30 Kasım 2022 Çarşamba

ASLA ÜMİTSİZLİK YOK

 Umut Kapımız İmanımız

Biz mü’miniz; Allah’a inanıyoruz, güveniyoruz, itimad ediyoruz. İmânımız bize öyle bir ümit ve ricâ kapısı açıyor ki, aslında yüz bin dünya derdi de gelse yine hafif kalır, yine çekilir cinsten olur. Fakat biz şüphesiz, dertten ve belâdan Allah’a sığınıyoruz, sığınmalıyız. Çünkü Allah’a sığınmak bir ibadettir.

Cenâb-ı Hak bütün canlıların, bütün hayvanâtın, bütün mahlûkatın, bütün kullarının yegâne umududur. Herkes, her derdinde, her kederinde, her ıztırabında yalnız Cenâb-ı Allah’a sığınır, yalnız Cenâb-ı Allah’tan ümit eder. Umutların tükendiği noktada, Allah’ın rahmet ve umut kapısı hep açıktır. Emin olmalıyız ki, Allah Kendisine iltica edenlere şefkatle ve merhametle yardım eder.

Her zaman ve her yerde, her darlıkta ve her olumsuzlukta kullarının mutlak ümidi olan Cenâb-ı Hak, bütün kapıların kapandığı zamanlarda kullarına yeni kapılar açar, yeni çıkış yolları gösterir. Mü’min, Allah’tan umudunu hiçbir zaman kesmez.

Mü’min Umutsuz Olmaz

Cenâb-ı Hak, “Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? O halde Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler.” buyuruyor.

Acziyetini bilen bir kulun Allah’a tevekkülden eşsiz bir tesellî bulacağını beyan eden Bediüzzaman, Fâtihâ Sûresi’ndeki “Nestaîn” kelimesinin tevekkül manasını ihtiva ettiğini, bu mukaddes kelimenin çaresi tükenmiş kullara tesellî verdiğini ve Allah’ın recâ ve ümit kapısını her an, her an açık tuttuğunu kaydediyor.

Allah’ın emrine muhatap olan insanlar, korku ve ümit ortasında bulunurlar. Takvâyı umarak Rabbine ibâdet etmesi gereken insan, ibadetini yeterli saymamalı, ibadetinden çok Allah’ın rahmetine güvenmelidir.  Ümidin kaynağı imandır. İman, dünya ve âhireti nimetlerle süslenmiş iki sofra olarak insanın önüne sürer. İmân nimetini bize ihsan eden Rabbimiz, bize her bakımdan kâfidir.

Recânın ve umudun cemâlî bir tecellî olduğunu  kaydeden Üstad Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın, tesellî isteyen kullarının dâima refîki, arkadaşı ve dostu olduğunu, şefkatini kullarından esirgemediğini  beyan eder.

Ölüm Bile Mü’mini Ümitsizliğe Atamaz

Üstad Hazretleri’ne göre, mü’min için hiçbir zaman umutsuzluk ve yeis söz konusu değildir. Ölüm bile mü’mini ye’se ve ümitsizliğe atamazken, mü’minin başka hangi sebeple ümitsizliğe düşmesi beklenebilir ki? Zira ölüm yokluk ve umutsuzluk kapısı değildir.  Mü’min için ölüm mekân değiştirmekten ibârettir. Kabir ise, karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nûrâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünyâ da bütün ihtişâmıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Dünya zindanından Cennet bahçelerine çıkmak, dünya hayatının rahatsız edici dağdağalarından rahat âlemine ve ruhların uçtuğu meydana geçmek ve mahlukâtın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp Rahmân’ın huzuruna gitmek bin can ile arzû edilir bir seyahattir ve eşsiz bir saadettir. Cenâb-ı Hak ölüm esnasında bu can ve ten mülkünü bizden, bizim için muhafaza etmek üzere alacak, fakat sonra tekrar geri iade edecek ve fiyat olarak da-inşaallah-Cenneti ihsan edecektir. 

Üstad Bediüzzaman mealen der ki: Cenâb-ı Hak bizi yoktan var etmiş, göz, kulak ve her âzâmızı hiçten açmış, yaratmış, cismimize bir dil ve bir kalp takmış, bedenimize ve cihâzâtımıza, türlü türlü nimetlerini tartmak ve tanımak için sayılamayacak kadar hassas ölçücükler yerleştirmiş. Aynı zamanda isimlerinin çeşit çeşit hazinelerini anlamak için dil, kalp ve fıtratımıza hadsiz duygular koymuştur. Rahmet, şefkat ve kudret sahibi Cenâb-ı Allah bütün maksatlarımız ve umutlarımız için bize yeterlidir. 

O halde Allah’a dayanmalıyız, Allah’a sığınmalıyız, Allah’a duâ etmeliyiz. Dünyanın hangi sıkıntısı olursa olsun; bilmeliyiz ki, bir kapıyı kapayan Rabbimiz, bize başka bir kapı açar. Ve yine bilmeliyiz ki, sabrettiğimiz ve Allah’tan ümidimizi kesmediğimiz takdirde, her sıkıntının perde arkası mutlak hayırdır, mutlak sevaptır, Allah’ın rızâsıdır ve her sıkıntı aslında birer âhiret azığı teşkil etmektedir.


29 Kasım 2022 Salı

HER ŞEY DEĞİŞİR ÖLÜM DEĞİŞMEZ

 Bütün canlılar yaşamları boyunca herşeyin değiştiğini, değişmeyen tek  şeyin ölüm hadisesi olduğunu bilirler.Ecel birdir tegayyür etmez,yani değişmez.Şurası bir gerçektir ki eceli gelen ölür.

Bu bildikleri ölüm olayı karşısında çaresizlik içerisinde sabır ile sükunet bulurlar.

Evet ölüm dünya hayatının sonu ahiret hayatının başlangıcıdır.Onun için ölüm, yokluk değil, hiçlik değil yeni bir hayatın başlangıcı dünya hayatının sonu bir terhis ve bir tebdili mekandır.

Herşey değişir, insan doğar,büyür yaşar ve nihayet yaşlanır ve ölür.Yani nasıl doğum ile yeni bir hayata göz açarsa,ölüm ilede başka bir alemin kapısını çalar ve kabir denilen kapıdan ahıret alemine yeni bir hayata başlar.Ruhlar aleminden anne karnına,anne karnından doğum ile bu dünyaya,bu dünyadanda ölüm hadisesi ile ahıret alemine göç eder. Demek ki ölüm idam değil,yokluk ve hiçlik değil yeni bir aleme geçiş hadisesidir.

Ölüm canlılar için vukubulan bir olaydır.Cansız varlıklar için ölüm söz konusu olmaz. Zaten onlar cansızlık ile değişmez hakikati isbat etmektedirler.Herşey değişir bilinen görülen yaşanan her olay gibi. Ölüm olayı ise ne vakit başımıza gelecek bilinmez onun için değişmez. Zamanı gelince tüm canlılar ölümü tadar ve dünya hayatından yeni bir alemin  kapısından ahıret hayatını yaşamak, Allah'ın emri doğrultusunda mükafat ve mücazat görmek üzere, ücretini almak için davet olunur.Zindanı dünyadan bostanı cinana Rabbi rahiminin izni ile kavuşur.İmtihan bitmiş ibadet külfeti sona ermiş istirahat için bir başka aleme göç edilmiştir. İnsan aynı zamanda bir yolcudur.Yolculuk için çıkan bir yolcunun dinlenmesi gibi  eğer dünya hayatında ahıret hayatına lazım olacak erzakı temin etmiş  ise ölüm ile rahata kavuşarak zahmetten rahmeti ilahiyeye cennet denen o yüce mevkiye kavuşmuştur.Ölüm bu mükafata kavuşmaya vesile olmuştur.Bu şekilde vukubulan ölümden ürküp kabirden korkmaya gerek var mı? Allah her canlının ve bilhassa insan denen bu aciz varlıkların ölüm anında yâr ve yardımcısı olsun,imanı kamil ile son nefesimizde çene kapamayı nasip etsin.Amin.

Rafet Özcan


GÜNAHIN KÜÇÜKLÜĞÜNE ALDANMA

 Günahımız kime karşı? 

İnsan iki şeyden mürekkeptir; birisi bedeni, diğeri ise ruhudur. İnsan bedeni bu kâinatın maddesiyle münasebettar olduğu gibi; ruh da o madde­de tecelli eden esmâ-i İlâhiye ve sıfat-ı kudsiye ile ve bunların müsemmâ ve mevsufu olan Sani-i kâinat ve Hâlik-ı ezel ve ebedin marifeti ve mu­habbetiyle alâkadardır. Meselâ; insan bedeni, bir elmadaki vitaminler ile alâkadar olurken ruhu da bu elmada tecelli eden lûtuf ve ihsana, kerem ve in’ama meftûn ve onların Sahib-i Zülkemâl’i olan Rahmân-ı Rahîm’e müteveccihtir. İşte, irade sıfatından gelen Tekvinî şeriatiyle bu kâinat sarayında had ve hesaba gelmez bir nimet sofrasını insan bedeninin önüne seren Sani-i Kerîm; o insanın kalben ve ruhen terakki etmek için yapması icabeden şey­leri de Kelam sıfatından gelen şeriatiyle, yani emir ve nehiylerinin mecmu­ası olan Kur’an-ı Hakîm ile insanın önüne sermiştir. Tekvinî Şeriat âhiretten ziyade dünyaya nâzır olduğundan, bu kâinat sof­rasından maddeten istifade etmek de ruhtan ziyade, bedenle alâkadardır. Dünyadan ziyade âhirete nâzır olan Kur’ân-ı Hakîm ise, insanın hangi mânevî gıdalarla rıza-ı İlâhiye’ye ve saadet-i ebediyeye mazhar olacağını ve nelerden içtinabla gazab-ı İlâhî’den ve şekavet-i dâimeden mahfuz ka­lacağını bizlere bildirmiştir. Ruhun bedenle, ebedî saadetin ise bu fani hayatla kıyas kabul etmeye­ceğini idrak eden insan, Kur’ân-ı Kerîm’in fermanlarına harfiyen riayete azami derecede hassasiyet göstermelidir. Bedenini beslemek için kâinattaki ışıktan, havadan, sudan tut, ta sebze­lerin ve meyvelerin envaına kadar her şeye ihtimam gösteren ve bu noktada aza kanaat etmeyen insanın, bu ihtimamı çok daha fazlasıyla; ruh ve kalbi­ni besleyen mânevî gıdalara yani Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve nehiylerine karşı da göstermesi yaratılışının muktezasıdır. Bir insan, bedenini beslemek için bir cihetle kâinatı yiyor, yine de onu muhafaza edemiyor ve ölüyor. Ruhuna karşı ise hakikatın zıddıyla muamele ederek, sadece bir iman ettim demekle yetiniyor ve ruhun gıdası olan amellerde ihmalkârlık yapıyor. Yalnız mücerred bir imanın ruh binamızı ayakta tutacağı ve onu ebedî saadete kavuşturacağı çok şüphelidir. Bedenimizin çeşitli gıdalarla beslen­mesi gibi, ruhumuzun da sıhhatını muhafazası ve terakki etmesi için birçok gıdalar alması lazımdır. Kur’ân-ı kerîm bütün ayetleriyle ve umum ehâdis-i nebeviye bu gıdaların neler olduğunu bize öğretmiş bulunmaktadır. İnsan sadece ekmek yemekle iktifa etmediği gibi, sadece namaz kılmak­la da iktifa etmemelidir. Bir kimse, bedenine ihtimam gösterirken, her âzasıyla alâkadar oluyor ve zararlardan muhafazaya çalışıyor. Meselâ, ayağındaki bir parmağına ehemmiyet vermemezlik etmiyor. Bu parmağa bir arıza geldiğinde bütün kuvvetiyle onun yardımına koşuyor. İnsan bu hassasiyeti ruhu için de gös­termeli ve işlediği hiçbir günahı küçük görmemelidir. Her günahın ruhta açtığı yara, muhtelif ve mütefavit olmakla beraber, en küçük günah dahi, misâldeki parmak yaralanması gibi, ruhu incitmektedir. Meselenin diğer bir yönünü de yine bir misâlle izaha çalışalım: Bir padi­şahın muhtelif emirleri ve bu emirlere uymamanın da muhtelif cezaları var­dır. Cürümler ve cezalar muhtelif olmakla beraber, bütün cürümlerin müş­terek olduğu nokta, padişahın emrine riayet edilmemesi meselesidir. Bir kimse bu noktada küçük suçları da kendi nefsi itibariyle büyük addetmeli ve sultanın emirlerine itaatsizlikten şiddetle çekinmelidir. Aynen bunun gibi, küçük günahların büyük günahlarla ittifak ettikleri husus, her iki hâl­de de bu kâinatın Mâlik-i Ebedî’si ve Sultan-ı Sermedî’sinin emri hilâfına hareket edilmesidir.Yani, günahın küçüklüğüne değil, günahın kime karşı işlendiğine nazar edilmelidir. Yukarıda izah ettiğimiz mesele, kendi nefsimizi günahlardan muhafaza için dikkate almamız gereken önemli bir nokta olmakla beraber, başkaları­nın günahlarını bu düşünce tarzıyla değerlendiremeyiz. Müsbet ve menfî bütün fiillerin fazilet ve mahzur; mükâfat ve ceza dereceleri en ince teferru­atına kadar dinimizce tayin ve tesbit edilmiştir. İşlenen müsbet veya menfî bir fiile terettüb eden bu ceza veya mükâfatı noksanlaştırmak veya çoğaltmak hiç kimsenin haddi değildir. Binaenaleyh, kendi işlediğimiz küçük günahlarımızı büyük görerek sakınmaya çalışabi­leceğimiz hâlde, başkalarının günahlarını ancak dinimizin tesbit ettiği ölçü­ler içinde değerlendirebiliriz. 

