29 Haziran 2022 Çarşamba

TARİKAT VE HAKİKAT

 Beşinci Mektub 

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

   Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim."

   Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."

   Hem demiş ki: "Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir.

Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır.

Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."

   Hem demiş ki: "Tarîk-i Nakşî'de iki kanat ile sülûk edilir." Yani: Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur.

Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.

Öyle ise tarîk-ı Nakşî'nin üç perdesi var:

   Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: 

   Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

   İkincisi: 

   Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

   Üçüncüsü: 

   Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir.

Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.    Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi.

Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır.

Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.

İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur.

Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir.

Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.

Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi.

Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...

   İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.

Madem hakikat budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi' bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır.

Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir.

Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu.

Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi.

Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Cenab-ı Hak şu zamanda, i'caz-ı Kur'anın manevî lemaatından olan malûm Sözler'i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

  Said Nursî 

Mektubat - 22

BİLİM VE FEN ALLAH'TAN BAHSEDİYOR

 

Bilim ve fen Allah’ın isimlerini tanıtır

İşte bilim dünyası bu kimlik krizini doğru bir şekilde çözdüğü zaman yaptıkları gerçek bir ilim olur. Tüm bilim ve fennin nihai hakikatleri olan Allah’ın güzel isimlerinin kanattaki tecellilerine ulaşarak bilim ve fennin hakiki hakikatlerine vasıl olurlar.

Bu husus 20. Sözde şöyle izah edilmiş:

“Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.

Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.”

İşte bilim ve fen bu hakikatlere ancak kimlik problemini çözerek ulaşabilir. “Kainatı ve içindekileri kim yaptı ve yarattı?” sualini cevaplayarak üstünü örttüğü soruların cevaplarını bulabilir. Aksi taktirde bazı gaflet yollarına saparak aklını ve fikrini uyutur ve “yarım yamalak bir surette, nakıs bir gölgede” kendini avutmak zorunda kalır.

BİLİM ADAMLARI VE KİM SORUSU


Maddenin içine enerjiyi kim yerleştirdi?

Mesela maddenin içinde büyük bir enerji depolandığı Einstein tarafından keşfedilmiş ve E=mc^2 denklemi ile de formülize edilmiş. Bu önemli buluş nedeniyle bilim dünyası Einstein’i sürekli övüyor ve ona minnetini bildiriyor.

Peki Einstein’in bulduğu bu enerjiyi o maddelerin için kim koymuş? O kadar devasa bir enerjiyi kim oraya yerleştirmiş? Şayet bu keşfi yaptığı için Einstein bir övgüyü hak ediyor ise, o enerjiyi oraya yerleştiren bu kainatın Yaratıcısı için dünya kadar, belki kainat kadar, belki de kainattaki atom sayısı olan 10^79 kadar övgü söylememiz ve minnet duymamız gerekmiyor mu?

Enerji paketlerini kim kaniata salıyor?

Mesela Planck bu günkü en önemli teori olan Kuantum teorisinin kurucusudur. 10^-35 m aralığından kesik kesik salınan enerji paketlerinin keşfini yaparak kuantum düşüncenin temellerini kurmuştur. Şayet Planck bu buluşla bir övgüyü hak ediyorsa, kainatın Yaratıcısı da kainattaki enerji paketçikleri sayısı kadar, hatta sonsuz sayıda övgüyü ve minneti hak ediyor demektir.

Mesela Heisenberg atom altındaki belirsizlik kavramını keşfetmiş. Bu sayede “atom altında hiçbir şeyi kesin olarak belirlemek mümkün değil” diyerek önemli bir fikir ortaya koymuş. Bu buluşu ile elbette ki övgüyü hak ediyor. Peki, atom altındaki sayısız karışık bir ortamdan şu gördüğümüz düzeni ortaya koyan İlahi İradeye en az atomların sayısı kadar minnet duymamız gerekmiyor mu? Belirsiz sel gibi akan atomları sınırları belli kalıplar içinde istihdam eden Kudret-i İlahiye atomlar sayısınca teşekkür hak etmiyor mu?

Bu üç misal tüm bilim ve fen konularına uygulanabilir. Çünkü insanlar nihayetinde Allah’ın kainata koymuş olduğu kural ve kanunları keşfederek bilim ve fen konusunda ilerleme kaydediyorlar. Yani Mülk Allah’ın. Bu mülkte elde ettiğiniz her değer de Allah’a aittir. Şayet insan mülkü sahibine teslim etmez ise çok ciddi bir sıkıntı içindedir demektir. İsterse dünyanın en büyük keşiflerini yapsın, sonunda kabrin karanlığına yalnız olarak gider.

BİLİM DÜNYASINDAKİ KİMLİK KRİZİ

  Günümüzde de  bilim ve fen konusunda çok hızlı gelişmelere şahit oluyoruz ve olmaya da devam edeceğiz. Ancak tüm bu gelişmeler yanında bilim ve fende ciddi problemler ve krizler de yok değil. İnsanlığın en büyük zekaları bu yolda ileri doğru son sürat giderken, bazı sorular, bazı problemler de göz ardı ediliyor. Veya o konu üzerine hiç gidilmiyor. Gündeme geldiği zaman da üzeri örtülüyor. O da şu: Bilim ve fende çok ciddi bir “kimlik” krizi var.

Yani bilim ve fen dünyasında çalışan, büyük emekler ile harika keşifler yapan kişiler “kim” sorusu sorulduğu zaman ya susuyorlar, ya da büyük bir gaflet ile olayın üzerini örtmeye çalışıyorlar. Mesela iki yanıcı gaz olan hidrojen ve oksijen maddesinin bir araya gelmesi ile su denilen hayati bir maddenin bütün mahiyetini bilimsel olarak çözüme kavuşturuyor. O maddi bileşim içindeki bütün incelikleri kimyasal formüllerle tanımlıyor. Kütlesini, molekül değerlerini en hassas bir şekilde hesaplıyor ve bilimsel verileri tüm açıklığı ile ortaya koyuyor. Buraya kadar güzel. Fakat “Bu iki yanıcı maddeyi bir araya getirip insanlığın ve hayatın hizmetine sunan kim?” diye sorduğunuz zaman boş boş size bakıyor. Ya da burun kıvırarak soruyu görmezden geliyor veya bazı süslü kelimeler ile olayın üstünü örtmeye çalışır.

Mesela tuz denilen yine hayati bir maddeyi ele alalım. Tuz maddesinin ana bileşeni sodyum ve klor. Her iki madde de zehir ihtiva eden maddeler. Bu maddelerden ayrı ayrı bir miktar yiyecek olsanız çok büyük bir zarara uğrarsınız. Ama gelin görün ki bu iki zehirli madde bir araya getirilerek tuz gibi hayati bir maddeye kapı açılmış. Bilim, bu gün bunun kimyasal yapısı hakkında en ince sırlara bile vakıf olmuş. Peki “Bu iki zehirli maddeyi bir araya getirip ondan hayat için çok kıymetli tuz maddesini yapan kim?” diye sorduğunuz zaman, bilim, yine kimlik krizine giriyor ve bu tür sorulara cevap vermek istemiyor.

İşte bu gün bilim dünyasının en büyük problemi ve sorunu bu “kimlik” krizidir. Bu krizi aşmak için de ciddi bir çaba sarf etmediğinden dolayı ilim ve fennin hakikatlerine de tam olarak vasıl olamıyor. Yapılan çalışmalar ve bulunan keşifler de, nihai hedefleri olan manaları tam olarak izah edemedikleri için ya yanlış anlaşılıyor, ya da farklı yönlere sapıyor. Hatta bazen oluyor ki insanların bulduğu icat ve keşifler kişilere mal edilerek haksız övgülere dahi sebep olabiliyor.

KALP VE VİCDAN

 Sosyal hayatı şekillendiren süreçler içinde zaman zaman kalp ve duygular, bazı zamanlar da akıl ve mantık ön planda olmuş. Beynin sol yarımküresi daha çok kognitif fonksiyonların işleyiş alanı olarak gözlenmekte yani mantık, konuşma, matematikle ilgili kabiliyetlerin, yani akıl kavramı çerçevesinde şekillenen işleyişlerin alanı olarak önümüze çıkıyor. Sağ yarımküre ise daha çok duygulanım, duyguları dışa vurma, sözlü olmayan iletişim ve sezgilerin alanı san’ata yönelik kabiliyetlerin merkezi gibi gözleniyor. Bu fonksiyonları ise çoğunlukla kalp ya da vicdan gibi kavramlar karşılıyor. Gerçi vicdan biraz daha beynin daha alt merkezlerle irtibat alanı olan ve bir tür koordinasyon merkezi olan limbik sistem ya da retiküler aktive edici sistemin fonksiyonu gibi ortaya çıkıyor, ama sağ beyin lobu ile de önemli bir irtibat içinde olduğunun pek çok işaretleri var. Son zamanlarda IQ (Inteligent Quotient) şeklinde ifade edilen ve değişik metotlarla bir değerlendirme rakamına dönüştürülen kabiliyetler çoğunlukla beynin sol lobunun tezahürleri, duygulanım ve bununla irtibatlı olarak ahlaki değerlerin bir ifadesi olan EQ (Emotionel Quotient) ise sağ lobun işleyişinin yansımaları şeklinde kabul ediliyor. Bunların yoğun irtibat alanları içinde çok net çizgilerle birbirlerinden ayrılamayacakları gerçeğini kabul etmekle birlikte kaba bir tasnifle IQ aklın nurunu, EQ vicdanın ziyasını ifade ediyor diyebiliriz. Akıl çoğunlukla bilim dediğimiz ve insanlığın tarihi boyunca ortak olarak geliştirdiği ve maddî dünyanın algılanması, yorumlanması ve bu sonuçların insanlık yararına kullanılması işleyişi ile aydınlanıyor olmalıdır. Vicdan ise daha çok duygular boyutunu ifade eden ve her zaman mantık kuralları ile sınırlanamayan, çoğunlukla telkinler ve bunların oluşturduğu duygu değişimleri çerçevesinde şekillenen bir şekilde dinlerle yolunu bulan bir fonksiyon gibidir. Bu alanda, “Neden?, Nasıl?” gibi soruların cevaplarını bulmak gibi bir endişe çoğunlukla yoktur. Doğru olduğunu hissetmekten ya da öyle olduğuna inanmaktan kaynaklanan bir taraftarlık hali vardır. Akıl alanında bilimlerin etkisi ön planda gözlenirken vicdan alanında dinlerin etkisi daha belirgin gibidir.

Son dönemlerde IQ’nun sadece faydacı bir yaklaşımla kullanılması eğilimi ön plana çıkmış gibidir. Sadece teknoloji üretme aracı ve hayat tarzının değiştirilmesi amacından öte geçmeyen akıl fonksiyonu gençler için üniversiteyi kazanma aracı, bilim adamları için yenilikler geliştirme aracıdır. Bu da akıl gibi muhteşem bir nimetin sadece maddî dünyaya sınırlı kalması gibi bir sığlık doğurur. Diğer taraftan, özellikle ülkemizde dine taraftarlığı daha belirgin kesimde yer yer duygu ağırlıklı anlatımlar ön plana çıkmakta ve sadece gözyaşları için bir araya gelinen zeminlerde ciddî duygusal gerilimler yaşanırken, feraset ve dinî hakikatlerle ilgili ciddî paylaşımlar ve maddî dünyanın gerçeklikleri içinde Rabbi tanıma gayretleri geri planda kalmaktadır.

