31 Aralık 2023 Pazar

EY BİÇARE İNSAN !

    Ey âlem-i beka için yaratılan ve fâni âleme mübtela olan bîçare insan!

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَ الْاَرْضُ

âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver!

Bak ne diyor?

Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani onların ölmesiyle memnun oluyorlar." Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki: "Ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar." Çünki ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur.

Zira iman ile Hâlık-ı Kâinat'ı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler.

Ehl-i dalalet gibi tahkir ve zımnî adavet etmezler.

   Ey insan, düşün!

Sen alâküllihal öleceksin.

Eğer nefis ve şeytana tâbi' isen, senin komşuların, belki akrabaların senin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar.

Eğer Eûzü billahi mineşşeytanirracîm deyip, Kur'ana ve Habib-i Rahman'a tâbi' isen; o vakit semavat ve arz ve mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firakından müteessir olup manen ağlarlar.

Ulvî bir matem ile ve haşmetli bir teşyi' ile, kabir kapısıyla girdiğin beka âleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal var olduğuna işaret ederler.

Lemalar - 86

İNSANIN ASIL VAZİFESİ İBADETTİR

 Küfür ve dalalet, müdhiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir.

Çünki hilkat-i kâinatın bir netice-i a'zamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i İlahiyeye karşı iman ve itaatle mukabeledir.

Halbuki ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i a'zamı reddettikleri için, umum mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini, âyinedarlık cihetinde âlî eden esma-i İlahiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir.

Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbanî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, camid, fâni, manasız bir mahluk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlukatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir.

   İşte enva'-ı dalalet derecatına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.

   Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayb ve zenbi azîm bîçare insan!

Kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur'an-ı Hakîm'in daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur'anın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesine ittibadır.

Gir ve tâbi' ol!

Lemalar - 83

HERKES HESABA ÇEKİLECEK

    Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyet cilvesi bir hüccet-i kàtıadır ki; ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef'al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.

Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak?

Hâşâ!..

Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir.

Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek.

Ya taltif veya tokat yiyecek.

   İşte hafîziyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şahidler hadd ü hesaba gelmez.

Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir.

Lemalar - 138

30 Aralık 2023 Cumartesi

NE MÜMKÜN ?

 Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.

Evet şu hürriyet perdesi altında müdhiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün:

  Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet; 

  Çalış idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.


Sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

  Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hakikat; 

  Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.


Veyahut:

  Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı fazilet; 

  Çalış vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten.


   Evet imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdad da olamaz.

Tahakküm ve tagallüb etmek, faziletsizliktir.

Ve bilhâssa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.

"LİLLAHİLHAMD" bu meşreb üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor.

Ben kendimde fazilet var diye fahr suretinde dava etmiyorum.

Fakat nimet-i İlahiyeyi tahdis suretinde, şükretmek niyetiyle diyorum ki:

   Cenab-ı Hak fazl u keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur'aniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir.

Bu ihsan-ı İlahîyi bütün hayatımda "LİLLAHİLHAMD" tevfik-i İlahî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi; ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfurumdur; onlardan kaçıyorum.

Yirmi sene eski hayatımı zayi' ettiği için onları kendime muzır görüyorum.

Lemalar -

29 Aralık 2023 Cuma

AHİRETE İMAN OLMAZSA

 Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır.

Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir.

Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

   Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.

Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.    Çocuklara der: "Cennet var, haylazlığı bırak." Kur'an dersiyle temkin verir.

   Gençlere der: "Cehennem var, sarhoşluğu bırak." Aklı başlarına getirir.

   Zalime der: "Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin." Adalete başını eğdirir.

   İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar.

Onları kazanmaya çalış." Ağlamasını gülmeye çevirir.

   Bunlara kıyasen cüz'î ve küllî her bir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır.

Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın!

   İşte iman-ı âhiretin binler faydalarından işaret ettiğimiz beş altı numunelerine sairleri kıyas edilse kat'î anlaşılır ki iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.

Asa-yı Musa

HER YERDE ŞİDDET...!

 Güzel bir şekilde  yaratılan insan,Ahsen-i takvim suretine layık iken, neden bu çirkinliklere düşer?

İmtihan çok çetin ve her an her yerde. Belki kıyamete kadar da devam edecektir.

Nefis ve şeytan olduğu müddetçe, insan aldanır ve aldatanlara esir olur.

Güzel ahlak sahibi olması gerekirken zalim vicdansız su-i ahlak sahibi biri haline döner. Çünkü ölçüyü kaçırmış nefis ve şeytanın emrine girmiştir.

Ölçü nedir, ifrat ve tefritten uzak orta yol olanvasat değil mi ?Toplumda görülen huzursuzlukların sebebi nedir? Ölçüsüzlük kural tanımamak, hak, hukuk bilmemek, adaleti göz ardı edip, vicdanı elden bırakmak değl mi?

Evde şiddet,sokakta şiddet okulda şiddet. Kurumlarda kavga döğüş. Sebep, sabırsızlık vicdansızlık ve malesef ahlaksızlıktır.

Okullarımızda olan akran şiddetinden tut da öğretmen veli şiddeti çok üzücü ve toplum olarak fertlerin tedaviye ihtiyaç duyulmasının bir işaretidir.

Geçen gün yakınlarımızdan birinin başına gelen bir olay şöyle; Bir okulda görev yapan bir öğretmen vekaleten yöneticilik görevini yürütmektedir.Okul dışında iki öğrenci kavga eder,çocukların velileri kavgaya karışır,daha sonra kavga eden velinin birisi diğer çocuğun okuldan uzaklaştırılması isteği ile okul müdürüne başvurur.Müdür ise okul dışında olan bir olay olduğunu söyler ve veliye birşey yapamayacağını belirtir.Veli israr eder ve başlar yöneticiyi tehdit etmeye.  Olay köy kavgasına dönüşür jandarmaya intikal eder.

Şunu belirtmek istiyorum, okulda öğretmen şiddeti sokakta vatandaş şiddeti ne olacak bu milletin hali?

Yine  basında medyada görülen bir olay; lise öğrencisine öğretmenin kitap vurarak şiddet göstermesi ne eğitime ne eğitimciye ne de insanlığa yakışır.

Bu millet bu hale nasıl geldi ? Neden her yerde şiddet kavga, hepimiz düşünme zamanı, ülkeyi yönetenlerin de tedbir alma zamanı gelmedi mi ? Yarın çok geç olmadan gereken tedbirleri gözden geçirelim ve acilen yapılması gereken neyse yapalım.

Yoksa ülke maddi ve manevi çok şey kaybeder.Belki de bunları telafi etmek çok zor, hatta imkansız hale gelebilir.

Rafet Özcan

O'NA ÜMMET OLMAK

    Evet eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında bir anda ALLAHU EKBER diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse; Küre-i Arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği ALLAHU EKBER'e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda ALLAHU EKBER demeleri, Küre-i Arz'ın büyük bir ALLAHU EKBER'i hükmüne geçiyor.

Âdeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafıyla ALLAHU EKBER deyip, kıblesi olan Kâ'be-i Mükerreme'nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle ALLAHU EKBER diyerek, o tek kelime etraf-ı Arz'daki umum mü'minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor.

