başka tarîkatları, asfiyanın çeşit çeşit meşrebleri şu sırdan neş'et etmiştir. Meselâ: İsa Aleyhisselâm, sair esma ile beraber Kadîr ismi onda daha galibdir. Ehl-i aşkta Vedud ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir.
Sözler - 334

KEDİLERİN MIRMIRLARI..

Kediler mırmırları ile YA RAHİM,YA RAHİM diye Allah'ı zikrediyor.
{(Haşiye): Hattâ bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: "Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?" Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir surette "Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi: "Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?" Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidayette hırhırları arkasında "Yâ Rahîm" farkedilir. Gitgide hırhırları, mırmırları, aynı "Yâ Rahîm" olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel "Yâ Rahîm" çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, "Bir derece işitiyoruz" dediler. Sonra kalbime geldi: "Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?" Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilafına olarak esbabı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve "Yâ Rahîm" nidasıyla: Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbabperestlere ihtar ediyorlar.}
Sözler - 334

KÜÇÜK KIZIN DUASI


Bir çocuğun çocukluk anısı :

_  İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Hiç paramız kalmamıştı. Yarıyıl tatilinde idik. Tüp bitmişti ama alacak paramız yoktu.
  _ Biraz sebze aldım hanım dedi babam, satabilirsem tüpü alırız. Bende babacığım ne olur seninle geleyim dedim. Hava soğuk yavrum üşürsün dediyse de ben ısrar ettim. Israrıma dayanamayıp tamam gel bakalım dedi.
   Günlerden cuma idi. Öğlene kadar soğukta dolandık durduk. Bir kilo sebze bile satamadık. Namaz vakti gelince babam tezgahı bana bırakıp cuma namazına gitti.
  Millet camiye girince bir tezgaha baktım birde camiye. Ne kadar çok insan vardı camide. Allah'ım dedim bu insanlar camiden çıkınca bu sebzelerden alsınlar, çok paramız olsun.
  Gerçektende her camiden çıkan bizden alışveriş yaptı. Tezgah öyle kalabalık oldu ki, hiçbir şey kalmadı. On dakika sonra hepsi satıldı. Babam çok sevindi.
 Baba dedim sen namaz kılarken ben dua ettim. Sebzelerimiz satılsın çok paramız olsun dedim.
  Demek sen dua ettin öylemi dedi babam, bana sarılıp ağladı.
Bizler sebzemizi, meyvemizi büyük marketler yerine kıyıda köşede ekmeğini kazanan böyle insanlardan alalım.   

4 Mayıs 2018 Cuma

YA ÖMÜR BOYU YAPILAN KUSURLAR !

Ömür Kumaş Gibi Değil Ki..!
Ünlü bir dokumacinin özenle dokuyup sattigi bir top kumasta bir kusur görülür
ve dokumayica iade edilerek bedeli geri istenir.
Dokumaci parayi verir fakat iki
damla yas süzülür yanaklarindan.
sorarlar:
Niçin agliyorsun? Kumasi verdik diye bu kadar üzüleceksen alip gidebiliriz.
Paranda sende kalir.
dokumaci cevap verir:
Hayir kumas için aglamiyorum.
Onun bir kusuru görüldü ve geri çevrildi.Fakat, ya ömür boyu yaptiklarim...
Allaha arzolundugunda böyle bir kusur yüzünden geri çevrilecek olursa, halim nice olur benim? Bir an bunu düsündüm de
agladim.
Hayat kumas gibi degil ki, düzeltilsin ya da tekrar dokunsun!