Her iki durumun da doğurması beklenen olumsuz sonuçlar yakın çevremizde yaşanmaktadır. Belki de sosyal düzendeki çatışmaların en önemli sebeplerinden biri bu anlamdaki uyumsuzluklardır. Gelecekte daha mutlu bir dünya için inananlar aklı daha çok kullanmalı ve materyalistler duygularının zenginliğini keşfetmelidir.

Duyguların ve aklın âhenginden hasıl olan dünya algısı, ferdin ruh halinin de en ideal kıvamda olduğu hal olacaktır. Gerçek mutluluk ancak hayatın doğru anlamlandırılması ve aklın duygulara yönelik sağlıklı işleyişi ile ancak mümkün olur.


AKIL VE DUYGULAR

 "Yaşadığımız âlem ferdin varlıkla doğru uyum içinde olmasını gerekli kılan kesret kuralları içermektedir. Doğru tanımlanmış bir varlık tablosunda ruh da sükûnetini bulacak ve hayat daha anlamlı ve yaşanabilir hale gelecektir. Varlık ve ferdin uyum içinde ve dengeli bir zeminde etkileşimi için duygular ve akıl âhenk içinde faaliyet göstermeli.

Dengeli bir bakış için, duyguların ve maddî gerçekliği değerlendiren aklın ahenkli uyumu şart. Aklın nuru ve vicdanın ziyası hayat yolunun labirente benzeyen kıvrımlarında ve geleceğin belirsiz ve karanlık olduğu bir yaşantıda önümüzü sağ ve sol yandan aydınlatan iki projektör gibidir. Aklın nuru daha çok bilimlerle yani maddî âlemi şekillendiren kuralların keşfi ile oluşuyor. Akıl bu kuralların keşfi yolundaki gayretlerin toplamı olan fenlerle aydınlanıyor. Vicdan ise maddî âlemin daha dışında ve daha çok duyguların, inançların oluşturduğu bir kavram. O yüzden ışığını daha çok maddî dünyanın dışından ve dinlerden alıyor. Vicdanın önünü aydınlatan temel kaynaklar vahyin yeryüzüne yansıması anlamına gelen semavî kitaplar ve o kitapları hem insanlığa ulaştıran ve o kitapların çizdiği kurallar çerçevesinde insanlar içinde örnekler olarak hayat süren peygamberler.

İnsanlık tarihine bir göz atıldığında bütün insanlığı besleyen ve insanlık şeklinde bir kavramın oluşmasına yol açan iki ana kaynak olarak varlığı ya da mülkü kendi içindeki işleyiş mekanizmaları ile anlamaya çalışan bilim dalları ya da fenler ile bu işleyişleri vahyin aydınlığında anlamlandırmaya ve sorgulamaya çalışan dinler önümüze çıkıyor. Bilim ve din insanlık tarihi boyunca tartışmaların ya da varlık âlemine anlam verme çabalarının merkezinde yer alan iki kavram gibi gözüküyor.


28 Haziran 2022 Salı

BUGÜNKÜ HALİMİZ

 

Basra halkının durumu ve  günahları:

Bir gün İbrahim Ethem Hazretleri'nin yolu Basra’ya düşer. Etrafını saran halk sorar.

– Ey İbrahim! musibetlerden bir türlü kurtulamıyoruz, dua edip duruyoruz ama, kabul olmuyor. Acaba bunun sebebi nedir?

İbrahim Ethem hemen cevap vermez.

– "İzin verirseniz bir müddet içinizde kalayım, durumunuzu tetkik edeyim sonra cevabını vereyim." der.

Gereken araştırmadan sonra onları topladığı mescitte şöyle hitap eder.

–"Ey Basra halkı, halinizi inceledim. 

Kalbinizin günahlarla ölmüş olduğunu anladım. Ölmüş kalplerin duası kabul olmaz." der.

–"Ne türlü günahlarla kalbimiz ölmüş." diye soran Basralılara İbrahim Ethem 10 sebep sayar:

"1- Allah’ı tanıdığınızı söylüyorsunuz, ama emirlerini tanımıyorsunuz.

2- Kur’an’ı okuyorsunuz, ama hükümleriyle amel etmiyorsunuz.

3- Hz. Peygamber (s.a.)'i sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama sünnetine ittiba etmiyorsunuz.

4- Şeytanın düşmanınız olduğunu söylüyorsunuz, ama onunla dostluktan geri kalmıyorsunuz.

5- Cenneti sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama ona layık amel işlemiyorsunuz.

6- Cehennemden korktuğunuzu iddia ediyorsunuz, ama ona götürecek fiillerden geri kalmıyorsunuz.

7- Ölüm haktır diyorsunuz, lâkin ölüme hazırlık yapmıyorsunuz.

8- Din kardeşinizin kusur ve ayıpları ile uğraşıyor, kendi kusur ve ayıplarınızı görmüyorsunuz.

9- Allah’ın lütfettiği nimetleri tüketiyor, ama şükretmiyorsunuz.

10- Ölülerinizi gömüyorsunuz, bir gün sizin de gömüleceğinizi aklınıza getirmiyorsunuz."

İbrahim Ethem bunları saydıktan sonra sözünü şöyle bağlıyor. 

–"Ey Basra halkı! Kalbinizi öldüren bu 10  günahı terk etmedikten sonra dualarınızın kabul olacağını sanmayınız. Kalbinizin dirilmesini istiyorsanız bu günahlardan kaçınmaya çalışın. Gidişatınızı düzeltin. Göreceksiniz ki dualarınız kabul olacak, başınızdan da bela ve musibetler gidecek."

Allahım!...

Maddi ve manevi Hastalıklarımıza şifa ver. 

Hanemize huzur ve bereket ver. 

Rızkımızı, sağlığımızı, ilmimizi, merhametimizi ve sevgimizi ziyadeleştir. 

Razı olduğun kullarından eyle.


MÜNAFIK KÂFİRDEN EŞEDDİR

    Hem istemediğim halde, birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor; nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor; âmirlerinden iltifat görmek için beni taciz ediyor.

   İşte böyle vaziyette bir adam, Cenab-ı Hak'tan başka kime müracaat eder?

Hâkim, kendi müddeî olsa, elbette ona şekva edilmez.

Gel sen söyle bu hale ne diyeceğiz?

Sen ne dersen de.. ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var.

Münafık kâfirden eşeddir.

Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar.

   Hey bedbahtlar!

Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum?

İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum!

Demek hizmetim hâlis, lillah için olmamış ki aksü'l-amel oluyor.

Siz ona mukabil, her fırsatta beni incitiyorsunuz.

Elbette Mahkeme-i Kübra'da sizinle görüşeceğiz.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ ٭ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ

derim.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

  Said Nursî 

  *-*-* 

Mektubat - 75

27 Haziran 2022 Pazartesi

EHLİ DÜNYAYA VERİLEN CEVAP

 Hey efendiler!

Ben imanın cereyanındayım.

Karşımda imansızlık cereyanı var.

Başka cereyanlarla alâkam yok.

O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendini bir derece mazur görüyor.

Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirane, rakibane vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek; gayet fena bir hatadır.

Çünki sâbıkan isbat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye hasr ve vakfetmişim.

Madem böyledir, bana eziyet verip rakibane ilişen adam düşünsün ki; o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.

   Beşinci Mes'ele: 

   Dünya madem fânidir.

Hem madem ömür kısadır.

Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.

Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.

Hem madem dünya sahibsiz değil.

Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var.

Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır.

Hem madem

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا

sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.

Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.

Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

   Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

{(Haşiye): Bu mademler içindir ki; şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum.

"Meraka değmiyor" diyorum ve dünyaya karışmıyorum.}

Mektubat - 71

EHLİ DÜNYA DİYOR Kİ;

 SEN BİZİ BEĞENMİYORSUN !

Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?

   Elcevab: 

   Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim.

Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum.

Fakat karışmıyorum.

Çünki ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış.

Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil!

Çünki idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz.

El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde "kalb de bizi sevsin" demeye...

Kalbe karışsanız...

Evet ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum.

Öyle de: Hal-i âlemin salahını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, çünki elimden gelmiyor.

Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünki ne vazifemdir, ne de iktidarım var.

Mektubat - 69

İNSANDAKİ DUYGULAR

 İnsan sadece maddeden ibaret değildir. İnsanın moral yönü ve manevî yapısı ise harikadır. Bediüzzaman’ın bu konudaki tesbitleri de dikkate değer: “Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıklarını isterler ve müteşekkirâne alırlar.” (Şuâlar, s. 277)

İnsanda inanma duygusu yaratılıştan mevcuttur. Hayat, iman ile istikamet bulur. İnsan şerefli bir varlık olduğu için, daima hakkı ve hakikati aramaktadır. İnsandaki bütün duyguları hayatı boyunca arayış içindedirler. Bu duygunun özünde iman cevheri vardır. İnsanın yaratılış amacı Kur’ân’da “Allah’ı tanımak ve ibadet etmek” olarak özetlenmektedir. Söz konusu âyetten hareketle Bediüzzaman şunlara işaret etmektedir:

“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir.” (Şuâlar, s. 166) İşte ancak böyle bir “İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi imân ve duâdır.” (Sözler, s. 502)

İnsanın, genellikle bir dine bağlılık ihtiyacını yaratılıştan getirdiği kabul edilir. İnsanlığın dinsiz yaşayamayacağı şeklindeki hüküm, bu esastan çıkarılmıştır. Bediüzzaman insanlığın “medeniyet fenlerinin” ikazlarıyla uyandığını, intibaha geldiğini ve mahiyetini anladığına işaret ederek, “Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur” der.

Hak dinden uzaklaşan fert ve toplumların içine düştüğü durumlara bakılırsa bu gerçekler daha yakından görülür. İnsanlığın başında maddî ve mânevî kıyametlerin koptuğunu ve hayvanların en bedbahtı ve en perişanı oldukları anlaşılıyor. Şu andaki İslâm dünyasının içine düştüğü feci durum bu gerçeği yansıtmaktadır.

Kısaca, “Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 328-329)

İnsanlığın sonsuz âcizliği ile birlikte sınırsız musîbetlere ve düşmanlarına karşı dayanak noktası; fakirliğiyle birlikte sınırsız ihtiyaçlarla karşı karşıya olan ve sonsuz isteklerine yardım edecek imdat noktası, yalnızca Allah’ı tanıyıp iman etmek ve ahireti tasdik etmekten başka çaresi yoktur. Yani insan sadece bu kısacık, fırtınalı dünya hayatı için yaratılmamıştır. Belki ebede uzanmış istekleri, ebedî yaşamayı gerektirmektedir.

Kendi kendine ulûhiyet dâvâsında bulunan Firavunlar, Nemrudlar, Budalar vb. yaratıklardan hiçbir şey tapılmaya lâyık olmadığı gibi, her şeyin Allah’ın yaratığı olmak bakımından birbirine karşı üstünlük hakları da yoktur.

Bu sebeple insanın mutlak bir Allah inancına bağlı olması zorunluluğu vardır.

İslâm’da iman ile akıl birbirini inkâr etmeyen değerlerdir. İman akıldan, akıl da imandan ayrı düşünülemez. Çünkü iman aklın kullanılmasıyla yapılan bir tercihtir ve Allah’ın bir teklifidir.

Aklın imanı kabul edip etmemesi onun tercihine bağlıdır. Fakat insan, iman veya inkâr şeklinde yaptığı tercihin sorumluluğuna ve sonuçlarına da katlanmak zorundadır.