Bir tek ALLAHU EKBER kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz ALLAHU EKBER vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sadâ veriyor.

   İşte bu Arz'ı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zât-ı Zülcelal'e, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki; bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ına ümmet eylemiş.

Lemalar - 127

NÜBÜVVET

 DOKUZUNCU NOTA:

   Bil ki: Nev'-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır.

Din-i Hak, saadetin fihristesidir.

İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.

Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor.

Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir.

Dalalet, şerr ve hasaret; onun muhalifindedir.

   Mehasin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki: Nebi Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini îd ve cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem' ediyor.

Öyle bir surette ki: Şu insan, Mabud-u Ezelî'nin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor.

O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mabud-u Ezelî'nin uluhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki; güya Küre-i Arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktarıyla namaz kılıyor ve etrafıyla semavatın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan اَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ emrini, Küre-i Arz imtisal ediyor.

Bu sırr-ı ittihad ile, kâinat içinde bir zerre gibi zaîf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın mahbub bir abdi ve Arz'ın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.

Lemalar - 127

28 Aralık 2023 Perşembe

HIRS VE KANAAT

 Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım." diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.

Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

   Ey kanaatsiz hırslı ve iktisatsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan!

Kat'iyen bil ki kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır.

Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.

İsraf ise nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.

Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış.

Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr!" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme.

Kimden kime şekva ettiğini bil, sus.

Her halde şekva etmek istersen nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünkü kusur ondadır.

Mektubat[Y] - 313

SENİN İTİRAZA HAKKIN VAR MI?

    Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-vücud'a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir.

Çünkü verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister.

Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır.

İmkânat ise ademdir hem nihayetsizdir.

Ademler ise illet istemezler.

Nihayetsize illet olamaz.

   Mesela, madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler, belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtır'ına şükrandır.

Nebatat "Niçin hayvan olmadım?" deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır.

Hayvan ise "Niçin insan olmadım?" diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için onun üstündeki hakkı şükrandır.

Ve hâkeza kıyas et.

   Ey insan-ı müşteki!

Sen ma'dum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...

   Ey nankör!

Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?

Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım." diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.

Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

Mektubat[Y] - 312

27 Aralık 2023 Çarşamba

ALLAH YOLUNDA MALINI FEDA EDENLER

 MUHACİRLER, yola çıkarken yanlarında götürebildikleri dışında, taşınır ve taşınmaz bütün mallarını kaybetmişlerdi. Suheyb bin Sinan, Mekke’nin zenginlerindendi. O da bir mü’mindi. Bir gün Talha bin Ubeydullah’ı da yanına alarak bir fırsatını bulup Medine yoluna düştüler. Fakat Allah’a şirk/ortak koşanlar, ıssız bir yerde yollarına çıkarak “Durun bakalım! Nereye gidiyorsunuz?” diye sordular. Suheyb:

“Gidiyoruz!.. Medine’ye! Evet, Medine’ye gidiyoruz!” diye cevap verdi. Müşrikler “Gidemezsiniz!” deyince Suheyb sebebini sordu. Mekkeliler, “Sen bizim aramıza bir dilenci olarak geldin ve bizim mallarımızla zengin oldun. Şimdi de bu servetle çıkıp gitmek istiyorsun ha! Hayır, bunu yapamazsın! Şimdi kendiniz gider, yarın servetinizi de çıkartırsınız!” dediler. Süheyb onlara “hayır” diyemeyecekleri beklenmedik bir teklifte bulundu:

“Peki, bütün servetimi, hatta Mekke’deki alacaklarımı size versem bizi görmemiş olur musunuz?”

Neredeyse adamların dili tutulacaktı. Kılıçlarını yere indirdiler. Sahi mi söylüyor gibisine önce birbirlerine, sonra Süheyb’in (ra) yüzüne baktılar. Şaşkınlıklarını giderip “Doğru mu söylüyorsun ya Süheyb?” diye sordular. Süheyb, “Evet, bize ilişmeyin bütün varlığım ve alacaklarım sizin olsun!” dedi. Gözü dönmüş müşrikler, “Öyleyse çabuk kaybolun; biz sizi görmedik!…” dediler.

Peygamberimiz (asm), bu olayı işitince ”Süheyb kazandı!.. Süheyb kazandı!..” buyurdular.

Ne güzel bir haberdi bu! Önünde bir engel teşkil eden dünya malını ahireti için gözünü kırpmadan terk ediyordu. Ve böylece tamamen fakir bir halde, ama gösterdiği şevk ve gayretten dolayı Müslümanların ve Resulullah’ın (asm) takdirlerini kazanmış olarak Medine’ye geldi. Kur’ân’da, bu olayın hatırası şu âyetle yaşatılmaktadır:

“İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini ve malını feda eder.” (Bakara Sûresi, 207)

İNSANIN ÖMÜR SERMAYESİ

 Evet, insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniye, mezkûr vezaif için verilmiştir.

   Ey sersem nefsim ve ey pür-heves arkadaşım!

Âyâ zannediyor musunuz ki vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefis etmek, ayıp olmasın, batn ve fercin hizmetine mi münhasırdır?

Yahut zannediyor musunuz ki hayatınızın makinesinde dercedilen şu nazik letaif ve maneviyat ve şu hassas aza ve âlât ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi; şu hayat-ı fâniyede nefs-i rezilenin, hevesat-ı süfliyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır?

Hâşâ ve kellâ!

Belki vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali, iki esastır:

   Biri: Cenab-ı Mün'im-i Hakiki'nin bütün nimetlerinin her bir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir.

Siz de hissedip şükür ve ibadetini etmelisiniz.

   İkincisi: Âleme tecelli eden esma-i kudsiye-i İlahiyenin bütün tecelliyatının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır.

Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz.

   İşte bu iki esas üzerine kemalât-ı insaniye neşv ü nema bulur.

Bununla insan, insan olur.

Sözler[Y] - 138

26 Aralık 2023 Salı

ADİL KADER

 Adem-i müracaatımın sebeplerinden sekizincisi: 

"Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adâvet olduğu" kaidesince, âdil olan kader-i İlahî, lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zalim eliyle beni tazip ediyor.

Ben de bu azaba müstahakım deyip sükût ediyorum.

   Çünkü Harb-i Umumî'de Gönüllü Alay Kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım.

Ordu Kumandanı ve Enver Paşa takdiratı altında kıymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim.

Yaralanıp esir düştüm.

Esaretten geldikten sonra Hutuvat-ı Sitte gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp İngilizlerin İstanbul'a tasallutu altında, İngilizlerin başlarına vurdum.

Şu beni işkenceli ve sebepsiz esaret altına alanlara yardım ettim.

İşte onlar da bana, o yardım cezasını böyle veriyorlar.

Üç sene Rusya'da esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler.

   Halbuki Ruslar, beni Kürt Gönüllü Kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men'etmediler.

Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum.

Bir defa Rus Kumandanı geldi, dinledi.

Türkçe bilmediği için siyasî ders zannetti; bir defa beni men'etti, sonra yine izin verdi.

Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık.

Ben imamlık yapıyordum.