VEFA DUYGUSU

 Vefa kelime manası; sözünde durma, sevgi ve dostlukta muhabbette devam etme, kendini seveni unutmama, alâkayı kesmemektir.

Dürüst olmak, sadık olmak, sözünde durmak  yeminini bozmamak anlamları da vardır.

İnsan yaradılışının hikmeti gereği “Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.” Evet insan bir yolcudur hem de çok az konaklayacak bir misafirdir. Bu yolculuk esnasında pekçok paylaşım yaptığımız dostlarımız, ahbaplarımız, hayatın ağır tekâlifleri karşısında ve ulvî dâvâvamızda bizim yükümüzü hafifleten, içimizi serinleten samimî dostlarımız, kardeşlerimiz çıkar karşımıza. Lâkin gün gelir herkes büyür, hayat sefinesinde bir yerlere savrulur, dağılır, kimisi de ahiret âlemine intikal eder. İnsan zaman zaman bu vedalardan derin bir hüzne kapılır ki evvelden beridir şiirlere, türkülere konu olmuştur.

Yunus Emre’nin dediği gibi;

“Vara vara vardım şu kara taşa

Yazılan geliyor sağ olan başa

Beni hasret eyledin dosta kardaşa

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm.

Nice sultanları tahttan indirdi

Nicesinin Gül benzini soldurdu

Nicesini dönmez yola gönderdi

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm.

Hakikî imanı yakalayan birisi için şu söz geçerlidir

“Ölüm güzel şeydir Allah yâr ise

Vedalar güzeldir, vefa var ise”

Risale-i Nur’un bence en lâtif özelliğindendir ki herbirşey her hadise ya bizzat güzeldir ya da neticeleri itibariyle güzeldir. Hakikî bir mü’min için daimi bir hüzne, yeise gerek yoktur yer de yoktur. İşte Kur’ânî bakış açısıyla hadisata bakan biri ölümün yüzüne güler, firakların geçici olduğunu bilir, kaderine rıza gösterir, tevekkülle belâ yüzüne güler ta o da gülsün o güldükçe belâlar küçülür eder tebeddül.

Dünya misafirhanesine gelen her bir yolcu bu hakikatlerle karşılaşır ki dünyanın fani olduğunu bilsin, aslî vatanının Cennet olduğunu unutmasın geçici hüzünlere firaklara ehemmiyet vermesin. Başta kal-ü belâda verdiği ahde vefa göstersin. Sonra Cenab-ı Hakk’ı yani onu en çok seveni unutmasın, her an onun huzurunda olduğunu hissetsin.

İşte en büyük vefa Cenab-ı Hakk’ı bilmek, O’nun emrini yerine O’nu sevmektir.

Vefa denilince şu hatıra gelir aklıma: Zamanın birinde yaşlı bir adam ekmek fırınının önüne gider ve hep bir önceki günün ekmeğini alırmış. Bir, iki, üç beş derken fırıncı ihtiyarın bu haline acımış ve ona taze ekmek uzatmış. İhtiyar durumu fark etmiş yanlış oldu deyip dünki ekmeği rica etmiş. Fırıncı sebebini sorunca “Dün Asr-ı Saadete birgün daha yakındı bunun için evlâdım” demiş.

Ne denli samimî bir muhabbet ve ince bir lâtife.

Efendimizin (asm) Veda Hutbesi’nde bize emanet bıraktığı Kur’ân-ı Kerîm okumak, anlamak, yaşamak ve Sünneti Seniyyeye ittiba etmek de vefadır.

Yavuz Sultan Selim, her gece okuduğu hiç eksik etmediği salâvatı şerifeler, Üstadımızın ve diğer kıymetli Allah dostlarının virdlerine devam edip aksatmaması, tesbihatlarına, tahmidatlarına, devam etmesi ve Nur Talebelerinin başta kendi nefsine okuduğu derslerin Cenab-ı Hakk’ı sevmek, tanımak Resulullah’a (asm) muhabbet etmek, kulluk vazifesini bilmek de vefa değil midir?

Vefat eden büyüklerimize sevdiklerimize bilhassa bayramlarda mezarlığı ziyaret edip ruhlarına hediye edilen duâlar hatimler de dinimizin bize kattığı vefa örneğidir.

Üç günlük fani dünyada hoş bir seda bırakarak vefa gösterenlerden olmak duâsıyla…


28 Kasım 2022 Pazartesi

KADERİ TENKİT RAHMETTEN MAHRUM BIRAKIR

 Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar.

Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

   Acaba, bir gün adavete değmeyen bir şey'e, bir sene kin ve adavetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?

Halbuki mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip, onu mahkûm edemezsin.

Çünki evvelâ, kaderin onda bir hissesi var.

Onu çıkarıp o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Sâniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adavet değil, belki nefsine mağlub olduğundan acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Sâlisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör; bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlub edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenablıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.

Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye; güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedid bir hırs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adavetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.

   İşte hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adavete ve fikr-i intikama, -eğer şahsını seversen- yol verme ki kalbine girsin.

Eğer kalbine girmiş ise, onun sözünü dinleme.

Bak, hakikatbîn olan Hâfız-ı Şirazî'yi dinle: دُنْيَا نَه مَتَاعِيسْت۪ى كِه اَرْزَدْ بَنِزَاع۪ى

   Yani: "Dünya öyle bir meta' değil ki, bir nizâa değsin." Çünki fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir.

Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın!..

Hem demiş:

آسَايِشِ دُو گ۪يت۪ى تَفْس۪يرِ اِينْ دُو حَرْفَسْتْ

بَادُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بَادُشْمَنَانْ مُدَارَا

   Yani: "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir."

Mektubat

İNSANİ DEĞERLERE ÖNEM VERELİM

 “Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulû’l-emirlerimiz düşünsünler” diyen Bediüzzaman Hazretleri’nin yüzde birlik olarak bahsettiği siyasi yönetimi İslam dinine yakın hale getirmişlerdir. 

Hristiyan âleminde bu güzel gelişmeler olurken; maalesef İslam âleminin istibdat rejimleri ile ayak sürümesi ‘zillet’ içerisinde ‘İlâhî tokatlara’ müstahak olmasına yol açmıştır. İslam milletlerinin cehalet, zaruret, fakirlik, düşmanlık ve hukukunu bilip savunamama gibi hastalıklara maruz kaldığını gören Bediüzzaman Hazretleri bu durumlardan kurtuluş çarelerini eserlerinde izah etmiştir.

Peki, madem demokratik ülkeler idare sistemleriyle nispeten huzur bulmuşken neden aynı ülkeler Müslüman ülkelerde ve üçüncü dünya ülkelerinde sömürgeci zihniyetlerine devam etmektedirler?

Mesela Fransa; Afrika kıtasındaki on beş ülkenin gelirlerinin yüzde seksen beşini şirketler vasıtasıyla gasp ederken ancak yüzde on beşlik geliri bu ülkelere bırakarak, ‘bir sonraki seneye de köleliklerine devam etsinler’ mantığıyla hareket etmektedir. Uyanıp itiraz eden ülkelerde karışıklık çıkararak ya da darbe yaptırarak kendilerine hizmet eden idarecileri yönetime getirmektedir.

Bediüzzaman’ın tespiti şöyledir: “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr [ücretli] olmak da istemez.” (Sünuhat, Rüyada Bir Hitabe). 

Bediüzzaman Hazretlerinin ‘gizli zındık komiteleri’ ve ‘dinsizlik cereyanları’ diye isimlendirip dikkat çektiği bu ‘güç ve sermaye’ odakları hem ‘dindar İsevî’leri hem de Müslüman ülkeleri taciz etmeye devam etmektedir. 

İşte bu yüzden ‘insani değerler’e sahip çıkılması önem kazanmaktadır

GÜN GELİR HESAP SORULUR

 Demokrasi millet iradesinin hakim olduğu parlementer hükümet sistemidir.Yani muhalefeti olan meclisi işler halde bulunan bir yönetim şeklidir.Devletin şekli Cumhuriyet ise, Cumhurbaşkanı olur, yok krallık ise kralı bulunur.Hükümet onayı Başbakan adayına verilir. Cumhurbaşkanı veya kral, kurulan hükümeti uygun bulursa onaylar. Başbakan olan kişi de bakanları ile hükümet olarak ülkesini yönetmeye başlar. Bu şekilde  ülkeler kanunlar çerçevesinde bir hükümet tarafından yönetilir.

İktidar olanların muhalefeti dışlayarak tek başına kendi  çıkarları için çıkardığı kanunlar iktidarı kaybettikleri gün, yani bugünün muhalefeti iktidar olunca, bu çıkardığınız kanunlarla sizi mahkum ettirebilirler.Kendi çıkardığınız kanunlar ayağınıza bağ olabilir.Yaptığınız yanlışlar başınıza iş aöabilir.Güngelir bugün haksızlık yaparak hesap sorduklarınıza kanun önünde hesap verir duruma düşebilirsiniz. Birde bugünün iktidarının her yanlışına okey deyip ses çıkarmayan ve alkışlayan medyanın seçme hakkını yanlış yere kullanan halkın da sorumlu olduğu hususlar vardır.İktidar değişikliğinde yeni iktidar olanlardan hemen herşeyi değiştireceğini beklemek biraz saflık  ve insafsızlık olur . Yeni iktidarın yaptıkları yanlışlara ses çıkarabilmeniz için geçmiş iktidarın her yapılan yanlış işine sessiz kalmamanız gerekir. Yoksa yeni hükümetin yanlışlarına dur deme, vergi ve algılarına ses çıkarma hakkınız olmaz olamaz.

Bu arada aklıma merhum Nasrettin hocanın bir hatırası geldi;Hoca eşeğine binmiş gidiyor eşek başlamış yerdeki rastgeldiği şeyleri koklamaya, hoca eşekten inmiş kokladığını alıp torbaya koymuş. akşam eve varınca torbayı eşeğin başına geçirmiş.Torbadakileri beğenmeyen eşek kafa sallamaya başlayınca, hoca, behey köftehor niçin kafa sallarsın sen beğendin ben koydum der.

Yarın hükümet değişikliğinde yeni hükümeti eleştirip ses çıkarabilmeniz için,  bugünden haksızlıklara yeter demeniz gerekmez mi ?Eğer ses çıkarmaz tepki göstermezseniz birileri size de sen istedin biz yaptık  şimdi niçin  itiraz edersin der,sizinde  söz söyleme hakkınız olmaz.

Tıpkı geçmişte yapılan yanlışlıkları onaylayıp, referandumları tasdik ederek sonra pişman olduğu gibi. Pişman olmamak için şimdiden yeter demesini bilelmek lazım Bu milletin sabrını zorlamamak ve zorlayanlara da dur demesini bilmek lazım.Zira iş işden geçtikten sonra  pişmanlık fayda vermez.

Bizden söylemesi gerisi size kalmış.

SÖZ GÜMÜŞ İSE SUKUT ALTINDIR

 

Ne güzel bir öğüt... Kelimeler ki, kimi zaman göklere çıkartır seni, kimi zaman yerle yeksân eder. Atalarımızın dediği gibi; “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı!”

İşte bu yüzden kime karşı olursa olsun kullandığımız kelimeler bizim seviyemizi belirler. Kimi zaman da suskunluklarımız seviyemizi belirler. İnsan ya sadece bilmediğinden susmaz, bildiğinden de susar. Edep bilir susar, saygı bilir susar, hak bilir susar, sevgi bilir susar, hatır bilir susar... Bazen de konuşsa bile birşeyin değişmeyeceğini bilir susar... Ve onların yerine melekler konuşur cevap verir.

 Rivayet edilir ki; Peygamber Efendimiz (asm) birkaç sahabesi ile birlikte sohbet etmekteydi. Arsız bir adam geldi ve Hazret-i Ebu Bekir’in yüzüne karşı lâf atmaya ve hakaret etmeye başladı. Hazret-i Ebu Bekir başlangıçta çok sabretti, cevap vermedi. Fakat adam susmak bilmeyince Hazret-i Peygamber’in de (asm) yanında bu kadar arsızlığı Hazret-i Ebu Bekir’i kızdırdı. Nihayet sabredemedi ve adamın lâflarını iade etmeye ve adama karşılık vermeye başladı. Peygamber Efendimiz de (asm) kalkıp yürüdü ve onları terk etti.