Üstad Said Nursî’nin belirttiği gibi İslâm’ın hiçbir meselesi yoktur ki, akla aykırı olsun. Yine ona göre, “akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”tir. (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 330)


HAYATA BAKIŞ VE KORKULARIMIZ

 

Korkuyorum, geleceğimden korkuyorum. Neye ne kadar hâkim olabiliyorum? Televizyonun düğmesini hangi gün gerektiği zaman kapatabildim? Namazı zamanında ve heyecan duyarak ne kadar kılabildim? Bol başaklı buğday tarlasına giren hayvanları kovalama heyecanıyla yatağından kalkan insan, sabah namazına da o heyecandan daha fazla kalkması gerektiğini anlatan benim de peki alarmdan sonra yan tarafa dönmeme ne demeli? Evlâdıma, eşime, işime ne kadar istikamet gösterebildim? Gözümü haramdan sakınma vacibini ne kadar yapabildim? İman hakikatlerini istikrarla ne kadar okuyabildim ve ne kadarını anlayıp yaşayabildim?

İmdat ya Rab! Ne oluyoruz? Bu araba nereye gidiyor? İçindeki sadece ben miyim? Yarınım nasıl olacak? İhtiyarlığım nasıl olacak? Çekecek veya çektirecek miyim? Ya ölümüm nasıl olacak? Beni neler bekliyor? Hâlâ dünyevî düşünceme esir olarak sorduğum şu soru beni kahrediyor: Kazandıklarımızın akıbeti ne olacak? Kime kalacak? Kıymetini bilecekler mi?

Nefsim, şeytanım ve çevrem beni bana ne kadar bırakacak ki? Düşman bir değil ki! Bazan üçü, dördü birden hücum ediyorlar. Rahmetli Prof. Dr. Saffet Solak’ın dediği gibi; muharremat, hevesat, şehvet ve şöhreti bırakmalıyım ki muvaffak olabileyim.

Ama imanım gereği katiyyen ümitsiz değilim. Bu kadar karanlık ve sıkıntılı gecemin elbette sabahı olacaktır. Bu sıkıntılı rüyalar elbette son bulacaktır. Çareyi ve derdi yaratan, çözüm ve derdi de yaratmıştır. Dert dışarıdan gelmediği gibi derman da dışarıdan gelmemektedir. O zaman içimize dönelim, enfüsî âlemimizde derûnî tahliller yapalım. Muhasebe ve murakabeler bizi doğru yola iletecek ümidindeyiz.

İnsanın önüne huzura götürecek iddiaları ile açılan yolda yürüyen insanoğlu, huzura erebildi mi? Erdi ise son andaki şikâyetler neyin nesi? Ölümü unutur ya da unuttururcasına icad edilen oyalamacalara ne demeli? Anlaşılan o ki bunlar da çözüm değil.

Yiğit düştüğü yerden kalkar hesabı, düştüğümüz noktayı iyi tesbit edip oradan ibret çıkarıp ayağa kalkmalıyız. Bırakarak boşluğa düştüğümüz, hâlimizin resmidir. Neyi bıraktık da boşluğa, huzursuzluğa düştük? Taptığımız ilâh, Allah olması gerekirken O’nun yerine ikâme ettiğimiz ilâhlara, hele hele sebeplere, korkulara, kaygılara ne demeli?

Hayatın geneline zaman zaman muhasebe adına yapılan bakış, çıkarılan ders yapılan hataların düzeltilmesi namına faydalı olacaktır. Hâdiseler karşısındaki âciz kalışımız, kuvvetliye ve ihtiyacın karşılanmasındaki fakir oluşumuz da zengin olana dayanma gerçekliğine götürür. Kendi gücünün yetmediği yerde devletin gücünü hisseden insanın duyduğu emniyet ve huzur, yaşanan bir vakıadır.

MADDİ VE MANEVİ RIZIK

 Rızık, Allah Teâlâ'nın bilhassa yaşayan mahlûkatına faydalanmalarını nasib ettiği her şeydir. Rızık yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisinden faydalanılan herşeye rızık denir.

Maddî rızık, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve kullanılacak eşya, para, mücevher, çoluk-çocuk, vücudun çalışma kudreti, bilgi, mal-mülk, servet vs. gibi şeylerdir.

Mânevî rızık ise, ruhun ve kalbin gıdası olan şeylerdir. Başta îman olmak üzere insanın mânevî hayatına ait bütün duygular ve o duyguların ihtiyacı olan şeyler, hep mânevî rızıktır.

İnsan ve cin ruhlarının rızkları, saadete eriştiren bilgilerdir. Bu manevi rızıkların en şereflisi ve temeli de marifetullah, yani Allah'ı bilmektir. Bundan sonra diğer iman esaslarına dair bilgiler, Allah'a ibadet, kullarının haklarına riayet ve güzel ahlâkı tanıma bilgileri gelir. Bütün bunların semeresi ebedî hayat saadetidir.

Ekmek, peynir, elbise, ayakkabı, saat, kalem, bilgisayar, iletişim araçları ve gözlük birer madd î rızık oldukları gibi; Allah, peygamber ve din sevgisi, iman ve ibadet sevgisi de birer manevi rızıktır. Vatan sevgisi, meslek sevgisi de şüphesiz manev î rızıklardan sayılır.

Kainatımızdaki renkler ve güzel kokular da manevi rızıklardandır. Allah bu nimetlerini fark etmemizi istiyor. Mesela Rahman sûresinin 12. ayetinde yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkilerden; 76. ayetinde cennette yeşil yastıklar ve harikulade güzel döşeklerden bahsedilmektedir. Özel mülkiyetimizde olmasa bile, dağlar, denizler, gökyüzü, yeryüzündeki bahçeler, parklar ve ormanların manzaraları da duygulu ruhları doyuran manevi rızıklardır.

Tabir caiz görülürse, insanı bir sentez, Kur'an-ı Kerimi de bir sentez olarak düşünebiliriz. İnsanın en ince, en küçük ihtiyaçları bile Kur'an-ı Kerim'le karşılanmaktadır. Kendimizin bile fark edemediğimiz nice duygularımız, Kur'an-ı Kerim'le tatmin olmaktadırlar. Kur'an-ı Kerim'in ısrarla kendisini okunmaya çağırması, Peygamberimiz (asv)'in bu yoldaki teşvikleri işin önemini vurgulamaktadır.

Midemiz, rızık istediği gibi gözümüz, kulağımız da rızık istemektedirler. Yenilecek, içilecek, lezzet alınacak şeyler, görülüp işitilecek şeyler de bunlara cevap vermek için yaratılmışlardır. Mesela, insan ruhunun Kur'an-ı Kerim'in zevk verici sesine, insanın aklının, Kur'an-ı Kerim'de akla hitap eden, düşünmeyle ilgili âyetlere ihtiyacı vardır. İlimle ilgili âyetler, insanın bilgi ihtiyacını karşılamakta, insan ilişkileri ile ilgili âyetler ise, sosyal hayatın şekillenmesine yön vermektedir. Kalp, ruh, hatta hayal de rızka muhtaçtır ve kendilerine münasip rızıkları hazırlanmıştır.


Selam ve dua ile...

KÂFİR HAYATTAN NASIL LEZZET ALABİLİR ?

 Nasıl hayattan lezzet alabilir?

   Elcevab: 

   Acib bir mağlata-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar.

Surî bir lezzet alır zanneder.

Meşhur bir temsil ile onun mahiyetine işaret edeceğiz.

Şöyle ki:

   Deniliyor: Deve kuşuna demişler: "Kanatların var, uç!" O da kanatlarını kısıp, "Ben deveyim" demiş, uçmamış.

Fakat avcının tuzağına düşmüş.

Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş.

Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş.

Sonra ona demişler: "Madem deveyim diyorsun, yük götür!" O zaman kanatlarını açıvermiş, "Ben kuşum" demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş.

Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.

Aynen onun gibi; kâfir, Kur'anın semavî ilânatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkuk bir küfre inmiş.

Ona denilse: "Madem mevt ve zevali, bir i'dam-ı ebedî biliyorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde...

Ona her vakit bakan, nasıl yaşar?

Nasıl lezzet alır?" O adam, Kur'anın umumî vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: Mevt i'dam değil, ihtimal beka var.

Veyahud deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!

Lemalar - 79

26 Haziran 2022 Pazar

KÂFİRİN ALLAH'A DÜŞMANLIĞI

 İşte insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var.

Cemal-i bâkiye âyinedir, kemal-i sermedîye dellâl-ı mazhardır ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir.

Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için, bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebedü'l-âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır.

   Çünki ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz.

Çünki cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister.

Zeval ve fena ise, o muhabbeti adavete kalbeder, çevirir.

Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemal-i sermedîye karşı olan esaslı muhabbet yerine adavet bulunacaktır.

Onuncu Söz'ün haşiyesinde beyan edildiği gibi: Bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor.

O adamdaki aşk, birden adavete dönüyor ve diyor ki: "Tuh!..

Ne kadar çirkindir" diyerek, kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor.

Evet insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adavetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister.

   Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel esma-i hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adaveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek.. ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıd olarak bir gizli adaveti, insanın ruhuna vermeyecek.

Çünki insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak'tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adavetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir.

İşte kâfirlerin ALLAH'ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor.

Öyle ise, herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebedü'l-âbâd yolunda seyahatında beraber bulunmak için, alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek.

   Evet madem insan fıtraten bir Cemal-i Bâki'ye müştak ve muhib bir surette halkedilmiştir.. ve madem bâki bir cemal, zâil bir müştaka razı olamaz.. ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adavet etmekle kendini teskin eder.. ve madem bu kâinat, insan için halkedilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlahiye için yaratılmış.. ve madem bu kâinatın Hâlık'ı, esmasıyla sermedîdir.. ve madem esmalarının cilveleri daim ve bâki ve ebedî olacaktır; elbette ve herhalde insan, bir dâr-ı bekaya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır.

Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a'zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad u Samed, elbette Ahmed-i Muhammed'dir.

Lemalar - 355

İNSANA VERİLEN MİDELER

 İSMİ KAYYUM VE KAYYUMİYET SIRRI

 Beşinci Şuâ'nın İkinci Mes'elesi: 

   Kâinata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var.

Yani nasılki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir.. öyle de İsm-i Kayyum'un mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir.

Evet Zât-ı Hayy-ı Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir.

Çünki insan, câmiiyet-i tamme ile bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevkeder.

Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar.

Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.

   İşte insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zât-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva'-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva'-ı mat'umatıyla kerimane doldurmuş.

Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış.

O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış.

O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile, teşekküratın her nev'ini yapar.

Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister.

Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder.

Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevî mide hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahman'ı ve İsm-i Hakîm'i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder.

"ELHAMDÜLİLLAHİ ALÂ RAHMANİYYETİHİ VE ALÂ HAKÎMİYYETİHİ" der ve hâkeza.. bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhâssa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.

Lemalar - 353

İNSANA SERİLEN NİMET SOFRALARI

 İşte Zât-ı Hayy-ı Kayyum, insanı bütün kâinata bir merkez, bir medar yaparak, kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kâinatı insana müsahhar ettiğinin ve kâinatın insan ile mazhar olduğu sırr-ı kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir:

   Birincisi: 

   Kâinatta münteşir bütün enva'-ı nimeti insanla tanzim etmek ve insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.   