Hiç müdahale etmediler, ihtilattan men'etmediler, beni muhabereden kesmediler.

   Halbuki bu dostlarım güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken üç sene değil belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar; ihtilattan men'ettiler.

Vesikam olduğu halde dersten, hattâ odamda hususi dersimi de men'ettiler; muhabereye set çektiler.

Hattâ vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men'ettiler.

Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için -daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim- mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar.

   Hem istemediğim halde, birisi bana iyi dese bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor.

nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni taciz ediyor.

   İşte böyle vaziyette bir adam, Cenab-ı Hak'tan başka kime müracaat eder?

Hâkim, kendi müddeî olsa elbette ona şekva edilmez.

Gel sen söyle, bu hale ne diyeceğiz?

Sen ne dersen de.

Ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var.

Münafık kâfirden eşeddir.

Onun için kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar.

   Hey bedbahtlar!

Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum?

İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum!

Demek hizmetim hâlis, lillah için olmamış ki aksü'l-amel oluyor.

Siz ona mukabil, her fırsatta beni incitiyorsunuz.

Elbette mahkeme-i kübrada sizinle görüşeceğiz.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ ٭ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ derim.

Mektubat[Y] - 82

25 Aralık 2023 Pazartesi

SÜFYAN VE ALEMETİ

 Bir hadîste "Âhir zamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında هٰذَا كَافِر cümlesi yazılmış bulunur." hadîs vardır diye benden sual ettiler.

Dedim: "Bir acib şahıs, bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir." Bu cevaptan bunu sordular: "Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?" Dedim: "Şapka başa gelecek, secdeye gitme, diyecek.

Fakat baştaki hakiki iman o şapkayı da secdeye getirecek, Müslüman edecek.

İnşâallah."

   Sonra dediler: "Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bilinecek?" Ben de cevaben dedim: "Bir darb-ı mesel var ki çok israflı adama "Eli deliktir." denilir.

Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi oluyor, deniliyor.

İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya müptela ve onunla hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak."

   Sonra birisi sordu ki: "O Süfyan, öldüğü zaman İstanbul'da Dikili Taş'ta şeytan bütün dünyaya bağıracak ki filan öldü." O vakit ben dedim: "Telgrafla haber verilecek." Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış, işittim.

Eski cevabım tam değilmiş, bildim.

Dârülhikmet'te iken dedim: "Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek."

   Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye'cüc ve Me'cüc ve dabbetü'l-arz ve Deccal ve nüzul-ü İsa (as) hakkında sualler sorulmuştu.

Ben de cevap vermiştim.

Hattâ eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar.

   Bir zaman sonra Mustafa Kemal'in iki defa şifre ile ve Van'ın eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey'in vasıtasıyla beni -neşredilen Hutuvat-ı Sitte'ye mükâfaten- celbetti, gittim.

Şeyh Sünûsî o Kürtçe lisanı bilmediğinden beni onun yerinde üç yüz lira maaşla vilayat-ı şarkiyeye vaiz-i umumî hem mebus hem diyanet riyaseti dairesinde Dârülhikmet azalarıyla beraber eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van'da temelini attığım Medresetü'z-Zehra ve şark dârülfünunuma Sultan Reşad'ın verdiği on dokuz bin altın lirayı yüz elli bin banknota iblağ ederek  -iki yüz mebus içinde yüz altmış üç mebusun imzasıyla- kabul edildiği halde; ben Beşinci Şuâ aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm.

Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım.

Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim.

Yalnız bazı zalim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki üç risaleleri yazdırdılar.    Sonra bazı zatlar, âhir zaman hâdisatını haber veren müteşabih hadîsleri sual etmek münasebetiyle, o eski risalenin aslını tanzim ettim.

Risale-i Nur'un Beşinci Şuâı namını aldı.

Siracünnur -

MÜ'MİNİN PUSULASI

  ÜÇÜNCÜ NÜKTE: 

   Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmarenin gururundan gayet müdhiş ve manevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar.

Kâh süreyyadan seraya, kâh seradan süreyyaya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.

   İşte o zaman müşahede ettim ki: Sünnet-i Seniyenin mes'eleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenameli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.

Hem o seyahat-i ruhiyede çok tazyikat altında gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyenin o vaziyete temas eden mes'elelerine ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum.

Bir teslimiyetle tereddüdlerden ve vesveselerden, yani "Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?" diye endişelerden kurtuluyordum.

Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum: Tazyikat çok.

Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var.

Yük ağır, ben de gayet âcizim.

Nazarım da kısa, yol da zulümatlı.

Ne vakit Sünnete yapışsam; yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir halet hissediyordum.

İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbanî'nin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim.

Lemalar -

EVLİYAULLAH

  İKİNCİ NÜKTE: 

   İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (R.A.) demiş ki: "Ben seyr-i ruhanîde kat'-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz edenleri gördüm.

Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu." Evet müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbanî (R.A.) hak söylüyor.

Sünnet-i Seniyeyi esas tutan, Habibullah'ın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.

Lemalar -

24 Aralık 2023 Pazar

SÜNNETE UYMANIN ÖNEMİ

  BİRİNCİ NÜKTE: 

   Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّت۪ى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّت۪ى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَه۪يدٍ

Yani: "Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir."

   Evet Sünnet-i Seniyeye ittiba, mutlaka gayet kıymetdardır.

Hususan bid'aların istilası zamanında sünnet-i seniyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır.

Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyenin küçük bir âdâbına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.

Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı hatıra getiriyor.

O ihtardan o hatıra, bir huzur-u İlahî hatırasına inkılab eder.

Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeyi müraat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor.

Çünki o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ittibaını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir.

Ve ondan şâri-i hakikî olan Cenab-ı Hakk'a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır.

   İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.

Lemalar 

TEFEKKÜR VE SECDE

 Bu vazifeyi îfa edecek insandır.

Çünki insan gerçi cahil, zulmetli bir şeydir amma, öyle bir istidadı vardır ki, âleme bir enmuzec ve bir numune olmaya liyakatı vardır.

Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki, onun ile gizli defineyi bulur, açar.

Hem o insandaki kuvvetler tahdid edilmeyerek mutlak bırakılmıştır.

Buna binaen küllî bir nevi şuur sahibi olur ki, Sultan-ı Ezel'in azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak ediyor.

   Evet maşukun hüsnü, âşıkın nazarını istilzam ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelî'nin rububiyeti de insanın nazarını iktiza eder ki, hayret ve tefekkür ile takdir ve tahsinlerde bulunsun.

   Evet gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren zât, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin?

Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.

   Kezalik bu âlemi şu kadar zînetler ile, nakışlar ile tezyin eden Mâlikü'l-Mülk, elbette ve elbette o hârika, antika, mu'cize manzaraları, zînetleri, seyircilerden, müşahidlerden, âşık ve müştaklardan, ârif dellâllardan hâlî bırakmayacaktır.

İşte câmiiyeti dolayısıyla insan-ı kâmil, halk-ı eflâke ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kâinata da semere ve netice olmuştur.

