31 Ekim 2018 Çarşamba

GİLABURU VE FAYDALARI

'Gilaburu'nun faydaları bilimsel olarak kanıtlandı

Daha çok Kayseri'nin Bünyan ilçesi ile civarında yetişip "gilaburu" adıyla bilinen bitki, böbrek taşı düşürme ve ağrı kesici özelliğinin bilimsel olarak kanıtlanmasının ardından eczanelerde takviye edici gıda olarak yerini aldı.

Yoğunlukla Kayseri'nin Bünyan ilçesi ile civarında yetişen ve "gilaburu" bitkisi, böbrek taşı düşürme ve ağrı kesici özelliğinin bilimsel olarak kanıtlanmasıyla eczanelerde takviye edici gıda olarak satılıyor.

Özellikle böbrek taşı hastalarının yakından tanıdığı, Türkiye'nin farklı bölgelerinde "gilabolu, gilaboru, giraboru, kirabolu, frenk üzümü" gibi çeşitli isimlerle anılan gilaburu, içeriğindeki mineraller ve asit dolayısıyla "gençlik iksiri" olarak da anılıyor.

Üzüme benzeyen kırmızı meyvesi ve çalı şeklinde bitkisiyle bilinen gilaburu, yöre halkı tarafından toplanıyor ve meyve suyu olarak tüketiliyor.

Ekim ayının ilk haftasında hasadı tamamlanan gilaburu, salamura olması için şişelere doldurularak bekletiliyor. Kış aylarında meyvesi ezilen gilaburu tatlandırılarak meyve suyu şeklinde içiliyor.

Bazı firmalarca işlenen gilaburu, içecek olarak raflarda, lokantalarda yerini alırken, ilçe halkı tarafından da yol kenarlarında satılıyor.

Bünyan Belediye Başkanı Şinasi Gülcüoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ilçeye özgü aromatik bir meyve olan gilaburunun tanıtımının yapılması yönünde göreve geldikleri günden bu yana çeşitli çalışmalar yaptıklarını, üreticileri bilgilendirdiklerini, şişelenmesini ve paket çayını hazırladıklarını belirtti.

Coğrafi işaret için de başvuruda bulunduklarını hatırlatan Gülcüoğlu, gilaburunun tıp otoriterilerinin de kabul ettiği birçok hastalığın tedavisinde kullanıldığını dile getirdi.

Ankara Üniversitesi'nin gilaburu üzerinde çeşitli çalışmaları olduğunu anlatan Gülcüoğlu, şunları kaydetti:

"Farmakognozi bilimiyle uğraşan bir grup araştırmacı, gilaburu meyvesinin tıptaki yararına ilişkin ciddi çalışmalar yapıyor. Birçok hastalığa, özellikle böbrek taşına, önleyici anlamda kanser hastalığına, tansiyona faydası olduğu bilinen gilaburu, ABD'de tablet şeklinde satılıyor. Belediye olarak biz de bu meyvenin hak ettiği değeri görmesi için gerekli çalışmaları yapıyoruz. Ciddi bir talep var, Türkiye içinde olduğu gibi yurt dışından da talep alıyoruz."

"Gilaburu, ABD'deki raflarda yerini aldı"
Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülçin Saltan İşcan da gilaburu bitkisi üzerinde 2006 yılından bu yana çalıştıklarını söyledi.

Bitkinin halk arasındaki geleneksel kullanımını bilimsel olarak incelediklerini anlatan İşcan, şöyle konuştu:

"Biz halkın arasında bilinen faydalarını bilimsel temellere oturttuk. Böbrek taşı düşürmesi özelliğinin klinik öncesi ve klinik çalışmaları yapıldı. Böbrek taşı düşürdüğü doğrulandı bu çalışmalarla. Ağrı kesici etkisi de bilimsel deneylerle doğrulandı. Bu bilimsel çalışmalar ışığında ürünü ticarileştirmek için Ankara Üniversitesi Teknopark'ı bünyesinde bir şirket kurduk. Önce pilot üretim yaptık, daha sonra da endüstriyel üretim yaptık. Bitkinin içindeki klorojenik asit üzerinden bitkisel ekstreyi standart hale getirdik. Şu anda eczanelerde satılıyor. İlk 30 bin kutuyu ürettik. ABD'deki İlaç ve Gıda Dairesinin gerekliliklerine uyarak ham maddeyi ABD'ye ihraç ettik geçen yıl. ABD'de 'Gilaburu +PP' adıyla satılıyor. Kayseri'de yetişen bir bitki bugün ABD raflarında. Tarım Bakanlığından onay alınmış takviye edici gıda olarak satılıyor."

AA

ENERJİ TASARRUFLU LAMBALARA DİKKAT EDELİM

geçenler‼️

Eşim kazara enerji tasarruflu 8 ampulün bulunduğu kutuyu yere düşürünce tüm cam parçaları tuzla buz olup çevreye saçıldı. İlk iş, ayaklarına batmasın diye köpeklerimizi ortamdan uzaklaştırdık. Ben ise bütün düşüncesizliğimle alelacele büyük parçaları çıplak elle toplayarak çöpe attım ve hemen ardından elektrik süpürgesiyle küçük parçaları temizledim. Sorun çözülmüştü. Ya da ben öyle sandım... (Bilim insanı falan fark etmiyor, bazen boş bulunup olmadık yanlışlar yapabiliyor insan.)

Aradan birkaç saat geçtikten sonra nefes alma zorluğu başladı. Anaflaktik şok belirtileri yaşıyordum. Geç de olsa anlamıştım ki ampulde bulunan gaz halindeki cıva, solunum sistemimi felç etmek üzereydi.

Süratle en yakın hastanenin acil servisine attık kendimizi. Giriş işlemlerinin ardından acil doktoru belirdi. Eller cepte beni tepeden tırnağa süzdükten sonra, neler olduğunu anlatmama müsaade etmeden “Eşinizle kavga mı ettiniz?” diye sordu. Yükselen tansiyon, solunum bozukluğu, eşimdeki korkudan kaynaklanan gerginlik sayın doktorumuzda çok anlamlı bir teşhise ve tedavi kararına sebep olmuştu:
Anksiyete atağı geçiriyor, sakinleştirici verin! Ben iyice yavaşlayan solunumumla kendimi kaybetmeden eşimin bağırdığını duydum: “Zehirlendi, nefes alamıyor, dudakları ve tırnakları morardı; ölüyor, ne anksiyetesi? Ne biçim hekimsiniz?” Gerisini hatırlamıyorum.

Gözümü açtığımda etrafımda 5 hekim, 4 hemşire, yüzümde de oksijen maskesi vardı. Nihayet doğrular anlaşılmış, teşhis konulmuştu: Kırılan ampullerdeki zehirli gazı soluyarak zehirlenmiştim. En yaşlı olan hekim, elimi tutarak konuşmaya başladı: “Bakın çok ciddi bir sağlık problemiyle karşı karşıyasınız. Enerji tasarruflu ampuller aslında çok ciddi sağlık sorunu oluşturan baş belalarıdırlar.
1. Kırıldığında elinizle dokunmayacaksınız.
2. Derhal pencereleri açarak havalandıracaksınız.
3. Havalandırmanın ardından elektrik süpürgesi asla kullanmayacak, cam kırıklarını fırça ve faraşla toplayacaksınız...”

Dinlerken utandım gerçekten. Kendi kendime “Biliyordum bunları ama nasıl yaptım böyle bir hatayı?” diye düşündüm. Akciğer fonksiyon testleri ve diğer kan testlerinin ardından taburcu edildim. Hakikaten bugün sağlığıma kavuştuğum için çok şanslıyım. O günden bugüne halkı bu konuda bilinçlendirmek için elimden geleni yapıyorum.

27 Ekim 2018 Cumartesi

HUY, AHLAK NEDİR? NASIL GÜZELLEŞİR?