 İkinci Vazifesi: 

   Zât-ı Hayy-ı Kayyum'un hitabatına, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatab olmak ve hayretkârane san'atlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün enva'ıyla, bütün enva'-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir.

   Üçüncü Vazifesi: 

   Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyum'a ve şuunatına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir.

   Birinci Vecih: 

   İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlık'ının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir.

Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve za'fıyla onun kuvvetini anlamaktır.

Ve hâkeza.. noksan sıfatlarıyla Hâlık'ının evsaf-ı kemaline mikyasvari âyine olmak.

Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeğe mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalât-ı İlahiyeye âyinedarlık eder.

   İkinci Vecih: 

   İnsan, cüz'î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zahirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san'atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.

   Üçüncü Vecih'teki âyinedarlığın iki yüzü var:

   Birisi, esma-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir.

Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musağğarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.

   İkinci yüzü, şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık eder.

Yani kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-ı Kayyum'un hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem' ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyum'un sem' ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir.

Hem insan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyum'un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder.

Meselâ: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalar ile Zât-ı Akdes'in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasib ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına âyinedarlık eder.

   Hem insan, nasılki hayat-ı câmiasıyla Zât-ı Zülcelal'in sıfât ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir.. ve hâkeza çok cihetlerle Zât-ı Hayy-ı Kayyum'a âyinedarlık eder.

Öyle de: İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır.

Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz'un gayet kat'î bir delil-i vücudu ve bir numunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat'î delil ve numune, kuvve-i hayaliyedir

{(Haşiye): Evet nasılki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri, taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arz'ın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delalet edip onlara işaret ediyorlar.

Aynen öyle de; insanın ruhu âlem-i ervahtan ve hâfızaları Levh-i Mahfuz'dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden.. ve hâkeza herbir cihazı bir âlemden haber veriyorlar.

Ve onların vücudlarına kat'î şehadet ederler.}

ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve numunesi, insandaki kuvvelerdir ve latîfelerdir ve hâkeza...

Lemalar - 353

25 Haziran 2022 Cumartesi

HZ.ALİ'DEN TAVSİYELER 1

 Hz. Ali’nin hayatımıza dair ve hayatımızda mihenk taşları mesabesinde olan tavsiyelerini maddeler halinde arz etmek istiyorum:

Haksızlık önünde eğilmeyiniz. Çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.

Dayanılmaz bir kötülük gelirse eğer başına, suskun kayalar gibi dur ve diren.

Nerede olursan ol hakkı bulmaya çalış. Zor da olsa adaletten ve Haktan ayrılma.

Bin defa mazlum olsan da bir defa zalim olma. Şahsınıza yapılan kötülüğü affedin, milletinize yapılanı affetmeyin.

Şeref, fazilet ve edepledir. Asıl ve neseple değildir.

Haksız kazanç ve ahlâksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyiniz.

Yanında Allah’ın, Resûlullah’ın (asm) ve evliyanın sünneti olmayan kimsenin elinde hiçbir şey yok demektir. Allah’ın sünneti sırrı gizlemek; Resûlullah’ın (asm) sünneti insanlar arasında güzel ahlâk ile idare yolunu bulmak; evliyanın sünneti de insanlardan gelen eziyetlere katlanmaktır.

Sözlerinin amellerinden sayıldığını bilen kimse, az konuşur ve ancak kendisini ilgilendiren şeyleri söyler.

Ahlâkın ahlâksızların elinde oyuncak olduğu bir toplumdan hayır bekleme.

Sana kızdığı halde, bir kötülükte bulunmayan insanı kendine arkadaş edin. Çünkü öfke insanın ahlâkını ortaya çıkarır. İnsanlara faydası olmayanları, ölülerden sayın gitsin.

Ey insan; senin için dün geçmiştir. Bir daha geri gelmez. Yarın ise kesin değildir. O halde dem bu demdir… İçinde bulunduğun anı iyi değerlendir.

Gönülleriniz bir olmadıktan sonra sayıca çok olmanın bir anlamı yoktur.

Dil pek keskin bir kılıçtır. Kan akıtmadan can yakar.

Ahlâkını güzelleştir ki, Allah hesabını hafifletsin.

Güzel bir karakter, güzel bir yüzden daha uzun ömürlüdür.

Ayıbın en büyüğü, sende olan bir ayıpla başkasını kınamandır.

Sırrını iki kimseden başkası bilmesin. Sen ve Rabbin.

Sakın insanın iyisi ile kötüsünü bir tutma. Çünkü bu eşitlik, iyileri iyilikten soğutur.


HZ.ALİ'DEN TAVSİYELER 2

 Dünyada iki kişinin rızasını almakta hırslı ol. Annen ve Babanın.

Senden vazgeçene rağbet etme.

Sıkıntı ve musîbetlere karşı iki şey ile Rabbine sığın; Sabır ve Namaz

Şu iki insanı asla unutmayın. İhtiyaç anında yanınızda olanı, zor zamanda yalnız bırakanı.

Fazla yemek ve yemek üstüne yemekten kaçının. Zira fazla yiyen kimse fazla hasta olur.

Fakirin ihtiyacı zenginin israfı kadardır.

Fırsat karınca yürüyüşü ile gelir, yıldırım hızı ile gider.

İki yüzlü çıkarcı insanlardan uzak durmak çok zordur. Onlar yapmacık sevgilerini gösterip içlerinde kötülüğü saklarlar. Onları hoşnut tuttuğun sürece sana sevgi duyarlar ve sen bir şeyler verdikçe mutlu olurlar.

Kendisini beğenen ve kendisinden razı olan bir kimsenin kusur ve zaaf noktaları aşikâr olur.

Düşünme ve sevinme! Zamanın sana ne sakladığı bilinmez.

Kendisine edep yüklenen kimsenin kötülükleri azalır.

Fasık ve günahkâr kimselerle arkadaş olmaktan kaçın, çünkü kötülük kötülüğe kavuşur.

Sırlarını ona buna açıyorsan başına gelecek zilletlere razı ol.

Sabır iki kısımdır; belâya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, haramlara karşı sabırdır.

Kendisini beğenen ve kendisinden razı olan kimse birçok üzüntü ve acı çeker.

Fazilet, gücü yettiğinde affetmektir.

Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.

Sabır iki türlüdür: istemediğin, hoşlanmadığın şeye sabretmek ve sevdiğin, istediğin şeye sabretmek.

Yapman gereken hayırlı, yararlı işleri yarına bırakma. Bakarsın yarın olur da, sen olmazsın.

Söz sizin ağzınızda olduğu sürece, söz sizin esiriniz, söz ağzınızdan çıktıktan sonra siz sözünüzün esiri olursunuz.

Mal, harcandığı kadar sahibine ikramda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihanet eder.

TEDBİR BİZDEN, TAKDİR ALLAH'TAN

 

Takdir haktan, tedbir ise insandan

 Kovid-19, insanlara ölümü sık sık hatırlatıp, adını çokça anmaya vesile oldu.

Bu günler, Hz. Peygamberimizin (asm), “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” 1 hadisinin kulaklara küpe olma günleri!  

Koronavirüs olmasaydı, virüsten vefat eden ve sayıları onsekiz bini bulan bu insanlar, ölmeyecekler miydi?  

Ne mümkün? 

Devletin resmî açıklamasına göre, ülkemizde ölü sayısı, 2019 yılında 435 bin 941 kişi olmuş. 

Demek, her hâl üzere yolculuk, hız kesmeden devam edip gidiyor. Ölmek için, “olmak” yeter; sair şeyler tecellîye vesile.  

Böyle olmakla beraber; “Kur’ân’da, ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ 2 âyeti var. Nasıl olsa öleceğiz” mantığıyla ipin ucunu salıvermek olur mu? 

Evet, mütevekkil olmak güzel bir haslet, ama tevekkül, insanın kendisine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra işin ucunu Allah’a bırakması; O’nun yaratacağı neticeyi güven ve rıza ile karşılamasıdır.  

Tedbir bizden, takdir Allah’tan! 

Takdirin, Allah’a (cc) ait olduğunu bildiğimiz gibi; tedbirin de, Sünnetullah kanunu, yani kâinatta cârî olan İlâhî kanunlar gereğince, insanlara bir vecibe olduğunu unutmamak gerekir. 

Peki, “tedbir” nedir? 

Emniyetimizi; sağlığımızı, sıhhatimizi, korumamız hususunda, tavsiye edilenler hatta emredilenler ne ise, tedbir o. 

Peygamber Efendimiz (asm), yaşadığı dönemde, bulunduğu yerlerde herhangi bir salgın olmamakla birlikte; sahabîlere, ümmetine ve bütün insanlığa, “Bir yerde veba -bugün başka salgın- çıktığını duyanların oraya gitmemelerini, bulundukları yerde zuhur etmesi hâlinde ise oradan çıkmamalarını” 3 emretmiştir. 

Bu tedbir anlayışından dolayıdır ki, Suriye’ye gitmek üzere yola çıkan Hz. Ömer, kendisine bölgede veba salgını olduğu haberi ulaşınca, yolundan geri dönmüştür. 4 

Böylesi tedbir hassasiyeti, karantina disiplini ortadayken, bize ne oluyor Allah aşkına?   

Tedbir ve temizlik üçlüsünü duymayan, bilmeyen olmamasına rağmen; kendi hayatı da söz konusu olduğu hâlde vurdumduymazlık ve tedbirsizliği marifet telâkki etmek, kahramanlık değildir!  

Bile bile başkasına zarar verme riski ise, düpedüz kul hakkıdır. İnanıyoruz ki hastalıklar, musîbetler, belâlar bir İlâhî imtihan. Tedbirleri aşarak kapımızı çalana, söylenecek sözümüz: “Alerre’si velayn”; baş ve göz üstüne! 

Çünkü: 

“Takdir-i Hûdâ kuvve-i bâzû ile dönmez, / 

“Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.”

HİKMETİNİ BİLMEDİĞİN İŞE KARIŞMA

 Allah’ın kan uyuşmazlığını yaratmasının kötü olduğunu nereden biliyorsunuz? Bebeklerin doğmadan ölmesi, hem o bebekler ve hem de anne ve babaları için rahmet olmadığına nasıl karar veriyorsunuz? O bebekler yaşasaydı belki Allah’a, anne ve babasına karşı gelecek bu sebeple ebedî hayatını zehir edecekti. 

Kan uyuşmazlığı olan anne, bu hastalığı sebebiyle Allah’ı daha fazla hatırlayacak, devamlı O’ndan yardım ve medet istemekle ve ibadetle Allah’ın rızasını kazanarak cennete gidecektir. O hastalık olmasaydı, o anne belki Allah’ı hiç aklına getirmeyecek, O’nun emir ve yasaklarına uymayacak, böylece ebedî hayatına zarar verecekti.

Sonuç olarak Allah’ın yarattığı her şeyin bir değil, belki binlerce hikmet ve gayesi vardır ve hepsi de insanın lehinedir. Hastalık da insan için güzeldir, rahmettir, musibet ve ölümler de güzeldir.

Dünya hayatı çok sınırlı bir süredir. Hâlbuki ahiret hayatı ebedîdir. Sonsuzdur. İnsan genelde hep dünya hayatını öne alıyor. O hayatının iyi geçmesini istiyor. O bakımdan Allah’ın kâinattaki icraat ve tasarrufundaki hikmetleri anlayamıyor.

