31 Ağustos 2021 Salı

KISKANÇLIK(HASETLİK)

 Çağın en kötü hastalıklarından birisi de kıskançlıktır. Doç. Dr. Rıdvan Üney, kıskanç insanlar konusunda çok önemli uyarılarda bulunmaktadır.

Şöyle demektedir:
’’Bir kimse bir üstünlük gösterdiğinde veya sevilen birisinin, başkasıyla ilgilendiği kanaatine varıldığında takınılan olumsuz tutuma kıskançlık denir.”

Günümüzde bu mevzu, çiftler arasında en büyük problem olarak yer almaktadır. Hatta bazen sonuçları şiddete, cinayete kadar varabilmektedir. Kıskançlığın nereye kadar normal, nereden sonra sorunlu bir durum olduğunu anlamak gerekir. Kıskançlık diğer bir tabirle hasetlik, İslâmiyet’in kesinlikle haram kıldığı bir günahtır. Haset eden, önce kendini yakar. Hasetlik doğuştan gelen bir davranış şekli değildir. Hayatımızın başlamasıyla bir şeyleri paylaşmaya başlarız. Gördüğümüz ilginin eksildiğini fark ettiğimiz zaman kıskançlığımız başlar. Kıskançlık duygusu 2-3 yaşlarında gelişmeye başlar. Hayatın ilk yıllarındaki kıskançlık, daha çok sevginin paylaşılması sebebiyle olur. Babayı anne ile paylaşmak, anneyi babayla paylaşmak ilk kıskançlıktır. Sonrasında kardeş dünyaya gelir bu kez kardeşle anne ya da babanın sevgisini paylaşmak kıskançlık duygularını başlatır. Hatta kardeş kıskançlığı ömür boyu sürebilmektedir. Ergenlikle başlayan ve yaşlılığa kadar uzanan süreçte, eş veya arkadaş kıskanılmaya devam eder.

Kıskançlık, karşı cinsle ilişkilerde tabiî karşılanan bir durumdur. Hiç kıskanmamak nadiren olabilir. Kıskançlığın nereye kadar normal karşılanması gerektiği, her zaman tartışılmıştır. Kadında da erkekde de aşırı kıskançlık hali, hayatı yaşanmaz kılar. Bunu bir davranış bozukluğu olarak değerlendirebiliriz. Kıskançlıktan dolayı kadın erkek arasında kavgalar ve tartışmalar meydana gelir. Fizikî ve sözlü şiddet meydana gelebilir. Neredeyse her şeyi delil saymaya başlar. Anormal kıskançlık, krizleri aile arasındaki ilişkilerin sonlanmasına sebep olabilir. Ayrıca bütün sosyal ilişkilerimiz bozulur. Diğer insanlarla görüşmemize set çekilebilir.

Kıskançlık aşırı şüpheci tutumları insanlar arasında aşırı şüpheci tutumları oluşturabilir. Kıskançlık toplumları berbat eden sarî bir hastalıktır. Kıskançlık sosyal münasebetleri bozduğundan insanlar arasındaki huzuru ve mutluluğu sarsar. Düşmanımıza hasetlikle ceza vermekten, nefsimizi yüksek tutmalı. Huzur istiyorsak, Allah’ın emirlerine uyup kıskançlık vebasından kurtulmalıyız. Aşırı şüpheci tutumları oluşturan, kıskançlık girdabından çabucak çıkmalıyız.

Cahit Özpınar

'ALLAH'TA SİZİ SEVSİN'

 Sevgi bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu olarak tanımlanıyor. Sevgi geniş kapsamlı bir kavram olduğu için bir kaç kelime ile tarif etmek yeterli olmuyor. Kâinatın yaratılış gayesini içine alan, kâinatı var eden, tanımlayan, güzelleştiren ve insanları birbirine bağlayan sevgidir.

O zaman en başta Allah’ı sevmek, daha sonra diğer sevgileri de onun adına sevmektir. O’nu sevmekle bütün sevgiler değer kazanıyor. ”İman edenler ise en çok Allah’ı severler.” 1, Bundan dolayı sevginin odak merkezinde Allah sevgisi olmalıdır. Ondan sonra Allah’ın Resulü Hazreti Muhammed’dir (asm). “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah’da sizi sevsin…” 2, Bu âyet ile, Hazreti Muhammed’e (asm) uyma iradesinin ortaya konması, Allah’ın sevgisine ve mağfiretine mazhar olmanın ön şartı sayılmıştır.

Bütün sevgilerin özü ve mayası Efendimizin (asm) nurundan geliyor. “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, Ben âlemi yaratmazdım.” Bu hadisi Kudsî’den anlaşılıyor ki kâinat sevgi üzerine yaratılmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, sevginin önemine şöyle bir vurgu yapmış: “Evet, evet, evet! Eğer kâinâttan risâlet-i Muhammediyenin (asm) nûru çıksa, gitse, kâinât vefat edecek!” 3, Demek ki, kâinatın hem yaratılış gayesi, hem ona hayat veren, hem de hayatı anlamlandıran sevgidir. Keza, “Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır.” 4, diyor. Demek ki İslâmiyet’i doğru yaşamakta, sevgiden geçiyor….

Sevginin ana unsurlarından sayılan iyi niyet, hoşgörü, tebessüm, karşı tarafı incitmeyecek şirin bir dildir. İnsanlar arasında sağlam bağ kurma yöntemleri ‘Allah için sevmekte birleşiyor ve kuvvet kazanıyor.

Yani sevgi ve niyet sözde belirgin olmalıdır. Yüzdeki tebessüm pırıltıları karşıya aksetmiyorsa yapmacık bir sevgiden ibaret olur, böyle muhabbet ve sevginin akıbeti de kısa oluyor.

Sevgi öyle bir iksirdir ki “Nar’ı Nur’a çevirir. İnsanlar arasına muhabbeti yerleştirir; zaten sevginin olmadığı yerlerde hayat zorlaşıyor. Sevgi hayattan çekildikçe, dünyanın tadı kaçıyor. Hatta içinde sevgi olmayan ibadet dahi faydasızdır.

Efendimizin (asm) bir hadis-i Şerifi ile yazıyı bitirmek istiyorum: ”Allah’ın Resulü buyurmuşlardır ki: Nefsim Kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; iman etmedikçe Cennete giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman etmiş olamazsınız. Size şayet yaparsanız birbirinizi seveceğiniz bir şey konusunda size bilgi vereyim mi? Selâmı aranızda yayınız…” 5

Esselâmün aleyküm…

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, Âyet, 165.
2- Al-i İmran Sûresi, 31 Âyet.
3- On Dokuzuncu Sözün Zeyli s. 110.
4- Mektubat, Uhuvvet Risalesi, Dördüncü Kelime.
5- Müslim.

30 Ağustos 2021 Pazartesi

HIRS VE ZARARLARI

 

HIRS BÖLÜMÜ

ـ1ـ عن أنس رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: يَهْرَمُ ابْنُ آدَمَ وَيَشِبُّ فِيهِ اثْنَتَانِ: الحِرْصُ عَلى المَالِ، وَالْحِرْصُ عَلى العُمُرِ[. أخرجه الشيخان والترمذى .

1. (1666)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: "Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs". [Buharî, Rikâk 5; Müslim, Zekât 115, (1047); Tirmizî, Zühd 28. (2340), : İbnu Mâce, Zühd 27, (4234).[1]

AÇIKLAMA:

1- Bu hadis muhtelif vecihlerde geliştir. Buharî'deki bir vechi: "Â-demoğlu büyür, onunla birlikte iki şey daha büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi" şeklindedir. Bir başka vechi ise: "Yaşlının kalbi iki şeyde genç kalır: Dünya sevgisi, tûl-i emel (uzun yaşama sevgisi)" şeklindedir. Beyhakî'nin kaydettiği bir vechi: "Âdemoğlunun yaşlandıkça cismi zayıflayıp eti incelse de kalbi genç kalır" şeklindedir.

2- Burada, ifade edilen ihtiyarın kalbinin gençliği, bir mecaz ve isti-âredir. İhtiyar, hayatı ve malı gençler kadar, hatta daha fazla sever demektir. İnsan, ecelinin yaklaştığını hissedince mal ve hayata karşı olan sevgisini artırır. Uyku bile, sabaha karşı yani gecenin sonlarında daha tatlı olur. Demek ki her şeyin sonu yaklaştıkca kıymet ve lezzeti arttığı gibi, insanın eceli yaklaştıkça hayat ve malın kıymeti de artmaktadır.

Hadiste genç kelimesi, hırsın kemâli mânasında istiâre edilmiştir. Çünkü gencin kuvveti yerindedir ve eceli uzakta görmektedir, bu sebeple hayata sevgi ile bağlıdır. Eceli yaklaşan ihtiyarın, daha fazlasıyla dünyayı sevdiği bu istiare ile anlatılmıştır. [2]

ـ2ـ وعن كعب بن مالك رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: مَا ذِئْبَانِ جَائِعَانِ أُرْسَِ في غَنَمٍ بِأفْسَدَ لَهَا مِنْ حِرْصِ المَرْءِ عَلى المَالِ وَالشّرَفِ لِدِينِهِ[. أخرجه الترمذى وصححه.ومعناه: ]أنَّ حِرْصَ المَرْءِ عَلى المَالِ وَالشَّرَفِ وَحُبَّهُمَا مُفْسِدٌ لِدِينِهِ كَمَا يُفْسِدُ الذِّئْبَانِ الجَائِعَانِ الْغَنَمِ إذَا أُرْسَِ فِيهَا وَلَمْ يُمْنَعَا مِنْهَا[ .

2. (1667)- Ka'b İbnu Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dinine verdiği zarardan daha fazla değildir." [Tirmizî, Zühd, 43, (2377).]

Mânası şudur: Kişinin mal ve şeref için gösterdiği hırs veya bu iki şeye olan sevgisi dine fesad ve zarar getirir, tıpkı aç iki kurdun hiçbir engelleme olmadan sürüye salındığı zaman hâsıl edecekleri zarar gibi...[3]

AÇIKLAMA:

1- Hadiste geçen şereften murad mevki ve makam gibi insana şeref getiren vesilelerdir. Hadis, mevki ve mala karşı gösterilen hırs sebebiyle kişinin dine karşı pek büyük zarar getirebileceğini ifade etmekte ve bunu hiç bir koruyucu techizâta sahip olmayan müdâfaasız koyun sürüsüne salınan bir çift aç kurdun sürüye vereceği zararla kıyaslamaktadır. Teşbihteki inceliği anlamak için kurtların şu tabiatını bilmek gerek: Müdâfaasız bir sürüye musallat olan kurt, karnını doyurmak üzere bir koyunu kapıp kaçırmaz. Sürüdeki bütün hayvanları kırımdan geçirir.