Yanlış yaptığını anlayan Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Peygamberin (asm) ardı sıra koştu ve Peygamber Efendimiz’den (asm) özür diledi.

Peygamber Efendimiz (asm): “Sen sabrettiğin sürece bir melek sana duâ ediyor, adama cevap veriyordu. Sen cevap vermeye başlayınca melek gitti şeytan geldi. Ben şeytanın bulunduğu mecliste bulunmam.” buyurdu.

Buradaki ölçüt, şu âyetin ölçütüyle aynı olsa gerek: “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan Sûresi, 72.)

Konuşmak ise, uygun muhatabına ve yerli yerinde yapılmalı.. İşte imtihan da burada. İnsan nefsine söz geçirebilse zaten uygun yerde susacak, uygun yerde konuşacak. Peki hangisi daha çok pişmanlık getiriyor, susman gereken yerde konuşman mı, konuşman gereken yerde susman mı? 

Sukut ile ilgili bazı güzel sözlere bakalım:

• Lâ Edri - Sustuğun hiçbir cümleden, konuştuğun kadar pişman olmazsın.

• Mehmet Âkif - Konuşmak bir mana ise, susmak binbir mana. Herkes konuşmasına konuşur, lâkin sükût yürekli olana!.”

• Lokman - Söz gümüş ise sükût altındır.

• Calvin Coleridge - Söylemediğim şeylerin hiçbiri, bana zarar vermedi.

• Confucius - Susmak, insanı ele vermeyen sadık bir arkadaştır.

• Confucius - Az konuşmaktan pek az, çok konuşmaktan ise çok sık pişman olunur.

• Mevlânâ - Kargalar ötmeye başlayınca, bülbüller susar.

• Goethe - Konuşmak ihtiyaç olabilir, ama susmak bir sanat’tır.

• Hz. Ömer - Esenlik ve huzur on kısımsa, dokuzu susmaktır.

• Özdemir Asaf - Konuşmak küçülür, küçülürse adı değişir susmak olur. Ağlamak büyür, büyürse adı değişir susmak olur...

• Fuzuli - Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.

Evet söylenince tesir olmayacaksa, nefse inat susmak gerekir. Maharet de burada işte. Gönül ehli olmak kolay değil. Bırakın kalp kırmak konuşanlara münhasır olsun, biz gönül ehli olalım...

Rafet Özcan


27 Kasım 2022 Pazar

EMANETİ EHLİNE VERMEK


"Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.

Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor!

Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür".

{Âyetin emanet ve adalete riayet emri ebedî ve genel bir düstur olmakla beraber, güzel de bir nüzul sebebi vardır: Hz.

Peygamber (s.a.) Mekke'yi fethedince, Kâbe'ye bakan Osman b.

Talha kapıyı kilitlemiş, Kâbe'nin üzerine çıkmış ve anahtarı vermeyi reddederek: "Senin peygamber olduğunu bilseydim onu verirdim" demişti.

Hz.

Ali anahtarı zorla ondan aldı, kapıyı açtı, Hz.

Peygamber içeri girerek iki rekat namaz kıldı, çıkınca amcası Abbas, anahtarı ve şerefli bir görev olan bakıcılığı kendisine vermesini istedi.

İşte bu münasebetle 58.

âyet nâzil oldu.

Efendimiz, Hz.

Ali'ye "anahtarı eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini" emretti.

Bu olay Osman b.

Talha'nın da müslüman olmasına sebep teşkil etmiştir.}

Mealli Kur'an - 86

İNSANIN DOKUZ GAYESİ

 

1-İnsan, kendi varlığına konulan zengin duygularla, Allah’ın, rahmet hazinelerinden bize gönderdiği zengin nimetleri tartmak, ölçmek ve yegâne rızk vericinin Allah olduğunu kavramakla yükümlüdür.

2-İnsan, kendi hayatına takılan zengin duygularla, Allah’ın güzel isimlerinin gizli hazinelerini açmak ve o isimler ile Allah’ı tanımakla yükümlüdür.

3-İnsan, Allah’ın her bir güzel isminin kendisine taktığı ince sanatları bilmek, kavramak ve bu ince sanatlarla diğer varlıklar üzerinde nüfuzunu ve ağırlığını kullanarak Allah’ın büyüklüğünü, güzelliğini ve sanatkârlığını anlamak ve ilân etmekle yükümlüdür.

4-İnsan, hâliyle, tavrıyla, davranışlarıyla, özüyle, sözüyle, olumlu-olumsuz her olay karşısındaki duruşuyla insan cinsi olarak Allah’a karşı kulluğunu ortaya koymakla yükümlüdür.

5-Bir öğrencinin, resmî kıyafetlerle kendini donatıp dikkatle resmî geçitte bulunarak kendisini devletin resmî erkânının nazarına arz ettiği gibi; insan, Allah’ın isimlerini, kendisine verilen latîf inceliklerle ve nâzik duygularla kavrayıp, her ismin gerektirdiği eşsiz sanatlarla süslenerek, onurlu bir kul sıfatıyla kendisini, Kendisi de Görücü olan Allah’ın nazarına arz etmekle yükümlüdür.

6-İnsan, varlıkların Allah’a karşı içinde bulundukları güzel duruşu görmek, varlıkların hâl dillerinin Allah’ı gösterdiğine tanıklık etmek, varlıkların Allah’ı zikredişlerini işitmek, Allah’ın emirlerini harfiyen dinlediklerini ve eksiksiz yerine getirdiklerini görüp değerlendirerek varlıkların bilinç dışı kulluklarını bilinçle Allah’a arz etmekle yükümlüdür.

7-İnsan, kendisine verilen azıcık ilim, azıcık kudret, azıcık irade, azıcık görmek, azıcık işitmek, azıcık konuşmak, azıcık yaşamak, azıcık yapmak, azıcık imar etmek, azıcık îcad etmek, azıcık sevmek, azıcık şefkat etmek, azıcık merhamet etmek, azıcık acımak, azıcık bağışlamak gibi sıfat ve hallerini bir ölçü sayarak, Allah’ın sınırsız kemal sıfatlarını, mukaddes hallerini, eşsiz ve kayıtsız isimlerini o azıcık ölçücükler ile bilmekle yükümlüdür. 

Meselâ küçücük iktidarı, ilmi ve iradesi ile bir evi muntazaman bina eden insan; bu koca kâinatın kendi evinden büyüklüğü derecesinde ustası olan Yaratıcısını o ölçüde güçlü, kudretli, ilim sahibi, hikmet sahibi, irade sahibi, icat edici ve yönetici olarak bilir ve tanır.

8-İnsan, varlıkların her birinin kendilerine mahsus dillerle Allah’ın birliğine ve terbiye ediciliğine dair tanıklıklarını anlamakla yükümlüdür.

9-İnsan, acizliği, fakirliği, ihtiyaç içinde oluşu, zayıflığı, eksikliği, kusurluluğu ve sair noksan sıfatlarıyla, Allah’ın kemal seviyedeki kudretinin, hadsiz zenginliğinin ve sair sınırsız kemal sıfatlarının tecelli derecelerini anlamakla yükümlüdür. 

Nasıl ki açlığın ve ihtiyacın şiddeti derecesinde yemeklerin lezzetleri ve güzellikleri anlaşılıyorsa; insan, sonsuz acizliği ve sınırsız fakirliğiyle Allah’ın sonsuz kudreti ve nihayetsiz zenginliğini kavrar.6


ŞAHISLAR FANİ

 İyilikle kötülüğün, hastalıkla sağlığın, iman ile küfrün, hayat ile ölümün mücadelesi yeni değil; insanlık tarihi kadar eskidir.

Hz. Âdem ile başlayan mücadele kıyamete kadar devam edecek. Zalimler, mazlumlar, âlimler, cahiller, peygamberler, filozoflar... İlâhlık iddia eden, kendini ölümsüz zanneden Nemrutlara, Firavunlara, Deccallere karşı hakkı, adaleti, tevhidi esas tutan kahraman insanlar.. Kimler geldi, kimler geçti? Hepsi geldi, hayat rolünü oynadı ve sahneden indi.

“Ölüm eski bir şeydir. Fakat insan onunla karşılaşınca yeni bir şey zanneder.”

“SEN DE ÖLECEKSİN!”

Hicretin 12. yılında (M. 632) dünyaya veda eden Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) vefatı Müslümanları derinden üzmüş ve mateme boğmuştu. Öyle ki O’nun (asm) gerçekten öldüğüne inanmayanlar bile olmuş. Ancak bu insanlar kısa sürede kendilerini toplamışlar, gerçeği görüp teslim olmuşlar. “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer Sûresi, 30)

Cesaret ve adalet timsali Hz. Ömer bile, kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramamış; hattâ herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle bağırmış: “Resûlullah ölmemiştir ve sağdır. Kim Muhammed öldü derse, onu kılıcımla iki parça ederim.”

BAKİ OLAN ANCAK ALLAHTIR

Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir ise:

“Kim ki Muhammed’e (asm) tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (asm) ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy’dır, ölümsüzdür.” demiş sonra da şu âyet-i kerimeyi okumuştu:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti. O ölür veya öldürülürse; gerisin geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah’a en küçük bir zarar vermiş olmaz. Fakat şükredenlere Allah mükâfatını verecektir.” (Âl-i İmran Sûresi, 144)

Hz. Ebû Bekir’in bu konuşması, ashâbın panik ve şaşkınlığını gidermiş, onları yatıştırmıştı. Çünkü her insan doğar, büyür, yaşar ve ölür. Basit, yalın ve değişmez gerçek budur.

HER GELEN GİDER

Peygamberimizin (asm) annesi Hz. Amine de vefatına yakın, aynı gerçeği şiir diliyle ifade etmişti: “Her başlayan biter, her gelen gider, her yeni eskir, her taze bayatlar, her güzel çirkinleşir, her yaşayan ölür. Ezelî ve ebedî olan yalnızca Allah`tır.”

İslâm ve iman dâvâsı Efendimiz’den (asm) sonra da devam etti. Dört halife, Ashab-ı güzin, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn. İslâmın bu günlere gelmesinde onların paha biçilmez emek ve fedakârlıkları var.

İPLER KİMİN ELİNDE ?

 

Bediüzzaman “Enneffasati fil’ukedi/düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden” (Felak Suresi, 4.) ayetinin yorumunda sihirbazların, “Maddî ve mânevî şerlerini, siyasî diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle…” (Şualar, Enstitü/internet, s. 243.), diye “global büyücülerin” medya vasıtasıyla sübliminal telkinle toplumu sihirlediklerini deşifre eder.

Ancak Narkozun da etkisi geçmeye başladı!.. “Hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır… millet uyanmış; mugalata (yanıltmaca) ve cerbeze (demagoji) ile iğfal (kandırılsa, ayartılmış) olunsa da devam etmeyecektir.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 51.)  

Özellikle Nur talebeleri, asla zalimleri alkışlayamaz, destekleyemez; sille vurur!  

Beşeriz, şaşarız, hata ederiz. Ama, tevbe kapısı açıktır. “Rahman, Rahim, Afüv, Gaffar, Settar” isimleri hatalılara müspet yaklaşmayı gerektirir. Ancak, onlar da “helallik alarak ve özür dileyerek tevbe” etmelidir! “Hîn-i meşrutiyette tevbenin kapısı açıktır ve tevbe edenler çoktur. Şimdiki rüesâya tevbih (azarlama) ve ta’nifte (darılıp meşakkat vermeye) hakkım yoktur. Ben taşımı sabıka atıyorum. Bazılarının hatırı kırılsa da mâzur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kırılmasın. Zira, milletin hatırı, onların hatırından daha âli, daha galîdir.” (Münazarat, s. 95, eksi baskı) 

Bediüzzaman, “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.” (Lem’alar, s. 91.) diyerek bunun İlahi yolunu gösterir… Affa müstahak olmak için “helallik alıp özür dilemek” şart!  

Samimiyet, ihlas, dürüstlük bunu gerektirir! 

26 Kasım 2022 Cumartesi

KORKU VE KORKMAK

 Havf da denen korku, insanda mevcut mühim hislerden biridir. Hayatın muhafazası için insan fıtratına Yaratıcı tarafından konmuştur. İnsan ve hayvanlarda müştereken bulunur. Korku hissi olmayan insan yoktur, denebilir. Bu hissin insan üzerinde büyük etkisi vardır. Birçok yönlenmeler bu his vasıtasıyla gerçekleşir. Bu hususu sathî olarak değerlendiren bir kısım pozitivist ve tekâmülcü espriler, insanlardaki din duygusunun temelinde korkunun olduğunu söyleyecek kadar ifrata kaçmışlardır. Onlara göre insan korktuğu şeylere, onların zararından kurtulmak için tapınmaya başlamıştır. Gerçekten insan dünyevî ve fani şeylerden korkmayı ifrat dereceye götürecek olursa ortaya çıkan durum bir şirk-i hafî olur ve bir taabbüd, bir nevi din mahiyetini kazanabilir. Zâlimler, dikdatörler, tarih boyunca tedhiş, terör gibi şiddetli korkutma vasıtalarını müessir bir silah olarak kullanarak insanları istedikleri gibi yönlendirmeyi başarabilmişlerdir.