Hulk (veya huluk), Nihâye'de din, tab' ve seciyye olarak açıklanır. Dilimizdeki huy'un karşılığıdır. Bazen tabiat kelimesini de bu mânada kullanırız.
Hulk ile, bir bakıma insanın nefsi olan bâtınî sûreti ve evsâfı ifade edilir. Tıpkı zâhirî sûret ve evsâfına da halk dendiği gibi. Nefsin iyi ve kötü vasıfları vardır. Sevab ve ikab, zâhirî sûretin evsafından çok, bâtınî sûretin evsafına taalluk etmektedir.
Hulk şu hadise göre fıtrîdir ve yaratılıştan gelen bir vasıftır:
  إنَّ اللّهَ قَسَّمَ بَيْنَكُمْ اَخَْقَكُمْ كَمَا قَسَّمَ بَيْنَكُمْ اَرْزَاقَكُمْ
"Allah aranızda rızkınızı taksim ettiği gibi ahlâkınızı da taksim etmiştir."
Huyun yaratılıştan geldiğini ifade eden bir diğer hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın el-Eşecc (radıyallâhu anh)'e söylediği şu sözdür:
"Sende iki haslet var ki Allah onları sever: Hilm ve hayâ." Eşecc sormuştur:
"Ey Allah'ın Resûlü, bunlar bende eskiden beri mi var, (yoksa Müslüman olduktan sonra) yenilerde mi hasıl oldu?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mevzumuz açısından ayrı bir ehemmiyet taşıyan cevabı şu:
"Eskiden beri var!" Bunun üzerine Abdü'l-Kays kabilesinden olan Eşecc'in Allah'a ifade ettiği şükran cümlesi de mevzumuzu aydınlatır:
"Beni, sevdiği iki hasletle mecbul kılan Allah'a hamd olsun:
 اَلْحَمْدُ للّهِ الَّذِى جَبلَنِى عَلى خُلَّتَيْنِ مِمَّا يُحِبُّهُمَا اللّهُ
Hadiste Eşecc'in, o iki hasletin eski mi, yeni mi? olduğunu sorması ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın eskiden beri mevcudiyetini beyan etmesi, huyu meydana getiren bir kısım hasletlerin yaratılıştan mevcut olduğunu ifade eder.
Ancak bâzı hasletlerin sonradan kazanıldığı, irade ve gayretle iyi hasletlere sahip olunabileceği de inkâr edilemez. Gerçi ahlâkçılar, dünyanın her tarafında, huyun fıtrî mi, iktisabî mi olduğunu tarih boyunca münâkaşa etmiştir. Bu münâkaşaya sadece Doğulu hükemâ değil, Batılı feylesoflar da katılmıştır. Her iki görüşü destekleyen müşâhedeler ve dogmaya ve nassa dayalı deliller mevcuttur. Aristo, Lock, Rousseau, Erasme gibi feylesof ve terbiyeciler insan ruhunu her bilgiyi, her ahlâkı almaya kabil boş bir levhaya, bal mumuna, ekime hazır verimli boş bir tarlaya benzetirken, Goethe, Schopenhauer gibi diğer bir kısımları da karakterin doğuşta sâbit şekilde tesbit edildiğini, sonradan verilecek terbiye ile hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylemişlerdir.
"Ey iman edenler, kendinizi ve âile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten koruyun" (Tahrim 6).
"Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiş, ihmal edip örten de ziyana uğramıştır" (Şems 9-10) gibi âyetlerden, "Ben bir muallim olarak gönderildim", "Hayır bir alışkanlıktır", "Çocuklarınıza ikrâm edin, terbiyelerini güzel yapın" gibi terbiyevî faaliyete dikkat çeken, teşvik eden pek çok nass, insanı kurtuluşa erdirecek güzel hasletlerin terbiye yoluyla kazanılacağını beyan ederler. Bu inanç esas olmasaydı, peygamberlik müessesesinin, kitapların, dâvetin, irşadın ne mânası olurdu?
Meseleyi her iki yönüyle de değerlendiren İslâm âlimleri, yaratılıştan gelen iyi hasletlerin irâdî gayretle desteklenerek meleke haline getirilmesine, kötü huyların da baskı altında tutularak sindirilmesine hükmederler. Sözgelimi Hz. Ömer (radıyallâhu anh): "İnsanda on (fıtrî) ahlâk vardır, bunlardan dokuzu iyidir, birisi kötü. Bu kötü (serbest kalırsa) diğerlerini de bozar..." demiştir.
İbnu'l-Arabî de şunu söyler: "...Güzel ahlâk ile mecbul olanlar cidden azdır. Kötü ahlâk üzere mecbul olanlar ise, insanların çoğunluğunu teşkil eder. Zîra insan tabiatına galebe çalan, şerdir. Bu sebeple eğer insan, fikrini, temyiz gücünü, hayâ duygusunu, korunma melekesini kullanmaksızın kendisini tabiatının akışına bırakıverecek olsa ona hayvanî huylar galebe çalar. Zîra insan fikir ve temyiz vasıflarıyla hayvanlardan ayrılır. Bunları kullanamazsa âdetlerinde onlara iştirak eder, kuvve-i şeheviye her çeşidi ile onu istila eder, hayâ uzaklaşır, yok olur..." Aynı görüşü paylaşan Mâverdî, akıl vs.'ye güvenmeyip her daim nefsin te'dibiyle uğraşmanın gereğine dikkat çektikten sonra şunu söyler:
"Zîra edeb tecrübe ile kazanılır!"

21 Ekim 2018 Pazar

GASB ETMEK VE CEZASI

Gasb, başkasının malını zulmen ve tecâvüzen almaktır. Kitabımız, gasbla ilgili olarak iki hadis kaydetmiştir. Her ikisi de arazi gasbıyla ilgilidir. Şunu bilelim ki, gasb kelimesi sadece arazi ile ilgili olarak kullanılmaz, her çeşit malın zulmen alınması gasb'tır.
2-Hadiste karış (şibr) kelimesi kullanılarak zulmen alınan şeye terettüpedecek vaîde maruz kalmada alınan şeyin az veya çok olmasının farketmediğine işaret edilmiştir. Bir kimse haksızlıkla bir başkasının malını bile bile aldı mı, aldığı şey ne kadar az da olsa ciddi bir tehdide maruzdur, büyük bir cezaya müstehak olmuştur. Bazı hadislerde "Gasbettiği şeyi boynuna takmış olarak gelir" buyrulmuştur. Bu, kıyamet gününde kişinin gâsıb oluşunun Mahşer halkı önünde teşhiri demektir, rezil rüzvay kılınması demektir.
Müslim'in bir rivayetinde geldiğine göre Ervâ Bintu Üveys adında bir kadın, Emeviler devrinde Saîd İbnu Zeyd'i, Mervân'a şikayet ederek, Said'in evinden bir kısmın kendine ait olduğunu söylemiştir. Saîd Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Kim başkasının arazisinden haksız olarak bir karış alacak olsa kıyamet günü, yedi kat yerin dibine kadar boynuna dolanacak" dediğini işittim" diyerek evi kadına bırakır, ancak şöyle bir bedduada bulunur: "Allahım eğer bu kadın yalancı ise gözünü kör et, kabrini de evinde yap!" Hadisi rivayet eden ravi der ki: "Sonra ben bu kadını kör olmuş, eller ile duvarı yoklarken gördüm." Ben Said İbnu Zeyd'in bedduasına uğradım" diyordu. O bu şekilde el yordamıyla yürürken, önüne çıkan bir kuyuya düşüp ölmüş ve kuyu ona kabir olmuş."
3-Birinci hadiste geçen  طَوِّقَهkelimesi farklı manalarda açıklanmıştır. Hattabi iki manayı nazara verir:
1)Kıyamet günü, zulmen gasbettiği şeyi Mahşer yerine kadar taşımaya mecbur edilir. Böylece, o haram mal, boynunda bir halka gibi olur.
2)Yedi kat yerin altına batırılır böylece her bir arz tabakası, bu halde boynunda ayrı bir halka teşkil eder. Bu manayı ikinci hadis te'yid eder. Zira bu hadisin metni gasıbın yedi kat yerin altına batırılacağını zikretmektedir.
Hadisin tevilinde başka manalar üzerinde de durulmuştur: Bazıları, birinci manayı benimsemekle beraber ilave ederler: Hepsini taşıdıktan sonra, tamamı boynuna bir halka halinde konulur. Boynu, bu malın tamamını istiab edecek şekilde büyütülür.
Taberî ve İbnu Hibbân'ın bir rivayetinde şöyle buyrumuştur: Ya'la İbnu Mürre Resulullah'tan naklediyor: "Kim araziden bir karış gasbederse, Allah onu, yedikat yeri, sonuncu kata kadar kazmaya mecbur eder. Sonra Kıyamet günü onu boynuna yükler ve insanların hesabı görülünceye kadar (o vaziyette tutar)." Bu manayı teyid eden bir başka hadiste  "Müslümanların yolundan bir karış gasbeden kimse, Kıyamet günü, o parçayı yedi kat arzın altına kadar boynunda taşır." Bu manada bir başka hadis, zekatla ilgili olarak gelmiştir. "Bir deveyi zimmetine geçiren, Kıyamet günü o deveyi boynuna takmış olarak getirilir."
Şu halde, boynuna takılırdan murad, gasbedilen şeyin, boynuna bir halka olarak konmasıdır. Tabii ki bunu taşımaya gücü yetmeyecek ve dolayısıyle o gasbı sebebiyle ona azab edilecektir. Nitekim, rüyada görmediği şeyi görmüş gibi yalan söyleyerek rüya uyduran hakkında da "arpa"yı düğümleme cezası verileceği ifade edilmiştir.
Hadisin te'vilinde bir başka ihtimal şudur: "Gasbedilen şeyin yüklenmesi" demek, "günahın yüklenmesi" demektir. Yani, mezkur zulüm, gasıbın boynuna yapışmış kalmıştır, tıpkı günahın yapışıp kalması gibi. Bu te'vil şu âyetin manasına muvafıktır: "Her insanın boynuna işlediklerini dolarız ve Kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız" (İsra, 13).
İbnu Hacer, ilk kaydedilen tevil hususunda Ebû'l-Feth el-Kuşeyrî'nin cezmettiğini, Bağavi'nin de bunu sahih bulduğunu belirttikten sonra; bütün bu tevillerin doğru olmasının da caiz olduğunu belirterek tahlilini sonuçlar: "Muhtemeldir ki, bu cinayetin sahibine, bu sıfatların hepsi farklı farklı uygulanacaktır. Yahut da bu cinayeti işleyenler kısım kısımdır: Bazıları bu şekillerden biriyle, bazıları diğeriyle, yaptığı cinayetin derecesine muvafık olarak cezalandırılacaktır." İbnu Ebû Şeybe'nin, Ebû Malik el-Eş'arî'den nakline göre: "Kıyamet günü Allah nazarında "en büyük" hırsızlık bir kişinin gasbettiği bir zirâlık arazidir. Yedi kat arzla birlikte boynuna yüklenir."
Şu halde gasbın hepsi aynı ağırlıkta bir suç değil, aralarında derece farkları var.[3]
3- Bazı Fevâid:
*Hadis, zulüm ve gasbın haram olduğunu ifade eder.
*Gasbın cezası pek ağırdır.
*Arazi gasbı büyük günahlardandır.
Burada şunu belirtelim ki: Arazi gasbının büyük günahlardan olması, hadiste ifade edilmemiş ise de Kurtubî, büyük günahlar hakkında zikredilenler ölçüsünde şiddetli vaid zikredilmiş olmasından hareketle, bunun da aynı sınıftaolması gerektiğini istidlal etmiştir.
*Kim bir araziye malik olmuşsa, onun derinliklerine de, arzın öbür tarafına varıncaya kadar mâlik olur. Arazisinde bir başkası izinsiz olarak kuyu, kanal vs. kazamaz.
*Arzın zahirine mâlik olan, bâtınına da orada her ne varsa, sabit taş, binalar, madenler vs. malik olur. Kişi mâlik olduğu arazide kuyu vs. açarak dilediği kadar derinliklere inebilir, yeter ki yanındaki komşusuna zarar vermesin.
*Şarih Dâvudi'ye göre, arz, bir biri üstünde, ayrılması kabil olmayan yedi kattır. Eğer ayrılsa idi, sadece gasbettiği tabakanın boynuna yüklenmesi kâfi gelirdi, çünkü bu tabaka mütâkip tabakadan ayrılabiliyor idi. Araları ayrılamadığı için yedi tabaka birden yüklenmiş olmaktadır.
*Yedi arz, semavat gibi tabakalar halindedir. Bu mana şu âyetin zahirine muvafıktır: "Yedi göğü ve "yerden de bir o kadarını" yaratan Allah'tır." (Talâk 12). Ancak, bazı âlimler "yedi arz"la yedi iklim'in (bölge'nin) kasdedildiğini söylemiştir. Fakat bu ikinci tevil makul değildir. Çünkü böyle olsaydı, gasıb'ın boynuna diğer iklimlerin (bölgelerin) birer karışını dolamak mümkün olmazdı.[4]