Mesnevi-i Nuriye - 189

23 Aralık 2023 Cumartesi

KUR'AN KAHİNLİĞE SET ÇEKTİ

 Rasulü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dünyaya geldikten sonra, bâhusus veladet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır ki şu hâdise On Beşinci Söz'de kat'iyen bürhanlarıyla ispat ettiğimiz üzere; şu yıldızların sukutu, şeyatîn ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve işarettir.

   İşte madem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına set çekmek lâzımdır ki vahye bir şüphe îras etmesinler ve vahye benzemesin.

   Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu.

Kur'an nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti.

Hattâ çok kâhinler imana geldiler.

Çünkü daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar.

Demek Kur'an hâtime çekmişti.

   İşte eski zaman kâhinleri gibi şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş.

Her ne ise...

   Elhasıl: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakıalar, pek çok zatlar zahir olmuşlar.

Zülfikar - 104

HZ.HASAN VE HÜSEYİN SEVGİSİ

    Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz'î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir.

Zahir hale göre o azîm şefkati, o hususî cüz'î maddelere sarfetmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor.

Fakat hakikatta o cüz'î madde, küllî umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş.

Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karabetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve veraset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan'ı (R.A.) kemal-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle; Hazret-i Hasan'dan (R.A.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden Gavs-ı A'zam olan Şah-ı Geylanî gibi çok mehdi-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) olan zâtların hesabına Hazret-i Hasan'ın (R.A.) başını öpmüş ve o zâtların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş ve takdir ve teşvike alâmet olarak Hazret-i Hasan'ın (R.A.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin'e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin'in (R.A.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidîn, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlîşan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi pek çok mehdi-misal zevat-ı nuraniyenin namına ve Din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemal-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.

   Evet Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) gayb-aşina kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temaşa eden ve yerden Cennet'i gören ve zeminden gökteki melaikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem'den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisatı gören, hattâ Zât-ı Zülcelal'in rü'yetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş.

Evet Hazret-i Hasan'ın (R.A.) başını öpmesinde, Şah-ı Geylanî'nin hisse-i azîmesi var.

Lemalar - 20

SÜNNETE UYMAMAK NANKÖRLÜKTÜR

    Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve merhametini ifade ediyor.

Evet rivayet-i sahiha ile mahşerin dehşetinden herkes hattâ enbiya dahi "nefsî, nefsî" dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm "ümmetî, ümmetî" diye re'fet ve şefkatini göstereceği gibi, yeni dünyaya geldiği zaman ehl-i keşfin tasdikiyle vâlidesi onun münacatından "ümmetî, ümmetî"  işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârane mekârim-i ahlâk, kemal-i şefkat ve re'fetini gösterdiği gibi; ümmetinin hadsiz salavatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemal-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş.

İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyesine müraat etmemek, ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.

Lemalar - 19

22 Aralık 2023 Cuma

KALEM DEYİP GEÇME

 Hâtime 

   Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir.

Hem hadsiz nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halketmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var.

Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır.

Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var.

Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi nâfi' emirler, nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevkeder.

İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur.

Öyle de: Musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyic ve muharrik ârızalar ile o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyic eder.

Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve za'f ve fakr madenini işlettiriyor.

Bir lisan ile değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir.

Güya insan o ârızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur.

Lemalar - 13

HAFIZ İSMİNİN TECELLİSİ

 Ve Hafîz ismiyle cüz'î-küllî kayıd altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek.

Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının ve şekavet-i daime hapishanesinin kapıları açılacak.

Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.

Yoksa sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını vermekle fiilen cevab verdiği halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekaya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, mezkûr yirmi hakikatlar lisanları ile edilen ve arşı ve ferşi çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zayi' etmek ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle sinek kanadı kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatların bağlandıkları insanî istidadatı ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidad ve arzuları besleyen kâinatın pek çok rabıtalarını ve hakikatlarını bütün bütün israf etmek öyle bir haksızlıktır ve imkân haricinde ve zalimane bir çirkinliktir ki; Hak ve Hafîz ve Hakîm ve Cemil ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudat onu reddeder.

Yüz derece muhal ve bin vecihle mümteni'dir derler.

Şualar - 218

TAKVA VE SALİH AMEL

Kur’an-ı Kerim’de 95 yerde geçen “Salih Amel” kurtuluş olarak imanla birlikte geçiyor. İman ve salih amel insanların kurtuluş reçetesidir.

Asr Suresi’nde “Asra yemin olsun ki; insanlık hüsrandadır. Ancak iman edenler ve salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” denmektedir. Cenab-ı Hak bu hakikati kasemle bildirmiştir. Yarattığı insanın kurtuluşuna yolunu göstermiştir. İman etmek, salih amel işlemek ve birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek vazifemizdir.

Âlimlerimiz salih ameli insan davranışları olarak tefsir etmişlerdir. Sadece namaz kılmak, oruç tutmak ve Kur’an okumak olarak değil, tüm davranışlarımızla İslam’ın ulvi hakikatlerini fiillerimizle yaşamalıyız. Selam vermek, muhtaca yardım etmek, hasta ziyareti, ilim tahsil etmek gibi velhasıl Hz. Peygamber Efendimizin sözlerini, fiillerini, davranışlarını örnek almak sünnetini işlemek, ibadette, istikamette, zikir ve dualarda Allah’ın rızasını esas almalıyız. Şaka ile bile olsa yalan söylememek, yani hayatın her yerinde kul hakkına riayet edip doğruluktan, haktan, adaletten ayrılmadan Rabbimizin emrettiği gibi salih Müslüman olarak yaşamalayız.

İman ve Kur’an üzerimize düşen vazifeleri ihlâs, sıdk, sebat ve sadakatli ölçüleri ile yerine getirmeliyiz. Kur’an hakikatlerini okuyup anlamalıyız, aldığımız tahkiki imanla anladıklarımızı fiilen yaşamalı ve örnek bir insan olarak bildiklerimizi muhtaç insanlara tebliğ etmeliyiz.

Bediüzzaman Hazretleri, “Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki; hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.” diyerek ölçüleri gösteriyor.

Üstad Hazretleri Hutbe-i Şamiye’de, “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler, belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler” der.

En önemli hakikatin takva ve amel-i salih olduğunu unutmayalım…

21 Aralık 2023 Perşembe

SAMAVATIN SAKİNLERİ

 Hakikat kat'iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semavata münasib bulunsun.

Şeriatın lisanında, pekçok muhtelifü'l-cins olan o sekenelere melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir.

   Evet, hakikat böyle iktiza eder.

Zira şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahluklarla doldurulması, arasıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevil-idrak mahluklarla elbette doludur.

O mahluklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.

   Evet şu kâinatın keyfiyatı, onların vücudlarını gösteriyor.

Sözler - 504

YER YÜZÜNDEKİ HAYAT MELEKLERE İMANI GEREKTİRİR

    Hem hayat, "melaikeye iman" rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder.

Çünki madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır.. ve madem Küre-i Arz bu kadar zîhayatın enva'ıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat enva'larını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor.. ve madem hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latîf ve sabit cevheri olan ruh, bu Küre-i Arz'da gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş...

Elbette Küre-i Arz'dan daha latîf, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye; ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir.

Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semavatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semavata münasib sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melaikelerdir.