İslâm, insanı korku vasıtasıyla zâlimlere esir olmaktan kurtarabilmek için Allah'tan korkmayı esas almış, ruhlarda onu tesbit etmeye çalışmıştır. Bu korkunun gerçek mânada girdiği kalplerde insanlardan korkma olmaz. Böylelerinde dünyevî korkular, hakikî değil, mecâzîdir, bir nevi tedbirdir, daha öteye geçmez. İnsanların korkusu ile inancından, dinî hayatından taviz vermemek bunun miyarıdır. İnsanların vicdan ve inanç dünyalarında istibdad kurmak isteyen ideolojik rejimlerin bütün güçleriyle İslâm'a ve İslâm dininin Allah korkusu prensibine saldırmaları bundandır. Kendileri, çeşitli vasıtalarla korkuyu hâkim kılmayı esas alıp bu maksadla putlarının en korkunç büst ve resimlerini yaygınlaştırırken "Allah'tan korkulmaz, Allah sevilir", "Allah öcü değildir" gibi, mugâlata ve demagojilerle Allah inancına saldırmayı, Allah'tan korkma prensibini istihza konusu yapmayı sistemle, ısrarla yürütürler. İslâm dininde Allah'ı hem sevmek ve hem de O'ndan korkmak esastır. Cenab-ı Hakk, cemâlî sıfatlarıyla sevilir, celâlî sıfatlarıyla korkulur. Hayatı ve hayatın levâzımını vermekle bizde tezâhür eden rahmetleri, lütufları sebebiyle Allah'ı sever, kulluk vazifemizdeki eksikliklerimiz,isyanlarımız sebebiyle de O'ndan korkarız. Allah'dan korkmamız Kur'ân'ın emrine uymak içindir. Zîra Kur'ân Allah'tan korkmayı emretmekte, zâlimler, âsiler için Allah'ın azâbını, cehennemi haber vermektedir.

Âyetlerde sevgiyi tahrik eden "cennet" kelimesi ile, korkuyu tahrik eden "cehennem" kelimesi çoğu kere yan yanadır. Keza, rahmet ve cennetiyle müjdeleyen âyetlerle, azab ve cehennemiyle korkutan âyetler de Kur'ân'da yan yanadır. Kısacası Allah korkusundan tecrid edilmiş bir İslâm düşünülemez.. Halk korkusunun getireceği esâret ve istibdat zehirinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu teşri etmiş, bunda ısrar etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mükerrer hadislerinde "halk korkusu" ile hakkı söylemekten kaçanları kınar, tehdid eder. Mü' min halktan değil Hakk'tan korkmalıdır.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), zâlimleri frenleyip endişeli ve hatta ölçülü, istikametli olmaya sevkedecek en müessir vasıtalardan biri olarak insanlardaki Hakk korkusunu gördüğü için gerçekleri dile getirmede halktan korkmamayı başka korkuları Hakk korkusunun üzerine çıkarmamayı ısrarla, tekrarla tavsiye etmiştir. İşte birkaç irşâd:"

Cihadların en efdali, değerce en kıymetlisi zâlim sultana karşı hakkı söylemektir."

"Aman dikkat edin; HALK KORKUSU, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın."

"- Sizden kimse nefsini hakir görmesin."

"- Ey Allah'ın Resûlü, kişi nefsini nasıl hakir görür?"

"- Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenab-ı Hakk kıyamet günü kendisine sorar. "Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?" O kul cevap verir: "HALK KORKUSU!" Allah o zaman şöyle der: "Asıl benden korkman gerekirdi."

"Eğer ümmetimin, zâlime: "Sen zâlimsin!" demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir."

Şu halde, korku hissi, şuurla, irâde ile kontrol edilmesi, imandan gelen bazı düsturlar çerçevesinde mürâkebe altına alınması gereken bir damardır. Eğer akılla, iman ve irâde ile bu damar üzerinde hakimiyet ve kontrol kuramazsak, hayatın muhafazasında gerekli bir kalkan ve tedbir iken, hayatımızı tahrip edip, saadetimizi zehirleyen, ağzımızın tadını mütemadiyen acılaştıran bir musibete dönüşebilir.Vehme müptela bir kısım insanların hastalığı, büyük ihtimalle, kaynağını korku damarından almakta, bu da söylediğimiz gibi, bu fıtrî duygu üzerinde aklî ve iradî bir kontrol kuramamaktan ileri gelmektedir.

Korku üzerine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan varid olan hadisler, bu meselede orta yolu bulmamızda yardımcı olacaktır.[1]


 


NEBÎ (S.A.V)’İN AÇLIĞA TAHAMMÜLÜ


Ebu Hureyre (r.a.) şöyle anlatıyor: Allâh Rasûlü’nün ailesine ait hiç bir evde ne ekmek ne de yemek pişirmek için ateş yakılmadığı olurdu. Bu hâl bazan bir ay, bazan da iki ay böyle devam ederdi. Dinleyenler “Peki ne ile yaşıyorlardı, ey Ebu Hureyre?” diye sordular. Ebu Hureyre (r.a.), “Hurma ve suyla geçinirlerdi. Bir de, ensardan bir kaç komşuları vardı. Allâh (c.c.) onları mükâfatlandırsın. Ara sıra Hz. Peygamber (s.a.v.)’e süt gönderirlerdi” dedi.

Mesruk şöyle anlatıyor: Hz. Aişe (r.anha)’nın hanesine gittim. Bana yemek verilmesini söyledi ve “Ben doyuncaya kadar yemek yediğim zaman ağlarım” dedi. Niçin ağladığını sorduğum zaman da “Resûlullâh’ın (s.a.v.) dünyayı terkettiği halini hatırlıyorum. Andolsun, Resûlullâh (s.a.v.) hiç bir zaman, bir günde doyasıya ekmek ile et yemedi” dedi.

Hz. Aişe (r.a.) şöyle diyor: Resûlullâh (s.a.v.) Medine’ye geldiği günden itibaren arka arkaya üç gün buğday ekmeğini doyasıya yememiştir.

Zaman olurdu ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hanımlarına ait hücrelerin hiç birinde, aylarca ne ışık yanar, ne de ateş yakılırdı. Zeytinyağını buldukları zaman, onu merhem yerine kullanır ve iç yağını bulurlarsa da onu yerlerdi. Allâh Resûlü (s.a.v.) ailesiyle beraber aç oldukları halde peşpeşe çok gece yemeden gecelemişlerdir. Onlar akşam yemeği bulamazdı. Ekmeklerinin çoğu ise arpa idi.

Ebu Hureyre (r.a.) şöyle anlatıyor: Peygamber oturarak namaz kılarken ben huzuruna girerek “Ey Allâh’ın Resûlü! Bakıyorum oturarak namaz kılıyorsun? Sana isabet eden nedir?” dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ey Ebu Hureyre! Açlıktır” dedi. Bunun üzerine ben ağladım, bana “Ey Ebu Hureyre! Ağlama, kesinlikle kıyamet gününde, hesabın şiddeti dünyada Allâh rızası için açlık çekene isabet etmez” buyur

MÜSBET HAREKET NEDİR?

 Hakikat şudur ki, “müsbet hareket” hiçbir zaman pasiflik, eylemsizlik ve hatta sivil itaatsizlik dahi değil, bilâkis meşrûiyetten sapmadan hakkın hatırını üstün tutmak, izzet ve vakarla zulme girmeden hakkı ve hakikati savunmaktır. Acze düşmemektir, “insanın vazifesi” ile “İlâhî vazife” ayırımını belirleyen bir hassasiyettir.

“Müsbet hareket” asla teslimiyet değil, haksızlığa, zulme, gadre karşı meydan okumaktır. Dâvânın, milletin izzetini muhâfaza ederek zâlime-zulme karşı direnmektir, sabırdır, metânettir. Mazlûmların, mâsumların hakkını korumaktır.

Âyetin hükmüyle, “Kâfirlere (dışa) karşı şiddetli, Müslümanların aralarında (içte) merhametli olmaktır. “Kâfirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı alçak gönüllü (yumuşak ve müsamahalı) hareket etmektir.”

“Müsbet hareket”, sünnetullaha riâyettir, muvaffakiyettir, selâmdır, sulhtur; hakta sebât ve sabırdır; hakkın hukukunu ve izzetini muhâfaza etmektir, haksızlığa karşı dirençtir, duruştur, mânevî cihaddır, zaferdir…

25 Kasım 2022 Cuma

ÖFKE;TOPLUMU SARAN KÂBUS

 

Engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusu; gazap, hiddet. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılandan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir.

Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur" denilmiştir.

Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak;

"(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever" (Âl-i İmran, 3/ 134) buyurmuştur.

Peygamberimiz'e gelerek kendisine öğüt vermesini isteyen bir adama Resulullah (s.a.s); "Öfkelenme!" demiş ve bu sözünü birkaç kere tekrarlamıştır (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Öfkeli birisini gören Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese muhakkak öfkesi geçer. O kelime: Eûzü billahi mineş-şeytânirracîm", sözüdür" (Müslim, Birr ve Sıla, 109).

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

"Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir" (Müslim, Birr ve Sıla, 107).

Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur:

Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar" (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Kur'an-ı Kerim'de genellikle kâfirlerin müminlere karşı duydukları öfkeden bahsedilmiştir. Aksine müminler öfkelerini yenen insanlardır.

Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk'a sığınmayı öfkenin ilâcı olarak tavsiye etmiş, insanın kendi kendine telkinle ulaşacağı irade sağlamlığının onu öfkelenmekten kurtaracağına işaret etmiştir. Yine Peygamberimiz öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür. Öfke nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir.

Rafet Özcan

GÜNÜMÜZ İNSANI YALNIZ VE MUTSUZ

 Günümüzde pek çok insan sağlıklı göründüğü halde, hasta bir ruh hâli taşımaktadır. Yaldızlı, şatafatlı bir hayat, lüks ve zenginlik her şeyin yolunda gittiğinin bir göstergesi değildir. Hızla dünyevîleşen, maddîleşen insanlık mutlu, huzurlu, inançlı bir hayatı neredeyse unutmuş gibidir.

Sağlıklı görünen, işinde ve kariyerinde başarılı olan fakat hayatı, insanlığı, kulluğu başaramayan onca insan birer ruh hastası olarak cemiyet hayatında gezmektedir.

Mesleğinde, zenginlikte, kariyerinin zirvesinde olup, yalnızlık, alkol ve uyuşturucu tuzağına düşmüş, zavallı insan hikâyeleri her geçen gün artmaktadır.

Kitlelere mal olmuş, fakat etrafında samimi bir dostu olmayan, marjinal hayat tarzından dolayı temiz, sosyal bir çevre edinemeyen böyle insanlar genelde hayatı yalnız yaşamakta ve yalnız ölmektedir.

Evet, insan mesleğinde, yaptığı işte zirve olabilir. Fakat hayatı yaşamada maalesef aciz kalabilmektedir. Çünkü her iki hayatın kriterleri, kanunları farklıdır. İnsanın, hayatı yaşayışındaki sağlıklılık ve başarı ancak bazı değerlere ve inanca sahip olmakla mümkündür. Öncelikle Yaratıcısıyla barışık olmayan bir insanın, kendisiyle ve etrafındakilerle barışık yaşaması mümkün değildir. Şahsiyetli, güvenilir, sabırlı, kanaatkâr, büyük küçük bilip seven ve sayan bir yapı, haya, iffet, inanç, vefa, sözünde durmak, gıybet etmemek, insanların arasında nifak çıkarmamak gibi değerlere sahip olanlar ancak hayatı başarılı ve sağlıklı yaşayabilirler.

Sadece akademik kariyer, para pul ve zenginlikle her şeyi halledeceğini düşünenler, er ya da geç bir yalnızlık girdabına düşmeye mahkûmdurlar.

İşte bu yüzden çocuklarımızı yetiştirirken, onların sadece akademik başarılarını esas alıp, ahlâkî ve manevî değerler verilmez ise, kişi, şefaatçi evlatlar yerine şikâyetçi ve hayırsız evlatlar yetiştirecektir. Bediüzzaman’ın şu tespiti çok önemlidir: “‘Oğlum paşa olsun’ diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor.”

Sadece meslekî başarı üzerinde duran ve hatta bunu adeta putlaştırıp, en nihaî hedef olarak çocuklarının önüne koyan anne ve babalar hayatlarının en acı tokatlarını da bu evlatlarından yemektedir.