[1]İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/303.

17 Ekim 2018 Çarşamba

ŞİKAYETE HAKKIMIZ VAR MI?

Ey insan-ı müşteki! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...
   Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun? Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın. Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.
   Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan! Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme. Kimden kime şekva ettiğini bil, sus. Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır.

BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR

Bediüzzaman yazdığı eserlerin Kur’an’a perde olmaması için ilginç bir üslup ve yeni bir metot takip etmiştir. Onun bütün amacı kaynağın kutsiyetine perde olmamak, aksine ayine olmaktır. Nitekim Risale-i Nur’daki kuvvetin tesirini soranlara verdiği cevapta şöyle diyor:
Şeref, i’caz-ı Kur’an’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilaperva derim: Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir. Teslim değil imandır. Marifet değil şahadettir, şuhuddur. Taklid değil tahkiktir. İltizam değil izandır. Tasavvuf değil hakikattir. Dava değil dava içinde bürhandır. Elhasıl yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur’an’ındır.
Kur’an’ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için şehit olmayı göze alan Bediüzzaman Kur’an için yaşamıştır. “Kur’an’a ait her şey güzeldir, kıymetlidir. Zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür” düşüncesinden hareketle Kur’an’ı öne çıkarmak, onu yüceltmek ve anlatmak adına ömrünü bu kutsi gaye uğruna harcamıştır. O hayatı boyunca daima Kur’an’ı terennüm etmiştir. Zira Kur’an kainatın ruhu ve aklı hükmündedir.
Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin nuru çıksa gitse kainat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse kainat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek; belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.
Kur’an-ı Kerim’i kainatın ruhu ve aklı kabul eden bir anlayışla tefsir yazan Bediüzzaman, yazdığı eserlerde hem Kur’an’a ayine olmuş hem de Kur’an’ın manevi mücevherleri olan hakikatlerini bu asırda Risale-i Nur sergisinde insanlığa haykıran en yüksek sesli bir dellal ünvanını da kazanmıştır.

ZALİM CÂLÛT

CÂLÛT;

Hz. Dâvud (a.s.) zamanında yaşamış, "Amâlika" kralının adı.

"Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti. Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz. Musa'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek, birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü. Esirler içinde İsrâil krallarının bir çok prensi de bulunuyordu. Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu. HattaTevrât'larını bile almıştı. Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu. Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828).

Nihayet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine gönderilen Aşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirayetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi. Bu hükümdar sayesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi. Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesaret sahibi hükümdarı tayin etti. Fakat İsrailoğulları tayin edilen bu kumandana itiraz ettiler. Her şeyi maddi ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tayinine razı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibariyle bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir (el-Bakara, 2/246-247). Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait bir takım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tabutu, meleklerin getirmesi mucizesini göstermiştir (el-Bakara, 2/248).

Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti. Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti. Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı.

Fakat Tâlut bu kutsal mücadelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir. Halbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi. Buna rağmen, az sayıda samimi mümin ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşı kazanmıştır. Tâlut'un ordusunda bulunan Hz. Dâvud da Câlut'u öldürmeyi başarmıştır.

Hz. Dâvud (a.s.) Tâlut ve Eşmuil (a.s.)'ın vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti (el-Bakara, 2/249-252). Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1. ve 2. Sammel sifrinde geçmektedir.

Kur'an'ın anlattığı bu hadise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir.

GADR (VEFASIZLIK)