Bediüzzaman, bilhassa günümüzde, insanlardaki bu mal hırsını kullanarak ehl-i dünyanın mü'minleri ciddi tehlikelere attıklarını belirterek der ki: "Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-ı Hakk'tır. O, hem Rahîm, hem Kerîm'dir. O'nun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfâf eder bir sûrette gayr-i meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanı, belki bazı mukaddesatını rüşvet verip, menhûs, bereketsiz bir mal-ı haramı kabûl eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir dîvâneliktir.

Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez; pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrîb etmeye bâzan vesîle olur. O pis hırs ile gazab-ı İlâhî'yi kendine celbeder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır."

Şârihler, malın hâsıl edeceği zarar ve fesadı açıklama sadedinde, malın şehevî arzuları tahrîk eden bir güç olduğunu, önce mübah olan lezzetlere alışarak daha çok lezzet peşine düşebileceğini, zamanla ihtiyacı karşılayacak helâl kazançtan âciz kalabileceğini, derken şüpheli kazançlara tevessül edeceğini, bunun da onu zikrullahtan alıkoyacağını, mal meselesinin insanları hep bu safhaya getirdiğini belirtirler.

Kezâ, mevki meselesi de böyle bir ifsad sebebi olmaktadır. Üstelik mevki için mal da harcanabilmekte ve mal için makam harcanmamaktadır. Bu sebeple mevki, maldan daha çok ifsad vesîlesi olabilmekte, onun uğruna bir kısım müraîliklere, müdâhenelere, nifaklara, yalan, rüşvet ve sâir kötü ahlâksızlıklara düşülebilmektedir. El-iyâzu billah.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) insandaki mal ve makam hırsının dine vereceği zararın, iki aç kurdun koyun sürüsüne vereceği zarardan büyük olacağına dikkat çekmekle bütün bu söylenenleri ifâde etmiş olmaktadır.[4]

ÇOCUKTAN EVLİYA OLUR MU ?

  [MİSAFİRİN HÜRMETİNE] 

Ma'rûf-i Kerhî "rahmetullahi aleyh" hazretleri anlatır:

Bağdat'da bir zat pazara gidip balık aldı. O sırada bir çocuk yaklaşıp: "Amca ver onu ben götüreyim" dedi. Beraberce adamın evine doğru yola çıktılar. Yolda ikindi ezanı okununca çocuk, "önce namazlarımızı kılalım" dedi ve beraber ikindi namazlarını kıldılar. Sonra eve geldiler. Adam hanımına: "Bu çocuk, balıkları taşımak istedi, ben de "Peki" dedim. Beraberce geldik, diye durumu anlattı. Hanımı: "Belki çocukcağızın canı balık istemiştir. Pişireyim de beraberce yeyin" dedi. Çocuk, balığı eve bıraktıktan sonra gitmek istediyse de, balığın pişmesini beklemesini ve biraz yemesini söylediler. Çocuk da oruçlu olduğunu söyledi. Bunun üzerine: "O halde bekle de iftarı bizde yapalım, dediler. Akşam olunca beraberce iftar yaptılar. Beraberce yatsı namazını kılmak için yine mescide gittiler. Döndükten sonra, "Bu gece bizde kal" diye teklif edince, çocuk bunu da kabul etti. Bir odada onu yatırdılar. Diğer odada da kendileri yatıyorlardı. Başka bir odalarında da felçli olan kızları yatmaktaydı. Gece yarısı yattıkları odanın kapısı vuruldu. Adam "Kim o?" diyence, kızı "Baba benim" dedi. Bunun üzerine şaşıran baba: "Kızım sen nasıl geldin? dedi. Çünki felçli kızın oraya kadar gelmesi mümkün değildi. Kız dışardan: "Ben geceleyin, "Yâ Rabbi, bu misafirimiz hürmetine bana şifa ver" diye dua ettim. Allahü teâlâ benim hastalığımı alıverdi ve ayağa kalktım. Yürür oldum. Bunun üzerine misafirimize teşekkür etmek için yanına varayım dedim. Fakat baktım ki, gitmiş" dedi. 

Kızın babası bu acâib hadiseyi Mâruf Kerhî hazretleri'ne anlattıktan sonra: "Böyle küçük çocuklardan da evliya olur mu?" diye sordu. O mübarek: "Evet, evliyanın büyüğü de küçüğü de olur" cevabını verdi.

ZALİMİN ZULMÜ VARSA,MAZLUMUN ALLAH'I VAR" !


Dünyaya gözünü açan insan herşeyi hazır bulur.Annesi kendisini beslemekle görevlendirilmiş bütün herşey dünyaya gelen misafirin etrafında pervane olur.Baba çocuklarının rızıklarını yemin için didinir anne çocuğuna en güzel giyecekler sararak onu dış etkenlerden korur,beşiğini yavrunun rahatsız olmaması için üzerini örtülerle sanki bir koruma içine alır.
Halbuki bizleri buraya gönderen peşimizden rızkımı temin eden hava ve suyu hazır atmosferi üzerimize bir örtü gibi örten Zatı zülcelal bizi seviyor ve rahatımız için güneşi bir lamba ayı bir takvim dünyayı da bir beşik yapmış rahatımız için geceyi ve gündüzü peşi peşin takmıştır.Rızkımızın temini için gündüzü rahat ve istirahatımız için geceyi halketmiştir.Gğkyüzünü yıldızlar ve gezeğenler ile donat Yüce Rabbimiz bize merhameti ile rahmet dediğimiz yağmuru bitkilerimizin büyümesi için tüm canlıların imdadına yetiştirmiştir.İnsanlar zamala verilen bütün bu nimetlerin şükrünü unutmuş gaflet ve dalalette boğulmuştur.İnsanın bu zulmü neticesinde Allah nice zalimleri başımıza musallat etmiş.İnsan zulmetmiş kader ise adalet etmiştir.
Onun için hiç bir zulüm kıyamete kadar devam etmez hiç bir zalimde zulmünün cezasını görmeden ölmez.
Ne diyelim, "zalimin zulmü varsa,   mazlumun Allah'ı var" deyip zalimleri Allaha havale ederek  onları 
zulüm ve günahları ile başbaşa bırakmalız.
Bugün dünyayı kana bulayan zalimler ile insanlığı zulümleri ile insanları inleten caniler birgün mutlaka Allah'ın gazabına uğrayacaktır.
 Rafet Özcan

CEP TELEFONU VE SOSYAL MEDYA


Haberleşme konuşma insanlar has bir durumdur. İletişim kurmak için insanlar her devrin imkanları ölçüsünde vasıtalar kullanmıştır.İnsanlar haberleşmek için kimi zaman duman, kimi zaman ıslık, kimi zaman çığlık yada akla gelmeyen çeşitli vasıtları kullanmıştır.
Günümüzde ise bu durum, en yaygın biçimde toplumun hemen hemen konuşabilen tüm yetişkinlerinde bulunan cep telefonu ve sosyalmedya dediğimiz haberleşme ve mesajlaşma ile görüntülü ve canlı olarak yürütülmektedir.Allah'ın en büyük nimetlerinden olan hava zerrecikleri telefon vasıtası ile ses görüntü ve yazıları uzak mesafelere naklederek mesafeyi kısaltmıştır. İnsanlar cep telefonu ile  büyük bir imkana kavuşmuştur.
Her nimet ile birlikte külfeti de yanında gelmektedir.Büyük bir nimet olan cep telefonu ve sosyalmedya  her alet gibi kullanma şekli ve durumuna göre hayra ve şerre günaha ve sevaba vesile olur.Tıpkı bir bıçağın doktorun elinde hayat kurtarıp caninin elinde hayatları yok ettiği gibi.Günümüz en tehlikeli aletlerinden biri olan Cep telefonu yerinde kullanamazsak aile ocaklarını yıkıp hayatların yok olmasına sebep olur.Seyahat halinde iken telefon kullanan bir sürcünün hem kendi hem başkasının hayatını kaza sonucu tehlikeye atması gibi Diğer bir misal Sosyalmedya denilen iletişim vasıtalarını yazışmalarmız ve konuşmalarımız ile resim çekip göndererek insanların mahremlerne ulaşıp onların sadetlerini huzurlarını kaçırmak suretiyle günah kazanmak manen iflas etmemize sepep olur.Güzel nir nimet olan telefon nikmet haline dönüşüverir kesici öldürücü bir alet halini alır.  Bu alet hayra vasıta olduğu gibi şerre de vasıta oluverir. İnsanların şeytanın görevini üslenmesine sebep olur.
Çevremizde ve bütün ülke de hatta dünyada elinde telefon ile ocak söndüren aile birliğini yok edenlerin haddi hesabı yok.Gelin hep birlikte düşünelim ben bugün günah mı işledim yoksa sevap mı ben bugün nefsim için mi çalştım yoksa Allah rızası için mi çalıştım ? Nefis ve şeytanın kolgezdiği bu zamanda insan günde ne kadar töbve etse azdır zira günahlar üzerimize sosyalmedya vasıtası ile sel gibi gelmektedir.Dünya hayatını sonlandırsa yine ucuz atlatırsın fakat ahıret hayatını imanı zedeleyen günahlara karşı aileleri yıkan boşanma ve ailelerinin dağılmasına sebep olan günah ve çirkinliklere karşı nasıl ayakta duracağız?Allah bugünün şerlerinden ve bu güzel aletleri kötüye kullanan şeytanın uşaklarından bizler ve tüm insalığı korusun.Allah hepimizin yâr ve yardımcısı olsun.
Rafet Özcan


KÜSKÜNLÜKTE SINIR

  Sınır Üç Gündür

Müslüman’ın Müslüman ile küslüğünde azamî sınır üç gündür. Yani izin verilen küskünlük sınırıdır bu. 

Bunu trafik diliyle şöyle ifade edelim: Üç güne kadar yeşil ışık yanar; küskünler geçebilir. Üçüncü gün bittikten sonra kırmızı ışık yanar. Küslüğe geçit vermez. İki Müslüman barışmadıkça kırmızı ışıktan geçemezler.