Lemalar - 335

HÜRRİYET ÇOCUK GİBİDİR

 Biz Millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor.

Binaenaleyh aldanmayalım.

خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرَ

kaidesini düsturu'l-amel yapalım.

Şöyle ki:

   Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.

   Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebilerde mehasin-i medeniye-i kesîresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor.

Biz ise aldığımız vakit sû'-i tali' cihetiyle ve sû'-i intihab tarîkıyla müşkilü't-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti kesbettiğimizden, muhannes gibi (yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın gibi) oluruz.

Kadın erkek gibi giyinse maskara olur.

Erkek kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz.

Merd ve âlîhimmet, zîb ü zîverle muzahref cilveli hanım gibi olmamalı.    Elhasıl: Zünub ve mesavî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz.

Tâ ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i ayni'l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun.

Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa'dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler.

Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet'te neşv ü nema bulduğu için iki cihetle sarılmak zarurîdir.

   Ey hamiyetli ebna-yı vatan!

Cem'iyet-i millî ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar.

Biz de, bazı lezaizimizi terk ile onlara yardım edeceğiz.

Zira o sofra-yı nimete beraber oturuyoruz.

Efkâr-ı faside sahibi yani hürriyet altında istibdadı ve mezalimi arzu edenler, mevt-i ebedîye mazhar olan ve zaman-ı mazinin çukurunda medfun olan istibdadatı veyahut seyl-i huruşan-ı zaman içinde yuvarlanmış olan mezalimi, bir daha temaşa etmemek için, tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla, mazi ve hâl meyanında delinmez bir sedd-i âhenîn çekmek istiyorum.    Şöyle ki: Bu inkılab, doğurduğu hürriyeti eğer meşveret-i şer'iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir.

Eğer veba-yı ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa; istibdad-ı mutlaka dönecek, o çocuk ölecek.

Divan-ı Örfi - 70

20 Aralık 2023 Çarşamba

KABİR ALEM-İ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır.

Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır.

Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar.

Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi?

Ve onlara gidip onları ziyaret etmeğe iştiyakın yok mudur?

Evet vakit yaklaştı.

Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır.

Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

   Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku' bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim.

Binaenaleyh İncil'de "Ahmed", Tevrat'ta "Ahyed" Kur'anda "Muhammed" ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir.

Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz?

Geri kalmak hatadır.

   Şu esasata dikkat lâzımdır: 

   1- Allah'a abd olana her şey müsahhardır.

Olmayana her şey düşmandır.

   2- Her şey kader ile takdir edilmiştir.

Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.

   3- Mülk Allah'ındır.

Sende emaneten duruyor.

O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek.

Sende kalırsa, meccanen zâil olur gider.

   4- Devam olmayan bir şeyde lezzet yoktur.

Sen zâilsin.

Dünya da zâildir.

Halkın dünyası da zâildir.

Kâinatın şu şekl-i hazırı da zâildir.

Bunlar sâniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

   5- Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

Mesnevi-i Nuriye - 129

CENNETİ HAK EDİYORMUYUZ ?

    Nefs-i emmare tahrib ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir, fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz'îdir.

Evet, bir haneyi bir günde harab eder, yüz günde yapamaz.

Lâkin eğer enaniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfik-i İlahiyeden istese, şer ve tahribden ve nefse itimaddan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa; o vakit

يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ

sırrına mazhar olur.

Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılab eder.

Ahsen-i takvim kıymetini alır, a'lâ-yı illiyyîne çıkar.

   İşte ey gafil insan!

Bak Cenab-ı Hakk'ın fazlına ve keremine!

Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bazen yetmiş, bazen yediyüz, bazen yedi bin yazar.

Hem şu nükteden anla ki; o müdhiş Cehennem'e girmek ceza-yı ameldir, ayn-ı adildir.

Fakat Cennet'e girmek, mahz-ı fazıldır.

Sözler - 320

19 Aralık 2023 Salı

İMAN KARDEŞLİĞİ VE SİYASET

    Üstadımız diyor ki:

   "Eşref Edib kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad'da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir ve Nur'un bir hâmisidir.

Ben vefat etsem de Eşref Edib, Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.    Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rıza-i İlahîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur'un mensubları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar.

Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil.

Çünki iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz.

Dost düşman derste fark etmez.

Halbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler.

İhlas kırılır.

Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur'u hiçbir şeye âlet etmediler.

Siyaset topuzuna el atmadılar.

Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyasete teması var tevehhüm edilmiş.

Halbuki Nur'un tercümanı, bir tek mes'ele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini mahkemelerde dava edip yirmibeş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle isbat etmiştir."

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

  Kardeşleriniz 

  Sadık, İbrahim, Zübeyr 

Emirdağ-2 - 35

SEBEPLER BİR PERDEDİR

 Hazret-i Azrail (A.S.), kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakk'a münacat etmiş.

Demiş: "Senin kulların benden küsecekler." Cevaben ona denilmiş: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar." Bu münacatın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakikî güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-ı Kayyum'a gitmemek için Hazret-i Azrail'in (A.S.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zahirî perdedirler.

Evet izzet-i azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.. fakat vahdet ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...

   Fakat hayatın hem zahirî, hem bâtınî, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-ı Kayyum'un "ihya edici, hayat verici, diriltici" isminin eline teslim edilmişlerdir.

Nur da öyledir, vücud ve icad da öyledir.

Onun içindir ki; icad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelal'in kudretine bakar.

Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tâbi' kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hâcette eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın.

Eğer yağmur, Güneş'in tulûu gibi bir kanuna tâbi' olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.

Lemalar - 331

18 Aralık 2023 Pazartesi

AİLENİN EVLAT SEVGİSİ

 AİLENİN EVLAT SEVGİSİ

Annesinden dayak yediği halde, yine “anne” diye ağlayan tek varlık bir “çocuktur!”

Çocuk, bir kadın ve erkeğin en büyük hayallerinin ürünüdür. Çocuk, ebeveynlerin dünyasında cennetten bir kokudur. Kötü bir şey olduğunda keşke onun değil benim başıma gelseydi denilen tek şey evlattır!

Anne, babalar, Allah’tan korkmalı ve çocukları arasında adaleti gözetmelidirler.

Analık ve eğitimci olma doğru sözlü ve özlü olmayı gerektirir. Anam yalan söyledi. Bakıcım yalan söyledi. Hocam yalan söyledi. Bana söylenenlerin tam tersi bir dünyada ne yapılabileceğini ben nereden bilebilirim ki? (Bernard Shaw)

Yavrular; anneler için bir sanatçının en güzel eseridirler.

Anne ile evlat arasında bağı koparan tek şey göbek bağıdır.

Çocuğun okulu, annenin kalbidir.

Anne kolları şefkatten yorulmamıştır, çocuklar orada derin derin uyurlar. (Victor Hugo)

Beşik sallayan eller, dünyayı yerinden oynatacak bir gücü simgeler. (Peter de Vries)

Evladın sevgi dolu kolları bir annenin boynundaki en değerli mücevherdir.

Bir baba, evladına güzel edepten daha efdal bir şey hediye etmez. (Hz. Muhammed)

Bütün dünyada bir tek güzel çocuk vardır. Bütün annelerde ona sahiptir.