1-Gadr, vefasızlık demektir. Yani bir şeyi yapmaya söz verdiği halde sözünde durmamak. Vefasıza gadir denir.
2-Dinimiz verilen sözün tutulmasını emreder ve bu hususa ehemmiyet verir. Vefasızlık şiddetle yasaklanmış ve haram ilan edilmiştir. Ahde vefa, Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah'ın vasıflarından biri" olarak zikredilmiş (Tevbe, 111), mü'minlerin de bu vasıta muttasıf olmaları taleb edilmiştir (Bakara 177). Ahde vefayı emreden birçok ayetten sadece bir tanesini kaydediyoruz: "Ahdi de yerne getirin. Muhakkak ki ahidden dolayı mes'uliyet vardır" (İsra, 34).
Sadedinde olduğumuz İbnu Ömer (radıyallahu anh) hadisi, ahdini tutmayan vefasızların kıyamet günü arkalarına dikilecek bir bayrakla teşhir edileceklerini belirtiyor. Bayrak vefasızlığın ölçüsü nisbetinde yüksek tutulackatır. İbnu Ebî Cemre "gadr" kelimesinin mutlak gelmesine bakarak, "büyük" veya "küçük" her çeşit vefasızlığa şâmil olduğunu söyler ve hadisin, herhangi bir günah işleyen kimsenin dahi, Cenab-ı Hak teşhir edilmesini dilediği takdirde, onu gösterecek bir alemeti bulunacağını ifade ettiğini söyler. Bu hususu şu âyet te'yid eder: "Günahkârlar simalarıyla tanınacaklar" (Rahmân, 41). İbnu Ebî Cemre devamla der ki: "Hadisin zahiri her bir vefasızlık çin bir bayrağın bulunacağını ifade eder. Böylece anlaşılır ki, tek bir şahıs için vefasızlıkları adedince, birçok bayrak olacaktır." Bu ifadenin şümûlünü anlayabilmemiz için, her bir günahın Allah'a karşı işlenen bir gadr, bir vefasızlık olduğunu hatırlamalıyız. Çünkü her bir günah, Allah'a olan kulluk misakımızın bozulması, bezm-i elestteki ahdimize vefasızlık ifade eder. Şu halde Allah'a karşı ahdimizi tutmayı (yani gadr'e düşmemeyi) emreden ayet-i kerîme (Bakara, 27) bizi günaha karşı uyarmaktadır. İbnu Ebî Cemre devamla der ki: "Bayrak dikilmesindeki hikmet, cezanın, çoğunlukla günahın zıddı ile vaki olmasındandır. Nitekim gadr (günah) gizli işlenir. Öyleyse bunun cezasının açık şekilde verilmesi pek münasip düşer. Arap örfünde bir şeyin teşhirinde en iyi vasıta bayrak dikilmesidir."
3-Hadis, bir başka meseleye de parmak basar: "Kıyamet günü insanlar babalarına nisbetle çağrılacaklardır. Bu hükmüyle hadis, insanların Kıyamette annelerine nisbetle çağrılacağnı bildiren hadise muhalefet etmektedir. İbnu Hacer o hadisin Taberânî'de İbnu Abbâstan rivayet edildiğini, senedce çok zayıf olduğunu söyler. İbnu Battâl, "babalara nisbet edilerek çağırılma tarifte daha açık ve başkalarından tefrikde daha mükemmeldir" der.
İbnu Hacer, İbnu Battâl'ın bu yorumunu şöyle açıklar: "Bu söz, "babalar (=âbâ)" kelimesini nefsü'l-emire değil, dünyada adamın nisbet edildiği şahsa hamletmeyi gerekli kılar. Esas alınan yorum da budur."
4-Hadiste, zahire göre hükmetmenin caiz olduğu da anlaşılmaktadır.
5-İkinci hadiste, amme hizmetinde bulunan devlet reisi, vali, kaymakam gibi yetkililerin verdikleri sözü tutmamalarının daha büyük bir cürüm olduğu ifade edilmektedir. Çünkü insanlar ahidlerini yerine getirmemek suretiyle güvensizlik hasıl ederlerse beşeri hayatta ilerleme olmaz. Pek çok işin yürümesi, karşılıklı güvenle olur. Bu kalkarsa her şey muallakta kalır. Hele memurlar vefasızlıkları sebebiyle güvensizlik verecek olurlarsa, amme hizmetleri fevkalade aksar, milletin devlete itimadı kalmaz.
Kadı İyaz, hadisten iki çeşit vefasızlık anlar: Birincisi yukarıda temas ettiğimiz devlet adamının millete karşı gadri, ikincisi de milletin devlet adamına karşı gadridir. Yani millet de hükümdarına karşı vefasızlık yapabilir. Bu, çeşitli itaatsizlik, isyan, vergi kaçakçılığı, fitnecilik, vatandaşlık vazifelerinde ihmal gibi değişik menfi davranışlarla kendini gösterir.
Şu halde, hadiste gelen tehdide bu hallere düşen herkes muhatap olabilecektir.

16 Ekim 2018 Salı

KÖTÜLÜKLERE GÖZ YUMMAK

Gemiyi Delenler:


Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) fenalıklar karşısında, iyilerin seyirci kalmaması, kötüler yüzünden gelecek (fitne, fesad, şer vs. her çeşitten) içtimâî ızdırabların, iyiler de dâhil bütün cemiyetin varlığını tehdid edeceğini ifade ederek fenâlıklar karşısında nemelâzımcılığı önlemek için zihinden çıkması zor olan bir de teşbîhte bulunur:
"Allah'ın hudûduna (emir ve yasaklarına) giren meseleleri tatbîk eden -ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen iyi- kimse ile, yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur'a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip:
"Yâhu ne yapıyorsunuz?" diye sorunca alttakiler:
"Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, halbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz" deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler."[20]

8 Ekim 2018 Pazartesi

GÜZEL DÜŞÜNCE

HÜSN-Ü ZANN

İyi niyetli ve iyi düşünceli olma hali. Sâlih bir mü'min, insanlar ve olayların hakkında değerlendirmelerde bulunurken, olabildiğince iyi niyetli davranır ve hayra yorar. İyi niyetli ve güzel düşünceli olma insanın iç güzelliğini ve hayırhahlığının bir göstergesidir. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Şu üç özelliği taşıyan müslümanın kalbinde hıyanet ve kin bulunmaz, Allah için ihlaslı amel, bütün müslümanlara karşı iyi niyetli ve nasihatçi olma ve fikir ve amelde müslümanlarla birlik olma" (İbn Mâce, Mukaddeme, 1 8).

İnsanların iyiliğini isteme, onları iyiliğe ve güzelliğe sevketme temelde müslümanın aslî vazifelerindendir. Hz. Peygamber buna dikkat çekmek için, "Bütün müslümanlara karşı iyi niyetli olmak" üzere insanlardan bey'at almıştır (Buhârî, İmân, 42). Ancak burada unutulmaması gereken Hz. Peygamber'in "bütün müslümanlara" ifadesidir. İslâm dairesine giren istisnasız bütün müslümanların iyiliğini hayrım isteme ve onlar hakkında güzel düşüncelere sahip olma bir müslümanın vazifesidir. Müslüman, kâfir ve müşriklere karşı insanî münasebetler açısından, davranış ve hareketlerinde onların kalbini İslâm'a ısındırmak için olgun ve kusursuz olmalı; kalbi ise onlara ve onların kötü huylarına karşı sevgi duymamalıdır.

Sâlih müslümanın sıfatlarından biri de insanlara su-i zann da bulunmamasıdır. Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir kısmı günahtır" (el-Hucurât, 49/1 3).

Rasûlüllah (s.a.s), zann ve insanlar hakkında gerçekten uzak şeyleri arkalarından söylemek hususunda, "Zandan sakının: Çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır" (Buhârî, Vesâyâ, 8, Nikâh, 45, Müslim, Birr 28) buyurarak, zannı sözlerin en yalanı olarak nitelendirmiştir. Sadık müslümanın dilinden, üzerinde yalan kokusu olan sözler çıkmaz.

Müslüman, insanlar hakkında zahirde görecekleri ile hükmetmeli: Zann, şüphe, dedikodu ve evham ile başkalarına iftiradan uzak durmalıdır. İnsanların gizli şeylerini ortaya çıkarmak, özel işlerine burnunu sokmak ve namusları hakkında ileri geri konuşmak müslümanın ahlâkî vasıflarından değildir. Ancak müslüman zahirde gördüğüyle amel eder. Ne gördüyse onu söyler. Şüphe ve zarın ile hükmetmez. Hz. Ömer b. Hattab (r.a) şöyle buyurmuştur: "insanlar Rasûlüllah (s.a.s.) zamanında vahiy ile hükmediyorlardı. Şimdi Vahiy kesilmiştir. Biz artık sizin amellerinizden gördüğümüze hükmederiz. Bize iyilik izhar edeni korur ve kendimize yaklaştırırız. Onun gizledikleri bizi ilgilendirmez. Gizlediklerinden dolayı Allah onu hesaba çeker. Bize şer izhar edene güvenmez ve tasdik etmeyiz. İsterse kalbinin temiz olduğunu söylesin" (M. Y. Kandehlevî, Hayatü's-Sahâbe, çev. A. Meylanî, IV, 253).

Bu sebeple şuurlu ve muttaki müslüman konuştuğu her kelimede ve verdiği her hükümde şu âyeti asla aklından çıkarmaz: "Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz, kalb bunların hepsi o şeyden sorumlu olur" (el-İsra, 17/36).

Müslüman başkalarının aleyhinde konuşmaz. Zira kalben inanır ki, konuştuğu her kelime bir melek tarafından kaydedilmektedir: "Sağında ve solunda onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapteder" (Kâf, 50/17, 18).

Bu emirlerin şuuruna ermiş bir müslüman ağzından çıkan her kelimenin mesuliyetinden korkar. Bu yüzden konuştuğu her kelimede onu, dikkatli ve sözlerini tartan bir vaziyette görürüz. Çünkü o, konuştuğu kelimenin kendisini Rabbının rıza makamına çıkaracağı gibi, cehennemin en alt tabakalarına indirilebileceğini de bilir. Bu hususta Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurur: "Kişi Allah'ın rızasına uygun bir kelime konuşur da bu kelimenin kendisini Allah katında ulaştıracağı yüksek mertebeyi hiç ummaz. Halbuki Allah kendine kavuşacağı güne kadar ona rızasını yazar. Bir kişi de Allah'ın azabını celbeden bir kelime konuşurda bu kelimenin onu ne dereceye düşüreceğini tahmin edemez. Halbuki Allah bu kelimeye karşılık ona kıyamet gününe kadar gazabını yazar" (Buhârî, Rikâk, 23; Müslîm, Zühd, 49, 50)

Muttaki ve kalbi temiz müslüman insanların mantıksız sözlerine kulak vermez ve bugün toplumumuzda kol gezen dedikodu, şayia ve zanlardan kulağına gelenlere aldırış etmez: buna ilâveten insanlardan duyduğu şeylerin doğru olduğunu öğrenmeden nakletmez: bilakis başkalarına naklettikleri şeyin, yalan veya doğru olduğunu öğrenmeden, aktarmayı Rasûlüllah (s.a.s)'ın haram olan yalandan saydığını bilir "Kişiye duyduğu her şeyi nakletmesi günah olarak yeter" düsturuyla hareket eder.