2 Mayıs 2018 Çarşamba

~SEVGİ DİLİ ~


Hararetle süren savaşın ortasında düşman tarafının merhametsiz komutanı yıkılan harabe binanın duvarları arasinda bir çocuk görür.Arkasindaki basın ordusuna iyilik heveslisi gibi bir gösteriş yapmak için elini yüźü kanlar içindeki cocuğa uzatır duvarların arasindaki delikten.Oysa cocuk patlayan bombalardan korkupta öyle sinmiştirki en köşe tarafa zalim komutan yetişemez.Sanki koca şehri kıyımdan geçiren o değildir.Fakat çocuk ne yaptıysa ne dediyse ağlmayı bırakmayip  taş duvarların arasındakı o küçük delikten dışarıda çıkmamaktadır.Sonra diğer komutanlar ve askerler denerler çocugu o delikten çıkamayı.Ardından bu vahşi kıyımı yaşayan sivil halktan ortaca yaslarda nur yüzlü bir adam çıkıverir kalabalığın arasından.Şehirlerini yıkan şer ordusuna iğrenerek bakar önce ve hiç korkmadan çocuğun bulunduğu ķısma yaklaşır ve güler yüzle uzatır elini küçük çocuğa.Çocuk önce ağlamayı kesmiştir.Ve biran ģözlerini adamin eline dikip hemen kalkıp çıkmıştır bulunduğu delikten.Adam çocugu kucağına alır ve hazır bekleyen sağlık ekiplerine uzatır tedavi edilmesi için.O anda ďüşman tarafının komutanı yaklaşır şehrini yakip yıktığı ve biraz önce çocugu o yaşam boşlugundan çikaran adama hayretle sorar;"Ne yaptiysak o çocugu o duvarların arasından çıkaramadık.Fakat sen elini uzatmanla birlikte çocuk hem ağlamayı kesti hemde oradan çıktı hemen.Bunu nasıl yaptın peki?"Adam kendisine yöneltilen bu soruya önce nefretle,ýıkılan şehrine ardındanda merhametsiz komutanın yüzüne bakarak cevap verir.O anda elinide açmış ve bir horoz şekeri göstermektedir komutana."Siz zalim devletinizin verdiği yetkiyle şehirler yakıp yıkmaktan,insanlar ı öldürmekten başka bir dil konuşur olmuşsunuz.Egerki cocugu sevginin diliyle çağırsaydınız elbette çıkardı o duvarların arasından.

BİZDE KİBİR OLMAZ


Fıkramız Nasreddin Hocamızdan;

Akşehir''liler bir gün Hoca''ya takılır ve sorarlar.
-Hocam senin evliyalar katında ulu bir kişi olduğun söylenir asli var mıdır?
Hoca''nın böyle bir iddiası elbette yoktur ama bir kere soruldu ya cevaplar;
-Her halde öyle olmalı.
-Böyle kişiler zaman zaman kerametler göstererek bu özelliklerini herkese kanıtlar. Hoca madem kabullendin göster bir keramet görelim!
Hoca;
-Pekala simdi size bir numara yapalım der karşısında durmakta olan çınar ağacına;
-Ey ulu çınar çabuk yanıma gel!...
Tabii ne gelen ağaç var ne giden. Hoca yürümeye baslar ağacın yanına varır. Akşehir''liler;
-Ne oldu Hoca ağacı getiremedin, kendin oraya gittin! diye gülünce,
Hoca;
-Bizde kibir yoktur, dağ yürümezse abdal yürür der.
Kibirlenme insanoğlu; ölmemeye çaren mi var…

SELAM VE DUA İLE..!

GURURLU ADAMIN BAŞINA GELEN

Hikayemiz Hz. Mevlana’nın Mesnevisinden;
Kendini beğenmiş bir gramer (nahiv) bilgini, boğazdan karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve kurumla oturdu yerine.
Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir insandı. Hiç ses çıkarmadan küreklere asılıyor, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmek ve üç beş kuruş kazanmak istiyordu.
Denizin orta yerine geldikleri sırada Bilgin küçümser bir eda içinde sordu:
-Sen hiç gramer okudun mu?.. dil biliminden anlar mısın?
Kayıkçı:
-Hayır efendim dedi, ben cahil bir kayıkçıyım, dediğiniz şeylerden hiç anlamam.
-Vah vah dedi Bilgin, ömrünün yarısı boşa geçmiş!..
Böyle bir süre ilerledikten sonra rüzgar şiddetini artırmaya, dalgalar büyümeye başladı. Denizde fırtına çıkmış, Bilgin korkmaya başlamıştı.
Kayıkçı olağanüstü bir güçle kurtulmaya, sağ salim karşı kıyıya geçmeye çalışıyordu. Gördü ki artık kurtuluş ümidi yok, Bilgine dönüp sordu:
-Efendim, yüzme bilir misiniz?
Bilgin:
-Ne yazık ki bilmiyorum diye inledi.
O zaman kayıkçı:
-Vah vah dedi, şimdi ömrünün hepsi boşa gidecek! Keşke gramer bileceğinize benim gibi yüzme bilseydiniz de canınızı kurtarsaydınız

KİBİR VE TEVAZU

Kibir, insanın kendisini layık olduğundan büyük görmesi, başkalarını ise kendinden küçük görerek gururlanmasıdır.