Ben selâm veriyorum, adam selâmımı almıyor. Ben lâf atıyorum barışalım diye, adam yüzünü çevirip gidiyor diyorsan eğer… Peki, o zaman; sorumluluk senden gitmiş demektir. Senin bu sebeple üzülmene, ezilmene gerek kalmamıştır. Sen rahmet yanında inşallah işi kurtardın.

Hasmına da inadını ve nefsinin kinini aşamadığı için duâ etmen lâzım.

Tövbeye Fırsat Vermelisin!

Üç günlük süreyi hiçbir durumda uzatma hakkın yoktur. Ancak adamın bazı çirkin yanları biliniyorsa, sen onun bazı kötü huylarından zarar görmüşsen, sen kendini korumaya alabilirsin, tedbir alabilirsin. Ama adama hüsn-ü zan etmelisin. Tövbe edebilir. Fırsat vermelisin. Güvenmeyebilirsin; ama su-i zanna düşmemen senin imanının güzelliğindendir. Selâmını kesme. Darda kalsa yardımını esirgeme. Onu duândan mahrum da etme.

Seni rahatsız etmenin de bir hesabı vardır ve yarın bu hesap ona yeter! Fakat sen ona küsme ki, Allah katında haksız duruma düşmeyesin. Sana güven vermemişse, sen de ona güvenmezsin. Buna mani yok.

Küslüğün Kazananı Olmaz

Bediüzzaman, eğer üç gün geçtiği halde barışma olmaz ise, nasıl bir bedel ödeneceğini bu cümlesinde ifade ediyor. Yani manen diyor ki:

1- Barışma olmaz ise, bunun kazananı olmaz. İki taraf da kaybeder. İki tarafın da ruh dünyaları alt üst olur.

2- İki taraf da korku ve intikam azabı ile yaşar. Bana bir kötülük yapacak mı diye beklemek, insanı beklediği kötülükten daha çok incitir.

3- Hasmının kötü adam olduğu vehminin sebep olduğu su-i zan ve gıybet, kendi sevaplarından yer.

4- İki taraf da sevgisizlik belâsı ile yaşar. Sevmemek zor iştir. Çünkü ona gelen her nimeti kıskanırsın. Onun her iyi haline haset edersin.

5- Kıskançlık keskin sirke gibidir. Hasmına değil, senin kalbine zarar verir. Yaşama zevkin kaçar. Sende hayır namına bir şey bırakmaz.

6- Rahmete ve kadere küsersen iş senin aleyhine döner. Kaderi tenkit etsen, başını örse vurup kırsan da iş değişmez. Rahmeti ittiham etsen, rahmetten mahrum kalan sen olursun. 3

Bu kadar zarar sırf dünya noktasından yakanı bırakmaz. Ahiret noktasından ise daha çok zararların olur. Onca zorluklarla kazandığın hayır ve hasenat, onca işlediğin sevaplar eline geçmeden, buzun güneşte eridiği gibi eriyip gider.

Barışmanın Kolay Yolu

Küsmekle bunca kayıp yaşayan birisi bu kayıplara bedel hangi kârı elde eder? Hangi kazanca sahip olur?

Bediüzzaman barışmanın kolay yolunu şöyle gösteriyor: Eğer ortada bir adavet ve bir kinli garaz yoksa derhal barışmalıdır.

Ama bir kinli garaz varsa, ya da bir münafık ortalığı karıştırıyorsa bu durumda işi çözmek için diğer Müslümanların yardımına ihtiyaç olacaktır. Böyle bir çaba ile barışı sağlama süresi ise üç gündür.

Dipnotlar:

1- Müslim, Birr ve Sıla: 23, 25, 26; Buharî, Edep: 57, 62; Müsned, 1:176, 2:392, 3:110, 165. 2- Bediüzzaman, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2004, s. 248. 3- Bediüzzaman, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2005, s. 28.

23 Ağustos 2021 Pazartesi

DEVLET YÖNETİMİ,CİDDİYET VE LİYAKAT İSTER

 Devlet yönetimine talip olan insanlarda aranan en önemli vasıflardan birisi ciddiyet ise, diğeri de liyakattır.

Bilgi birikimi ve yönetim tecrübesi olmayan devlet adamlığı vasfı taşımayan insanlar, iş başına geldiğinde şaşar, bocalar ve işlerin aksamasına sebep olur.Hele bu durum bürokrasideki  elamanlarda ise işler daha da sarpa sarar.Devlet çarkı sağlam dişliler ile yani liyakatli bilgili tecrübeli elamanlar ile mükemmel işler.Dişlilerden birinin arızalanması mamulun bozuk çıkmasına ve işlerin düzensiz yürümesine sebep olur.

Devletin başındakiler sorumluluğunun bilincinde, emir ve talimatlarında ise ciddi ve karalı olmak durumundadır.Devletin teşkilatları tıpkı bir fabrikanın çarkları gibi düzgün işlemek durumundadır.Ben kendi keyfimce yönetirim anlayışı sağlam devlet sistemine ters düşen bir anlayıştır.

Devlet kanun kural ve yönetmelikler ile yönetilir.Parlementer meclis sisteminde, meclis kanun yapar Cumhubaşkanı onaylar hükümet bu kanunlar çerçevesinde icraat yapar Yargı da bu kanunların anayasaya uygun olup olmadığını denetler.

Cumhurbaşkanı, bugünkü sistemde hem yürütmenin hemde keyfiliğin başı durumundadır.Bu demokrasilerde ve parlamenter sistemlerde olmayan bir durumdur ki, bu durum ülke yönetimindeki gayri ciddiliğin bir görünümüdür.

Ülke yönetimindeki ciddiyetsizlik bakan ve bürokrat atamalarında ve görev sonlandırmalarında da görülüyor.

Cumhurbaşkanının talimatı ne demek?Atama yapılır atanan klşi kanun ve yönetmelikler doğrultusunda görevini yürütür.Görevine son verilir veya kişi istifa eder gövden çekilir.Vay efendim, Cumhurbaşkanımızdan görevden affımı diledim. Yok efendim Cumhurbaşkanımızın talimatları doğrultusunda görevimi yürütmekteyim sözleri ciddi devlet yönetiminde olmayan ve hoş görülmeyen söz ve davranışlardır.

Layık olan kişilerin iş başında olmaması bu sonuçları doğurur ve ülke yönetilemez işler yürümez hale gelir.

Bunun sebebi Tek adamın ağzından çıkanın kanun kabul edilmesi ve tek adamın her söylediğine buyur denmesidir.Demokrasilerde bu kabul edilemez ve ülkenin ciddiyetten uzak bir şekilde yönetildiğinin bariz işaretlerinden biridir.

Öyleyse en kısa zamanda parlementer meclis sistemine dönerek ülkeye daha fazla kankaybettirmemek gerekir düşüncesindeyim.Madem ayrılmak istiyorsun istifa et ayrıl, neden Cumhurbaşkanından affını diliyorsun. Yoksa Cumhurbaşkanı Padişah mı? Ülkede hiç kimse keyfi yönetimle ülkeyi yönetemez herkesin bağlı bulunduğu bir kanun ve yönetmelik vardır.Lütfen biraz ciddi olalım...

SELAM OLSUN

 SELAM OLSUN

Doğru yolda karar kılıp,
Kalanlara selam olsun.
Eğri yola demir atıp,
Batanlara kelam olsun.

Demokratlık senin hakkın,
Kaypaklara tavır takın.
Güzel günler gelir yakın,
Bilenlere selam olsun.

Ak dediler kara çıktı,
Millet bunlardan bıktı.
Suçlu suçsuz hapse tıktı,
Masumlara selam olsun.

Şimdi baktı yıkılacak,
Hemencecik kurdu tuzak,
"MHP" ile yaptı ittifak,
Bozanlara selam olsun .

"Yeter söz milletin" dedik,
Bu hizmet kutsaldır bildik.
Ölmedik yine dirildik.
Yiğitlere selam olsun.

Rafet Özcan

22 Ağustos 2021 Pazar

DÜNYANIN SİYASETİNE KARIŞMAMAK

 Dünyanın siyasetine karşı ne için bu kadar lâkaytsın?

Bu kadar safahat-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun?

Bu safahatı hoş mu görüyorsun?

Veyahut korkuyor musun ki sükût ediyorsun?

   Elcevap: Kur'an-ı Hakîm'in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men'etti.

Hattâ düşünmesini de bana unutturdu.

Yoksa bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men'edememiş ve edemiyor.

   Hem neden korkum olacak?

Dünya ile ecelimden başka bir alâkam yok.

Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok.

Malımı düşüneceğim yok.

Hanedanımın şerefini düşüneceğim yok.

Riyakâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet...

Kaldı ecelim.

O, Hâlık-ı Zülcelal'in elindedir.

Kimin haddi var ki vakti gelmeden ona ilişsin.

Zaten izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz.

Eski Said gibi birisi şöyle demiş:

وَ نَحْنُ اُنَاسٌ لَا تَوَسُّطَ بَيْنَنَا ٭ لَنَا الصَّدْرُ دُونَ الْعَالَم۪ينَ اَوِ الْقَبْرُ    Belki hizmet-i Kur'an, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men'ediyor.

   Şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur.

Şu zamanda, Kur'an'ın nuruyla gördüm ki o yol bir bataklığa girdi.

Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor.

Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider.

Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş.

Bir kısm-ı ekseri o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor.

Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor.

Düşerek kalkarak gider, tâ boğulur.

Yüzde sekseni ise bataklığı anlar; ufunetli, pis olduğunu hisseder fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar.

   İşte bunlara karşı iki çare var:

   Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

   İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir.

   Ben bakıyorum ki yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor.

Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor.

Gösterilse de bir elinde hem sopa hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor.

Mütehayyir adam "Acaba nurla beni celbedip topuzla dövmek mi istiyor?" diye telaş eder.

Hem de bazen arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.

   İşte o bataklık ise gafletkârane ve dalalet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir.

O sarhoşlar, dalaletle telezzüz eden mütemerridlerdir.

O mütehayyir olanlar, dalaletten nefret edenlerdir fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır.

O topuzlar ise siyaset cereyanlarıdır.

O nurlar ise hakaik-i Kur'aniyedir.

Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez.

Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz.

   İşte ben de nur-u Kur'an'ı elde tutmak için ‌اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ deyip siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım.

Gördüm ki siyaset cereyanlarında hem muvafıkta hem muhalifte o nurların âşıkları var.

Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envar-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir.

Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola.

   Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle Kur'an'ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim.

Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

  Said Nursî 

Tarihçe- 172

21 Ağustos 2021 Cumartesi

UMUMİ BİR DUA

Euzübillehimineşşeytanirracim Bismillehirrahmanirrahim.

Bu günlerde sıra sıra afetlerden geçiyoruz. Güneyde yangının külleri daha sönmeden, ülkemizin bir tarafı kuraklıktan kıvranırken, kuzeyde sel afeti evleri yıktı, canları yaktı.  Bize duâ yakışır. Hem yağmur için, hem afetlerden Allah’a sığınmak için ellerimizi açalım, amin diyelim:Amin

Elhamdülillahi Rabbil âlemin. Vessalâtü vesselâmü âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ alihi ve sahbihi ecmain. 

Allah’ım! Hamd ü senalar Sanadır! Şükür ve minnet Sanadır! Salât ve selâm Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) üzerine olsun! 

Ya Rabbena! Bizler Senin âciz kullarınız! Aff-ı mağfiretine, engin rahmetine, sonsuz lütuf ve ihsanına muhtacız! Sana sığındık.  Bizleri affet.

Gazabından rahmetine, azabından merhametine, celâlinden cemâline, adaletinden lütf-u keremine sığınıyoruz! Bizi, milletimizi, İslâm milletlerini, gazabından, azabından, Celâlinden,  muhafaza eyle! Rahmetini, lütfunu, keremini yâr eyle!

Allah’ım! Bizim hatalarımız, günahlarımız, kusurlarımız, seyyiatımız çoktur! Sana el açacak yüzümüz yoktur! Lâkin Senin affın ve mağfiretin yanında, rahmetin ve lütfun yanında bizim hatalarımız denizde bir damla bile kalmaz! Senin rahmetin her şeyi kuşatmıştır! Bizi rahmetinle kuşat ya Rabbi! 

Allah’ım! yağmur ver! topraklarımızı susuz bırakma! dağları, taşları, o dilsiz hayvanları, kuşları, ağaçları, bitkileri susuz bırakma! kullarını, hayvanlarını, canlılarını susuz bırakma! rahmetinle yardım eyle! Rahmetini yâr eyle!  rahmetinle ölü yerleri dirilt! Ölü yeryüzünü ihya eyle!

Allah’ım! Ateşini nimet kıl; nikmet kılma! Rüzgârını selâmet kıl; azap kılma! Havanı esenlik kıl! kahır kılma! Yağmurunu rahmet kıl; afet kılma! Suyunu ab-ı hayat kıl; azab-ı hayat kılma! Toprağını lütuf kıl; gazap kılma! Tabiatını bütünüyle inayet kıl; felâket kılma! Ya Rabbi..

Çünkü sen bizim, Mevlâ’mızsın!Dularımızı kabul eylersin, kabul Eyle Allah’ım !

Ey âcizlerin sığınağı, ey çaresizlerin çaresi, ey ağlayanların dermanı, ey ümitsizlerin ümidi olan Allah’ım! 

Dün ormanlarımız yandı, ciğerlerimiz yandı. Dilsiz hayvanlar, böcekler, kuşlar, canlılar yandı. Bu gün yağmurlar afet oldu evlerimizi yıktı, canlarımızı yaktı. 

Allah’ım! Ateşini azap kılma! Yağmurunu afet kılma! Kurak topraklarımızı yağmurunla suya doyur! Ya Rabbi...

Hazret-i Nuh tufanını durduran Senin emrin olmuştu. “Ya arzu’blaî mâeki ve ya semai ekliî” (Ey arz suyunu yut, ey sema suyunu tut!) 1 buyurmuştun da, yeryüzü suyunu yutmuştu, gökyüzü suyunu tutmuştu ve afet sona ermişti. 

Hazret-i İbrahim, Nemrut’un ateşine atıldığında; “Ya nâru kûni berden ve selâma” 2 (Ey ateş İbrahim’e serinlik ol, esenlik ol) demiştin de Nemrut’un ateşi İbrahim’i yakmamıştı.

Allah’ım ! itiraf edelim ki biz ne Nuh (as) gibi, ne İbrahim (as) gibi Sana hakkıyla kulluk edemedik; Fakat biz de Senin kullarınız, Sen de bizim Rabbimizsin! Sen acımazsan bize kim acır! Sen bizi geri çevirirsen, “Senin kapından başka hangi kapıya gidelim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin! Senden başka hak Ma’bud yoktur ki ona iltica edilsin! 3

Allah’ım! Her türlü afet ve musîbetten Sana sığınıyor ve Senden yardım bekliyoruz.

Memleketimizin her karış toprağını, taşını, ateş azabından, kuraklık musîbetinden ve sel afetinden koru!  

Hamdimizi, şükrümüzü, duâmızı Sana arz ediyoruz. Kabul eyle ,

Rahmetini, inayetini, lütfunu, keremini, yardımını istiyoruz. Lütfeyle .

Hatalarımızı, günahlarımızı, isyanlarımızı itiraf ediyoruz. Affeyle ,

Vatanımızı, milletimizi, âlem-i İslâm’ı he türlü tehlikelerden muhafaza eyle! Bizi salgından, yangından, selden, kıtlıktan, kuraklıktan, her türlü afetlerden koru! Âcizane, fakat halisane yaptığımız duâlarımızı boş çevirme Ya Rabbi...

Salgınla, yangınla, sel ve heyelanla, ağır bir imtihandayız. Merhamet ve şefkatinle acılarımızı dindir, Afet olmayan bol yağmurlar gönder ,

 Sen her şeye kadirsin. Gücümüzü arttır! Sabrımızı arttır. Cesaretimizi arttır! Tesanüdümüzü arttır! Hizmetimizi arttır! İmkânlarımızı arttır! Yardımını arttır! Afeti sona erdir! Yağmurunu afet olmayacak biçimde yağdır Allah’ım!

Nimetini nikmete, rahmetini zahmete çevirme Ya Rabbi ! Amin, Veselâmün ale’l-mürselin velhamdü lillahi Rabbi’l âlemin.El fatiha...

Dipnotlar:

1- Hud Sûresi: 44. 2- Enbiya Sûresi: 69. 3- Lem’alar, s. 227.

19 Ağustos 2021 Perşembe

YA RAB !

 Yâ Rab!

Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvanem, alîlem, âcizem, ihtiyarem.

   Bî-ihtiyarem, el-aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî!

   Birden nur-u iman, feyz-i Kur'an, lütf-u Rahman imdadıma yetiştiler.

O beş karanlıklı gurbetleri, beş nurani ünsiyet dairelerine çevirdiler.

Lisanım حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ söyledi.

Kalbim

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ

âyetini okudu.

Aklım dahi ızdırabından ve dehşetinden feryat eden nefsime hitaben dedi:

   Bırak bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır bil.

   Bela vereni buldunsa eğer; safa-ender, vefa-ender, atâ-ender beladır bil.

   Madem öyle, bırak şekvayı şükret, çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.

   Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender, fena-ender, heba-ender beladır bil.

   Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçücük bir beladan, gel tevekkül kıl.

   Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür, eder tebeddül.

   Hem üstadlarımdan Mevlana Celaleddin'in nefsine dediği gibi dedim: اُوگُفْتْ اَلَسْتُ وتُو گُفْت۪ى بَلٰى شُكْرِ بَلٰى چ۪يسْتْ كَش۪يدَنْ بَلَا

سِرِّ بَلَا چ۪يسْتْ كِه يَعْن۪ى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْگَهِ فَقْر و فَنَا

   O vakit nefsim dahi: "Evet, evet acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْا۪يمَانِ وَالْاِسْلَامِ

dedi.

Meşhur Hikem-i Atâiye'nin şu fıkrası:

مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ ٭ وَ مَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ

   Yani "Cenab-ı Hakk'ı bulan, neyi kaybeder?

Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?"

   Yani "Onu bulan her şeyi bulur; Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına bela bulur." ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve طُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ hadîsinin sırrını anladım, şükrettim.

   İşte kardeşlerim, karanlıklı bu gurbetler, çendan nur-u imanla nurlandılar fakat yine bende bir derece hükümlerini icra ettiler ve şöyle bir düşünceyi verdiler: "Madem ben garibim ve gurbetteyim ve gurbete gideceğim, acaba şu misafirhanedeki vazifem bitmiş midir?

Tarihçe - 168

18 Ağustos 2021 Çarşamba

BEDİÜZZAMAN'IN BARLA HAYATINDAN

 

   Barla, ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatı'nın telif edilmeye başlandığı ilk merkezdir.

Barla, millet-i İslâmiyenin hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalalet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur'an'dan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulû ettiği beldedir.

Barla, rahmet-i İlahiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lütf-u Yezdanî'nin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm milletinin evlatları ve âlem-i İslâm hakkında, hayat ve mematlarının, ebedî saadetlerinin medarı olan eserlerin lemean ettiği bahtiyar yerdir.

   Bedîüzzaman Said Nursî, Barla nahiyesinde daimî ve çok şiddetli bir istibdat ve zulüm ve tarassud altında bulunduruluyordu.

Barla'ya nefiy sebebi ise kalabalık şehirlerden uzaklaştırıp böyle hücra bir köye atılarak ruhunda mevcud hamiyet-i İslâmiyenin feveran etmesine mani olmak, onu konuşturmamak, söyletmemek; İslâmî, imanî eserler yazdırmamak, âtıl bir vaziyete düşürüp dinsizlerle mücahededen ve Kur'an'a hizmetten men'etmek idi.

   Bedîüzzaman ise bu planın tamamen aksine hareket etmekte muvaffak oldu; bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur'an ve iman hakikatlerini ders veren Risale-i Nur eserlerini telif ederek perde altında neşrini temin etti.

Bu muvaffakıyet ve bu muzafferiyet ise çok muazzam bir galibiyet idi.

Zira o pek dehşetli dinsizlik devrinde, hakiki bir tek dinî eser bile yazdırılmıyordu.

Din adamları susturulup yok edilmeye çalışılıyordu.

Dinsizler, Bedîüzzaman'ı yok edememişler, uyuşmuş kalp ve akılları ihtizaza getiren İslâmî ve imanî neşriyatına mani olamamışlardı.

Bedîüzzaman'ın yaptığı bu dinî neşriyat, yirmi beş senelik eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak devrinde hiçbir zatın yapamadığı bir iş idi.