7 Ekim 2018 Pazar

KÖTÜ DÜŞÜNCE

SÛİZAN (SÛ-İZAN)

Kötü zann, fena tahmin, şüphe "Sû" "fenalık, kötülük" demektir.

"Sû-i hareket (kötü davranış)", "sûi ahlâk (kötü ahlâk)", "sû-i niyet (kötü niyet)" vb. gibi, "sû-izan" da, "kötü zan" anlamındadır. "Sû" kelimesi, verilen örnekler ve benzerlerinde, daima, "sıfat" anlamını ifade eder.

"Zan" kelimesi ise, "sanma; farz ve tahmin etme; ihtimâle göre hükmetme" demek olduğu gibi, "şek, şüphe, tereddüd, vehim, hayâl" gibi anlamlara da gelir.

"Sû-i zann"ın zıddı (karşıtı), "Hüsnüzan * (hüsn-i zan)"dır. "Hüsn", "güzellik, iyilik, hoşluk, olgunluk, mükemmellik" demektir. "Hüsn-i ahlâk (iyi - güzel ahlâk)", "hüsn-i hat (güzel yazı)", "hüsn-i niyet (iyi niyet)"... gibi, "hüsn-i zan"da, "iyi-güzel zan; bir kimse veyâ bir olayın iyiliği hakkında vicdânî kanâat" demektir.

Görüldüğü gibi, iki türlü "zan" vardır. Zan, "tahmin" ve "ihtimâl''e dayandığına göre, bu konuda alınacak tavır ne olmalıdır. Kur'ân ve Hadis, bu hususla ilgili davranışın nasıl olması gerektiğine açıklık getirmektedir: Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey inanan (mü'min)ler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır... " buyurulmuştur (el-Hucurât, 49/12). Âyette, "zanların birçoğundan kaçınınız" denilmekte; sebep olarak da, "bazılarının günah olduğu ifade edilmektedir. Demek ki, zannın hepsi günah değildir; hattâ Allah'a ve mü'min (inanan)lere hüsn-i zanda bulunmak gereklidir. Nûr Süresi'nde: "Onu işittiğiniz vakit erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin, kendi vicdanları (önünde) iyi bir zann'da bulunup da..." buyurulduğu gibi (en-Nûr, 24/12), bir Kudsî Hadis'de de:

"Ben, kulumun, bana zannı gibiyim " diye vârid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Her biriniz, Allah'a, hüsnüzan ederek ölsün"buyurmuş ve bir başka hadisinde de: "Hüznüzan, imândandır" demiştir.

Keşşâf ve benzeri büyük Kur'ân müfessirleri, "doğruyu ve yanlışı, açık belirtileriyle seçmeden, iyice gözleyip düşünmeden zanda bulunulmamasını" önemle tavsiye etmekte, "açıkta bir sebebi ve doğru belirtisi bulunmayan zannın harâm olduğunu, kaçınılması gerektiğini" belirtmektedirler. İhtimal üzerine hüküm olan zanlar, gerçeğe uymadığından, başkasına bühtan ve iftira olacağından, zanda bulunanı vebâl altına sokacaktır.

Bütün bunlardan, zan konusunda çok dikkatli olmak gerektiği ve "Sû-i zann"ın ise, kesinlikle yasak olduğu, açıkça anlaşılmaktadır. Sû-i zann'ın harâm olmayanı, yalnızca fısk ve fucûr (günahkârlık) ile tanınan kimselere karşı yapılanıdır. Durumu kesin olarak bilinmeyen birine hüsnüzan gerekmese bile, Sû-i zan da câiz değildir.

Sû-i zan'dan kaynaklanan "tecessüs" hakkında da, daha önce verilen Hucurât Süresi'ndeki âyette, "tecessüs de etmeyin" buyurulmaktadır. Tecessüs, "Onun-bunun durumlarını araştırmak, eksik (kusur)lerini öğrenme isteği"dir. Allah tarafından yasaklanan bu davranışla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'de:

"Müslümanların eksiklerini, ayıplarını araştırmayın. Zira herkim müslümanların ayıplarını araştırırsa, Allah Teâlâ'da onun ayıb (kusur)ını tâkip eder, nihayet evinin içinde bile onu rezil ve rüsvây eder" buyurmuştur (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, VI, 4471-4473; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İstanbul 1957, 633-634).

TOPLUMU SARAN KÂBUS

ÖFKE

Engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusu; gazap, hiddet. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılandan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir.

Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur" denilmiştir.

Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak;

"(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever" (Âl-i İmran, 3/ 134) buyurmuştur.

Peygamberimiz'e gelerek kendisine öğüt vermesini isteyen bir adama Resulullah (s.a.s); "Öfkelenme!" demiş ve bu sözünü birkaç kere tekrarlamıştır (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Öfkeli birisini gören Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese muhakkak öfkesi geçer. O kelime: Eûzü billahi mineş-şeytânirracîm", sözüdür" (Müslim, Birr ve Sıla, 109).

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

"Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir" (Müslim, Birr ve Sıla, 107).

Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur:

Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar" (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Kur'an-ı Kerim'de genellikle kâfirlerin müminlere karşı duydukları öfkeden bahsedilmiştir. Aksine müminler öfkelerini yenen insanlardır.

Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk'a sığınmayı öfkenin ilâcı olarak tavsiye etmiş, insanın kendi kendine telkinle ulaşacağı irade sağlamlığının onu öfkelenmekten kurtaracağına işaret etmiştir. Yine Peygamberimiz öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür. Öfke nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir.

GENÇLERİ BU BELADAN KURTARALIM

21 YAŞINDAKİ BİR UYUŞTURUCU BAĞIMLISI GENCİN ÖLMEDEN ÖNCE ANASINA YAZDIĞİ SON YAZISI..

Düştüm bir batağa çıkamıyorum ana. Öldürüyor beyaz zehir diyorlar adına,
biliyorum yandığımı ama sönmüyorum ana.
Bir tadan bir daha bırakamıyor ana, beyaz zehir derlerdi aldırmazdım. Rüya görürsün derlerdi uyanamazdım. Şimdi bir kabustayım,
Korkmaktayım. Bitirdi beni ana yok olmaktayım. Gençtim ana cahildim hiç ölmem derdim. Bu sefer son bir daha kullanmam derdim. Öyle değilmiş ana, ben beyaza yenildim. Aynada değişen yüzümdü, değişen bendim, bilseydim düşermiydim bu çıkmaza, üzermiydim sizi ağlatırmıydım ana. Dost dediklerim itiyor beni uçuruma ümidim kalmadı dayanamıyorum ana Kaçmak istiyorum bu dertten bu meletten bırakmak istiyorum olmuyor, be ana. Affedin beni ana son özrüm sizden seni düşünüyorum yaşamak istiyorum ana. Pişmanım ana pişmanım, hemde çok pişmanım. Sizi ne kadar üzdüğümün farkındayım siz üzülmeyin, derdime kendim yanayım kavrulayım bu dertle, kurtulayım ana. Kendimi düşünmüyorum ana yaktım sizi,
çok inciltim kırdım tertemiz kalbinizi
size yakıştıramıyorum şimdi kendimi
yine de oğlun olarak ölmek isterim ana.
Babama söyle ana ne olur beni affetsin.
Benimde bir oğlum vardı, adı kemaldi desin.
Mezarıma gelipte benim için dua etsin,
ne olur ana babam hakkını helal etsin.
Yakındır ölüm haberim gelir sana, gelir tabutun konur musalla taşına, günahım çok ana çıkamam Allah'ın karşısına ana dua et sen yinede biricik yavruna...
Hakkını helal eyle ana yaklaşıyorum sona,
Bu son sefer çıkıyorum son yolculuğuma
genç yaşta kavuşuyorum kara toprağa
İbret olsun kaderim ana ardımda kalanlara...