Başarılı-başarısız, kayıp-kazanç, sağlıklı-sağlıksız gibi kavramlar dünyamızda karışmış ve kısırlaşmış bulunmaktadır. Bediüzzaman, 9. Mektub’da şöyle der: “Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin… Dünyaya ait işler kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u uhreviye [ahirete yönelik işler] ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki [yaratılışındaki] şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye [geçici dünyevî işlere] tevcih etmek [yönlendirmek], fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.”

Hâsılı, günümüz insanı kalabalıklar içinde kendini yalnız hissetmektedir. Yalnızlığın en koyu hâli küfürdür. Zira kâfir, bütün kâinatı kendine düşman bilir.

Asır insanı makam, mevki, mal, mülk, servet, iş, teknolojik imkân, eğlence vs. içinde bir dünyada yaşamasına rağmen yalnızlık ve kimsesizlik duygusundan bir türlü kurtulamamaktadır. O halde, huzuru, mutluluğu bunlarda aramak beyhudedir. Böyle yalnızlıklardan kurtulmanın yolu, hayatın, sahip olduklarımızın, kendimizin ve insanın anlamını okuyabilmekten geçer. Eğer insan, sağlam bir iman sahibi ise, teslim ve tevekkül gibi değerlere sahip ve ulvî bir gayesi de varsa, hiçbir zaman kendisini yalnız hissetmez.


BENLİK, ENANİYET VE NARSİZM

   Asrımız benlik, enaniyet ve narsisizmin hakimiyetinde bulunduğundan, nefsin bu afet ve hilelerini tahlil ve analiz eden Bediüzzaman Said Nursî (ra) Mesnevî-i Nuriye’de “A’male güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. (…) Semavat ve arzın hamlinden korkarak imtina ettikleri cihet, enenin bu cihetidir. Çünkü, dalâletler, şirkler, şerler bu cihetten doğarlar (Ene kendisine müstakil nazarıyla bakmakta, kendisini malik itikat ederse). Eğer, vaktiyle o enenin şiddetli bir terbiye ile başı kırılmaz ise büyür, insanın vücudunu yutar. Eğer milletin de enaniyeti inzimam ederse (eklenirse), Sâniin emrine karşı mübarezeye çıkar, tam manasıyla şeytan olur. (…) Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mayi haline gelir, sonra ülfetle kalınlaşır, sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek, Hâlık’ın evamirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde- yani insanda- ene, büyük insanda- yani kâinatta- tabiata benziyor. İkisi de tağutlardandır.” 

Selâmetli doğru yoldan ayrılarak kibir, gurur, ucub en nihayet enaniyet girdabında narsisizm ve tuğyan derinliklerine batan ENE cevherinin sırlarını çözmüş bulunan Risale-i Nur hakikatleri, hakikat arayıcılarının önünde bütün haşmetiyle, sahil-i selâmete çıkaran bir sefine-i Rabbaniye olarak durmaktadır. Tercih ederek, ihlâs ve sebatla içine dahil olanları, ebedî saadet âlemlerine en kısa yoldan ulaştıran ve insanın bütün sıkıntılı problemlerini çözen emniyetli bir rehbere nihayet derecede muhtacız. Bu rehber çok yakınımızda olup, herkesi şefkat ve muhabbetle beklemektedir.

Not:(Bir kişinin kendisini diğer herkesten üstün olarak görmesi durumuna verilen isim narsizimdir.)

AİLEDE EĞİTİMİN ÖNEMİ

 Eğitimin başladığı yer ailedir.  Çocuk da ailenin meyvesi olarak Allah’ın bize verdiği en kutsal emanettir. Bu emanetin ehemmiyetini idrak edip gereğini yapmak eğitimle olur. Eğitimin kurumsallaştığı en önemli okul aile okuludur. Evlerimizi çocukların eğitim ve terbiyesi için aile okullarına dönüştürmeliyiz. 

Bu aynı zamanda terbiye sisteminin nebevî metodudur. Temel dinî ve fıtrî bilgiler, birlikte yaşama pratiği, ibadet ve uygulamalar hep örnekleme metodu ile yaşanırsa, ailemizi bir mektep yapmış oluruz.

Her üzüm yetiştiği bağın kalitesini gösterdiği gibi, her çocukta bağlı bulunduğu ailenin ahlâk ve kalitesini gösterir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Çocuk, peder ve validesini dindar görmelidir.” Yoksa  imandan, maneviyattan boş olarak yetişirse saygısız, topluma zararlı şahıslar meydana getirecektir. Dünyaya neden geldiğini bilerek, kulluk şuuruyla yetişen bir çocuk, bu eğitimden sonra doğruyla yanlışı ayırt edebilecek bir akla ve doğruyu uygulayacak bir vicdana sahip olur.

Anne ve baba, çocuklar için model alınacak örneklerdir. Yuvalarda bu şartlar esas alınarak kurulmalıdır. 3S (Sofra, saf, sohbet) formülüyle bir araya gelen aileler mutluluğu yakalar. Namazlar cemaatle kılınarak tesbihat ve ders yapılmalı. Yemekler aynı sofrada aynı saatte yenilmeli. Ailevî bütün meseleler, müzakere ve konuşma yoluyla halledilmeli. 

Aynı masa etrafında meşveret edilerek aile birliği pekiştirilerek, eğitim sürecine dahil edilmeli. Bu sistemi aktif hale getiren herkes, ailesini bir okul haline getirmiş olur.


ÇOCUĞUMUZA PEYGAMBER AHLAKINI NASIL ÖĞRETİRİZ?

   Çocuklarımıza peygamber sevgisini aşılamada en büyük görev kime düşmektedir?

Sadece Hz. Peygamberin (asm) sevgisi değil diğer bütün iman esasları ve ibadet eğitimi için birinci derecede görevli olan kimseler anne babalardır. Allah ebeveyne bu görevi yüklemiştir. Çocuğun dini-duygusal gelişim evrelerinin yüzde 70-80’lik kısmının gerçekleştiği dönem ilk 6 yaş evresidir. Okul öncesi dönemde çocukların anne babalarıyla birlikte olduğu dönemdir. Dindar birer evlât sahibi olma arzusunu taşıyan tüm anne babalar okul öncesi dönemi iyi kullanmalıdırlar. Hz. Peygamberin okul öncesi dönemde verilen bilgi ve malumatı taşa kazımak, sonraki dönemde yapılanları ise suya yazmak olarak nitelendirmesi son derece önemlidir. Çünkü bu dönemde yapılan sevdirme benimsetme faaliyetleri çocuğun ruhuna, kalbine, benliğine nakşedilecek ve kaya gibi parçalanması kolay olmayacaktır. Bu nedenle çocuklara Hz. Peygamberin sevgisini kazandırırken de öncelikle okul öncesi dönem anne babalar tarafından iyi değerlendirilmelidir.

Anne babalar bunu gerçekleştirebilmek için neler yapmalı?

Anne-baba öncelikle kendi davranışlarıyla Peygamberimize (asm) olan sevgilerini ortaya koymalı, çocuğa model olmalıdır. Anne-babanın peygamberin adı geçince saygı ve hürmetle salavat getirmeleri, ona olan sevgilerini sık sık dile getirmeleri, onu sevdiği için onun gibi yaşamaya gayret etmeleri ve bunu çocuğa göstermeleri önemlidir.

Anne babaların unutmaması gereken son derece önemli bir husus da çocuklar mutlaka kendilerine örnek ve model insan olarak birilerini seçeceklerdir. Bundan dolayı çocuklara Peygamberleri sevdirmeli özellikle Hz. Muhammed’i (asm) örnek almalarını, onun gibi yaşamayı ve davranmayı hedef edinmelerini sağlamalıyız. Çocuğun okul öncesi dönemde zihnine Hz. Peygamber sevgisi işlenirse yaş ilerledikçe onu sevmenin göstergesinin, onun gibi yaşamak olduğunu öğretmek kolay olacaktır.

20 Kasım 2022 Pazar

KENDİNİ TANIMAK

 Bir gün şeyh Abdülkâdir Geylani hazretlerinin mutfağında aşçılık yapan bir müridi kendi kendine düşüncelere dalmış ve demiş ki;

 -Otuz yıldır bu kapıdayım, muradıma eremedim. Manevi bir fetih müyesser olmadı, kalp gözüm açılmadı....

O, bu düşüncelerde iken mısır tarafından bir heyet gelir ve Geylani Hazretlerine;

 -Efendim! valimiz vefat etti ve valisiz kaldık. istiyoruz ki, siz birisini bize vali olarak tayin edesiniz?” Geylani hazretleri, 

-Aşçıyı çağırın gelsin! diye emretti. 

Aşçı gelince, gelen heyete,

-Bu müridimizi alıp götürün, valiniz o olsun... der 

ve müride dönerek; 

 -Seni mısır’a vali olarak atadım yalnız bir şartla; valilik yaptığın müddetçe sana gelecek olan hediyelerin yarısını bana vereceksin. kabul ediyorsan git, etmiyorsan başkasını atayacağım. Mürid heyecanla; 

 -Aman sultanım! siz nasıl emrederseniz sizin buyurduğunuz gibi olsun. isterseniz tüm hediyeleri size ayırayım? der. Geylani hazretleri, 

-Hayır, yarısı yeter. der.

Heyet bizimkini alıp mısır’a gider.

Bizimki mısır’da yedi yıl valilik yapar.

Bu süre içerisinde de sayısız hediye gelir. 

Gelen hediyeleri ikiye bölüp iki odada toplar. 

Geylani hazretleri yedi yıldan sonra,

-Bizim mürid ne durumda? diye merak eder ve bir grup müridi ile mısır’a gider. 

  Haberi önceden alan vali, büyük bir heyetle mısır’ın girişinde Geylani hazretlerini karşılar ve beraber saraya giderler. 

 İzzet ve ikram içerisinde Geylani hazretlerini ağırlar vali.

 on günden fazla mısır’da kalmasına rağmen vali hediyelerden hiç söz etmez. 

bir süre sonra Geylani hazretleri mısır’dan ayrılır. 

 vali şehir çıkışına kadar onlara eşlik eder. 

Vedalaşırken Geylani hazretleri valiyi yalnız olarak bir köşeye çekip, 

-Hatırlarsan senle bir kavlimiz vardı? der. vali, 

-Ne kavli efendim? diye sorunca Geylani hazretleri, 

-Hani seni ben atamıştım, sana gelecek hediyelerin yarısı benimdi? der. vali, 

-Aman efendim, beni siz atamış olabilirsiniz ama yedi yıl boyunca bu halkın kahrını çeken, sıkıntılarına katlanan bendim, onlar ve diğer devletler bu başarılarımdan dolayı bu hediyeleri bana lâyık görmüş. bu hediyeleri hak ettim ben! der.

Geylani hazretleri birden ciddileşir ve sinirli bir şekilde, 

 -Seni ben atadım! şartımız var, hediyelerin yarısını bana vereceksin! der. vali, 

-Hayır! der aynı sinirle. 

Geylani hazretleri elini hançerine atar, 

Vali de elini hançerine atar.

Geylani hazretleri hançeri havaya kaldırınca daha genç olan vali daha atik davranıp hançeri Geylani hazretlerinin kalbine saplar. 

Saplamasıyla birlikte birden kendini dergâhın mutfağında patates soyarken bulur.

 Mürid bıçağını patates sepetine saplayıp sepeti delmiştir. 

Geylani hazretleri başucunda mahzun ve gözleri yaşlı bir şekilde durmuş, ona bakmaktadır. 

Mürid üzgün ve mahcup, Geylani hazretleri mahzun. 

Hazret müride dönerek der ki, 

  -"Evlâdım, sen bunca yıldır neden bir yere varamadım diye merak ediyor ve kusuru bizde buluyordun. Biz seni sana gösterdik! işte sen busun...." der.

19 Kasım 2022 Cumartesi

CUMHURUN BAŞI OLMAK

 Milletin Siyaseti Yerine, İkbal Siyaseti

Cumhurbaşkanı milletin birliğini temsil eder. Bir nevi toplumsal ihtilafların çözüldüğü merkezdir. Anayasada böyle yazar ama CB sistemine geçildiğinden beri CB makamı artık fiilen milletin birliğini temsil etmiyor.

Kağıt üzerinde yazılı olan her zaman fiiliyatta gerçekleşmiyor. Partili başkanlık sisteminden beri CB makamı aynı Partiden olmayanlara karşı taraf haline getirilmiştir.

Milletin bir kısmının yanında bir kısmının karşısında olmak -milletin birliğini- temsil eden bir makamın misyonu ile uzlaşmaz. CB Erdoğan isteseydi, partili başkanlık sistemine rağmen vatandaşın tamamını kucaklayan bir lider profili çizebilirdi. Kendisi için de Türkiye için de bu daha iyi olurdu.