Bu kötü huy, insanların birbirin sevmesine ve birbiriyle kaynaşmalarına engeldir. Kendini beğenen kimseyi ALLAH(C.C.) sevmediği gibi insanlar da sevmezler.

Yüce dinimiz ahlaki güzellikler manzumesidir. Dinimizin emretmiş olduğu güzel ahlak esaslarından biri de tevazudur. Tevazu kibrin zıttı olup alçak gönüllülük, kendini olduğundan daha aşağı görmektir.

ALLAH (C.C.) Kuranı Kerim’de alçak gönüllü olmayı sürekli öğütlemiş, gurur ve kibri ise yasaklamıştır.
“… Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez .” (Nisa Suresi, 4/36)
“ Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin .” (İsra Suresi, 17/37)
Yüce Mevlamız;
“ Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü ALLAH(C.C.) hiçbir kibirleneni, övüneni sevmez .”(Lokman Suresi, 31/18)
buyurarak bizleri bu konuda uyarmıştır.
İki cihan serveri Peygamber efendimiz(s.a.v.) de bir hadisinde;
“ Bir kimse Müslüman kardeşine alçak gönüllü davranırsa, Allah o kimsenin şerefini yükseltir. Kim de Müslüman kardeşine kibirlenerek davranır, büyüklük taslarsa Allah da onu alçaltır .”
buyurmuştur.
Söz ve davranışlarında tevazudan (alçak gönüllülükten) uzaklaşıp kibirlenmeyi benimseyenlerin karşılaşacakları kötü sonuç konusunda Peygamberimiz(s.a.v.) şöyle buyurmuştur;
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.”
O halde Müslüman, mütevazı ve alçak gönüllü olmalı, her türlü gurur ve kibirden sakınmalıdır.
Elini uzatarak gökteki yıldızları tutsan ve başın göğe değse bile, sonunda sen yine yerdesin.





1 Mayıs 2018 Salı

YAPILAN İYİLİĞİ UNUTMA !

ALTIN DOLU KUNDURA...

Fakir bir kadıncağız, bir beyin yanında hizmet eden fakir, kimsesiz bir erkek çocuğunu, soğuk bir kış gününde yalınayak yürürken gördü. Bu hâle çok üzülüp, partal bir çift kundurayı çocuğa verdi. Çocuğun adı Yusuf idi.
Zamanla yokluklara rağmen okudu ve İstanbul'a geldi. Dürüstlük ve çalışkanlığı ile âmirlerine kendisini sevdirdi. Saraya kabul olundu. Zaman geldi Osmanlı Devleti'nin Kaptan-ı Deryâ'sı oldu. Yâni Deniz Kuvvetleri Komutanı. Bu Kaptan-ı Derya, Hanya fâtihi Silahdâr Yusuf Paşadır.
Bu iyiliği hiç unutmadı. Bir gün ona, içi altın dolu bir çift kundura gönderdi. Bir pusulaya da şunları yazdı: "Anacığım, buzdan donmuş ayaklarıma bu kunduraları giydirdiğin o fakir çocuk, sana borcunu ödemeye çalışıyor. Lütfen hakkını helâl et! Duâ et!

Türkiye Takvimi - 6 Eylül 2015

CENNET UCUZ DEĞİL,BİR FİYAT İSTER


Kadın evine giderken bir çocuğun elinde çöp ile toprağa bir şeyler çizdiğini görür.
Ne yapıyorsun diye sorar.
Çocuk cenneti parselliyorum satıyorum abla der
cevap hoşuna giden kadın
bana da bir parsel ver,ne kadar der,çocuk 20 tl abla der.
Kadın parayı verir.
Evine giden kadın olayı unutur,
yatar bir rüya görür ki kendisi cennette,
sonraki günlerde rüyayı, eşine anlatır
eşi hemen çocuğun olduğu yere gider.
Çocuğa aynı şekilde adam sorar
ne yapıyorsun. Cevap aynı
adam der
bana da bir parsel ver kaç lira.
Çocuk: bir trilyon der
adam ne yapıyorsun
hanıma 20 tl ye vermişsin.
Çocuk der ki ;
amca eşin o parayı cenneti almak için değil,gönlümü almak için verdi.
Sen cenneti o kadar ucuz mu zannettin.
Cennet ne çok ucuz,ne çok pahalıdır.
Cenneti almak gönülleri almaktan geçer..