6 Ekim 2018 Cumartesi

ÖRNEK ÖĞRETMENLİK

Prof.Dr.Ali Nihat Tarlan'ın vefatının 40.yılı anısına;
Prof. Dr. Abdullah Uçman’ın Ali Nihad Tarlan’la ilgili olarak anlattıkları ise bilhassa ‘örnek öğretmenlik’ noktasında çok dikkat çekici: “1970’li yıllar, maalesef talebe hareketlerinin yeni yeni başladığı, gerçekten hatırlanması bile insana korkunç gelen, önce başlangıçta taşlı sopalı, daha sonra bıçaklı, silâhlı çatışmaların yaşandığı bir ortamdı. O yıllarda Cumartesi günleri öğlene kadar resmî daireler de okullar da açıktı. Hoca’nın dersleri Cumartesi günüydü ve Edebiyat Fakültesi’nin 7 numaralı amfisinde yapılırdı. Hoca devam mecburiyeti istememesine rağmen o amfi dolar, geç kalanlar, yer bulamayanlar merdiven kısımlarında oturup dersini dinlerlerdi.” (AA, 29 Eylül 2018)
Şu tesbit öğretmenlerimizin örnek alması gereken bir tavır olmalı: “(Ali Nihad Tarlan) Hoca [derslerine] devam mecburiyeti istememesine rağmen o amfi dolar, geç kalanlar, yer bulamayanlar merdiven kısımlarında oturup dersini dinlerlerdi.”
Gerçek eğitim öğretmenlerin derslerini ‘mecburî’ olarak verdiği değil, öğrencilerin mecburiyet olmadan dinlediği derslerle ancak mümkün olur. Acaba okullardaki mecburiyet kalkmış olsa kaç öğrenci, kaç öğretmenin dersini dinlemek ister. 
Mutlaka merhum Ali Nihad Tarlan’ı örnek alan, onun gibi öğrencilere ders anlatan ve kendisini sevdiren öğretmenlerimiz vardır. Yapmamız gereken şey, bunların sayısını arttırmak olmalı.
Tahmin ediyoruz ki bazı okullarda derse girme mecburiyeti ortadan kalksa çoğu sınıflar boş kalır. Çok üzücü bir durum, ama bazı imam hatip liselerinde öğrencileri Cuma namazı kılmaya ikna etmek için öğretmenler zorlanıyormuş. 
Demek ki bir yerlerde yanlışlık yapılıyor. Öncelikli olarak din eğitimi verilen okullarda bile böyle problemler yaşanıyorsa derdimizin büyük olduğunu görmeli ve çok daha fazla gayret sarf etmek  mecburiyetindeyiz.
Bu vesile ile Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan Hoca’yı rahmetle yad ederken böyle muallimlerin sayısının artmasını da Allah’dan temenni edelim. 
Türkiye, dersini sevdiren hocaların omuzlarında yükselecektir, bilelim.

MAL VE SERVET İLE İMTİHAN OLUYORUZ


"Mal ve servet insan için bir imtihandır." (Zümer, 39/49-52) Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir. (Tegabün, 64/15-17).

İnsanların cömertlikten kaçmasının sebepleri başında: "Benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?" duygusu ile, "Başkalarına verirsem,benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim" düşüncesi gelir. İslam dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm'a göre mal ve servet herhangi bir şahsın inhisarı altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ'nındır. Her şeyin gerçek Mâlik'i O'dur. (Âli İmrân, 3/179; Hadîd, 57/10) Kur'an-ı Kerîm'de bu durum yirmiyi aşkın ayette vurgulanmaktadır. Mülk Allah Teâlâ'nın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, inanan için en makûl bir hadise olarak değerlendirilir. Mümindeki cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır. Hz. Peygamber, şöyle buyurur:

"Cömert kişi, Allah'a yakın, Cennet'e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır. Hasis insan, Allah'tan uzak, Cennet'ten uzak ve Cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah'a daha sevimlidir" (Tirmizî, Birr, 40) "Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir" (Buhârî, Temennâ, 5; Tevhid, 45). Peygamberimiz, insanlara dünyada yaşadıkları sürece cömert olmalarını, işi öldükten sonraya bırakmamalarını tavsiye eder: "Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar. " (Buhârî, Vesâya, 14).

Abdullah b. Abbâs, Hz. Peygamber'in cömertliğini şöyle anlatır: "Allah'ın Rasûlü, insanların en cömerdi ve en iyilik severi idi. Ramazan'da Cebrâil ile beraber bulunduğu zamanlarda her şeyini verirdi." Cebrâil, her Ramazan gecesi Rasûlullah'ın yanına gelir, ona Kur'an öğretirdi. Cebrâil şöyle derdi: "Allah'ın Râsulü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir" (Müslim, Fezâil, 12, 2308).

Câbir b. Abdullah şöyle derdi:

"Rasûlullah (s.a.s.) kendisinden herhangi bir şey istendiğinde, asla, "hayır" dememiştir." (Y. Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1181).

Hz. Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah'dan bir şey istendiği zaman, eğer bu isteği yerine getirmek isterse, "peki" derdi. Yapmak istemediği zaman da susardı. Hiç bir şey için "hayır" dememiştir" (Y. Kandehlevî, aynı yer).

"Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızdan hiç biri, müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sahip olmayı düşünmedi..." diyen Abdullah b. Ömer (r.a.)'ın sözü, bize, ashabın cömertlik ve isâr konusunda nasıl davrandığını göstermektedir. Şu halde, sonradan pişmanlık duymamak için, müslümanın cömert davranarak Allah Teâlâ'nın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O'nun rızasına uygun bir biçimde harcaması gerekir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: "-Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve salihlerden olsam" demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın." (Münâfikûn, 63/10).

Gazzali der ki: "Malı olmayan kişide hırs değil kanaat olmalıdır. Malı olan kişide ise cimrilik değil cömertlik olmalıdır."

CÖMERTLİK

Cömert; Eli açık, ikramcı, kerem sahibi. Cömertlik; Sehâvet, İkram, ihsan ve yardım alışkanlığı.

Cömertlik; insanın, sahip olduğu imkânlardan, muhtaçlara meşrû ölçüler dahilinde, ve Allah rızasından başka hiç bir gaye gütmeden, ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır.

Cömertlik, ruhun bir melekesidir. İnsanları, muhtaç olanlara vermeye, ihsanda bulunmaya sevkeder. Bu melekeye sahip olan kişi, ferdî ve ictimaî alanda lüzumlu olan her şeye yardım eder. Hiç bir kimsenin zorlaması olmadan ihsanda bulunmayı can ve gönülden ister. "Rızkı veren Allah'tır." (Neml, 27/64; Zâriyât, 51/58) düşüncesi ile hareket ettiklerinden kalpleri de temiz ve zengindir. (Leyl, 92/17-20). Kendi varlıklarıyla, her ne suretle olursa olsun başkalarına faydalı olmağa çalışırlar. Allah Teâlâ'nın kendilerine fazl ve kereminden verdiğine ve bunlarda da muhtacların hakkı olduğuna (Hüd, 11/6) inanırlar. Cömertliği kul hakkının temeli sayarlar. Kendi haklarını affederler. Kendi ihtiyaçlarını düşünmeden başkasının ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Hatta zarurî ihtiyacı olan bir şeyi, başka birine vermeyi tercih ederler.

Cömertlik vasf'ının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (Haşr, 59/5; Hadid, 57/11-18; Maide, 5/13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfaat beklenilmemesi (İnsan, 76/8-l0); yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (Bakara, 2/263-264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (Âli İmrân, 3/92) şarttır.

Sıralanan şartlar altında, İslam âlimleri cömertliği şöyle derecelendirirler:

Sehâvet: Malının bir kısmını dağıtarak yapılan cömertlik. Bu, cömertliğin asgarî derecesi olarak kabul edilir. Zekât vermek gibi.

Cûd: Malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakarak yapılan cömertlik. Hz. Ebû Bekir'in çoğu zaman cihat için yaptığı yardım gibi.

Îsâr: Kendi için gerekli olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak kendisi kullanma yerine, başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertlik. Bunun Asr-ı Saadet'teki misâli; Medineli müslümanların (Ensar), Mekkeli Muhacirleri şehirlerine davet edip onları her şeylerine ortak ederek Allah Teâlâ'nın takdirini kazanmalarıdır. (bk. Haşr, 59/5) Bir başka örnek de Hz. Ebû Bekir'in Hicret esnasında mağarada hayatını tehlikeye atarak canını, sevdiği Hz. Peygamber için feda etmesidir. (Tevbe, 9/40)

Kur'an-ı Kerîm'de cömertlik, cihat ile aynı seviyede tutulmakta; Allah'ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir. (Bakara, 2/254). Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir. (Bakara, 2/222). Bazı ayetlerde cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ'ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir. (Bakara, 2/244; Maide, 5/13; Hadid, 57/11).

Kalpler cömertlik sayesinde temizlenir. (Leyl, 92/17-20). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz. " (Fecr, 89/20) buyurulur. İşte bu sevgi ile insan, "Ben bu malı sarfedersem bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder. " (Bakara, 2/268) Oysa ki Allah Teâlâ'nın bildirdiğine göre:

5 Ekim 2018 Cuma

DUALARIMIZI KABUL EYLE...!