Hâlbuki Cenab-ı Hak insanın ebedî hayatının kurtulması için, o insana bir takım musibetler, hastalıklar, arızalar ve üzücü halleri veriyor. Ta ki, Allah’ı ve ahreti unutmasın. O ebedî hayatı için çalışsın. Hastalık ve sıkıntılarla günahları hafiflesin ve cehennemde yanmasın istiyor.

Biz daima İbrahim Hakkı gibi şöyle demeliyiz:

Lütfun da Hoş, Kahrın da Hoş.


"Hak şerleri hayır eyler,

Zannetme ki gayr eyler,

Arif onu seyreyler,

Mevla görelim neyler,

Neylerse güzel eyler."


"Deme nedendir bu böyle

O yerindedir öyle,

Bak sonunu sabreyle,

Mevla görelim neyler,

Neylerse güzel eyler."


Selam ve dua ile...

MUSİBETLERE KARŞI DAVRANIŞLARIMIZ


Kâinatta bir ölçü ve nizam var. Her şeye bir sınır tayin edilmiş. Her hadise bir ölçü ve düzen içinde tanzim edilmiş. Kudret-i İlâhî tarafından, Güneş semanın öyle bir noktasına yerleştirilmiş ki, ısısı ve ışığı fayda versin. Güneş dünyamıza çok az biraz uzak veya yakın olsa hayat çekilmez bir hal alabilirdi.

Dünyamız ise atmosfer tabakası ile öyle harika bir şekilde sarılmış ki, yapısında ve tabakasında en küçük bir bozukluk olsa dünya yüzündeki hayattan istifa edebilirdik.

Dünya yüzündeki hayat ise mükemmel bir ölçü ve düzen içinde Rahmet-i İlâhî tarafından devam ettirilir. En küçük bir düzensizlik ve eksiklik görülmez. Her şey yerli yerinde, her şey mükemmel bir düzen içindedir. İşte sürekli soluduğumuz hava. İçindeki azot ve oksijen dengesi biraz olsun bozulacak olsa hayat biter. Su, ısı, ışık, toprak ve diğer nimetler de aynı şekilde. Yani her şey bir düzen ve nizam ve ölçü içinde. Her şeye bir sınır konmuş. Her bir unsura bir sınır ve ölçü tayin edilmiş.

Bu kadar ölçü ve düzen içindeki hayatın merkezine ise insan konulmuş. Yaşadığı çevrenin her bir unsuru bir ölçü ve düzen içinde olur da, insan bu umumi kanun ve düzenin dışında tutulur mu? Elbette ki tutulamaz. İnsan da bir ölçü ve nizam içinde yaratılmış. Ancak fiilî davranışlarına fıtrî bir sınır da konmamış. Yani insan diğer mahluklardan farklı olarak iyi veya kötü istediğini yapmakta serbest. Elbette ki davranışlarından da sorumlu olacak.

Fakat hayatın düzenli ve doğru bir şekilde devam edebilmesi için bir takım sınırların bulunması gerçeği de açık. Evet, belki fıtrî bir kayıt yok, ama hayatî kayıtlar var. İşte bu kayıtlardan ve sınırlardan birisi de musibetlerdir.

Hayatın içine musibetlerin girmesinin bir çok hikmetleri olmakla birlikte, mühim bir hikmeti hayatın doğru bir şekilde devam etmesi için sınır özelliği olmasıdır. Yani musibetler insan hayatı için çok önemli sınır değerleridir.

Meselâ zehir içmek insan hayatı için tam bir musibettir. Çünkü hayatı bitirir. Bu sebeple zehir içmek yasaktır. Hayatın devamı için su iç, şerbet iç, süt iç, meyve suyu iç, ama zehir içme. Niçin? Hayatın sona erer de, o­nun için. Peki bunun böyle olduğunu nasıl anlarız? Tecrübelerimizden ve diğer insanların tecrübesinden. Zira biliriz ki, bir insan zehir içmiş, ya ölmüş veya hasta olmuştur. İşte bir insanın başına gelen böyle bir musibet diğer insanlara bir ikaz olur, bir sınır olur.

Aynı şekilde ateşi ele alalım. Ateş insan için faydalı bir unsurdur. Ama elinizle ateşi tutarsanız sizi yakar. Bu da bir insan için musibet olur. Bunu bilen bir insan ateşe ancak sıcaklığını hissedecek şekilde yaklaşır. Yakacak şekilde o­nunla irtibat peyda etmez. İşte bu durum insan için sınır bir değerdir. Yanma neticesinde meydana gelen yaralanma, yanma, hatta ölümler bunu ikaz ederler.

Hayatımızın her safhasında böyle sınırlarla karşılaşırız. Günlük yeme-içme faaliyetlerimizi bir düşünelim. İnsan yemek konusunda ölçüyü kaçırdığı zaman hastalık denen musibetlerle karşılaşmaya başlar. Vücudun dengesini bozar, bir çok hastalığa dâvetiye çıkarır. İşte bunlar birer musibettir. Bunun için insan hastalık musibeti ile çizilen çizgiye dikkat etmeli. Aksi takdirde hayat yükü oldukça ağırlaşır.

Bu saydığımız misâlleri diğer musibetlere de uygularsak çok önemli sınırların olduğunu görürüz. Evet insanın duygu, istek ve fiillerine yaratılıştan bir sınır konmamış. Ama hayatın devamı için dinler vasıtası ile bazı temel kurallar getirilmiş ve musibetler vasıtası ile bazı fıtrî sınırlar çizilmiştir. İnsan bu temel kurallara ve musibet sınırlarına dikkat ederek yaşarsa hayatında mutlu olur ve yaşamaktan lezzet alır. Aksi takdirde maddî ve manevî musibetlerin pençesinde acı çeker. Öyleyse yapılacak şey, hayatın sınırlarını iyi anlamak, musibetlerin mesajını iyi okumaktır.


 

23 Haziran 2022 Perşembe

"GÜZEL GÖREN, GÜZEL DÜŞÜNÜR"

 

Hatalara karşı affedici olun

Geçmiş hataları affettiğiniz gibi, günlük hayatınızda çevrenizdeki insanların hatalarına karşı da affedici olun. Bu sizi onlara karşı daha hoşgörülü ve şefkatli olmaya yöneltecektir. Hatasını gördüğünüz, büyüttüğünüz, kabul etmediğiniz kişiye şefkat duyamazsınız.

Unutmayın Allah’ın adaletinden daha büyük adalet olamaz. Allah insanlara muamele ederken, iyilikleri kötülüklerine galip gelip gelmediğine nazar etmektedir. Sizin de bakışınız böyle olsun.

Unutmayın, insanın belirli bir yaştan sonra, kökleşmiş ve bilinçaltına yerleşmiş düşünce ve davranışlarının değiştirmesi sanıldığı kadar kolay değil, güçlü bir irade istiyor aynı zamanda.

Bunun için sabırla, inançla, dua ile ara vermeden devam edin.

Sevme duygusu geliştirilebilir mi?

Sevme duygusunu köreltmek de geliştirmek de mümkündür.

Sevgide önemli olan, sevgi nesnesinin ne olduğudur. Mesela, bazı insanlar çok sevgi doludurlar, fakat sadece kendilerini ya da yanlış şeyleri severler.

İnsanlar arasındaki muhabbetin artması için sevgi davranışlarının karşılık görmesi önemlidir. Mesela, aile içinde sevgiyi artırmak istiyorsak, aile fertlerine içtenlikle ve samimiyetle davranarak, duygularımızı pekiştiren örnekler sergilemekte fayda vardır.

Ancak sevgi karşılık görmediğinde söner. Bu sebeple devamlı beslenmesi gerekir.

ADALET OLMAZSA DÜNYA BOĞULUR

    Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrib ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var.. ve o şehirde her vakit harb ve hicret içinde kaynayan bir memleket var.. ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var.

Halbuki o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor, bilbedahe isbat eder ki: Bu hadsiz mevcudatta olan tahavvülât ve vâridat ve masarif; herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır.

Yoksa balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile ve sel gibi akan unsurların, inkılabların hücumuyla şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istila etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahud maksadsız serseri tesadüf ve mizansız kör kuvvete ve şuursuz zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki; bir senede, belki bir günde herc ü merc olurdu.

Yani: Deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti; hava, gazat-ı muzırra ile zehirlenecekti; zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti.

Dünya boğulacaktı.

   İşte cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarifine.. tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına.. tâ hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına.. tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına.. tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına.. tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi; hikmet-i insaniye dahi, herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor.

Lemalar - 308

21 Haziran 2022 Salı

HERKESE HAKKINI VERMEK

 Herkesin hakkını vermek iki şekilde olur; hukuki yaptırımla. Bu işin hukuki ve dünyevi boyutudur. Hak yemekten korkmakla. Bu da işin ahlaki ve imani boyutudur. Yani biz imanı da ahlaki alanda sayıyoruz. Bu ikisi birden olmadan gerçekleştirilmeye çalışılan adalet sevgiye ve merhamete değil, sadece kanun korkusuna dayalı, topal bir adalettir. Şöyle de diyebiliriz: Adaletin bir ucu sevgi ve merhamet, diğer ucu korkudur. Korku sadece kanuni yaptırım korkusu olursa bunun delinmesi her zaman mümkündür. Ama öbür âlemde hesap verme korkusu da buna eklenirse adaleti sağlamada bu daha etkili olur. Yoksa Balzac’ın dediği gibi, kanunlar küçük sineklerin takılıp kaldığı, eşek arılarının delip geçtiği örümcek ağları gibi olur. Yani biz Machiavelli gibi düşünmüyoruz. Ona göre “her şeyden önce toplumun kalbine sevgi yerine korku düşürülmelidir, hükümdar sevimli olmaktansa korkutucu olmalıdır. Çünkü insan korktuğuna sevdiğinden daha çok hizmet eder.” (Mirpenç Akşit. Fârâbi Düşüncesinde Bir Erdem Olarak Adâlet).

O halde adaleti gerçekleştirecek unsurlar Hadîd Suresi 122. âyette sayılanlardan başkası değildir: Kitap, mizan ve hadîd. Yani ahlak, hukuk ve caydırıcı yaptırımlar. Hz. Osman’ın (ra): “Allah kitapla yola gelmeyeni sultanla yola getirir.” sözünün anlamı da budur. Esas olan ahlak olmakla beraber, adalet hiçbir zaman ne sadece ona, ne de tek başına diğerlerine havale edilebilir. Bunlardan hadîd, yani demir, sadece İslam ülkesindeki adaleti sağlamakta değil, dünyadaki adaleti sağlamakta da gereklidir. Gücü, teknolojiyi ve caydırıcı silahları ifade eder ve Müslüman olmayanların arasındaki adaletsizliklerden, yani zulümlerden bile Müslümanlar sorumludurlar (Nisa, 4/75). Güç ve caydırıcı silahlar teknolojiye, teknoloji bilime, bilim servete bağlıdır. O halde Müslümanlar bu gücü ihmal edemezler.

FAKİRİ HORLAMA !