   Bedîüzzaman, Barla'ya 1926-1927 senelerinde nefyedilmiştir.

Tarihçe - 149

16 Ağustos 2021 Pazartesi

SEVGİDE ÖLÇÜ

 Her Müslüman için şu hususun önemle nazara alınması lâzımdır:

Kur'ân-ı Kerim, insanların dünyevî ve uhrevî bütün ahvâllerine ölçü getirmiştir. Konuşmalarına, yiyip içmelerine, ticaretlerine... Ölçü koyduğu gibi, fikir ve his âlemlerine de ölçüler koymuştur.

 Mevzuumuzla alâkasına binâen sevgide ölçü üzerinde biraz durmakta fayda görüyoruz.

 Biz Müslümanlar hudutsuz ve nihayetsiz olarak ancak Allah'ı severiz. Sonra Peygamberimizi (SAV) severiz. Ama, O'nu (SAV) -hâşâ- Allah gibi değil, Allah'ın kulu ve Resulü olarak severiz. O'ndaki bütün kemalâtın kendi zâtından değil, Allah'dan olduğuna iman ederiz. O'nun, Cenâb-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının tecellisine en cami bir ayine olduğunu bilir ve bu itibarla kendisini canımızdan, malımızdan ve akrabalarımızdan daha çok severiz.

 Allah ve Resulünden sonra diğer peygamberleri, sonra Dört Halifeyi, sonra diğer sahâbeleri severiz. Sonra da derecelerine göre, bütün evliyâları ve mü'minleri severiz... Hâsılı, sevgimizde İslâmiyetin koyduğu ölçülere aynen riayet ederiz.

 Allah'ı sevmenin keyfiyetine, yâni nasıl olacağına gelince, bu hususta Kur'ân-ı Kerîm şu ölçüyü takdim etmiştir:

"De ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." (Âl-i İmrân, 3/31)

 Yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle buyurulmaktadır:

"Allah'a (c.c.) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seveceksiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. O'na benzemek ise, O'na ittiba etmek (tâbi olmak)tir. Ne vakit O'na ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah'ı seversiniz; tâ ki, Allah da sizleri sevsin"[1]

 Bu âyet-i kerîme ve tefsirinden anlaşıldığı gibi, Allah'ı sevmenin tarzı, Peygamber Efendimize (SAV) uymaya çalışmaktır. Bir mü'min, itikad, ahlâk ve ibadette Resûlüllah'a benzemek ve O'nun getirdiği bütün ahkâmı mümkün olduğu kadar tatbik etmekle Allah'ı sevmiş olur. Ashâb-ı kirâmın büyüklüğü,Resûlüllah'a tâbi olmakta en ileri seviyede olmalarındadır. Bu vadide, Hz.Ali (RA) ve Âl-i Beyt'in de müstesna bir yeri vardır.Öyleyse onları seven her mü'min de, onlar gibi Peygamberimize (SAV) tâbi olmakla mükelleftirler. Hülâsa, Peygamberimiz (SAV), Allah'ın sevdiği, razı olduğu insan modelidir. Bir mü'min O Rehber-i Ekmel'e benzediği nisbette Allah'ı sevmiş ve O'nun muhabbetini kazanmış olur.

 Peygamberimize benzemek ise, efaliyle (fiilleriyle), akvaliyle (sözleri ve emirleriyle), ahvâliyle (hâl ve davranışlarıyla) O'nun bütün Sünnet-i Seniyye'sine ittiba etmekle mümkün olur. Buna göre, Sünnet-i Seniyye'ye tam riayet etmek isteyen bir mü'min, Resûlüllah Efendimiz (SAV) gibi -farz, vâcib, sünnet- bütün namazlarını kılacak, orucunu tutacak, zengin ise hacca gidecek ve zekât verecek, Kur'an'ı okuyacak, O'nun sevdiklerini sevecek, sevmediklerini sevmeyecek. O'nun ahlâkına mümkün olduğu kadar uymaya çalışacaktır. Elbette, Hz.Ali (RA) ve Âl-i Beyt'i sevmek de, Peygamber Efendimizin (SAV) binler hâllerinden birisidir. Bir Müslüman için, bütün ibadetleri terk ederek, Peygamberimizin sadece bir haliyle hallenmek, elbette kâfi değildir.


 [1] Bediüzaman Said Nursî, Lem'alar.

Yazar: Mehmed Kırkıncı

15 Ağustos 2021 Pazar

Hz.ALİ'DEN TAYİN ETTİĞİ VALİYE ÖĞÜTLER


Halka karşı merhametli olmayı, sevgi ve iyilikte bulunmayı şiar edin. Kesinlikle onların malını ganimet bilen yırtıcı bir canavar olma. O insanlar iki sınıftır: Birincisi dinde kardeşin, ikincisi ise yaratılışta senin eşindir.

İnsanlara, yakınlarına, ailene ve insanlar arasında özel sevgi beslediğin kimselere karşı adaletli davran. Böyle yapmadığın takdirde zulmetmiş olursun. Allah’ın nimetini tahrif eden, gazabının hemen gelmesine sebep olan şeyler içinde zulümden daha güçlüsü yoktur. Kuşkusuz Allah mazlumların âhını duyandır, zalimleri de gözleyendir.

Sana en sevimli gelen şeyler şunlar olsun: Hak hususunda orta yolu tutmak, adaleti herkese yaymak, halkın rızasını kazanmak…

Valiyle halk arasında en zararlı olanlar, bollukta yardım eden, zorlukta yardımı kesen, ölçüsüz davranan, isteklerinde ısrar eden ve zorluklara en az sabreden seçkinlerdir. 

Dinin direği olan, İslam cemaatini oluşturan, düşmana karşı duran, ümmetin çoğunluğunu meydana getiren halkla istişare et.

Halkın içinde en çok sevmediğin kimse, insanların ayıplarını araştıran kişiler olsun. Şüphesiz ki insanların ayıpları vardır. Valilere düşen de bunları örtmektir. Onların bilmediğin ayıplarını araştırmaya çalışma. Şayet suçları ortaya çıkarsa, senin için en uygun olan, bunları kapatmaya çalışmandır. Senin bilmediklerin hakkında Allah hükmeder.

Vezirlerinin en şerlisi, senden önceki şerlilere vezirlik yapanlar ve onların suçlarına ortak olanlardır. Kesinlikle sana yakın olmasınlar. Çünkü onlar suç ortakları ve zalimlerin kardeşidirler. Sen, aynı görüşte ve nüfuzda olup da onlar gibi suç ve zulüm işlemeyen, zalimin zulmüne ve günah işleyenin günahına yardımcı olmayan daha iyi kimseler bulabilirsin. Bunların sevgileri daha içtendir.


14 Ağustos 2021 Cumartesi

ZULÜM VE İSYANA “HAVA İLE ZEMİNİN İTİRAZI”

 

Nihâyette “Zâlimlerin kılıncından (müdahâle ve desteğinden) ferec (kurtuluş) ve ferah (kalkınma-gelişme) ve sürur ve fütûhat (muvaffakiyet-zafer)” bekleniyor. (Lem’alar, 155)

Bu yüzden, küresel felâketlerle, küresel zulümler atbaşı gidiyor. Biri diğerine âdeta zemin teşkil ediyor. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “küre-i arzın bu yangınını” insanlık zulüm ve günâhlarıyla kendisi çıkarıyor ve körüklüyor.

Medeniyet harikalarının teknik ve teknolojinin şükrünü edâ etmeyen, İlâhî rahmetin fiyatını hakkıyla vermeyen, tam tersine ifsad, sefahât ve ahlâkı tahripte istimal eden insanlar, “zulmüyle, isyanıyla gazabı celb ediyor. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile nev-i beşer (insanlık) tam tokada kendini müstahak edip, dehşetli tokatlar yiyor.”

Kur’ân’ın, “Neredeyse öfkeden parçalanacak” (Mülk Sûresi, 8) âyetinin tefsiriyle, “kudret-i Rabbâniyenin tecellîsine mazhar olup gadâb-ı İlâhî’yi gösterir, beşeri (insanlığı) ikaz eder” mânâsında, “zemin hiddet ediyor, hava ağlıyor, kış kızıyor.” (Şuâlar, 366)

Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “Öyle günâhlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekiyor.” Yolsuzluk, malda ve rızıkta hile, rüşvet, haram ve suistimalin bereketsizliğiyle musîbetlere zemin hazırlıyor…

“Kışın şiddetli hiddeti” ve diğer musîbetler, mânevî boyutuyla, “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, ‘onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır’ derler” (Et-Terğib ve’t-Terhib, 1:281, 3:314; Hayatü’l-Hayavânü’l-Kübrâ, 1:381) meâlindeki hadis-i şerifin mânâsını okutturuyor. “Öyle bir musibetten kaçınınız ki, geldiği vakit zâlimlere mahsus kalmaz, mâsumlar ve mazlumlar da içinde yanar” (Enfâl Sûresi: 25) âyetinin hümü, hükümferma oldu, oluyor. (Emirdağ Lâhikası, 31-3)

Zulümlere, haksızlıklara; ifsad şebekelerinin, menhus mihrakların insanlığa karşı kurulan sinsî dehşetli plânlarına “küre-i hava şiddetli soğuğu ile itîraz ediyor.” Maddî musîbetler mânevî musibetlerle eş zamanlı geliyor. İnanç ve mâneviyata baskılar, mâsum ve mazlumlara zulümler, savaşlar, katliamlar, en son ecnebilerin çeşitli tahriklerle Somali’den koparılan Darfur’da görüldüğü gibi, bazı Afrika ülkelerinde yüzbinlerin öldüğü kuraklık ve açlık felâketi aynı anda mahvediyor…

Bütün bu olup bitenler, işgaller, istilâlar, zulümler, haksızlıklar, helâketler, tahripler, tahrifler yüzünden “mânevî hava” bozuluyor. Ve “manevî hava bozulduğu zaman, maddî hava da bozulur” hakikati bir defa daha tecelli ediyor. Hiddetli havaya, şiddetli soğuğa, fırtınaya, felâketlere sebebiyet veriyor. Mânen ve hikmet nezdinde…

HÜRMETLİ AY, MUHARREM

 Hürmetli ay; Muharrem”

Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Algül konferansında Muharrem ayının sadece İslâm tarihinde değil bütün vahiy dinlerde ayrı bir yeri olduğuna vurgu yapıyor. Muharrem ayının Kur’ân’da ‘hürmetli, saygılı’ ay olarak belirtildiğini ifade eden Prof. Dr. Algül, bu ayın, ilâhî bereket ve feyzin, coştuğu ve bollaştığı bir ay olduğuna değinmiş.