❤️HERKESİN KALBİNE ❤️
GÖRE VER ALLAHIM
Bulutlara emir ver, yağmur yağsın Allah’ım,
Kullarına ömür ver, sevap sağsın Allah’ım,
Hastalara şifa ver, dert çekmesin Allah’ım,
Garibana sefa ver, diz çökmesin Allah’ım.
Ağaçlara çiçek ver, meyve olsun Allah’ım,
Çiçeklere böcek ver, neşe dolsun Allah’ım,
Gönlümüze ışık ver, kalbe vursun Allah’ım,
Yâr dilinden âşık ver, ten kavursun Allah’ım.
Zalimlere insaf ver, can yakmasın Allah’ım,
İmansıza Mushaf ver, şer akmasın Allah’ım,
Cennet için bir şans ver, yalvarırım Allah’ım,
Gülşeninden esans ver, tez varırım Allah’ım.
Bana biraz esin ver, aksın sözüm Allah’ım,
İlhamıma besin ver, yaksın özüm Allah’ım,
Tatlı dilde kelâm ver, sesim coşsun Allah’ım,
Bu kuluna selam ver, sana koşsun Allah’ım.AMİN
ALLAH SÎZLERDEN EBEDEN RAZI VE
HOŞNUT OLSUN ÍNŞAALLAH AMÍN

3 Ekim 2018 Çarşamba

OSMANLININ İSRAF,ZEVK VE EĞLENCE DEVRİ

Lale Devri Nedir?

Lale Devri, Osmanlı İmparatorluğundaki 1718-1730 yılları arasında yaş**** yani 12 yıl süren bir döneme verilen isimdir.

Lale devrinin özellikleri nelerdir?

Lale Devri, Osmanlı döneminde 1718-1730 yılları arasındaki süreye verilen addır.

- Lale Devrini padişah Sultan III. Ahmet ve dönemin Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa açmıştır. 

- Lale Devri, ülkeye Batı'dan çeşitli yeniliklerin girmesi ve özellikle de sarayın çevresindeki zenginlerin yaşadığı eğlence hayatıyla bilinir.O dönemde Lale merakı yayılmıştı ve bunun için de yabancı ülkelerden lale soğanı getittirildi. "Mahbup"adı verilen bir adet lalenin soğanı 500 altın gibi yüksek bir fiyata satılırdı.

- Lale Devrinden önce, Osmanlı Devleti ve halkı Venedik, Avusturya ve İranlılarla yapılan savaşlardan dolayı yorgun düşmüştü. Barışcıl bir devlet adamı olan İbrahim Paşasadrazam olunca, Avusturya ve Venedik'le toprak kaybı pahasına da olsa Pasarofça Antlaşması (1718) yapıldı ve böylece savaş sona erdirildi.

- Osmanlı'nın Doğu sınırlarında da güvenlik sağlanmaya çalışıldı. Bu devirde Osmanlı Devleti yönetiminde çeşitli ıslahat ve yenileşmeye gidildi. Lale Devrinde ordu yeniden düzenlendi ve İstanbul'da itfaiye teşkilatı kuruldu.

- İstanbul yeniden imara başlandı. İstanbul'da yeni köşkler ve saraylar yapıldı. Türklere ait ilk yayım evi açıldı. Yalova'da bir kağıt fabrikası kuruldu. Dokumacılık, çinicilik, ve yapım evleri çoğaldı. Lale Devrinde sanat ve bilim korunmaya çalışıldı. 

Lale Devri Padişahı Kimdir?

Lale Devri Padişahı , Sultan III. Ahmet (3. Ahmet)Lale Devri Sadrazamı ise DAMAT İBRAHİM PAŞA'dır.

Lale Devri Nasıl Bitmiştir?

Lale Devri nasıl bitti dersek;
Padişahın ve sadrazamın eğlence ve israf yapmaları, yakınlarını yüksek mevkilere getirmeleri ve yeni vergilerin konması halkı zor bir duruma soktu ve dolayısıyla şikayetlere neden oldu.

Bunun sonunda İlmiye sınıfından Zülali Hasan ile İspirizade Ahmet EfendilerPatrona Halil'i bir isyan için teşvik ettiler. Tarihimizde Patrona Halil İsyanı diye bilinen isyan patladı. İsyancıların ısrarıyla Sadrazam İbrahim Paşa öldürüldü, daha sonra da Sultan III. Ahmet tahttan indirildive böylelikle Lale Devrikapandı.

SEVGİ DEYİP GEÇME

Bedenini dinle..
Miden ağrıyorsa; Yaşamında olan herşeyin senin en yüksek hayrına olduğunu bil ve sevgiyle hazmet.

Boynunu ağrıyorsa; olaylara farklı açılardan bakıp pozitif taraflarını görmeye çalış, Şimdiki bakış açın doğru olmayabilir inadı bırak.

Belin ağrıyorsa; paraya olan kötü bakış açını farkedip değiştir.

Ayak ve bacakların ağrıyorsa:
Sol taraf için ; geçmişle bağlarını kopartıp geçmişte yaşamaktan vazgeç.

Sağ taraf için ; gelecekten korkma, kendi geleceğin için ÖZ’e ve akış’a güvenin!!!

Başın ağrıyorsa; değersizlik duygunun farkına var, kendini önemse!

Geceleri uykunuzda dişlerinizi gıcırdatıyorsanız; biriktirdiğin öfkeleri serbest bırak!

Gözlerinde bozukluk ve ağrı varsa; görmen gereken neyi inatla görmek istemiyorsun farkına var ve görmeyi seç.

Kulaklarında ağrı varsa ve duyma bozukluğu yaşıyorsan, inatla kendini etrafın ve iç sesine kapatma, duymayı seç, o seslerden sana mesaj var unutma!

Regl ağrın varsa; dişiliğini ve bunun sana sunduğu avantajları sevgi ile kabul et.

Sırtın ağrıyorsa; suçluluk duygusundan vazgeç!

Omuzların ağrıyorsa; başkalarının yüklerini, sorumluluklarını taşımaktan vazgeçmenin Zaman’ı gelmiş de geçiyor bile!

Boğazınız ağrıyorsa; kendini sevgiyle ifade etmeyi seç, çekingenlikten vazgeç.

Alerjin varsa; kendi gücünü reddetmeyi bıra. Kime alerjin olduğunu düşün! ve serbest bırak.

Diş ağrın varsa; kararsızlığı bırakma vaktin gelmiş demektir.

Bağırsaklarında problem varsa; ihtiyaç duymadığın şeyleri atmanın zamanı geldi de geçiyor…

Ve
En önemlisi
Kalbin ağrıyorsa; içerisi nefret, kin, hayalkırıklığı dolduğundandır. Onları ordan söküp at. Yalnızca SEV,

SEV çünkü
SEVGİNİN girdiği yere ŞİFA kendiliğinden gelir.