Çocuğunu kaybeden bir anne için her gün ilk gündür; bu ıstırap ihtiyarlamaz. (Victor Hugo)

Çocuğunuz yalan söylüyorsa ya sizden korkuyordur ya da sizin yaptığınızı yapıyordur. Yalan söyleyen anne ve babaların, yalan söyleyen çocukları olacaktır.

Çocuk, cennet nimetlerinden biridir.

Çocuk, dünyanın en büyük saadetidir.

Çocuklarınıza dilini tutmasını öğretin, konuşmasını nasıl olsa öğreneceklerdir. (Benjamin Franklin)

Çocuklarınıza ikramda bulunun ve onların edebini güzelleştirin.

Çocukluk, mantığın uykusudur.

Dünyada insanın en önemli işi, yüzünü ağartacak çocuklar yetiştirmektir. “Bertrand Russell”

Evlat istediğin gibi değil, yetiştirdiğin gibi olur.

Evlatlar, anne ve babalarının kötü örnekleriyle bozulmaya devam ettikçe, yeni bir dünya kurulamaz. ( Alexis Carrel )

Evlatlarınıza “ilk söz” olarak “Lailahe illallah”ı öğretin.

İyi evlat babayı vezir, kötü evlat rezil eder.

Meğer candan öte bir can daha varmış ve onun adı da evlatmış.

Oğlan babadan öğrenir meclis gezmeyi, kız anadan öğrenir sofra yazmayı.”

Alıntı

AİLEDE HUZUR VE MUTLULUK

“Huzur ve mutluluk” hepimizin peşinde olduğu iki sihirli kelime.

“İnsanın, özellikle Müslümanın sığınağı ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.” Aile, huzur ve mutluluğun en önemli zemini ve üretim merkezidir. Ancak, bunlar evlenir evlenmez hazır bulunacak olgular değil; sonradan üretilip, kazanılacak değerlerdir.

Aile hayatı; karşılıklı sevgi, hürmet/saygı, merhamet ve güvenle devam eder. (Lem’alar, Yeni Asya Neş., İstanbul, 1999, s. 199)

Aile hayatının devamının iksiri sevgidir. Sevgi aşındığında aile yuvası sarsılır. Zira, hayatın iniş ve çıkışları var. Ayrıca hayat, problem, sıkıntı, musîbet ve belâlarla değer kazanır, mükemmelleşir, yükselir. Belâ ve musîbetlere direnç, problemleri çözmek için şart olan iletişimi ise sevgi sağlar.

Diğer taraftan sevgi, egoya, kendine, nefse yönelik olmamalıdır. Eğer bir eş, yalnız kendi zevk ve lezzetlerini düşünürse eşini ihmal eder. “Çünkü, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî (görünüşte) sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler.” (Bediüzzaman, Lem’alar, Yeni Asya Neş., İstanbul, 1999, s. 274.)

Sevgi, aşağıdaki maddeleri gerçekleştirmeye en müessir sebeptir:

Evlilik fedakârlıkla yürür. Seven eş, fedakâr olur.

Aile hayatı güvenle devam eder. Gerçekçi olan, birbirine güvenir. Güvenin yakıtı sevgidir.

Görev ve sorumluluklar severek öğrenilir ve yerine getirilir.

Saygı nezaket ve nezaheti gerektirir. Saygı/hürmet, sevginin ürünüdür.

Seven eş, her zaman kendini haklı eşini kusurlu bulmaz; kendisindekileri de görür; insaflı davranır. Ayrıca seven, basit kusurları görmez, görmezlikten gelir.

Boşanmanın sebeplerinden birisi güvenin sarsılmasıdır. Eşini seven ona güvenir, ona güvenen başından geçen her şeyi ona anlatır. Dert, problem ortaya çıkarsa birlikte çözüm üretilir.

Seven, lüzumsuz kıskançlıklardan kaçınır. Bu da aile hayatının devamını sağlar.

Eşini, çocuklarını seven, onların önünde tartışmalara girmez

Her meselede anlaşma şart değildir. Anlaşmazlıklar sakinleşince tartışılır, müzakere edilirse hal çareleri de üretilir.Problemleri, birlikte ve sükûnetle çözme sözü verirseniz, çözerseniz.

Alıntı

KIRICI TENKİTTEN KAÇINMALIYIZ

 Menfi diye tavsif ettiğimiz tenkitlerden kesinlikle kaçınmamız lâzım. Bu nevi tenkitler, ekseriya muhatabı kınama, yerme, yargılama, kendimizi de övme ve methetme şeklindedir. İşte böyle ön yargılı, tahrik edici, küçük düşürücü tenkitlerden şiddetle kaçınmak gerekir.

Çünkü iyi niyetle yapılmayan bu çeşit tenkitlerin herhangi bir fayda getirmeyeceğinin, aksine istenmeyen bazı tepki ve kırgınlıklara sebep olacağını unutmamak lâzım.

Bir de müsbet tenkit var ki, burada gaye yerme, yargılama değil; hata ve kusurları teşhir değil, varsa eksik ve noksanları gidermektir; hata ve kusurları izale etmektir.

Garaza dayanan, insaftan uzak, ölçüsüz tenkit ve ikazların muhatabı tahrik ederek, yanlışları savunma durumuna düşüreceğini bilip, bu nevi tenkitlerden de uzak durmanın gerekliliğini de bilmek lâzım.

Tenkitlerde üslûbun, söyleniş tarzının da önemli olduğunu göz önünde bulundurmak lâzım. Söyleyeceklerimiz ne kadar doğru olursa olsun, sert ve öfkeli tenkitlerin muhatabı rencide edeceğini göz önünde bulundurarak, yumuşak ve okşayıcı bir üslûpla yapılacak tenkit ve uyarıların daha etkili olacağını bilmekte fayda var.

Çok fazla tenkitçi olmanın da doğru ve yerinde bir davranış olmadığını; onun bunun hata ve kusurlarını araştırıp gün yüzüne çıkarmanın, başkalarının eksik ve noksanlarıyla meşgul olmanın hem kendi açımızdan, hem de çevremizdeki insanlar açısından tasvip edilecek bir meşgale olmadığını bilmemiz gerekir. Çünkü hep başkalarını tenkit etmeyi meslek edinen insanlar, zamanla kendi hata ve kusurlarını hep görmezlikten gelme, kendilerini adeta günahsız, kusursuz görerek, ucb ve gurura girerek manevî hayatlarını tehlikeye atarlar. Adına menfi tenkit dediğimiz bu gibi şevk kırıcı, yıkıcı tenkitlerden kaçınmamız gerekir.

Ama müsbet tenkitler diye adlandırdığımız herhangi bir garaza, bir ard niyete dayanmayan samimî dostlardan gelen doğru, yol gösterici, tamir edici tenkit ve uyarılara her zaman açık olmada fayda var. Hata ve kusurlarımızı görebilme, yanlış söz, hal ve yaklaşımlarımızı düzeltmeye yarayan bu nevi ikaz ve tenkitlerin yapılması önemli bir ihtiyaç olsa gerek. Böyle yapıcı ve samimî tenkitler sayesinde ancak doğru bildiğimiz yanlışlarımızdan, bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz günah ve kusurlarımızdan vazgeçme imkânı buluruz. Bu noktada Bediüzzaman’ın; “Boynumuzdaki bir akrep veya yılanı gösterene teşekkür etmek gerektir” sözünü akıldan çıkarmamak lâzım.