 İslâm dininde fakirlerin durumunu iyileştirmeye yönelik olarak çeşitli önlemler alınmış olmakla birlikte hiçbir zaman fakirlik bir horlama ve aşağılama sebebi görülmemiş, mülkün gerçek sahibinin Allah olduğu (Âl-i İmrân, 3/26), dünyada insanların ekonomik yönden farklı seviyelerde olup bazılarının fakirlik ve maddî sıkıntı içinde bulunmasının birtakım amaç ve hikmetlere dayalı olduğu (Bakara, 2/155; Nahl, 16/71; Zuhruf, 43/32), insanların Allah katındaki değerini belirlemede takvanın ölçü alınacağı (Hucurât, 49/13) gibi hususlar dikkate alınarak her toplumda var olan bu sosyal gerçek tabii karşılanmış, böylece konuya başka bir dinî ve ahlâkî boyut kazandırılmıştır.

Sabreden ve olgunluk gösteren fakirlerin cennete ilk giren gruplar arasında yer alacağı, cennet ehlinin çoğunluğunu fakirlerin teşkil edeceği, gerçekte fakirliğin utanılacak bir şey değil insanın manevî hayatı için bazı avantajlar sağlayan bir mertebe sayıldığı, fakirlerin, miskinlerin ve zayıf kimselerin toplumun hayırlı bir tabakasını oluşturduğu yönünde Hz. Peygamber'e kadar uzanan rivayetler (bk. Miftâh, "miskin" md) böyle bir amaca yöneliktir.

Öte yandan Hz. Peygamber sabredip olgunluk göstermeyen, yoksulluğunu bahane ederek taşkınlık yapan, kötülük işleyen, isyan eden fakirleri de şiddetle kınamış, fakirliğin kişiyi birtakım kötülüklere sürükleyebileceği, hatta nankörlüğe sevkedip küfre bile düşürebileceği uyarısında bulunmuştur. (Nesâî, İsti'âze, 14, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 101; Müsned, 2/305, 325; 5/36, 39, 42)

İlk bakışta çelişkili gibi görünen fakirliğin lehinde ve aleyhindeki bu rivayetler aslında İslâm'ın benzer konulardaki tutumuyla da uyumlu olarak haklar ve ödevler, yetkiler ve sorumluluklar arasında denge bulunduğuna işaret etmeyi amaçlar. Her nimetin, her mahrumiyet ve sıkıntının maddî sebeplerinin yanı sıra İslâm'ın yaratılış ve kullukla ilgili genel telakkisi açısından da mâkul bir açıklaması yapılarak hem tevhid inancının hayatın her safhasını kuşatan bütünlüğü hem de kişilerin ruh sağlığı, yaratıcıya ve hayata bağlılıkları, kendilerine saygıları korunmuş olmaktadır.

Bu bakımdan İslâm'ın fakirlikle mücadele ve fakirlerin korunup gözetilmesi konusunda gösterdiği gayretle yoksulluk karşısında sabır ve metanet gösterilmesini öğütlemesi arasında açık bir uyum görülür.

Peygamber Efendimiz çok sevdiği sahâbîsi Sa'd İbni Ebû Vakkâs’ın şahsında ümmetini uyarmış, fakir ve kimsesiz müslümanları hor görmenin, küçümsemenin, onlara karşı kibirli davranmanın aslâ doğru olmayacağını hatırlatarak ümmetine sanki şöyle sesleniyor:

- Fakir, yoksul deyip geçmeyin. Onların arasında Allah’a çok yakın olanlar vardır. O gönlü kırıkların duası, hiçbir engele çarpmadan doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın yüce katına ulaşır. Onlar “paramız, pulumuz yok” diye sızlanmazlar. Dünyada sahip olamadıklarının kat kat fazlasını âhirette elde edeceklerinden şüphe etmezler. Bu sebeple alın yazılarından dolayı şikâyette bulunmazlar. Herşeyin Allah’dan geldiğini ve onun öyle münasip gördüğünü bilirler. Onun asla kuluna zulmetmeyeceğine gönülden inanırlar ve hâllerine hamd ederler.

İşte bu sebeple ey Müslümanlar, fakir ve çâresiz mü’minlerin sizin için bir nimet olduğunu bilin. Onların sevgisini kazanmaya ve dualarını almaya bakın!.. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Fakir md.; Riyazü's sâlihîn Tercümesi ve Şerhi, Heyet, Erkam Yayınları, hadis no: 273-274)

NE OLACAK HALİMİZ ?


AKLIMA YATMIYOR ...!

Din Kültürü öğretmenleri zümre toplantısı sonrasında iki öğretmen bir araya gelerek biri diğerine “Aklıma yatmıyor”der. Daha sonra bu öğretmen Ramazan ayında diğer öğretmen arkadaşlarıyla beraber öğlen yemeği yerler.

Günümüz insanının ve özellikle yıllarca ilahiyat eğitimi alan bir öğretmenin “aklıma yatmıyor” itirafı, gelinen noktanın tesbitinde çok acı bir hakikat olarak içimizi acıtıyor. “Aklıma yatmıyor ama derse girdiğimde öğrencilerime, inanıyormuş gibi anlatıyorum.”, ifadesi, eğitilmesi için ellerine teslim ettiğimiz evlâdlarımızın istikbali için endişe verici bir vaziyettir ve esasen bir sonuçtur.

Sorularla çalınan gençliğimiz, şimdilerde tereddütleri yaşıyor. Vaktiyle, onların dem ve damarlarının kaynadığı, fikirlerinin uyanıp muknî cevaplar aradığı zamanda alınamayan cevaplar, yetersiz izahlar ve bir de mahallî baskılarla sindirilen, baskılanan hak hakikat arayışları neticesiz kalır. Sonra o günün genci bugün kalkar, öğrencilerine “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersini verir ama ne yazık ki aklına yatmamasına rağmen.

Bir şeyler ters gitti. Pantolon cekete uyum sağlamadı. Temelleri yıpratılan binanın duvarları süslendi ama nafile olduğu sonradan anlaşıldı. Otobanlardaki son model arabalar insanımızı aldı götürdü ama kimliği mazide kaldı. Teknoloji ilerlerken, ruh geriledi. Köklerinin çürütülmesine çabalanan ağacın kurumaması için dal ve yaprakları çikolata kaplı zehirlerle ilaçlandı, yabanî çeliklerle aşılandı ama tutmadı.

Ne olacak hâlimiz? 

Allah’ın varlığına inanıyor ama peygamber ile arası yok! “Müslümanım”, der lâkin semtine uğramaz. Gasp ettiği hakları arkasına alarak kul hakkından bahseder. Anlaşılan o ki tren raydan çıkmış. Tren raydan çıkarsa yolcular hedefe mi ulaşır yoksa felakete mi düşer?

İnsanımızın maruz kaldığı tehlike, eskiden dışarıdan geliyordu ama şimdi içeriden geliyor zira kurt gövdenin içinde yer etmiş. Vaktiyle “Cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanını sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyeti basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir” ikazından ders alınsaydı bunlar yaşanır mıydı?

Yiğit, düştüğü yerden ayağa kalkar ve kalkmalıdır. ‘Dost görünen’ler eliyle gelen tahribat, düşmanın yaptığından daha ziyade acıtır oldu, zarar verdi. Sözde dindarın yaptığı hezimet, özde dindarın elini ayağını bağladı. Ve işte değerlerin menfaate alet edildiği bir zeminde uygulanan eğitimin mahsulü nesil çıkıyor sahneye; “Aklıma yatmıyor!”, diyor. Haksız mı?

17 Haziran 2022 Cuma

HIRSIN 3 VAHİM NETİCESİ

 İktisat Risalesinin altıncı nüktesinde hırsın dört kavramdan oluşan bir karışım olduğu nazara verilmişti. Yedinci nüktede ise hırsı netice veren davranışın israf olduğu belirtilerek üç vahim netice veciz bir şekilde ifade edilir.

Hırsına yenik düşen kolay kolay kanaat edemez, memnun olamaz, şükredemez, çalışamaz. Şevki, gayreti son derece kırılgandır. Tembellikle vaktini zayi etmek ister. Böyle bir hayat geçirmek için de kısa yoldan zengin olmanın hayalini kurar. Bu hayalini gerçekleştirmek için haram yollara girmekte sakınca görmez. Piyango, at yarışı, tekel bayiliği gibi haram yollar bu hırsın vahim neticeleridir. Ayrıca çiftçilik gibi emek isteyen tarla işleri yerine memurluk gibi masa başı işlerine günümüzde olduğu gibi talebin artması sanat, ticaret ve ziraatin iflasıyla neticelenir.

Hırsın ikinci vahim neticesi de haybet ve hasarettir. Genel tabloya bakıldığında hırsın insanı hayallerine, hedeflerine götürmediği müşahede edilir. “Hırs, hasaret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir.”1 atasözü çok sayıda tecrübeyle sabittir.

Tam bu noktada Üstadımız rızık üzerinden çeşitli mukayeseler yaparak mevzunun ehemmiyetine dikkat çeker. Bitki-hayvan, yavru-canavar, balık-tilki ve maymun, yahudî-bedevî karşılaştırmaları cây-ı dikkattir. Âlimlerin ve ediplerin de ayrıca haşiyelerle nazara verilmesi rızık noktasında çıkarmamız gereken neticeye ulaştırır: “Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir.”2

Bu netice bize şimdiye kadar empoze edilen maddeci ve evrimci öğretilerle tezat teşkil eder. “Doğada güçlüler kazanır, zayıflar elimine olur!” mantığının iflas ettiği görülür. Zira, mezkûr misaller acz, fakr ve zekânın azlığı nispetinde daha iyi rızık bulunduğunu ispat eder. Zekâ ve güç arttıkça rızık da noksanlaşır ve ciddi çabayla rızık elde edilebilir. Hırs yerine kanaatli olmamız gerektiğini “Kanaat tükenmez bir hazinedir” hadis-i şerifiyle anlıyoruz.

Hırsın üçüncü vahim neticesi ise ihlası kırması ve ahiretle ilgili amellerimize zarar vermesidir. Zira hırsına kapılan kişi, insanların ilgisini, beğenisini çekmek için riyakarlığa girmeye mecbur olur. Her şartta Rabbinin rızasını gözetmesi gerekirken, insanların ilgisini çekecek davranışlarda bulunmak zorunda kalır.

Bu noktanın anlaşılması için sonraki iki paragrafta Üstadımız sırasıyla israf ve iktisatla yaşamanın zincirleme olarak hangi hal ve neticelere sebep olduğunu nazara verir. İsraf; kanaatsizlik, şevksizlik, tembellik, şikayet, ihlas ve izzetin kırılması, riya ve dilencilik gibi neticelere sebep olur. İktisadın ise; kanaat, izzeti muhafaza, şevkli çalışma, şükretme, nastan istiğna, ihlas kapısının açılıp, riya kapısının kapanması gibi çok sayıda kazanımı vardır.

Tüm bu hakikatler ibretli bir hatırayla hitama erdirilir. Üstad mübarek bir şehirde bulunurken, o şehrin bağlarındaki mahsulatın orada ikamet edenlere yetmesi gerektiğini düşünür. Oranın merhum müftüsünün ahalinin fakir olduğunu söylemesi üzerine Üstad hayret eder. Bunun sebebini de Üstadımız iktisatsızlık ve israf nedeniyle bereketin kalkmışlığına bağlar.

Rabbim cümlemize yedi nüktede belirtilen hakikatleri hakkıyla yaşamayı ihsan eylesin! Amin!

Dipnotlar:

1-Lem’alar, s.257; 2-age,s.258.

DOĞRU VE GERÇEK RÜYA NEDİR?