1 Ekim 2018 Pazartesi

İKTİSAD VE AHLAK

İktisadın Ahlakla İlgili Bazı Sonuçları
“Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz” (A’raf 31) âyeti, “iktisada kat’i emir ve israfı açıkça yasaklamaktadır. Bu, insanlık için çok büyük bir derstir. Çünkü iktisat, hikmete uygun, israf ise , hikmete zıt bir ahlâkî davranıştır.
Hücrelerin yaratılışı, kandaki alyuvarlar ve akyuvarların hareketi, insan bedenindeki cihazların uygunluğu, denizlerdeki canlıların dengesi, dünyadaki su nispetinin mükemmel hali, canlıların baharda ve yazda yaratılıp sonbahar ve kışla birlikte ortalıktan kaybolması gibi sayısız faaliyette insan aklı hiçbir israf ve başıboşluk görememektedir. Bu da her yerde ve her şeyde Allah’ın Hakîm isminin tecelli etmekte olduğunu gösterir.
Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın. Her şeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz. (Hicr Sûresi: 21) âyeti yaratılışta ölçü bulunduğunu gösterir. İnsan da yeme-içme ve diğer ihtiyaçlarında bu kaideyi izlemelidir.
İktisatsızlık ve israf, insana sadece maddî zarar vermekle kalmıyor, insanın ahlâkına da tesir ediyor. Buna mukabil iktisat ise insanda yüce ahlaki sıfatları yerleştiriyor. İktisatlı yaşamak insanın kulluk bilinciyle ilişkilidir. İktisat Risalesi’nden mealen alınan ifadelere göre, Bediüzzaman iktisadın kulluk şuuru, düzenli yaşama ve insanlar arası ilişkilere dair sonuçlarından bir kısmına dikkat çekmektedir. Bunları şöyle tesbit edebiliriz:
İktisat Nimete ve Onu Verene Hürmettir
İktisat Allah’ın nimetlerine karşı manevî bir şükürdür ve bu nimetlere gösterilen bir hürmettir. Nimete hürmet ve şükür ise en önemli ahlâkî bir vazifedir.
“Şükür” sözlükte; semizlemek ve gelişmek anlamlarına gelir. Hayvanların yedikleri gıdanın etkisinin bedenlerinde apaçık ortaya çıkması Arapça’da bu kelime ile ifade edilir. Din dilindeki “şükür”, ise, Allah’ın ni’metinin etkisinin kulun dilinde “itiraf ve övgü”; kalbinde “şahitlik ve sevgi”, organlarında da “itaat etme ve boyun eğme” olarak ortaya çıkmasıdır. 2
Nimete hürmetin bazı şartları vardır.
Yemekten önce elleri yıkamak, yemeği sofrada oturarak yemek, otururken dizler üzerine oturmak ya da ayaklardan birisini karnına doğru çekmek. Hz. Peygamber de (asm) çoğu zaman dizleri üzerine çökerek, yer ve şöyle derdi: “Ben yaslanarak yemem. Çünkü ben kulum. Kölelerin yiyişi gibi yer ve kölenin oturuşu gibi de otururum’. Yemekten karnı tıka basa doymadan kalkmak. Gıdaları ibadetlerini yerine getirmek niyeti ile yemek. Yedikleriyle güçlenmeye ve Allah’a ibadet etmeye niyet etmelidir ki, yemekle de Allah’a itâat etmiş olsun. Yemeği sadece lezzet alma ve zevklenme gayesiyle yememelidir. Çünkü tıka basa karın doyurmak şehvetlerin uyanmasına sebeptir. Bunlar nimetlere hürmetin bir kısmıdır. Helâl ve temiz gıda ile beslenmek ise farzdır.
Hz. Peygamber (asm) şöyle demiştir: “Hiçbir insan, karnından daha şerli bir kabı doldurmuş değildir. Âdemoğluna, belinin düzeltilmesine yardımcı olabilecek kadar yemek yeter. Eğer bu kadarcıkla iktifa etmezse karnını üçe taksim etmelidir. Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefes almaya ayırmalıdır.
Enes bin Malik’ten gelen bir rivayette ise “yemekle ilgili çıkarılan bidatların en büyüğünün doyasıya yemek olduğu” ifade edilmiştir.3
İktisat Onurlu Bir Hayatın Temel Şartlarındandır 
İktisat insanda olumlu bir kişilik özelliğidir. En önemli sonucu da vakar, onur ya da izzet sahibi olmaktır. İktisadın kazandırdığı yüce niteliklerden birisi olan vakar, ağırbaşlılık demektir ki, bu nitelik, hafifliğin ve şahsiyetsizliğin zıddıdır. Vakarlı olma Kur’ân’da övülen bir özelliktir. “Allah’ın has kulları onlardır ki; yeryüzünde sükûnetle ve vakarla yürürler” (Furkan, 63) Bu haslet korunur ve yaşanırsa kişinin vazifesinde yükselmesini, şeref ve haysiyetinin korunmasını ve nüfuzunun yerinde olmasını sağlar.
Peygamberimiz de (asm) bir hadisinde, “Olumlu tutum ve davranış göstererek ölçülü olmak, peygamberliğin yirmi beşte biridir” buyurmuştur. Bununla vakarın, peygamberlerde bulunan güzel hasletlerden biri olduğu ifade edilmek istenmiştir. Yirmi beş sayısı, çokluktan kinayedir. Peygamberlerde birçok güzel sıfatlar vardır. Vakar da bunlardan biridir. Mü’min bunu benimsemelidir. İşte hadis bunun lüzumuna işaret etmektedir. 4
Vakar kişinin şerefini koruyan önemli bir haslettir. Bir başka hadiste, yine, “Kanaat eden yücelir, tama’ gösteren aşağılanır” buyrulmuştur.
İnsanlar şeref ve izzetleri ile kıymetlidir. Çünkü iktisatsız adam, borçlanmak durumunda kalır ve bu da manen bir dilencilik gibi, kişinin şeref ve onurunu rencide eder.
Kötü hasletler, batıl itikatlar gibi günahtır, manevi birer kirdirler.
Bediüzzaman iktisadın izzet sebebi olduğuna, kendi hayatından dikkate değer örnekler verir. Burdur’a sürgün gönderildiğinde onunla birlikte sürülen bazı zengin zatlar, sıkıntı çekmemesi için ısrarla, ona, zekâtlarını vermeyi teklif ederler. Bediüzzaman bu kişilere, “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” diye karşılık verir. O zenginlerden bir kısmı iktisatsızlık yüzünden borçlanmak durumunda kalırken, Bediüzzaman yanındaki az para ile 7 sene iktisat ve bereketle idare eder. Hayattaki en önemli prensibi olan “nastan istiğna”yı bozmayarak insanlara yüz suyu dökmekten kurtulur.
İsrafa harcanan para ile kimi insanlar, haysiyetini, namusunu rüşvet olarak vermekte ve dinini bile satabilmektedir. İsrafa giden para, aslında kaybettirdikleri dikkate alınırsa, çok pahalıya mal olmaktadır! Çünkü bazı fantezi ve israfları yapan insanlar bunun için meşrû olmayan kazanç yollarına tevessül etmekte ve haram helal demeden sürekli kazanmayı ve bu parayı ihtiyaç olmayan şeylere harcamayı yaşantı tarzı haline getirmektedirler.
Hayatı devam ettirecek rızkı helâl dairesinde kazanmak mümkündür. Hayatı sürdürecek kadar rızık Allah’ın taahhüdü altındadır. “Şüphesiz rızık veren mutlak kudret sahibi olan Allah’tır”.  (Zariyat, 58) ve “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın” (Hud, 6) âyetleri, canlıların ummadığı bir şekilde rızkını vermenin Allah’ın uhdesinde olduğunu bildiriyor.
İktisat, şerefli ve onurlu bir hayat hazırlarken; israf, sefalet ve zilletin kapısını açmaktadır. Rızk için haysiyetini çiğneyenler Allah’ın uhdesinde olan fıtrî rızkın değil, “gelenek ve görenek belası ile tiryakilikle terk edemediği” şeyler uğruna sıkıntıya girmektedir. Tiryakilik zoru ile elde edilmeye uğraşılan bu tür rızk için insanlar, bazen alçak insanların ayaklarını öpmek zorunda kalıyorlar. Bu da iktisatsızlık yüzünden olmaktadır. Demek ki iktisat ve kanaat kişinin ahlâkî onurunu, haysiyetini, dinî ve dünyevî şerefini koruyan bir zırhtır.
Bediüzzaman’ın şu cümlesi bu açıdan çok manidardır:
“İktisat etmeyen zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir.”
İktisadın izzet ve şeref vesilesi olduğunun bir örneği de cömertlikte dünyaca meşhur Hatem-i Taidir. Hatem misafirlerine hem ziyafet verir hem de hediyeler dağıtırmış. Böyle bir ziyafet verdiği esnada çölde dolaşırken, ihtiyar, fakir, sırtındaki dikenli çalı yükü cesedine batmış ve kanatır vaziyette bir adam görür.
Hatem ona der ki,
“Hâtem-i Tâî, ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”
O iktisatlı ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”
Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi gördün?”
Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”
İktisatı terk edip hırsa yönelmenin bir sebebi insanın Allah’ın unutup sebeplere çok fazla kıymete vermesidir. Oysa esbap ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebep olur. Meselâ, köpek sadakati ile meşhurdur. Küçük bir iyilik karşılığında köpeğin sahibine ne kadar yaltaklandığı ve kuyruk salladığını görürüz. Bu sıfatı ile ona mübarek bir hayvan nazarı ile bakılması gerekirken durum bunun tam tersidir. İnsanlar onu pis kabul etmiştir. Tavuk ve inek gibi hayvanlar ise insanlardan aldıkları nimetlere karşı insanlara bir şükran hissi taşımadıkları halde, insanlar onları mübarek saymıştır. Bunun sebebi köpekteki hırs hastalığıdır. Köpek hırsla zahiri sebeplere öyle önem verir ki, hakikî nimet verici Allah’tan gaflet gösterir. “Vasıtayı müessir bilerek, hakikî sebep olan Allah’a gösterdiği gafletin cezası olarak” insanlar tarafından necis sayılmıştır. Ta ki temizlensin. Çünkü hükümler hadler, günahları affeder. Köpek insanlar arasında, tahkir darbesini gafletine binaen yemiştir!
Öteki hayvanlar ise, sebeplere ve vasıtalara o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru eder-senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda tanışma yokmuş gibi davranır. Fakat onların, Mün’im-i Hakikîye şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratları Sânii bilir ve hâl dilleriyle şuur olsun olmasın, ibadetlerini yaparlar. Evet, kedinin mırmırları “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm”dir. 5
Dipnotlar:
1- Ş. İ. Ansiklopedisi, İktisat md.
2- Kalkan, Ahmet, Kavram Tefsiri, Şükür md.
3- Gazali, İhya, c. 2 Yemek dosyası, Hadisler: Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce, (Mikdad b. Madî Kerib’den)
4- Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/605. K. Sitte hz.: 4776.
5- Nursî, Mesnevî-i Nuriye, 62.