Ama istemedi, ısrarla taraf oldu. Tarafgirliğini de çok keskin, toplumu kutuplaştıracak bir şekilde ortaya koydu.

Bir Cumhurbaşkanı milleti dururken partisinden yana olamaz!

AKP grup toplantılarında söyledikleri -milletin birliğini- temsil eden bir makama asla yakışacak sözler değildi.

 Siyasetçinin görevi, halkla yönetim arasında köprü olmak, toplumsal sorunlara ayna tutmak.

Siyaset halktan koptukça gerçekten de kopar. Tıpkı bugün AKP ve Saray'ın düştüğü durum gibi.

Sokağı muhalefete karşı kışkırtmak ülkeyi tahmin edilemeyen noktalara götürür. Bunu herkes yapsa da CB makamında oturan birinin yapmaması gerekir. Partiler, siyasetçiler gelip gider, ama millet kalıcı olandır. Onu yaralayacak, tesanütünü bozacak söz ve davranışlardan kaçınmak her siyasetçinin vazifesidir. Kavga yapan toplumlar muhteris siyasetçilerin çirkin emellerine yem olurlar.  Ancak CB'nin, bu ve benzer açıklamaları Türkiye'nin bir sistem sorunu kadar,  bir zihniyet sorunu olduğunu da gözler önüne seriyor. Bu ucube sistemden kurtulmak için, önce bu siyaseti -nefsine- odaklayan zihniyetten kurtulmak gerekir.

18 Kasım 2022 Cuma

BEDDUA EDİLMEZ AMA

 Allah (cc) Belalarını Versin!!!

Bela temenni etmek iyi değildir ama yaşanan hadiseler bazen bize bunu yapmaya mecbur bırakıyor. O yüzden diyorum ki:

“Dindar görünüp İslam dinini istismar ederek rant elde edenlerin Allah belasını versin.”

Helal haram demeden devletin malını çalıp Karun gibi zenginleşenlerin Allah belasını versin.”

Torpil yapıp kendi adamlarını devlet kurumlarına yerleştirenlerin Allah belasını versin.”

Milletin kendilerine emanet ettiklerine ihanet edenlerin Allah belasını versin.”

Halkı aldatıp, yalan söyleyenler ve verdikleri sözleri tutmayanların Allah belasını versin."

İş yapmadığı halde aydan aya devletten, belediyelerden maaş alanların Allah belasını versin.”

İslâm’ın en azılı düşmanlarıyla para ve makam uğruna işbirliği yapanların Allah belasını versin.”

Kur’an’ın emirlerini ve yasaklarını hiçe sayanların Allah belasını versin.”

Sünnete uyuyoruz deyip, Resul’ün adına yalan sözler uyduranların Allah belasını versin.”

Dünyevî şehvetleri için yemeyecekleri haltı olmayanların Allah belasını versin.”

İslâm dinini şahsî menfaatlerine alet eden, dinleri para, imanları makam, kıbleleri kadın olanların Allah belasını versin.”

Partileri, cemaatleri, tarikatları ve mezheplerini din gibi görenlerin Allah belasını versin.”

Bu devlete, millete, bayrağımıza, ezanımıza, maddi ve manevi bütün değerlerimize düşmanlık edenlerin Allah belasını versin.”



 


17 Kasım 2022 Perşembe

EY İNSAN, EĞER İNSAN İSEN

    Ey insan, eğer insan isen "Bismillahirrahmanirrahîm" de.

O şefaatçiyi bul!

   Evet zeminde dörtyüzbin muhtelif ayrı ayrı nebatatın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın sîmasında hâtem-i ehadiyeti vaz'eden; bilbedahe belki bilmüşahede rahmettir ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın sîmasındaki mevcudatın vücudları kadar kat'î olduğu gibi, o mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var.

Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz sîmasındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmasındaki sikke-i uzma-yı rahmetten daha aşağı değil.

Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyeti var.

   Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren, o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz'eden zât, seni başı boş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin; sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın; hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın!

Hem hiçbir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiçbir vechile noksaniyeti olmayan, Güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin.

Hâşâ..

   Ey insan!

Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi'rac var.

O mi'rac "Bismillahirrahmanirrahîm"dir.

Sözler - 11

BESMELENİN SIRLARI

  BİRİNCİ SIR: 

   "Bismillahirrahmanirrahîm"in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat sîmasında, arz sîmasında ve insan sîmasında birbiri içinde birbirinin numunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var.

   Biri: Kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, tesanüd, teanuk, tecavübden tezahür eden sikke-i kübra-i uluhiyettir ki, "Bismillah" ona bakıyor.    İkincisi: Küre-i arz sîmasında nebatat ve hayvanatın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden Sikke-i Kübra-i Rahmaniyettir ki, "Bismillahirrahman" ona bakıyor.

   Sonra insanın mahiyet-i câmiasının sîmasındaki letaif-i re'fet ve dekaik-ı şefkat ve şuâat-ı merhamet-i İlahiyeden tezahür eden sikke-i ulyâ-i rahîmiyettir ki, "Bismillahirrahmanirrahîm"deki "Er-Rahîm" ona bakıyor.

   Demek "Bismillahirrahmanirrahîm" sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî unvanıdır.

Ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır.

Yani "Bismillahirrahmanirrahîm" yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor.

Ferşi arşa bağlar.

İnsanî arşa çıkmağa bir yol olur.

Sözler - 8

ALLAH KORKUSU İMANDANDIR

 

Hak korkusu İmandandır  

Hak, Allah’ın esmasındandır. İnsan Hak korkusunu hayatının hareket noktası bilirse kötülük yapamaz. Zulüm yapamaz. Hakkı ve hukuku gasp edemez. Kamu malını, devletin malını, milletin malını talan edemez. Başkasına zarar veremez. Gönül kıramaz. Karıncayı incitemez. İnsana, imana ait değerleri kazandırmazsanız cezası kendi içinden gelir. İtaat etmez. Saygı ve merhamet nedir bilmez. Ahlâk ve edepten nasibini almaz. Toplumda bir çıbanbaşı gibi olur. Aslında toplumumuzu ve İslâm toplumlarını bu gün kavuran şey, iman zaafından başka bir şey değildir. İman talan olunca, kardeşlik de, uhuvvet de, merhamet de, insaf da, iz’an da, din de talan oluyor. Ortalık toplum huzurunu bozucu, ne dediğini bilmeyen, işi gücü kaos üretmekten ve kargaşa çıkarmaktan başka bir şey olmayan, dış zalimlerin kovasına su taşıyan kişilere kalıyor. Rabbim insanımızı Allah korkusu ile muhafaza eylesin. Âmin. Allah korkusu ulaşmamız, yaşamamız ve korumamız gereken fazîletlerin başında gelir.

Kur’ân insanları Allah korkusuna çağırıyor. Rabb’inden “korkan” kimseye “iki Cennet” vaad eden Cenâb-ı Hak başka bir âyette, “Benden korkun!” buyurur. Bir başka âyette ise, “Allah Kendisinden korkmanızı emrediyor.” buyurulur. Peygamber Efendimiz de (asm) bizi Allah korkusuna çağırıyor: “Bir mü’minin kalbinde korku ile ümit birlikte bulunursa, muhakkak Aziz ve Celîl olan Allah ona umduğunu verir, korktuğundan da emin kılar.” buyuran Allah Resûlü (asm), bir hadîs-i kudsîde de, Allah’ın şu sözünü naklediyor: “İzzetime ve celalime yemin ederim ki, bir kuluma iki emniyeti ve iki korkuyu birden vermem: Kulum dünyada azabımdan emin olursa, Kıyâmet Gününde ona korku veririm. Kulum dünyada Benden korkarsa, kullarımı topladığım gün onu azabımdan emin kılarım.”

HADDİMİZİ BİLELİM !

 

Kadir-i Zülcelâl insanın ruhuna bir beden libası giydirmiş, üzerine göz, kulak, burun, el ve ayak gibi lüzumlu organları yerleştirerek insanın istifadesine emaneten vermiş; yoksa kendi idaresinden âciz olan insana mülk olarak verilmemiştir.

Bedîüzzâman Hazretleri, şöyle buyurur: “Acaba en kolay, en zahir ve daire-i ihtiyar ve şuurda dâhil olan bir midenin idaresini yapamadığın hâlde; nasıl göz ve kulak gibi daire-i ihtiyar ve şuurun haricinde idare isteyen şeylere malik olabilirsin?” 1

Demek ki, vücut, insanın malı değildir, belki emanet bir maldır. Öyle ise emanete sahip çıkmak lâzımdır.

Meselâ: Nasıl bir zat, misafirleri dâvet eder. Onlara ziyafetindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi serbest bırakır. Yalnız mal sahibi değilsiniz diyor. Yemenin şartı ise; ev sahibinin rızası dâhilinde hareket etmektir. Yani misafir israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan sadâka veremez ve dökemez, mal sahibi olmadığı için ancak evin sahibinin iznine tabidir.

Madem insan bir emanetçidir. Asıl mal sahibinin rızası dâhilinde hareket etmelidir. Kendine ait olmayan malın üzerinde istediği gibi tasarruf edemez. Emanet olarak verilen hayatını dahi yok edemez. Gözünü kör edemez veya gayri meşrû olan harama girmeye veya bakmaya hakkı yoktur…

Bedîüzzâman Hazretleri, konuya şöyle bir açıklık getirmiş: “Bütün sana verilen nimetler, bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan mihmandar-ı Kerim-i Zülcelâl’in kavanin-i şeriatı (ev sahibinin kanun ve şartları) dairesinde tasarruf etmek gerekir.”2

İşte, sahiplendiğin kuvvet tamamen Allah’ındır. Ancak mecazî olarak bizim diye biliriz. Her şey Kudret sahibi olan Allah’a aittir. Biz Allah’ın sonsuz sıfatlarını anlamak ve geçici istimal etmekle mükellefiz.

Bedîüzzâman: “Nasıl esmada bir ism-i âzam var; öyle de, esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam vardır ki, o da insandır.”3 bu veciz tarif ile insanın ne kadar kıymetli bir varlık olduğunu vurgulamıştır. Ancak, insan kıymettar olduğu kadar; zayıf ve zalimdir de. Bulunduğu konumu itibariyle çok hassas bir noktadadır. Dengeyi bozduğu zaman, canavar bir hayvan gibi muvazenesiz ve dengesiz hareket eder, hep “ben” demeye başlar. Karun gibi “bu servet bilgim sayesinde bana verilmiştir.4 der.

İnsanı bekleyen büyük tuzaklardan biri de “ben”dir. Ben demekle azgınlaşan nefis bu sefer emsal aramaya başlar. Allah’a hisse vermeden neticeyi ve sebeplere bağlar…

İbretlik bir vakıayı sizinle paylaşmak istiyorum: Tanıdığım zengin bir Ağa’ya; harman zamanı bir fakir gitmiş.“Allah’ın malından bir miktar (zekât) buğday” istemiş. Ağa: “Sen benden; Allah’ın malını istiyorsun değil mi?” demiş. Fakir: “Evet” deyince Ağa; “Tarla benim, tohum benim, traktör benim, Allah’ın malı nerede?” Fakiri, harmandan kovmuş.

Günler sonra bahsettiğim Ağa, bir vesile yanıma geldi: “Yeğenim, tefecilerin ellerine düşmüşüm, zaruret içerisindeyim, bugün bir tefeciye ödemem var, ödeme imkânım da yoktur.” dedi.

“Allah’ın hikmetine bak” dedim. “Hâni zengindin, Tarla, traktör, tohum senin idi; Allah’ın malı nerede diyen sen değil miydin?” Cenâb-ı Allah genelde yavaş yavaş verir; amma alırsa, birden alır. Yani vermekte hikmet elli; almakta Kudret elli işliyor.

Velhâsıl sahipmiş gibi gördüğü şeyler, insanın elinde emanettir. Emanetçi haddini bilmelidir. Her şeyin kendisine muhtaç olduğu, bir olan ve birliği her şeyde tecelli eden Vahid-i Ehad-i Samed’in san’atla yapılmış malıyız, emanetçi ve vazifeli olduğumuzu unutmamalıyız…

Dipnotlar:

1- On beşinci nota üçüncü meselesi,

2- A.g.e.

3- Sözler, 33. söz,31. Pencere,

4- Mesnevî-i Nurîye, Onuncu Risale.

ÖLÜM YOKLUK DEĞİL

 Ölüm yokluk değil

Çevremizden sıkça ölüm haberleri almaktayız. Yakın akrabalarımızın, arkadaşlarımızın, sevdiklerimizin vefat haberleri bizi ister istemez müteessir ediyor. Onların ölümü ile sarsılıyor ve ümitsizliğe kapılıyoruz. Kendimizi çaresiz, hayatı karamsar bir vaziyette görüyoruz.

Evet, ölüm var. Kimse inkâr edemez. Biz de öleceğiz. Onlar da ölecekler. Asıl müşkül olan, ölümü nasıl gördüğümüz ve nasıl görmemiz gerektiğidir? 