    Rü'ya-yı sadıka, hiss-i kable'l-vukuun fazla inkişafıdır.

Hiss-i kable'l-vuku ise, herkeste cüz'î-küllî vardır.

Hattâ hayvanlarda dahi vardır.

Hattâ bir zaman ben, bu hiss-i kable'l-vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda "saika" ve "şaika" namıyla aynı "sâmia" ve "bâsıra" gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum.

Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına "sevk-i tabiî" diyorlar.

Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor.

Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

   Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilü'l-lahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kable'l-vuku ilhamıyla ve o saika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.

   Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o saika ilhamıyla döner, yuvasına girer.

Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkınde aynı adam gelir.

Hattâ Kürdçe durub-u emsaldendir:

نَافِ گُرْب۪ينَه پَالَانْدَارْ ل۪ى وَر۪ينَه

Yani: "Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünki kurt geliyor." Demek bir hiss-i kable'l-vuku' ile, latîfe-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder.

Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder.

Ehl-i feraset bazan keramet gibi geldiğini beyan eder.

Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi.

Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım.

Fakat ehl-i salahatta ve bâhusus ehl-i velayette bu hiss-i kable'l-vuku' fazla inkişaf eder, kerametkârane âsârını gösterir.

   İşte umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki, rü'ya-yı sadıkada, evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar.

Evet uyku nasılki avam için rü'ya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velayet hükmündedir; öyle de umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhıdır.

Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür.

Güzel düşünen, güzel levhaları görür.

Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür.

Hem herkes için, âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir.

Hem mukayyed ve fâni insanlar için, saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır.

Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır.

İşte bu gibi sırlar içindir ki, Kur'an-ı Hakîm

وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا

nev'indeki âyetlerle, hakikat-i nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.

Mektubat - 348

16 Haziran 2022 Perşembe

ÖMÜR SERMAYESİ

 Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.

 Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalp ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazife var ve en büyük dairede, en küçük ve muvakkat, ara sıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile, küçüklük ve büyüklük ma’kûsen mütenasib vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle, küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp, lüzumsuz, malâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder, o kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harb boğuşmalarını merak ile takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur, onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.


15 Haziran 2022 Çarşamba

İNSAN ANTİKA BİR SANAT ESERİDİR

 Antika san’at; İnsan!

Bİr insan, eline aldığı bir mikrofonla, herkese sorsa “İnsan nedir?” diye, eminim çoğu insandan şu cevabı alacaktır: “İnsan, Allah’ın etten, kemikten yarattığı bir varlıktır.” Cevap doğrudur.

Fakat verilen cevap, oldukça eksiktir. Neden? Çünkü, insan sadece etten kemikten ibaret değildir.

Bu tanım, çok ama çok basit kalmaktadır. İnsan, çok daha farklı ve yüksek bir mânâyı karşılamaktadır.

Üstad Bediüzzaman , insanı Cenâb-ı Hakk’ın “antika bir san’atı” olarak değerlendirir.

“Antika”, herkesin yakından bildiği gibi, ustanın elinde itinayla şekillenmiş, hiçbir yerde benzeri olmayan, hatta kopyası dahi yapılamayacak kadar mükemmel bir sistemle donatılan bir nesnedir. Böyle mükemmel bir şekilde ortaya konulan harika varlığın işleyişi de, elbette ki harika olmaktadır.

Bu “antika varlık”, şu âlem dediğimiz kâinat içerisinde toplu iğne büyüklüğü kadar bir yere sahip olan dünyamızda, kendisine tahsis edilen zaman zarfı içerisinde, hadsiz elemleri ve hadsiz sevinçleri beraber yaşadığı için, her hadiseden az veya çok payını almaktadır.

Üstad Said Nursî hazretleri, insanın bu gizemli boyutunu ortaya koyduktan sonra, onun bu dünya sarayında “ilim ve duâya” da ihtiyacının olduğunu ifade eder. İnsanın asıl vazifesinin “taallüm ile tekemmül” ve “dua ile ubudiyet” olduğunu ifade eder.

İnsan, ‘beden ve ruh”tan hayattar kılınmış bir varlıktır. Yaratıcı her iki nesnenin de ihtiyaçlarını farklı olarak yarattığı için, insan ihtiyacını da farklı olarak almak zorundadır.”Beden”in ihtiyaçlarını “maddî” gıdalar giderirken, “ruhun” ihtiyaçlarını da “manevî “gıdalar gidermektedir.

Ruh, hayal gemisiyle âlemin her tarafını kayıtsız olarak gezebilir. Onu hiçbir kimse esaret altına alamaz. Ama beden öyle değildir. Onun kendisine tahsis edilen mekândan dışarı çıkması mümkün değildir.

Küçük bir çivi görüntü itibariyle hiçbir şey ifade etmez. Fakat, konum itibariyle, yerleştiği yerden çıkması ve ayrılması, bulunduğu makamın dağılmasına vesile olacağı için, çok yüksek bir değere sahiptir.

Cenâb-ı Hak, insan mekanizmasını da öyle güzel bir programla programlamış ki, hiçbir şey ne eksik, ne de fazla. Eğer vücudun herhangi bir yerinde, toplu iğne başı kadar bir fazlalık olsa, o mekanizma onu ortaya çıkaracak ve onun tamir olmasına vesile olacaktır. O arıza kısa zamanda giderilmez ise, büyük bir problemin oluşması işten bile değildir.

Yaratılan her şey, bir sistem dahilinde, sürekli yenilik halindedir. Bu yenilik esnasında eskisinin yerine yenileri gelirken, hiçbir denge bozulmamaktadır. Meselâ vücut her saniye yenilenmektedir. Fakat “ruh” bu yenilenmeden hiçbir zaman etkilenmez. Her saniye vücudun bünyesinde milyonlarca hücre ölürken, milyonlarcası da yeniden yaratılarak dengeleri muhafaza eder pozisyondadır.

İşte böylesine bir antika varlıktır insan.!…


14 Haziran 2022 Salı

HAKLAR VE SORUMLULUKLAR

 İslâmiyet’te iki türlü temel haktan söz edilir: Bunlardan birincisi hukûkullah, yani Allah’ın hakkı; diğeri ise hukûk-u ibâd, yani kulların birbirlerine karşı doğuştan getirdikleri hak ve vazîfeleri.

Allah’a imanla birlikte ibadet ve taatte bulunmak; takvâ, Allah sevgisi, tevekkül, ihlâs, riyâ ve kibirden uzaklaşmak gibi ahlâk-ı hamide ile bezenip, nefsimizi kötülüklerden arındırmak Allah’ın üzerimizdeki haklarındandır.

Kul hakkı ise, ferdin zimmetinde bulunan, başkalarına mahsus maddî ve manevî imkân ve menfaatler ile Müslüman’ın başkaları lehine yapmakla yükümlü bulunduğu vazifelerdir.

İnsanların sosyal birer varlık olmaları ve toplumlar hâlinde yaşamaları, birbirlerine karşı sayılamayacak derecede haklar ve sorumluluklar doğurur. Karşılıklı hak ve sorumluluklarına riâyet etmekle yükümlü bulunan Müslümanlar, bu yükümlülüklerini “kul hakkı” ifadesi içinde formüle etmişler ve riâyet etmeye çalışmışlardır.

Resûlullah Efendimiz (asm): “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. O’na hıyanet etmez. O’na yalan söylemez. O’na yardımı terk etmez. Her Müslüman’ın ırzı, malı ve kanı diğer Müslüman’ın üzerine haramdır. (Mübarek kalbini göstererek) Allah korkusu buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeter” buyurmuştur.1

Kulun mahşer gününde hakkını yiyen bir kimse ile ilgili olarak Cenâb-ı Allah’a: “Şu kişide alacağım var. Hakkımı yedi. Onu Cehennem’de yak!” deme hakkı elbette yoktur. Çünkü orada Ahkemü’l-Hâkimin Cenâb-ı Allah’tır. Hâkim’in takdirine ve inisiyatifine müdâhale edilir mi? Takdir O’nundur. Sonra, Cenâb-ı Allah zâlime—hâşâ—iltimas mı geçecektir ki, buna ihtiyaç olsun? Nitekim kul hakkının mahşer günündeki yansımasını konu alan şu hadis-i şerifin verdiği haber tüylerimizi diken diken eder:

 Hadis-i şeriflerden anlaşılacağı gibi, kul hakkı bir Müslüman’ın manevî hayatı üzerinde önemli bir handikap olarak bulunmaktadır. Her Müslüman’ın hayat hakkı, şahsiyet ve onurunun korunması hakkı, özel hayatının gizliliği hakkı, dinî ve vicdanî kanaat hakkı, ikamet, seyahat, öğrenme, bilgi edinme, düşünce ve ifade hürriyeti, mülk edinme, çalışma, harcama ve tasarrufta bulunma gibi kendi zâtına mahsus doğuştan getirdiği hakları İslâm Dîni tarafından korunmuştur ve dokunulmaz ilân edilmiştir. Müslüman’a iftira atmak, gıybetini yapmak ve haksız yere kalbini kırmak da hiç şüphesiz kul hakkı kapsamına girer.

Kul hakkının günahından ve vebalinden kurtulmanın tek yolu, bu hakka riâyet etmek ve karşı taraf ile gönülden ve içten helâlleşmektir. Helâlleşme sağlandıktan sonra tövbe ve istiğfarda bulunulur.

Dipnotlar:

1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 234,

2- Müslim,

3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 217,

4- Buhârî.


 




TAŞ VE SU

 وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ

"Taşlardan öyleleri var ki, bağrından nehirler çağlar".(Bakara:2/74)

   Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu'cizevari bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun.

Çünki faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür'atli ve kesretli cereyanlarına muvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler.

Ve o kesretli masarife karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz.

Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir.

Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

   İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirine Cennet'ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler." Hem bir rivayette denilmiş ki: "Şu üç nehrin menbaları Cennet'tendir." Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir.

Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarif ile vâridatın muvazenesi devam eder.    İşte Kur'an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki, der: Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem!

Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelal'in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedî'nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır'ınızı Cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri, âdi camid taşların ağızlarından akıtıp mu'cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek, cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor.

Sözler - 250

DOĞU VE GÜNEYDOĞU BÖLGELERİMİZİN TEMEL SORUNU

 Gerek Kürtler gerekse Türkler şu anda büyük bir kaos yaşıyorlar. Bir tarafta, şehit cenazelerinin yol açtığı ciddi bunalım sonucu ne yapacağını bilmeyen anne babalar, diğer tarafta demokratik hak ve taleplerinde samimi oldukları konusunda Türk halkını ikna etmekte zorlanan Kürtler. Bu aşamada karşılıklı bir güvensizliğin olduğu açıktır. Devleti yönetenlerin yapması gereken şeyler kuşkusuz şu şimdiye kadar yapılanlardan daha fazla olmalıdır. Örneğin, devletin belli bazı kesimleri Kürtleri potansiyel suçlu görme alışkanlığından vazgeçmelidir. Doğu ve Güneydoğu’ya yönelik ciddi kalkınma programları başlatılmalıdır.