“Oruç farz değilken Muharrem

ayında oruç tutuluyordu”

Muharrem ayı ve Âşure Günü’nün, Hıristiyan ve Yahudiler tarafından da mukaddes sayıldığını ifade eden Prof. Dr. Algül, “Peygamberimiz Medine’ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi. “Bu ne orucudur?” diye sordu. Yahudiler, “Bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı Firavun’u boğdurduğu gündür. Hz. Musa, şükür olarak bugün oruç tutmuştur” dediler.

Bunun üzerine Peygamberimiz (asm), “Biz, Musa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz” buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti. Daha o dönemde Ramazan ayında oruç tutmak farz değildi. Ramazan orucu farz oluncaya kadar geçen dönemde Müslümanlar da Muharrem ayında oruç tutuyorlardı” diye konuştu.

“10 peygambere 10 değişik ikram”

Muharrem ayının 10’uncu günü olan Aşure Günü’nün Allah katında da çok seçkin bir yeri olduğunu dile getiren Prof. Dr. Algül, bu günde Cenâb-ı Hak’kın on peygamberine on değişik ikram ve ihsan ettiğini belirtti. Algül, “Allah, Hz. Musa’ya Âşure Gününde bir mu’cize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür. Hz. Nuh gemisini Cûdi Dağının üzerine Âşure Gününde demirlemiştir. Hz. Yunus, balığın karnından Âşure Günü kurtulmuştur. Hz. Âdem’in tövbesi Âşure Günü kabul edilmiştir. Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur” dedi. Aşure sofralarında birlik ve dayanışmaların yaşandığı bu ayda, ders ve ibret alınması gereken olayların da yaşandığını dile getiren Prof. Dr. Algül, Hazreti Muhammed’in torunu Hazreti Hüseyin’in, 61. Hicret yılının Muharrem’ine ait 10. gününde Kerbelâ’da şehit edildiğini kaydetti. Konferansın ardından aşure ikram edildi.

DEMOKRATLAR VE İKTİDAR

İHTİLAL DÖNEMİ HÜKÜMETLERİ

Demokratları ihtilaller ve siyasi  dalavereler ile iktidardan uzaklaştıran derin mihraklar12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra,  Anavatan Partisini kurdurarak 1983 seçimleri ile iktidar yaptılar.Daha sonra 1991 de Doğru Yol Partisi SHP lie  koalisyon sonra Demirel'in Cumhurbaşkanı seçilmesi. iSonra Tansu Çiller ile Önce SHP sonra Refah  koalisyonu.Bu şekilde Refah Partisinin  iktidar olmasını sağladılar.  Refah yol koalisyon iktidarıni hazm edemeyen etkili güçler 28 Şubat darbesiyle Refah Yol hükümetini iktidardan uzaklaştırdılar.Yine  iç ve dış mihraklar bu milletin kendi iradesi ile Halk Partisini iktidara getirmeyeceğini bildikleri için Halk Partisinin yerine o görevi  yapacak olan millet partisini, yani MHP li CHP yi destekleyerek iktidar yaptılar.Bu birliktelik 2001 krizi ile sona erdi. 2002 de yeni kurulan millet partisi konumundaki AKP 'yi allayıp pullayıp Demokrat diyerek iktidara getirdiler ve biz gidersek CHP  gelir ha diyerek milleti Halk partisi ile  korkutarak bu partiyi18 sene iktidarda tuttular.Her seçim öncesi kendileri hiçbir zaman demokrat olmayan AK Partiyi bunlar giderse Halk partisi iktidara gelir ha diyerek milleti korkuttular.Sözde demokrat, özde millet partisi ve şimdide  eski Halk Partisinin yerini alan, dikta tek parti tek adam zihniyetini yerli ve milli diyerek Cumhuriyet ittifakı ile iktidarda tutmaya çalışıyorlar.Ama bu oyun Demokratların uyanıp başta Cumhuriyet Halk Partisi İyi Parti ve Saadet partisi ile birlikte Millet İttifakını kurarak muhalefetin daha güçlü hale gelip iktidarı silkelemeye ve iktidar olmak için çabaladıklarını anladılar.Millet oyunu bozacak ve 24 Hazirandan sonra bozulan devlet nizamı ve Demokrasimiz yeniden canlanacak iki yıl devam eden OHAL kaldırılarak normal hale geçildi.Yeni bir hamle olarak bütün demokratlar muhalefette demokrasi platformunu oluşturarak demokrasimizin gelişmesi ve demokratların iktidar olarak devlet düzenini yeniden parlementer sisteme geçerek hukukun üstünlüğü ve adaletin tesisi ile gerçekleştirecekler inşallah.Allah millet ittifakı ile demokrasiye gönül veren demokrat platformunu oluşturacak tüm muhalefet millet cephesinin yardımcısı olsun.

Rafet Özcan


TOK AÇIN HALİNDEN ANLAMAZ

 Ülkemizi ve milletimizi çok severiz. Milletin derdi ile dertlenir, sevinçleri ile de mesrur oluruz. Ne var ki biz, kederimizi ve derdimizi milletimize tam aktaramadığımız için de, bir türlü anlaşılamayız.

 Yani “Derdime vakıf değil canan, beni handan bilir.” Onun için derdimize vakıf olamayan milletimiz, bizi gördüğü kadarı ile mesrur sanır. Milletimizin hakkı da yok değildir. Çünkü “Şad olanlar, herkesi şadan bilir.” Derdimizi, çilemizi, üzüntümüzü millete aktarsak da, kerece söylesek de,  “Tesiri yok, sussam gönül razı değil.” 
 Yıllardır yoldayız, artık yorulduk. Ama düşüncelerimizi milletimize anlatamadık. Bundan dolayı münkesiriz. Ne var ki, uhdemize düşeni yapmanın huzuru içindeyiz. Bizim gibi bir türlü anlaşılamayan niceleri oldu. Bu da bizim tesellimizdir. 
 Elbette ki ömrünü hakkın galebesi için harcayanlar, bir gün bu baziçede haklı çıkacaklardır. Bu gayretleri millet bilmezse de, Allah (cc) defteri kebire aktarmaktadır. Zira her şeyi bilen, gören, duyan O’dur. Mükedder olmanın anlamı yoktur.
 Kul olarak yaptıklarımız, Allah’ın buyurduğu gibi; “Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am/162) Beklentimiz kuldan değil, Allah’tandır. Hiç kimseden istimdat etmemeliyiz. İşte o zaman gayretlerimizin kıymet-i harbiyesi ortaya çıkar.
 Millet için dertlenmek, üzülmek, yeri gelince de sevinmek, herkesin huzuru için dua etmek, hayırlı ömür geçirmesi için emek sarf etmek, hak yolda mücadeleden vazgeçmemek, her ferd-i vahidin asli görevi olmalıdır. 
 Yoksa dünyaya gelişin anlamı, yüksek yüksek binalarda, saraylarda, kâşanelerde yaşamak değildir. Şaşaa içinde ömür tüketenlerin de, bizar olanların da, sonu kara topraktır.
 Unutmamak gerekir ki, üzüntüler, ıstıraplar ve hüzünler, insanın olgunlaşmasına vesiledir. Hayat bu imtihanlarla mana kazanır. Bu anları yaşamayan ve şadan olanlar, bunun önemini kavramada zorlanırlar. İster istemez toplumda sınıfsal ayrışmalar oluşur. Bu durumlar da, bizleri dilhun eder. 
 Bunlardan dolayı “Çektiğim âlâmı bir ben, bir de Allah’ım bilir.” Çünkü “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzarım.”
Unutmayalım, tok açın halinden anlamaz.
 Kalın selametle. 

13 Ağustos 2021 Cuma

EY SEBEPLERE DAYANAN GAFİL

    Ey esbab-perest gafil!

Esbab, bir perdedir.

Çünkü izzet ve azamet öyle ister.

Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir.

Çünkü tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder.

Sultan-ı Ezelî'nin memurları, saltanat-ı rububiyetin icraatçıları değillerdir.

Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o rububiyetin temaşager nâzırlarıdırlar.

Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar içindir.

Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin.

Acz-âlûd, fakr-pîşe olan insanî bir sultan gibi acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat etmiş değildir.

   Demek esbab vaz'edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin.

Zira âyinenin iki vechi gibi her şeyin bir "mülk" ciheti var ki âyinenin mülevven yüzüne benzer.

Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir.

Biri "melekût"tur ki âyinenin parlak yüzüne benzer.

Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafî hâlât vardır.

Esbab, o hâlâta hem merci hem medar olmak için vaz'edilmişler.

Fakat melekûtiyet ve hakikat canibinde her şey şeffaftır, güzeldir.

Kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münafî değildir.

Onun için esbab sırf zahirîdir, melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikileri yoktur.

   Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak'a tevcih etmemek için o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz'edilmiştir.

Çünkü kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor.

Bu sırra bir misal-i latîf suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki:

   Hazret-i Azrail aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk'a demiş ki: "Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler, benden küsecekler." Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: "Seninle ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım.

Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler."

   İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail aleyhisselâmın vazifesine mütealliktir.

Öyle de Hazret-i Azrail dahi bir perdedir.

Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir.

   Evet, izzet ve azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve celal ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.

Sözler[Y] - 323

11 Ağustos 2021 Çarşamba

İSTİBDAT VE DEMOKRASİ

 istibdat nedir, meşrutiyet nedir?

Yılları aşıp gelen cevap şöyledir:

– İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir,

– kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, –

– sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir,

– zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir.

– Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren

– ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve

– ağrâz ve husumeti uyandıran

– ve İslâmiyeti zehirlendiren,

ila ahir devam eder…

Peki meşrutiyet veya günümüz tabiri ile cumhuriyet ve demokrasi nedir?

Buna da şöyle cevap verilir:

Meşrutiyet,

“Ve işlerde onlarla istişare et.

“Onların işleri, aralarında yaptıkları istişare iledir.”

– âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir,

– ve meşveret-i şer’iyedir.

– O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel,

– hayatı haktır,

– kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.

– Umum akvâmın sebeb-i saadetidir;

– Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır;

– İnsanı hayvanlıktan kurtarır;

– İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır.

– Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder;

Kısaltarak aldığımız bu ifadelerin kaynağı Bediüzzaman'ın Münazarat eseridir.

Daha fazla bilgi almak isteyen mezkur esere müracaat edebilir.

İşte bu eser ve benzeri eserlerde ifade edilen prensipler toplumun önüne bir şablon koyuyor.

Demokrasi, hak, hukuk, adalet şablonu.

Toplum bu prensiplere ne kadar sahip çıkar ise o kadar huzurlu olur, mutlu olur.

Aynı zamanda istikametini korur.

Hem maddi hem de manevi olarak…

Aksi bir durumda ise bu günkü yaşadığımız zor şartları daha da ağır bir şekilde yaşamaya devam ederiz.

Günlük içtimai ve siyasi hadiseleri bu prensipler ışığında değerlendirmek gerek.

Bu durum bizleri doğru yola sevk eder.

İnşallah biz de sizlere bu prensipler ışığında içtimai yorumlar yapmaya çalışacağız.

Her zaman yaptığımız gibi…

Gayret bizden, muvaffakiyet Allah’tan dır.

ÖLÜM SEKERATI

 Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

İ’lem Eyyühe’l-Aziz!

İnsan, seyyiatıyla Allah’a zarar vermiş olmuyor, ancak nefsine zarar eder. Meselâ, hariçte vakide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle, Cenab-ı Hakk’ın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü hariçte şerikin yeri yoktur. O halde, o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.

İ’lem Eyyühe’l-Aziz!

Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.

Allah, kâmil-i mutlak olduğundan, lizatihî mahbubdur.

Allah, mûcid, vâcibü’l-vücud olduğundan, kurbiyetinde vücud nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır.

Allah, melce’ ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce’ ve mence’ O’dur.

Allah Bâkî’dir; âlemin bekası ancak O’nun bekasıyladır.

Allah, Mâlik’tir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor.

Allah, Ganiyy-i Muğnî’dir; her şeyin anahtarı O’ndadır.

Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat onun mülkü gibi olur.

İ’lem Eyyühe’l-Aziz!

Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira, dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.

Bak, ihtiyarlık şafağı kulaklarının üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır.

Maahâzâ, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkîde göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fânî ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkîden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

İ’lem Eyyühe’l-Aziz!

Cenab-ı Hakk’a malûm ve maruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir semâ’dır; hakikati i’lâm edecek bir ifade de değildir. Maahâzâ, o ünvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp, zihne ilkà edemez. Ancak Zat-ı Akdes’i mülâhaza için bir nevi ünvandır.

Amma Cenab-ı Hakk’a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, marufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfât-ı mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.

Mesnevî-i Nuriye, Habbe, s. 145

LÛ­GAT­ÇE:

abd: Kul.

adem: Yokluk.

âsâr: Eserler.

bu’diyet: Uzaklık.

fehim: Anlayış.

ilkà: Telkin etme, ilham etme.

kurbiyet: Yakınlık, yakın olma.

marufiyet: Bilinirlik, tanınma.

mence’: Kurtulacak yer, kurtulma yeri.

menkûr: İnkâr edilmiş.

semâ’: İşitme, duyma.

seyyiat: Seyyieler, fenalıklar, kötülükler.

sıfat-ı mutlaka-i muhita: Sonsuz mükemmel ve her şeyi kuşatan sıfatlar, vasıflar.

tavattun: Yerleşme, vatan tutma, yurt edinme.

tulû: Doğma, doğuş.

umûr: İşler.

DİN GÖREVLİLERİMİZ

 Din görevlilerimizin güvenirlik derecesi

Her fırsatta hepimizin % 99’u Müslüman olarak bildiğimiz ülkemizdeki din görevlilerine, yani İlâhiyatçı olarak bildiğimiz meslek gurubuna toplumun güvenilirlilik oranı %12. Yani insanlarımızın her yüz kişiden ancak 12’si müftülerimize, vaizlerimize, Kur’ân kursu hocalarımıza, imamlarımıza, müezzinlerimize inanıyor, güveniyor. Yani % 88’i din görevlilerine güvenmiyor. Bu çok acı bir durum deği mi?

Bu tabloya Diyanet İşleri Başkanlığı’mız acaba kafa yoruyor mu? Millete dinini, ahlâkını öğretmekle vazifeli din görevlilerine bu milletin kahir ekseriyeti neden güvenmiyor, itimat etmiyor? Toplumu her konuda irşat etmekle, yol göstermekle mükellef olan hocalarımıza bu millet neden şüphe ile bakıyor, niçin onlara itimat etmiyor? Bu meyanda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir sorumluluğu yok mu acaba?

Din görevlilerinin güvenilirlilik anketinin en dibinde yer almasının bir çok sebepleri arasında mesleklerinin tam ehli olanları tenzih ederek, çoğu hocalarımızın vaaz ve nasihatlarında söyledikleriyle yaşantıları arasındaki tezatlar değil mi acaba? Gerek şahsî, gerek ailevî yaşantılarıyla topluma örnek olmaları gereken çoğu hocalarımızın bu noktadaki kusur ve hataları toplumdaki itimat ve güveni sarsmıyor mu acaba?

Ayrıca her görüş ve siyasî görüşten olan ehl-i dinin mübarek mekânları olması gereken camilerimizde hocalarımızın gerek vaaz-ü nasihatlarında veya hutbelerinde siyasî iktidar sözcülerinin dile getirdikleri siyasî nutuklarının aynısını veya benzerini âyet veya hadis takviyeleriyle millete dinlettirmeleri de hocalarımıza olan güven ve itimadı zedelemenin önemli bir sebebi değil mi? 

Diğer taraftan din adamı veya İlahiyatçı ünvanına lâyık olmayan bazı “şarlatanların” çeşitli tv kanallarında veya çeşitli platformlarda din ile inancımızla alâkası olmayan ipe sapa gelmeyen saçma sapan saçmalıkları da toplumun önemli bir kesimi nezdinde din görevlisi hocalarımızın güven erozyonlarına sebep olmaktadır.

Sonuç olarak şu veya bu sebeplerden dolayı toplum nezdinde din görevlilerinin itimat ve güvensizlik erozyonuna düçar olmaları her şeyin üzerinde tutmamız gereken kudsî dinî değerlerimizin zarar görmesidir ki işin acı tarafı da budur bizce


SEVGİ VE MUHABBET FEDAİSİ OLMAK

 

Bir işte bir meslekte, ya da hayatın her hangi bir anında, başarılı olmak istiyorsak sevgiyi esas almamız lazımdır.Zira biliyoruz ki sevgi ve sevginin bir ifadesi olan güler yüz tatlı dil insanların gönül kapısını açar o gönüle girmenizi kolaylaştırır.

Kainat dediğimiz şu büyük alem ve içinde yaşayan bütün mahlukat sevgi neticesinde yaratılmış ve yaşamları sevgi ve muhabbet ile devam etmektedir.

Sevgi ile ham meyve olgunlaşır tatlı dil ile yeni doğan bir bebek etrafı tanır ve etrafa gülücükler saçmaya başlar.

Sevgi öyle tükenmez bir hazinedir ki hiç eksilmez, verdikçe dağıttıkça artar. Hatta kabına sığmaz etrafına taşar.

Atalarımız "güler yüz tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır" dememişmidir?

Öyle ise bizler işimizde hayatımızda yaşantımızda sevgi güler yüz ve tatlı dili esas maksat yapalım.

Bizler her birimiz muhabbet fedaisi olmalıyız.Evimizde işimizde sokakta ve her yerde sevgi tahumları ekmeliyiz.Bir gün ekilen sevgi tohumları güzel çiçeklere ve tatlı meyvelere dönüşecektir.Evimizin huzuru ,çevremizin huzuru hatta ülkemizin huzuru sevgi bağlarının güçlenmesi ile sağlanacaktır.

Öyle ise gelin geç kalmadan sevgi bağlarını güçlendirelim.

Unutmayalım ki Allah'ın merhametini kazanmak için birbirimizi ve tüm mahlukatı sevmek ve korumak durumundayız.

Allah'ın selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Rafet Özcan


HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ,BİZE NE OLDU ?

 

Zihayatın en mükemmeli olarak yaratılan insana, akıl ve vicdan gibi mükemmel cihazlar verilmiş, müslümanlık gibi bir nimetle donatılmışız.Fakat zamanla bu nimetleri unutup insanlıktan dahi uzaklaşıp vahşi bir duruma gelmişiz.  Niçin bu nimetlerin değerini bilip yerinde kullanmayı unutmuşuz?Sanki bir canı gibi birbirimize düşman olmuşuz?

İman ile müşerref olduktan sonra karıncayı bile incitemez duruma gelen müslümanın cahiliye dönemi vahşetlerini bir düşünelim. 

Bizlerin bugün ne halde olduğumuzu görünce ister istemez aceba imanımız zaafamı uğradı ki, çevremizdeki vahşetlere seyirci kalıyoruz? Yoksa biz insanlığıımızı mı kaybettik de, bugünkü vahşetlere sessiz kalıp, zalimlere alkış tutar hale geldik? Allah'ım, bizleri nefis ve şeytanın şerrinden koru.Hakiki imanı elde edip onu muhafaza etmeyi nasip et.Düşmanlarımıza fırsat verme,kalplerimizi sevgi ile birleştir.

Başta yöneticilerimiz ve siyasetçelerimiz olmak üzere, herkesin sorumlu davranmaları gerekmez mi?

İçeride ve dışarıda söz sahibi olabilmemiz için, merhamet ve şefkatle yaklaşmamız ve vicdanı elden bırakmamamız gerekmez mi?

İktidar ve muhalefet, bütün bir milleti ilgilendiren hayati önem taşıyan konularda bile, bir araya gelemezse, milletten nasıl birlik ve beraberlik bekleriz?İnsanlarımızı ayrıştırarak ayrışmanın zirve yaptığı ve herkesin birbirine düşman gibi baktığı, bir milletin insanları nasıl birlik ve beraberlik içerisinde hareket edebilir ki?Birbirine düşman hale getirilmiş insanlar akıllı hareket edebilir mi?  Vicdan ölçüleri ile hadiselere bakıp sağlıklı düşünüp karar verebilir mi?