NAMUSLU ADAMA BAK

HIRSIZ
Hadise Adana'da yaşandı.
Üç gün önce, cuma namazı…
Namazında niyazında dini bütün bir arkadaş bisikletiyle camiye geldi, Allah kabul etsin, cuma namazı için şadırvanda abdest aldı, tam camiye girecek, bir de ne görsün, kapının kenarına bıraktığı bisikletinin yerinde yeller esiyor, mütedeyyin arkadaşımız abdestini alırken bisikletini çalmışlar iyi mi…
İsyan etti tabii, “camide hırsızlık olur mu, memlekette namuslu adam kalmadı mı?” diye bağırdı.
Aynı zamanda hukukun üstünlüğüne inanan bir yurttaş olduğu için, hırsızın yaptığını hırsızın yanına bırakmak istemedi, adaletin tecelli etmesi için karakola koştu, camide bisikletimi çaldılar dedi.
Zabıt tutan polisler, kendi kendine habire “memlekette namuslu insan kalmamış, dini vecibelerimizi yerine getirdiğimiz camide böyle ahlaksızlık yapılır mı, yazık yazık” diye söylenen bu mütedeyyin arkadaştan huylandı.
Bisikletin markasını sordular, cevap yok!
Kaç paraya aldığını sordular, hık mık…
Faturası var mı diye sordular, tık yok.
Çaresiz, itiraf etmek zorunda kaldı.
Çalındı denilen bisikleti, aslında kendisi de çalmıştı.
Bir esnafın dükkanının önünden araklamıştı, polisler merak edip baktı, bölgedeki kamera kayıtlarında kabak gibi görünüyordu.
Kendi hırsızlığını meşru sayıp, çaldığı bisikletle camiye gelmiş, başka hırsızların da camiye gelmesinden mağdur olup, namuslu vatandaşlık görevini yerine getirerek, öbür hırsızları ihbar etmişti.
Hukuki haklarını ararken kelepçelenen dini bütün hırsızımız, mahkemeye götürülürken hâlâ pişkin pişkin şikayet ediyordu, “evet bisikleti çaldım ama, sokaktan çaldım, camide hırsızlık yapılır mı, yazıktır, günahtır, memlekette namuslu adam kalmamış” diyordu.

HALİNE ŞÜKRET

SAKANIN MERKEBİ...
Eski zamanlarda fakir bir saka, o sakanın da bir merkebi vardı.
Zayıf zavallı bir merkepti, sırtında yüzlerce yara vardı.
Değil arpa, ot bile bulamıyordu. Padişahın atlarının bakıcısı bu sakayı tanıyordu.
Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı. Bir gün sakaya rastladı:
"Bu zavallı merkebin hâli ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek." dedi. Saka yana yakıla anlattı:
"Sevgili dostum biliyorsun ki ben fakir bir insanım o sebepten bu zavallı hayvana bakamıyorum." dedi.
Padişahın ahır başı: "Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım,
ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin." dedi.
Saka merkebi seve seve verdi. Merkebi alıp padişahın ahırına getirdiler.
Merkeb, ahırdaki temizliği bakımlı atların hâlini görünce:
"Ya Rabbi, dedi. Bu nasıl iş, bu atlar senin yarattığın da ben senin yarattığın değil miyim,
benim halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?"
Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırlardaki atları çekip eğerlediler.
Savaş alanına yolladılar. Günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde
her birinin vücudunda çokça yara vardı birçok ok ucu hâlâ vücutlarında duruyordu.
Atların ayakları bağlandı cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını
burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçlarını çıkarmaya.
Bunu gören merkeb, daha önce düşündüklerinden, söylediklerinden bin pişman oldu. Haline şükretti.