Biz ölümü, ahirete inanmayanlar gibi ebedî yokluk mu zannediyoruz? Yoksa iman saikasıyla bakarak, sonsuz bir âleme geçiş için bir kapı olarak mı görüyoruz? 

Veya ölümü, ebedî firak tevehhüm ederek kalbimizi, ruhumuzu ıztırap içinde mi bırakıyoruz? Yoksa ehl-i imana yakışır bir vaziyet alıp, ölümü ‘âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekada olan ahbablara visal (kavuşma) ve mülâkat (görüşme) mukaddemesi’ olarak mı görüyoruz? 

Üstad Bediüzzaman ölümü şöyle tanımlıyor:

“Ölüm bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir.”

“Ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmağa vesiledir. “

“Hem hakikî vatanlarına girmeye vasıtadır.” 

“Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir dâvettir.” 

“Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir.” 

“Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.” 

“Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur.” (Sözler, 765) 

Bu kadar ‘hem’ler varken bu karamsarlık, bu ümitsizlik niye? 

Allah’a teslim olup, O’nun kudretine boyun eğmek varken, kendimizi bu kadar hırpalamak niye? 

Necip Fazıl’ın şu satırları ölümü çok iyi anlatıyor:

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber.

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?.. 

Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!

Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”

Peki ölümden korkmalı mıyız? Bence, ölümden değil, imansız ölmekten korkmalıyız. 

Ölüm, ne zaman aklımıza gelse, ya da ne zaman bir vefat haberi alsak, ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun’ (Allahtan geldik, yine O’na döneceğiz) diyerek, ahiretimize ciddî çalışmalıyız. İmanımızı, tahkiki iman seviyesine çıkarmak için çalışarak, daha bir gayret göstermeli ve dünya-ahiret dengesini daha iyi ayarlamalıyız. Ölümü, gaflet bataklığından kurtulmaya vasıta yapmalıyız. 

Şeytan ve nefsin oyalamasıyla gaflete dalarsak ve dünyevî meşgalelere kendimizi kaptırırsak, birisinin ölüm haberi imdadımıza yetişir. Bizi o gaflet halinden kurtarır. 

Ve o şeytanlara karşı deriz ki:

“Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O Nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” (Sözler, 32) 

İşte, sabır ve tevekkül ile Rabbimize itaat ederek O’nun rızasını kazanmalı ve ölümü gülerek karşılamalıyız. Kabir kapısına hızla yaklaşırken, yanımıza imanımızı da götürebilmek için çok çalışmalı ve imanımızı tahkikiye çıkarmaya gayret etmeliyiz. 

16 Kasım 2022 Çarşamba

BEDİÜZZAMAN'A GÖRE DEMOKRATLIK

 Bediüzzaman siyasî sistemi ikiye ayırır, sistem ya adalettir veya zulümdür, ya hürriyettir veya istibdattır. İslâmiyet daima hürriyet ve adaletin yanında, istibdat ve zulmün karşısındadır.

Bediüzzaman ahirzamanın Kur’ân müfessiridir. Kur’ân-ı Kerîm’in asrımıza bakan yönünü tefsir etmiş ve insanlığın ihtiyacı olan bütün meseleleri Kurân’dan çıkararak uygulamamız ve sıkıntılardan kurtulmamız için önümüze koymuştur. 

Bunlardan birisi de “Siyasî ve İçtimaî” prensipler ve uygulamalardır. Siyasî ve içtimaî prensiplerin başında “Hürriyet” gelir. 

Bediüzzaman “Ekmeksiz yaşarım; ama hürriyetsiz yaşayamam!” der. Bu veciz ifade hürriyetin ne derece önemli olduğunun en güzel ifadesidir. Demokrasinin tarifini ve demokratlığı belirleyen temel ölçü de budur: “Hürriyetçi olmak...”

Bediüzzaman hürriyetçiliği “İmanın hassası ve Allah’ın ihsanı” (Münâzarât’tan, Beyanat ve Tenvirler, 61.) kabul eder ve savunur.

Bediüzzaman siyasî sistemi ikiye ayırır, sistem ya adalettir veya zulümdür, ya hürriyettir veya istibdattır. İslâmiyet daima hürriyet ve adaletin yanında, istibdat ve zulmün karşısındadır. Bu düşüncesini de Peygamberimizin (asm) “Kavmin efendisi ona hizmet edendir.” (Şeyh İsmail b. Muhammed b. Abdulhadi’l-Cerrahî Aclunî, Keşfu’l-Hafa, Lübnan-1997, 1:409. H. No:1513.) hadisine dayandırmakta ve “Bu hadisin sırrı ile şeriat âleme gelmiş ta istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 22.) demektedir. 

Sonra “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adâlet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin (asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere (asm) tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhiyle cihâd edeceğiz.” (age, s. 23.) buyurarak meşrûtiyet idaresinin adalet ve şeriatın siyasî hayatta tatbikatından ibaret olduğunu ve sahip çıkılması gerektiğini açık bir dille söylemektedir.

Bediüzzaman’a göre demokrasi oy çokluğundan ibaret değildir. Yine demokrasi sadece hükümetin vatandaş tarafından seçilmesi de değil, ilkeler bütünüdür ve demokratik ilkelerin hâkim olmasıdır. (Münâzarât, 1993, s. 35.) 

Bediüzzaman’ın ölçülerine göre demokratlık siyasî bir tercihtir, hürriyetçiliktir, adaleti, hukukun üstünlüğünü savunmaktır. Demokratlık,millet için fedakârlık mesleğidir. Demokrat, kendi menfaatini değil, toplumun faydasını takip eder. Demokrat doğru, dürüst siyasetçidir ve siyasette doğruların hâkim olmasına çalışır. 

Demokrat, hür muhalefeti bir denge unsuru olarak görür ve hür muhalefeti savunur, muhalefete düşmekten ve halkın iradesine saygı duyarak iktidarı muhalefete devretmekten çekinmez. Zira demokrasi muhalefete hürriyet ve iktidar hakkı veren bir sistemdir.

Bediüzzaman, bu temel kriterleri Batı’dan almış değil, doğrudan Kur’ân ve Sünnetten çıkarmış, Asr-ı Saadetteki uygulamaları örnek göstermiştir

15 Kasım 2022 Salı

GÖNLÜ TOK OLANI ALLAH KİMSEYE MUHTAÇ ETMEZ

 Bu yüzden bollukta ve darlıkta vermeyi Cenab-ı Allah emrediyor.  Ama darlıkta almayı emreden değil, teşvik eden dahi bir âyet yoktur. 

Bilâkis İlâhî tavsiye, almaktan kaçınmakla ilgili vardır: Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Dilenmekten kaçınan kimseyi Allah iffetli ve gönlü tok kılar. Gönlü tok olanı Allah başkasına muhtaç etmez.” 

Keza bir hadis de şöyledir: “(Hakikî) fakir, kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan bir şey istemeyen kimsedir.” 

Keza Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden kim dilenmeye devam ederse, yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah’a kavuşur.” 

Bu yüzden yardımlaşmak güzeldir, sevaptır. Ama muhtaç olmak güzel değildir.

Muhtaç olan için yardım almaya ruhsat vardır, kanaat etmeye ise emir vardır.

Ama muhtaç olan kimseye yardım etmeye emir vardır, ilgisiz kalmaktan ise nehiy vardır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” buyurmuştur..

14 Kasım 2022 Pazartesi

NAMERDE DEĞİL,MERDE DAHİ MUHTAÇ OLMAMAK

 

KANAAT HAZİNESİNİ KAPATMAMALI 

Hiç şüphesiz muhtaç olmak ayrı, yardım etmek ayrı fiillerdir. Bir kelâm-ı kibar olan “Namerde değil, merde dahi muhtaç etme” ifadesi, yardımlaşmaktan değil, muhtaç olmaktan kaçınmayı ifade ediyor.

“Veren el” olmak kaydıyla yardımlaşmak güzeldir. Fakat yardımlaşmakta “alan el” tarafında olmak, bilhassa kendi hesabına olsa, hem insanlar nezdinde, hem Allah nezdinde makbul değildir.

Çünkü ‘veren el’ olmak insanı Samed, Vehhab, Kerim, Cevad, Muhsin, Mükrim gibi esma-i hüsnaya yaklaştırıyor. Oysa ‘alan el’ olmanın insanı yaklaştırdığı herhangi bir esma yoktur.

Öte yandan Bediüzzaman’ın ifadesiyle, tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, insanlardan bir şey istemek ve almak o tükenmez hazine ve defineleri kapatır. 

ŞÜKRÜN MİKYASI KANAATTİR 

Bu yüzden Allah katında alıcı olmak makbul değil, verici olmak makbuldür.

Bu yüzden alıcı olmak yüz kızartıyor; verici olmak ise bilâkis onur veriyor.

Bu yüzden Peygamber Efendimiz (asm) “Veren el alan elden üstündür.” buyurmuştur. Bu yüzden Sahabe-i Kiram “alan el” olmaktan kaçınmak için, atın üzerindeyken kırbacı yere düşse, inip kendileri alırlar, yerde yürüyen mert birisine bile “şu kırbacı alıver” demezlerdi.

Bu yüzden Allah katında makbul olan muhtaç olmamaktır, istiğnadır, gözü ve gönlü tok olmaktır, kanaattir, müstağni olmaktır. Ki, Bediüzzaman Hazretleri bu sıfatların şükrün mikyası ve ölçüsü olduğunu ifade ediyor.

Buna mukabil aç olmak, gözü doymamak, hırs etmek, kanaatsizlik etmek, insanlara el açmak, insana kendini acındırmak, fakru halini insana arz etmek gibi davranışlar ise Allah’ın hoşlanmadığı davranışlardır. 

Ki, Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu davranışlar şükürsüzlüğün belirtileridir.

Bediüzzaman bu meseleyi şöyle vecizleştirmiştir: “Şükrün mikyası kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.” 


NELERİ KAYBETTİK ?

 

Kaybettiklerimizden bazıları; 

 Adaleti kaybettik. Geciken adalet, adalet değildir. 

İşlevsel millet meclisini kaybettik. Milletvekilleri kamu vicdanını rahatlatamıyor. 

Güveni kaybettik. Devlet başta olmayınca; kuzgun leşte dolaşıyor, illegal ite racon kesiyor. 

Sevgi ve saygıyı kaybettik. Ya dövüyor, ya sövüyoruz. Olmadı üstünde tepiniyoruz. 

Helâl haram hassasiyetini kaybettik. Açgözlülükle, bulduğumuzu sorgulamadan götürüyoruz. 

Liyakati kaybettik. Her makam, mevki benim. Zinhar benden olmayana su dahi verilmeye! 

Değerleri, ölçüyü ve pusulayı kaybettik. Pusulasız gemilerin akıbetini, denizin derinliklerinde görebilirsiniz. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır. 

Aklımızı kaybetmeden, kaybettiklerimizi bulmalıyız. Bulalım ki; torunlarımız için bırakılan emanete ihanet etmemiş olalım. Tarihe not düşelim ki; kendimizi savunabilelim. 

Ey insan! 

Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva'-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? 

Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve kat'iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir. 

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve safî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o safî hürmetin tercümanı ve unvanı olan "Bismillahirrahmanirrahîm"i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman'ın dergâhında şefaatçi yap.

   Ey insan, eğer insan isen "Bismillahirrahmanirrahîm" de. O şefaatçiyi bul!

Gençlik Rehberi - 189

13 Kasım 2022 Pazar

BİLİRMİSİN BU DÜNYAYA SEN NİYE GELDİN?

 Vicdanının derinliklerinden kopup gelen bu feryat, türkü şeklinde takattur etti. Ve biz de soralım kendimize: Bu dünyaya niye geldik?

Futbol maçına giden fanatik taraftarlar “Ölmeye, ölmeye geldik!” diyerek hayatlarını ortaya koyarken; şuurunda olmalıyız ki, “İmtihan olmaya, imtihan olmaya geldik!” Allah bizi her hâlimizle imtihan ediyor. Nasıl bir hayat sergileyeceğiz?
Eşimizle, işimizle, fiillerimizle, davranışlarımızla, konuşmamızla, susmamızla vs. imtihandayız hep.