Kürt siyasetçilerin durumunda da büyük bir çelişki sezilmektedir. Nitekim onlar tarafından yapılan açıklamalara dikkatle baktığımız zaman, Türkiye’nin AB sürecine katkıda bulunmak şöyle dursun, köstek olmak istedikleri anlaşılmaktadır. Eğer Türkiye AB sürecinde muvaffak olmazsa ne olur? Kanaatimce demokratikleşme süreci başta Kürt siyasetçilerin aleyhine olmak üzere büyük bir yara alacaktır. Daha kötü senaryolar da yazılabilir. Ancak Türkiye’nin 1997’li yıllara dönmesi bile büyük bir kayıptır. Bu yüzden Kürt aydınları ve siyasetçileri büyük bir yol ayırımındadırlar. Ya Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve hukuk devletinin yerleşmesine katkıda bulunurlar ya da bütün bunların olmadığı sıradan bir Orta Doğu ülkesinde yaşamaya devam ederler. Bunun işaretini vermek ise ancak terörün aleyhinde bulunmakla mümkündür.


Gerek Türk siyasetçi ve yöneticiler, gerekse Kürt siyasetçiler sorumlu davranmadıkları takdirde söylemeye dilimizin varmadığı çok kötü senaryoların olabileceği ihtimalini gözden uzak tutmamak gerekir.

Özet olarak;

Kuşkusuz Kürtlerin bazı haklı talepleri vardır. Ancak Türkiye’nin birçok vilayetinde yaşayan Kürt vatandaşların talepleri ile terör örgütünün isteklerini birbirinden ayırmak gerekir. Bu taleplerin başında kendini Kürt olarak görme ve Kürtçe yayın, yani dilini serbestçe kullanma gelmektedir. Şunu da unutmamalıyız ki, Kürtlerle Türklerin önünde, bin yıllık ortak tarih, kültür ve din şuuruyla perçinlenen bir kardeşliği bozmayı hedefleyen tuzaklar kurulmuştur. Bunun karşısında, gerek Türklerde gerek Kürtlerde İslami kardeşlik bilincinin geliştirilmesi gerekir. Toplumun bünyesinde kanayan bir yara gibi duran bu sorunu çözmenin tek yolu İslam kardeşliğini güçlendirmektir. Bunun için acil olarak Doğu ve Güneydoğu’da dinî ve kalbî hayat önemsenmeli, Doğu ve Batı’daki sivil İslami ve dini kuruluşlar üzerindeki baskıların kaldırılması gerekir.


13 Haziran 2022 Pazartesi

ORTA YOL,ORTAK GÖRÜŞ VE İSTİKAMETTİR

    Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir.

İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.

Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet Ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali'yi (R.A.) tenkid ediyorlar.

Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar.

İşte bunların bu haksız ittihamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.

Halbuki Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas mezhebleri, bu fikirleri iktiza etmiyor belki aksini isbat ediyorlar.

Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz.

Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali'nin (R.A.) tarafdarıdırlar.

Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali'yi (R.A.) lâyık olduğu sena ile zikrediyorlar.

Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet Ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar.

Alevîler, hem Alevîlerin hem Ehl-i Sünnetin adavetine istihkak kesbeden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar.

Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terkediyorlar.

Her ne ise bu mes'elede fazla söyledik.

Çünki ulemanın beyninde ziyade medar-ı bahsolmuştur.

   Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat!

Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler!

Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız.

Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek.

Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak.

Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz'î mes'eleleri bırakmak elzemdir.

Lemalar - 25

YAĞMUR DUASI VE NAMAZI

 

“Yağmur duâsı ile ilgili olarak sünnet olan nedir?”

Topraklarımız yağmura muhtaç. Canlılar suya muhtaç. Ruhumuz Allah’ın sayısız ikramına, ihsanına ve lütfuna muhtaç. İçimiz dışımız rahmete muhtaç. Allah âfet vermesin tek! Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, yağmur namazı ve duâsı bir ibadettir. Yağmursuzluk o duânın ve ibadetin vaktidir.1 Duâyı ve ibadeti vaktinde yapmalı, değil mi?

Yağmurlar kesildiği zaman tövbe ve istiğfar etmek, duâ edip namaz kılmak ve ikramı, ihsanı ve rahmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak’tan yağmur istemek sünnettir. Kur’ân’da Nuh Aleyhisselâmın, kavmine şöyle dediği kaydedilir: “Dedim ki: ‘Rabb’inize istiğfar edin. Muhakkak o bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin.”2

Peygamber Efendimiz (asm) bir kıtlık zamanında yağmur duâsında bulunmuş ve daha ellerini indirmeden mübarek sakalı yağmur suyu ile ıslanmıştır. Enes bin Malik (ra) anlatıyor: Bir defasında insanlar bir kıtlığa uğradılar. Bir Cuma günü idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) hutbe okurken, karşı kapıdan birisi girdi ve: “Ya Resûlallah! Mallar helâk oldu. Çoluk çocuk aç kaldı. Bize duâ buyur!” dedi.

Resûlullah Efendimiz (asm) mübarek ellerini kaldırdı. O sırada gökyüzünde gözümüze hiçbir bulut parçası gözükmüyordu. “Allahümme eğısnâ!” (Allah’ım bize yağmur ver!) ve “Allahümme’skınâ!” (Allah’ım bize su ver!) diye duâ buyurdu. Nefsim kudret elinde bulunan Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, bulutlar dağlar gibi gökyüzünü sarmadıkça, o mübarek ellerini indirmedi. Minberden inerken mübarek sakalına doğru yağmur tanelerinin yuvarlandığını gördüm. O gün, ertesi gün, daha ertesi gün... Tâ öteki Cuma’ya kadar. Hep üzerimize yağmur yağıp durdu. Ertesi Cuma yine bir adam ayağa kalkarak, bu defa “Ya Resûlallah! Binalar yıkıldı. Mallar boğulmaya başladı. Bize duâ buyur” dedi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü (asm) insanoğlunun bu kadar çabuk usanmasına tebessüm buyurdu. Mübarek ellerini kaldırdı. “Allahümme havâleynâ, velâ aleynâ!” (Allah’ım, etrafımıza gönder! Üzerimize gönderme!) diye duâ buyurdu. Bunu söylerken mübarek eliyle hangi cihetteki buluta işaret buyurdu ise, orası açıldı. Medine üstü açık bir alan oldu. Kanat vadisi bir ay mütemadiyen aktı ve hangi yönden kim geldiyse bol yağmur geldiğinden bahsetti.”3

Abdullah bin Zeyd (ra) dedi ki: “Hazret-i Peygamber (asm) namaz kılınan yere çıkıp yağmur duâsı yaptı. Kıbleye döndü. Ridâsını ters çevirdi. İki rek’at namaz kıldırdı.”4

Abbas b. Temim (ra) amcasından nakleder: “Resûlullah’la (asm) yağmur duâsına çıktım. Ridâsını ters çevirdi. Arkasını da cemaate dönerek duâ etti. Daha sonra iki rek’at namaz kıldı. Namazda kıraati açıktan okudu.”5

Enes bin Malik (ra) şöyle demiştir: “Resûlullah (asm) yağmur duası yaptı da, ellerinin arkasıyla semaya işaret etti.”6 Enes (ra) bir diğer rivayetinde ellerinin içini aşağıya getirip uzatarak, şöyle demiştir: “Resûlullah (asm) ellerini böyle yaparak yağmur duâsına çıkardı. Ellerini o kadar kaldırırdı ki, koltuk altlarının beyazlığını görürdüm.”7

Duâ esnasında sünnet olan, istenen şeyin lehimize olması halinde ellerin semaya doğru açık tutulması; aleyhimize olması halinde, yani bir âfetten ve şerden Allah’a sığınmamız söz konusu olduğunda ise, avuç içlerinin yere, sırtının da semaya doğru çevrilmesidir. İkisi de sünnettir.

Yağmur duâsında, yukarıdaki rivayetlerden de anlaşılacağı gibi, Peygamber Efendimiz (asm) mübarek ellerini koltuk altının beyazı görülünceye kadar kaldırmış ve avuç içini yere çevirmiştir. Ellerin bu şeklini “taabbüdî” kabul etmek, yani ibadet şeklinin böyle olduğunu düşünmek, teslimiyet açısından bizi daha sağlıklı neticeye götürür. Bundaki görünebilen hikmete gelince:

1- Peygamber Efendimiz (asm) yağmur ve su istemekle beraber, susuzluk musibetinden de, suyun âfetinden de Allah’a sığınmıştır. Bu durumda rahmet isterken ellerin düz çevrilmesi, âfetten Allah’a sığınırken de ellerin ters çevrilmesi sünnete uygundur.

2- Mübarek ellerini çok fazla kaldırıp yere doğru çevirmekle, ihtiyaç duyulan suyun gökten aşağıya doğru indirileceğine işaret buyurmuştur.

3- Gökten nâzil olacak rahmete şiddetle muhtaç olduğumuz duâ lisanıyla ilân edilmiştir.

Cenâb-ı Allah Müslüman topraklarını yağmursuz, rahmetsiz, lütufsuz, keremsiz bırakmasın. Âmin.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 287 2- Nûh Sûresi, 71/10,11 3- Buhârî, 3/505, 538; Müslim, İstiskâ, 8; Nesâî, İstiskâ, 9 4- Müslim, İstiskâ, 2; Buhârî, İstiskâ, 540 5- Nesâî, İstiskâ, 5 6- Müslim, İstiskâ, 6 7- Ebû Dâvud

12 Haziran 2022 Pazar

NUR TALEBESİ BİD'ALARA GİRMEZ

    Ezan-ı Muhammedî'nin (A.S.M.) yasak edildiği ve bid'aların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur Talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid'alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek, bid'alara girmemişlerdir.

   İman ve İslâmiyet'in ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi bir tek dinî eser neşredemediği fecaat devrinde, Bedîüzzaman nefyedildiği yerlerde, zalim müstebidlerin tarassudat ve tazyikatı içinde, gizliden gizliye yüzotuz aded imanî eser te'lif ve neşretmiştir.

Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esaret altında inleyen İslâm Milletleri'nin necat ve salahı için dualar etmiş, dergâh-ı İlahiyeye iltica ederek yalvarmıştır.

   Evet Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin Sünnet-i Seniyesine tam iktida etmiştir.

   Bedîüzzaman'ın bu hali de, bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir.

Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor; birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor.

Cebbar ve zalim din düşmanlarının plânıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırabları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsızlıkları içinde bulunması dahi, te'lifata noksanlık vermemiştir.

   Sıddık-ı Ekber (Radıyallahu Anhü) demiştir ki: "Cehennem'de vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın." Bedîüzzaman, bu gayet ulvî seciyenin bir lem'acığına mazhar olmak için, "Birkaç adamın imanını kurtarmak için Cehennem'e girmeye hazırım" diye fedakârlığın şâhikasına yükselmiş ve böyle olduğu, Kur'an ve İslâmiyet'in fedai ve muhlis bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.

   Kur'an ve iman hizmeti için Bedîüzzaman'ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını feda ettiği; maruz kaldığı o kadar şedid zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidal, birer şahid-i sadık hükmündedirler.

   Bedîüzzaman Kur'an, iman, İslâmiyet hizmeti için, dünyevî rahatlıklarını feda etmiş, dünyevî şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takva ve riyazet, iktisad ve kanaatla ömür geçirerek, dünya ile alâkasını kesmiştir.    Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için, kendini dünyadan tecrid ederek mücerred kalmıştır.

Evet, Bedîüzzaman iman ve İslâmiyet hizmeti için, her şeyden bu derece fedakârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber; ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaisi ve Kur'an-ı Hakîm'in muhlis bir hâdimi pâyesine yükselmiştir.

Sözler - 757