Sormak lazım,bize ne oldu? Bizi bu hallare kimler getirdi?Dünkü dostumuz, kardeşimiz dediğimiz insanlara, bugün neden kin ve nefretle düşman gibi davranıyoruz?Allah'ım bizlere hakiki iman ve imanın gereği vicdan nasip et.

.

Rafet Özcan

9 Ağustos 2021 Pazartesi

AİLENİN ÖNEMİ

 İslâm dini aileye büyük ehemmiyet verir. Ailenin temel unsurları anne-baba evlat ve hizmetçilerdir. Aile efradının karşılıklı hak ve vazifeleri vardır. Aile içerisinde evlat nokta-i nazarından en çok hukuku olan annedir. Çünkü evlada en ziyâde hizmeti geçen annedir. Anne, hâmile kaldığı andan itibaren evlad sebebiyle meşakkatler çekmeye başlar. Doğum da kolay bir hâdise değildir. Hayatî tehlikeyi beraberinde getirir. Doğum sırasında ölen, şifasız dertlere giriftar olan anneler çoktur. Doğum normal cereyan etse bile, doğum sonu ve acıları başlı başına ciddî ve tahammülü zor fevkalâde bir imtihandır.

Annenin esas hizmeti doğumdan sonra başlar. Çocuğun emzirilmesi, giydirilmesi, temizliğinin yapılması, terbiye edilmesi, tedavisi gibi, ardı arası kesilmeden vasatî on beş yıl sürecek hasbî bir hizmet dönemi doğumla başlar.

Cenab-ı Hakk'ın hayvan dâhil bütün annelere koyduğu şefkat duygusu, -sefihleşerek fıtratını bozmamış- anneleri istirahatini, sıhhatini, yeme içme ve giyinmesini düşünmeden bütün imkânlarıyla çocuğuna hizmete sevkeder.

Evladın, bu hizmeti maddî bir karşılıkla ödemesi mümkün değildir. Yapabileceği tek şey, annenin kendisine sunduğu anneliğin idrakinde olması, minnettarlığının şuurunda olduğunu annesine ihsâs etmesidir.

Evlat üzerinde elbette babanın da hukuku vardır. Maddî ihtiyaçlarının temininde gerekli fedakârlıklar ondandır. Doğumdan sonra annenin maruz kaldığı maddî ve mânevî sıkıntılara o da ortak olmuştur. Şu halde evlat ikisine de borçludur, medyun-u şükrandır.

İslâm dini evladın annesine ve babasına karşı olan saygı ve hizmet borcu hususunda ısrar eder, ayrı bir dikkat çeker. Bu meyanda anne hukukunu daha çok söz konusu eder. Annenin evlat üzerindeki hukukunun babanınkine nisbetle en az üç misli olduğunu söyler. Yukarıda kaydettiğimiz hadiste bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açık şekilde ifade buyurmuştur. Bu hususa yer veren başka rivayetler de mevcuttur. İbnu Mace ve Hâkim'de gelen bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kişiye üç sefer annesini tavsiye ettikten sona sırasıyla babasını ve mevlâsını (azadlısını) birer kere tavsiye eder. -el-Edebü'l-Müfred, İbnu Mâce ve el-Müstedrek'te- sahîh olduğu belirtilen bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle açıklar:

"Muhakkak ki Allah size annelerinizi vasiyet etmektedir, sonra yine annelerinizi vasiyet etmektedir, sonra yine annelerinizi vasiyet etmektedir, sonra babalarınızı vasiyet etmektedir. Sonra yakınlık derecelerine göre akrabalarınızı vasiyet etmektedir."

Bu ve benzeri hadisleri yorumlayan âlimlerden bâzıları anneyi üç kere tekrardan maksadın, çoğu durumlarda evlatların annelerini babalarına nazaran ikinci plana atmalarından, annesinin hukukunu hafife almalarından ileri geldiğini, bunu önlemek için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in tekrarlara yer vererek hukuklarının ehemmiyetini tekid ettiğini söylemiştir. Bazıları da, hâmilelik, doğum, emzirme gibi hizmetleriyle annenin babaya nisbetle evlatta üç kat fazla hakkı bulunduğunu söylemişlerdir.

8 Ağustos 2021 Pazar

ZEHİRLEMEKTEN ZEVK ALANLAR

 Yılanın biri ateş böceğinin peşine düşmüştü.

Onu tam yemek üzereyken ateş böceği,

-“Sana bir şey sorabilir miyim?” dedi.

Yılan;

-“Aslında kurbanlarımın sorularını cevaplamam, ama bir istisna yapıp sana izin vereceğim” dedi.

Ateş böceği sordu:

-“Sana bir şey mi yaptım?”,

-“Hayır” dedi yılan.

-“Senin besin zincirine mi dahilim?” diye sordu ateş böceği.

-“Hayır” dedi yine yılan.

-“O halde niçin beni yemek istiyorsun” diye sordu.

-“Işığını görmeye dayanamıyorum da ondan.” dedi yılan.

TOPLUMUN DERTLERİ

"İnsanları geçimsiz yapan SEVGİ' sizliktir.... 

Birbirine düşman eden İLETİŞİM'sizliktir.... 

Güzellikten yana ne varsa yok eden İLGİSİZ' liktir..."yani bizim daha fazla ışık daha fazla ilgi şefkate ihtiyacımız var insanları kutuplara ayıran ilgi ışık eksikliğidir.

Bazı insanlar varki yılan gibi zehirlemekten zevk alırlar.Eliyle ve diliyle insanlara zarar verirler.Toplumdaki kanayan bir yara haline gelen kin ve nefret tohumlarını ekerek insanları dolayısıyla toplumun bozulmasına sağlarlar.Bu tür manevi yaraların tedevisi sevgi tohumlarını gönüllere ekmekle mümkündür.Sevginin yeşerip kök saldığı bir toplumda kötülükler çürüyüp yok olmaya mahkumdur.İşte masrafsız meşakkatsiz hizmet çalışmaları ve gerçek vatan severlik bu olsa gerektir.

İletimşizlikte toplumdaki diğer bir hastalık. Fakat insanların birbirleri ile olan dostça yaklaşımları ilgisizlik ve sonunda meydana gelebilecek iletimşizliği ortadan kaldıracaktır.Böylece sağlıklı bir toplum meydana gelecektir.Düşmanlıklar ve kırgınlıklar toplumda yer bulamaz. Çünkü insanlar birbirine dost ve kardeştir.

Cehalet karanlığından ilimle marifet ile kurtulmamız, aydınlığa kavuşmamız, cehaletimizden istifade etmek isteyen dessas ruhlu insanları susturacaktır.

Bu şekilde birbiri ile kenetlenmiş fertlerden oluşan toplum ilgisizlik hastalığından da kurtulmuş olur.

Rafet Özcan

***

ŞİKAYET ETME

 ŞİKAYET ETME, BİR ÇIKAR YOL BUL


Muhalefetin görevi ve amacı nedir?

Siyasi partiler ve parlementer sistem hükümet olup devleti yönetmek için demokrasinin olmazsa olmaz esaslarıdır.Millet iradesinin hakim olduğu parlementer sistemlerde demokrasiler halkın çoğunluğuna dayanır.  Çoğunluğu elde eden parti yada partiler hükümet  olarak ülkeyi yönetirler. Muhalefet ise uygun bulduklarını onaylayarak uygun bulmadıklarını düzeltmelerini iktdara ileterek, birlikte ülkede huzur mutluluğu sağlarlar.Bu şekilde partiler güven  içinde varlıklarını devam ettirirler.

Her sistemde hükümet vardır, fakat demokratik parlementer sistemde hem iktidar hem de muhalefet esastır.

Bizim ülkemizde muhalefet hep iktidarların başarısızlıklarını gündeme getirir ve bu başarısızlıklar neticesinde iktidar olmayı düşünür.Aslında muhalefet olmak demek gelecekte iktidar adayı demektir.Yapıcı ve etkili bir muhalefet ülkenin geleceği için çok önemlidir.Ama malesef bugünün siyasetinde muhalefetin pek etkili olduğu söylenemez.Hep iktidardan şikayet eden muhalefet kendi gelse ne yapacağını ortaya koyması gerekmez mi? Ya da etkili olamıyorsanız başka bir yol denemelisiniz. Aklıma geldi mesela sine-i millete dönmek bir seçenek olamaz mı? Tıkanan ülke siyasetinin önünü açıp insanlara seçim ile bir nefes aldıramazmısınız?

Hocanın hesabı,kürsüde ne söyleyeceğini  unutan hocayı cemaatın,birşey bilmiyorsan kürsüden inmeyide mi bilmiyorsun diyerek ikaz ettiği gibi. 

Bizim muhalefete de ille birileri, sine-i mllete dönmeyide mi düşünmüyorsunuz demesi mi gerekiyor.

Bizden ikaz etmek ,gerisini siz bilirsiniz.Haydi hayırlısı.

Rafet Özcan

İSLAMİYET VE İMAN

İslâmiyet, iltizamdır; îman, iz’andır. Ta’bir-i diğerle: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; îman ise, hakkı kabûl ve tasdiktir.

Eskide ba’zı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; “dinsiz bir müslüman” denilirdi.

Sonra ba’zı mü’minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar..“gayr-ı müslim bir mü’min” ta’birine mazhar oluyorlar.

Acaba İslâmiyetsiz îman, medâr-ı necat olabilir mi?

Elcevab: Îmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz îman da medâr-ı necat olamaz. (Mektubat, 9.Mektub)

Bazı mu’terizler Risale-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak için ona demişler: “HerkesAllah’ı bilir. Âdi bir adam, bir veli gibi Allah’a iman eder.” Böylece Nurların pek yüksek ve pek çok kıymetdar ve gayet lüzumlu tahşidatını ziyade göstermek istemişler.

Şimdi anarşist fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkesin muhtaç olduğu imanî hakikatlardan mahrum bırakmak desisesiyle diyorlar ki: “Her millet, herkes Allah’ı bilir. Daha yeni ders almağa ihtiyacımız pek yok.” diye mukabele etmek istiyorlar.

Hâlbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve “Lâ ilahe illallah” kelime-i kudsiyesinin hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.

Yoksa “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikler hükmünde esbabı merci’ tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını, gönderdiği elçilerini ve peygamberlerini bilmemek, elbette bu cihetle Allah’a iman hakikatı onda yoktur.

Belki küfrü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.

Fakat ona iman etmek: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe etmek ve nedamet etmek iledir.

Yoksa bütün günahları serbest işleyip, hiç istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.