Ağzımızdan çıkan her söz, yüzümüzdeki her mimikle imtihandayız.
İnsanlar, hayvanlar ve nebatlar hakkında vereceğimiz kararlarla da imtihandayız.
Mal ile, şan ile, kıtlık ile, musîbet ile. vs. Allah mal verir imtihan eder, malı alır imtihan eder, çocuk verir imtihan eder, çocuğu alır imtihan eder, çocuk vermez imtihan eder, sağlık verir imtihan eder, sağlığımızı alır imtihan eder. Sıkıntı verir imtihan eder, huzur verir imtihan eder. Başörtüsü ile imtihan eder, başka bir mesele ile imtihan eder…
Sabrımız, sebatımız, vefamız, mücadelemiz, hizmetimiz, çalışmamız, gayretimiz, doğruluğumuz, hayâmız, iffetimiz ve savaşlar karşısındaki tutumumuz, yaklaşımımızla imtihan eder…
Tevekkülümüz, sözlerimiz, tavırlarımız, yaklaşım tarzımız, hayatın her safhası, kare kare imtihan edilmekte, sınanmaktayız. Her halimizle zerre zerre, adım adım, hal hal, tavır tavır, söz söz imtihandayız! Ve hayatımızın her anı için hesap vereceğiz.
Birçok âyette 1, bu dünyaya imtihan olmak için gönderildiğimiz ve her şeyle imtihan olduğumuz tekrar be tekrar vurgulanır: Bazılarının meâlleri şöyle:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”, “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” 2

Ve Risâle-i Nur’da karşı karşıya olduğumuz imtihan şu şekilde ifade edilir:                                              “Herkesin, iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?” 3

İki kapılı bir hana, gönderildik imtihana!..

ALLAH İÇİN İŞLEMEK FANİ ÖMRÜ BAKİLEŞTİRİR

 Ey insanlar!

Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz?

Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî'nin yoluna sarfediniz.

Çünki Bâki'ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.

Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür.

Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek.

İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız.

"Lillah, livechillah, lieclillah" rızası dairesinde hareket ediniz.

O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

   Bu hakikata işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu Nass-ı Kur'an gösteriyor.

Hem bu hakikata işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan "bast-ı zaman" sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mi'rac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor.

Mi'racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'ati ve ihatası ve uzunluğu vardır.

Çünki o Mi'rac yoluyla, beka âlemine girdi.

Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.

Hem şu hakikata bina edilen beyne'l-evliya kesretle vuku bulmuş olan "bast-ı zaman" hâdiseleridir.

Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş.

Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış.

Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur'aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar.

Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler.

Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle "bast-ı zaman"

{(Haşiye):

قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ

âyetiyle,

وَلَبِثُوا ف۪ى كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا

âyeti "tayy-ı zaman"ı gösterdiği gibi,

وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

âyeti de "bast-ı zaman"ı gösterir.}

hakikatını aynen müşahede ettikleri medar-ı şübhe olamaz.

Şu "bast-ı zaman" herkesçe musaddak bir nev'i, rü'yada görünüyor.

Bazan bir dakikada insanın gördüğü rü'yayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.

   Elhasıl: İnsan çendan fânidir.

Fakat beka için halkedilmiş ve bâki bir zâtın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zâtın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir.

Öyle ise böyle bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî'nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki'ye müteveccih olup gitmektir.

Lisanı يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى dediği gibi; kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi "Hüve'l-Bâki, Hüve'l-Ezeliyyü'l-Ebedî, Hüve's-Sermedî, Hüve'd-Daim, Hüve'l-Matlub, Hüve'l-Mahbub, Hüve'l-Maksud, Hüve'l-Mabud" demeli.

Lemalar - 17

AYRILIK VE KAVUŞMA

  ÜÇÜNCÜ NÜKTE: 

   Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir.

Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.

Nasılki saatin sâniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer, fakat sür'atte birbirine muhaliftir.

Öyle de: İnsandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir.

Meselâ: Cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli madum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir.

Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.

   İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.

Evet Bâki-i Hakikî'nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir sâniye, bir senedir.

Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir sâniyedir.

Belki onun yolunda bir sâniye, lâyemuttur, çok senelerdir.

Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir sâniye hükmüne geçer.

 Meşhur böyle bir söz var ki:

سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ

yani: "Firakın bir sâniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir sâniye kadar kısadır." Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki: Visal, yani Bâki-i Zülcelal'in rızası dairesinde livechillah bir sâniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir. Gaflet ve dalalet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir sâniye hükmündedir.

O sözden daha meşhur şu söz var:

اَرْضُ الْفَلَاتِ مَعَ الْاَعْدَاءِ فِنْجَانٌ سَمُّ الْخِيَاطِ مَعَ الْاَحْبَابِ مَيْدَانٌ

hükmümüzü teyid ediyor.

   Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir.

Senesi, bir sâniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rü'ya olur.

Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir sâniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir.

Firak ise sâniyesi bir sene değil, senelerdir.

Çünki firakın meydanı geniştir.

Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir sâniye de olsa, seneler kadar tahribat yapar.

Çünki hadsiz firakları ihtar eder.

Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel, firakla doludur.

   Şu mes'ele münasebetiyle deriz: 

Lemalar - 16

10 Kasım 2022 Perşembe

ŞERRİNDEN KORUNUR

 Kur’ân’ı iyi bilen, kalb ve aklını onun kutsî hakikatleriyle dolduran kişiye Deccalın hile, şüphe ve vesveselerinin hiçbir etkisi olamaz.

Dinî ilimlerle fen bilimlerini birlikte okumak, asrın durumunu müşahedeye çalışmak önemlidir. Çünkü, ahir zaman fitnesinin en önemli sıkıntılarından biri de cehalettir. Bu devirde bir yandan fen ilmini bilmedikleri için mekteplileri tekfir eden bağnaz medrese softaları, bir yandan da dinî ilimlerden habersiz olduklarından medrese alimlerini cehaletle suçlayan mektep bağnazları cehalet kaynağı durumundadır. Özellikle bu iki cehalet de ilim örtüsüne bürünmüş bir cehl-i mürekkep konumunda olduğu için, izalesi de oldukça zordur.

Her zaman kötülükten sakınmak iyilik yapmaktan daha önce gelir. Şu ahir zamanda ise, bu husus daha da önem arz etmektedir. Çünkü, devir kötülük çarkı gibi dönmektedir. Bu sebeple, maddî eylemlerden mutlaka uzak durmak gerekir. Bu tür örgütlerden fersah, fersah uzaklaşmak lazımdır.

Hadislerde ahir zamanın dehşetli fitnelerinden haber verilmiştir.

Ebu Hureyre’den (ra.) rivayet edildiğine göre Resulullah ümmetin sefih gençlerine dikkat çekerek

“Ümmetimin helaki sefih gençler eliyle olacaktır.”(1) buyurmuştu.

“İçimizde salihler (dindarlar) olduğu halde helak olur muyuz?” sorusuna

“Kötülükler çok olunca.”(2)

diye cevap vermişti. Yine Medine’de sahabelerine,

“Ben şüphesiz evlerinizin içine yağmur gibi girecek fitneler görüyorum.”(3)

buyurmuştu. Bir hadis-i şeriflerinde de,

“Zaman yavaş yavaş yaklaşıyor. Amel azalacak, (kalplere) cimrilik atılacak, fitne hakim olacak. Ölümler artacak.”(4)

buyurarak gittikçe ümmette bozulmaların olacağını haber vermişti. Bir başka Hadis-i Şerif de,

“Şu önümüzdeki günlerde cehalet iner, o zaman din ilmi kaldırılır. Hem o zaman ölümler çoğalır.”(5) haberi verilmişti. 

AKILLI KARDEŞİN YOLCULUĞU

    İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor.

Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor.

Çünki güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder.

Kendi kendine ünsiyet eder.

Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor.

Çünki nizamı bilir, tebaiyet eder, teshilat görür.

Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.

İşte bir bahçeye rastgeldi.

İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var.

Hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor.

Kardeşi dahi böyle birisine girmişti.

Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış.

Hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti.

Bu zât ise, "Her şeyin iyisine bak" kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı.

İyi şeylerden iyi istifade etti.

Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.

Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-i azîmeye girdi.

Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti.

Korktu, fakat biraderi kadar korkmadı.

Çünki hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; "Şu sahranın bir hâkimi var.

Ve bu arslan, o hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var" diye düşünüp teselli buldu.

Fakat yine kaçtı.

Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rastgeldi, kendini içine attı.

Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı; havada muallak kaldı.

Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar.

Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü.

Aynı kardeşi gibi bir acib vaziyet gördü.

Bu dahi tedehhüş etti.

Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif.

Çünki güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor.

İşte bu sebebden şöyle düşündü ki: Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır.

Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor.

Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır.

Evet bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler.

Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip davet ediyor.

Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş'et eder ki: Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevkeden kimdir?

Sonra, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş'et etti ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş'et etti.

Sonra ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır.

Fakat başında, binlerle ağacın meyveleri vardır.

O vakit bütün bütün korkusu gitti.

Çünki kat'î anladı ki bu incir ağacı, bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir.

O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin numunelerini, bir tılsım ve bir mu'cize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et'imeye birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı.

Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.

Sonra niyaza başladı.

Tâ, tılsımın anahtarı ona ilham oldu.

Bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi!

Senin bahtına düştüm.

Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum." Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı.

Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılab etti ve arslan ve ejderha, iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar.

Hattâ o arslan, kendisine musahhar bir at şekline girdi.

Sözler - 35

HER CEMAL SAHİBİ KENDİ GÜZELLİĞİNİ GÖRMEK VE GÖSTERMEK İSTER

 Demek iki vecihle kendi cemaline bakmak; biri: Herbiri başka başka renkte olan âyinelerde bizzât müşahede etmek.

Diğeri: Müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşahedesi ile müşahede etmek ister.

Demek hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister.

Görmek, görünmek ise; müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister.

Hüsün ve cemal, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücudlarını ister.

Çünki daimî bir cemal ise; zâil bir müştaka razı olamaz.

Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder.

Çünki hodgâm insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıddır.

Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemale karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder.

İşte kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

   Madem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemal-i hüsün, o kusursuz kemalât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler.

Halbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor.

O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar.

İştihası açılır, fakat yemez gider.

O cemal, o kemalin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider.

Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

   Elhasıl: Nasılki şu âlem bütün mevcudatıyla Sâni'-i Zülcelal'ine kat'î delalet eder; Sâni'-i Zülcelal'in de sıfât ve esma-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delalet eder ve gösterir ve ister.

Sözler - 69

9 Kasım 2022 Çarşamba

FELSEFE VE KUR'ANIN TOPLUMA VERDİĞİ TERBİYE

  ÜÇÜNCÜ ESAS: 

   Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:

   Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, "kuvvet" kabul eder.

Hedefi, "menfaat" bilir.

Düstur-u hayatı, "cidal" tanır.

Cemaatlerin rabıtasını, "unsuriyet, menfî milliyeti" tutar.

Semeratı ise, "hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcat-ı beşeriyeyi tezyid"dir.

Halbuki kuvvetin şe'ni, tecavüzdür.

Menfaatın şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır.

Düstur-u cidalin şe'ni, çarpışmaktır.

Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür...

İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.

   Amma hikmet-i Kur'aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel "hakk"ı kabul eder.

Gayede menfaate bedel, "fazilet ve rıza-yı İlahî"yi kabul eder.

Hayatta düstur-u cidal yerine, "düstur-u teavün"ü esas tutar.

Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine "rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî" kabul eder.

Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.

Hakkın şe'ni, ittifaktır.

Faziletin şe'ni, tesanüddür.

Düstur-u teavünün şe'ni, birbirinin imdadına yetişmektir.

Dinin şe'ni, uhuvvettir, incizabdır.

Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, saadet-i dâreyndir.

Sözler - 132

8 Kasım 2022 Salı

ÖLÜM VAZİFEDEN TERHİSTİR

  Beşinci Tabaka-i Hayat: 

   Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir.

Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir.

İ'dam ve adem ve fena değildir.

Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder.

Zâten beka-i ruha dair "Yirmidokuzuncu Söz" bu tabaka-i hayatı delail-i kat'iyye ile isbat etmiştir.

    İKİNCİ SUAL: 

   Furkan-ı Hakîm'de

اَلَّذ۪ى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا

gibi âyetlerde "Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir nimettir." diye ifham ediliyor.

Halbuki zahiren mevt; inhilaldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü'l-lezzattır.. nasıl mahluk ve nimet olabilir?

   Elcevab: 

   "Birinci Sual"in cevabının âhirinde denildiği gibi: Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.

Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.

Çünki en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor.

Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülat-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor.

Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahluk ve muntazamdır.    Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe' olduğundan; "o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilir.

   İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt; elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, Âlem-i Berzah'ta, elbette bir hayat-ı bâkiye sünbülü verecektir.

   Amma mevt, nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört vechine işaret ederiz:

   Birincisi: 

   Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah'ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

   İkincisi: 

   Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs'atli, sürurlu, ızdırabsız, bâki bir hayata mazhariyetle.. Mahbub-u Bâki'nin daire-i rahmetine girmektir.

   Üçüncüsü: 

   İhtiyarlık gibi şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir.

Meselâ: Sana ızdırab veren pek ihtiyar olmuş peder ve vâliden ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin.

Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

   Dördüncüsü: 

   Nevm nasılki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belalarla mübtela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir.

Amma ehl-i dalalet için müteaddid Sözlerde kat'î isbat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nıkmet içinde nıkmet, azab içinde azabdır.

Mektubat - 7