Bu meyanda Bediüzzaman, bir müdürün kendisine karşı istimal ettiği tahkir edici, insafsızca sözler karşısında bakın neler söylüyor: “Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musâlaha etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil; belki memnun olmak lâzım gelir.”

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, bir müdürün, hiç mesnedi olmayan, haksız, kasıtlı iftiralarına dahi nazar-ı müsamaha ile bakıyor, söylenen o asılsız iddiaları dahi tahlil ve değerlendirmeye tâbi tutarak, oradan da kendisine yönelik dersler çıkarmaya çalışıyor.

Bu konuda biz de Bediüzzaman’ın yaptıklarını yapmaya çalışmalıyız. Böyle bir değerlendirme ve tavır içinde olmaya nefsimizi razı etmenin gayretinde olmalıyız.

Başkalarını tenkit etme hususunda insafı, ölçüyü elden bırakmamalı, muhtemel incinmeleri, kırıcılıkları düşünerek, yumuşak ve yapıcı bir yaklaşım ve üslûbu tercih etmeliyiz.

Şahsımıza yönelik tenkit ve uyarılar ne derece kasıtlı, ne kadar kırıcı ve yıkıcı da olsa kızmadan, kırılmadan, sabırla dinlemeli ve Bediüzzaman’ın yaptığı gibi, söylenenler asılsız, birer iftiradan da ibaret olsa, onlardan kendimize bir ders çıkarmaya çalışmalıyız.

16 Aralık 2023 Cumartesi

KÂİNATA GÜZEL BİR TAKVİM OLMAK

   Dua çeşitleri;

 Dördüncü nevi ki; en meşhurudur, bizim duamızdır.

Bu da iki kısımdır: Biri, fiilî ve halî; diğeri, kalbî ve kàlîdir.

Meselâ: Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir.

Esbabın içtimaı; müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenab-ı Hak'tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır.

Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır.

Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak'ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.

İkinci kısım; lisan ile, kalb ile dua etmektir.

Eli yetişmediği bir kısım metalibi istemektir.

Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: "Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder."

   İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer!

Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a'lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık.

Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al.

Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ de.

Kâinatın güzel bir takvimi ol.

Sözler - 318

İNSAN BU ALEME NİÇİN GELDİ ?

    Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.

Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır.

Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı billahtır.

   Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna mübtela ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra "dua"dır.

Dua ise, esas-ı ubudiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister.

Yani ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder.

Maksuduna muvaffak olur.

Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.

Rahmanürrahîm'in dergâhında; ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir.

Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

Sözler - 316

15 Aralık 2023 Cuma

BİD'ALARA TARAFGİRLİK GÖSTERME

 ...Bu hareketin bid'alara tarafgirliktir?

   ELCEVAB: 

   Biz, ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz.

Fakat kâfirlerin kılıncı ile değil.

Kâfirlerin kılınçları başlarını yesin; kılınçlarından gelen faide bize lâzım değil.

Zâten o mütemerrid ecnebilerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.

Hem harb belası ise hizmet-i Kur'aniyemize mühim bir zarardır.

Bizim en fedakâr ve en kıymetdar kardeşlerimizin ekserîsi kırkbeşten aşağı olduğundan, harb vasıtasıyla vazife-i kudsiye-i Kur'aniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar.

Benim param olsa, hüsn-ü rızam ile, böyle kıymetdar kardeşlerimin herbirisini askerlikten kurtarmak için, bedel-i nakdiye bin lira kadar da olsa, verirdim.

Böyle yüzer kıymetdar kardeşlerimizin hizmet-i Kur'aniye-i Nuriyeyi bırakıp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüzbin lira kendi zararımızı hissediyordum.

Hattâ Zekâi'nin bu bir-iki sene askerliği, belki bin lira kadar manevî faidesini kaybettirdi.

Her ne ise...

Kàdir-i Küll-i Şey, bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek, semanın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir.

Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın.

Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter.

O vakit kendi kendine iş düzelir.

Lemalar - 105

SİYASET TOPUZUNA KARŞI NUR GÖSTERMEK

 Sual;

"Sana işkence eden bu mübtedi' ve kısmen münafık baştaki insanların takib ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?"

   Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir.

Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.

Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner.

Münafık, kâfirden daha fenadır.

Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez.

O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılab eder.

Hem nur, hem topuz.. ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz.

Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.

Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir.

Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır.

Fakat iki elimiz var.

Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir.

Topuzu tutacak elimiz yok!..

Lemalar - 104

14 Aralık 2023 Perşembe

VE BURÇLAR

    Eski Kozmoğrafya nazarında Güneş gezer.

Güneş'in her otuz derecesini, bir burç tabir etmişler.

O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine rabtedecek farazî hatlar çekilse, bir tek vaziyet hasıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi manasına olarak mizan suretini, bazı öküz manasına sevr suretini, bazı balık manasına hut suretini göstermişler.

O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş.

Şu asrın Kozmoğrafyası nazarında ise, Güneş gezmiyor.

O burçlar boş ve muattal ve işsiz kalmışlar.

Güneş'in bedeline Küre-i Arz geziyor.

Öyle ise o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal daireler yerine, yerde Arz'ın medar-ı senevîsinde küçük mikyasta o daireleri teşkil etmek gerektir.

Şu halde buruc-u semaviye, Arz'ın medar-ı senevîsinde temessül edecek.

Ve o halde Küre-i Arz her ayda buruc-u semaviyenin birinin gölgesinde ve misalindedir.

Güya Arz'ın medar-ı senevîsi bir âyine hükmünde olarak, semavî burçlar onda temessül ediyor.

   İşte bu vechile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sâbıkan zikrettiğimiz gibi bir defa عَلَى الثَّوْرِ , bir defa عَلَى الْحُوتِ demiş.

Evet Mu'cizü'l-Beyan olan lisan-ı nübüvvete yakışır bir tarzda gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikata işareten bir defa عَلَى الثَّوْرِ demiş.

Çünki Küre-i Arz, o sualin zamanında Sevr Burcu'nun misalinde idi.

Bir ay sonra yine sorulmuş, عَلَى الْحُوتِ demiş.

Çünki o vakit Küre-i Arz, Hut Burcu'nun gölgesinde imiş.

   İşte istikbalde anlaşılacak bu ulvî hakikata işareten ve Küre-i Arz'ın vazifesindeki hareketine ve seyahatına îmaen ve semavî burçlar, Güneş itibariyle muattal ve misafirsiz olduklarına ve hakikî işleyen burçlar ise, Küre-i Arz'ın medar-ı senevîsinde bulunduğuna ve o burçlarda vazife gören ve seyahat eden Küre-i Arz olduğuna remzen عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ demiştir.

وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ

   Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve huta dair acib ve haric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilattır veya bazı muhaddislerin tevilatıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından hadîs zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a isnad edilmiş.

Lemalar - 93

DEVLET NE ÜZERİNDE

    Meselâ nasılki denilse: "Bu devlet ve saltanat hangi şey üzerinde duruyor?" Cevabında:

عَلَى السَّيْفِ وَ الْقَلَمِ

denilir.

Yani "Asker kılıncının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adaletine istinad eder." Öyle de: Küre-i Arz madem zîhayatın meskenidir ve zîhayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevahil kısmının kısm-ı a'zamının medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevahil olmayan kısmının medar-ı taayyüşleri, ziraatle öküzün omuzundadır ve mühim bir medar-ı ticareti de balıktır.

Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi; Küre-i Arz da, öküz ve balık üstünde duruyor denilir.

Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sukut eder, Hâlık-ı Hakîm de Arz'ı harab eder.

   İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayet mu'cizane ve gayet ulvî ve gayet hikmetli bir cevab ile:

اَلْاَرْضُ عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ

demiş.

Nev'-i insanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvanînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikatı, iki kelime ile ders vermiş.

Lemalar - 92

DÜNYA,ÖKÜZ VE BALIK

    Hamele-i Arş ve Semavat denilen melaikenin birinin ismi "Nesir" ve diğerinin ismi "Sevr" olarak dört melaikeyi, Cenab-ı Hak arş ve semavata saltanat-ı rububiyetine nezaret etmek için tayin ettiği gibi, semavatın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan Küre-i Arz'a dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir.

O meleklerin birinin ismi "Sevr" ve diğerinin ismi "Hut"tur.

Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki: Arz iki kısımdır: Biri, su; biri toprak.

Su kısmını şenlendiren balıktır.

Toprak kısmını şenlendiren insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır.

Küre-i Arz'a müekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nev'ine bir cihet-i münasebetleri bulunmak lâzımdır.

Belki, وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misalde sevr ve hut suretinde temessülleri var.

{(Haşiye): Evet Küre-i Arz, bahr-i muhit-i havaîde bir sefine-i Rabbaniye ve nass-ı hadîsle âhiretin bir mezraası, yani fidanlık tarlası olduğundan, o camid ve şuursuz büyük gemiyi o denizde emr-i İlahî ile, intizam ile, hikmet ile yüzdüren, kaptanlık eden melaikeye "Hut" namı ve o tarlaya izn-i İlahî ile nezaret eden melaikeye "Sevr" ismi ne kadar yakıştığı zahirdir.}

İşte bu münasebete ve o nezarete işareten ve Küre-i Arz'ın o iki mühim nevi mahlukatına îmaen lisan-ı Mu'cizü'l-Beyan-ı Nebevî,

اَلْاَرْضُ عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ

demiş, gayet derin ve geniş bir sahife kadar mes'eleleri hâvi olan bir hakikatı, gayet güzel ve kısa bir tek cümle ile ifade etmiş.

Lemalar - 92

YÜZ KAPILI BİR SARAY

    Bir saray, yüzer kapalı kapıları var.

Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır.

Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

   İşte hakaik-i imaniye o saraydır.

Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor.

Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez.

Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan ıskat ediyor.

"İşte, bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde birşey yoktur." der kandırır.

   İşte ey şeytanın desiselerine mübtela olan bîçare insan!

Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemat-ı Kur'aniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin terazileriyle a'mal ve hatıratını tart ve Kur'anı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap ve "

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ

" de, Cenab-ı Hakk'a ilticada bulun.

Lemalar - 89

13 Aralık 2023 Çarşamba

İNSANIN TOPLUM HAYATINI BOZAN TUZAK

    İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter.

Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler.

Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler.

Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter.

Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir.

Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır.

Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır.

Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adavet eder, günahlara girer.

Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez.

Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü'min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.

   Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-i muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor.

Lemalar - 88

KUSURUNU GÖRMEMEK ŞEYTANIN TUZAĞI

    Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir.

Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın.

Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin.

Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir.

وَ عَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَل۪يلَةٌ

sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez.

Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur.

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan,

وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪ى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ى

dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?

Nefsini ittiham eden, kusurunu görür.

Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder.

İstiğfar eden, istiaze eder.

İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.

Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur.

Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır.

Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.

Lemalar - 87

MÜ'MİN ÖLÜNCE KAİNAT AĞLAR

    Ey âlem-i beka için yaratılan ve fâni âleme mübtela olan bîçare insan!

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَ الْاَرْضُ

âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver!

Bak ne diyor?

Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani onların ölmesiyle memnun oluyorlar." Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki: "Ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar." Çünki ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur.

Zira iman ile Hâlık-ı Kâinat'ı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler.

Ehl-i dalalet gibi tahkir ve zımnî adavet etmezler.

   Ey insan, düşün!

Sen alâküllihal öleceksin.

Eğer nefis ve şeytana tâbi' isen, senin komşuların, belki akrabaların senin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar.

Eğer Eûzü billahi mineşşeytanirracîm deyip, Kur'ana ve Habib-i Rahman'a tâbi' isen; o vakit semavat ve arz ve mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firakından müteessir olup manen ağlarlar.

Ulvî bir matem ile ve haşmetli bir teşyi' ile, kabir kapısıyla girdiğin beka âleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal var olduğuna işaret ederler.

Lemalar - 86

12 Aralık 2023 Salı

HALIKIMIZI TANIYALIM

  Birinci Mes'ele: 

   Onuncu Söz'de beyan edildiği gibi.. nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi; en esaslı bir kaidedir.

İşte bu esaslı düstur-u umumîye binaendir ki; bu kitab-ı kebir-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelî'si, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sahifesiyle ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemalâtını bildirmek ve cemalini göstermek ve kendisini sevdirmek için en cüz'îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddid lisanlarıyla cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini tanıttırıyor ve sevdiriyor.

   İşte ey gafil insan!

Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelali Velcemal, sana karşı kendisini herbir mahlukuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini ona sevdirmezsen ne derece hadsiz muzaaf bir cehalet, bir hasaret olduğunu bil, ayıl!..

Lemalar - 312

11 Aralık 2023 Pazartesi

AHİRET VAR !

 Ve ahkâm-ı Kur'aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!. Ve bu üç ziya-yı a'zam gibi; rahmet, inayet, hafîziyet misillü yüzer ihatalı hakikatlar haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki: Kâinatta ve umum mevcudatta hükümferma olan rahmet, inayet, adalet, hikmet, iktisad ve nezafet gibi pek kuvvetli ihatalı hakikatlar; haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılab etsinler?

Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!

   Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmane muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet; acaba haşri getirmemekle umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi' eder mi?

Ve tabiri caiz ise, rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i rububiyet; ve kemalâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz hârika san'atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı uluhiyet, böyle hem umum kemalâtını, hem bütün mahlukatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi?

Hâşâ!

Böyle bir Cemal-i Mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka bilbedahe müsaade etmez.

   Evet âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikıyla inkâr etmeli.

Yoksa, dünya bütün hakaikıyla, yüzbin lisanla onu tekzib ederek bu yalanında yüzbin derece yalancılığını isbat edecek.

Onuncu Söz kat'î delillerle isbat etmiştir ki; âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat'î ve şübhesizdir.

Lemalar - 310