31 Ağustos 2023 Perşembe

KENDİNİ ATEŞE ATMA

 Toplumdaki yozlaşmanın bedelini her kesimden, her yaştan insanlar ödese de en ağır bedelini her halde beli bükülmüş yaşlılarımız ödüyor. Dinî değerlerin aşınması sonucunda zuhur eden sıkıntı ve huzursuzlukların faturasını da en çok yaşlılarımız çekiyor. Menşe-i ahzan, mahzen-i elem olan ihtiyarlığın ağır yükünü çekmekte zorlanan ihtiyarlarımızın takatsız kalan kalbine ve ruhuna gençlerin ilgisizliği de eklenince bu ağır yük artık çekilmez oluyor.

İlgisizlikten öteye gençlerimizin özel sıkıntı ve problemleri de mecalsiz yaşlı anne-babanın sırtına yüklenince gerisini siz düşünün. Ömürlerinin artık kışını yaşayan; hastalıklara düçar olan, şefkat ve merhamete muhtaç durumdaki bu pir-i fanilerin yardımına kimler koşacak, dertlerine kimler çare bulacak?

Yaşlı anne ve babaların dert ve üzüntülerini paylaşan, onlara şefkat kanatlarını geren, hayırlı evlât olma liyakatini kazanan evlâtları tebrik ve tenzih ettikten sonra, bilerek veya bilmeyerek yaşlı anne-babayı rencide eden gençlerimizden bizzat şahit olduğum veya işittiğim örneklerden bir kaçını nazarlarınıza sunmak istiyorum.

Babasıyla kavgalı olan yaşını başını bulmuş, hem de dindar sayılacak bir gence; “Nihayetinde o senin babandır… Bazı yanlışları olsa da onu kırmamalısın” gibi iyi niyetli telkinlerime; “Ne babası… Öyle baba mı olur? Asıl ben ona babalık yaptım” dediğini işittim.

Yine bu defa annesiyle kavgalı olan bir başka gence annenin evlât üzerinde haklarından bahisle, eğer bir anne evlâdından razı olmasa o evlâdın ahirette işi zordur nasihatlarına karşılık; “Asıl ben annemden razı olmasam ahirette onun kurtuluşu zor…” diyerek kesip atıyordu.

Bir başka genç: “Anne-babam da bana karşı vazifelerini yerine getirmediler… Benim üzerimde bir hakları yok ki onlara hizmet edeyim…” dediğini duymuştum.

Bu meyanda hiçbir haklı tarafı bulunmayan bahanelerle aylarca, senelerce ebeveynleriyle alâkasını kesen nice insanları biliyorum. Yaptıkları bu yanlışlara kılıf hazırlamak da işin daha da acıklı tarafı. “Efendim, çocuğuna gerekli sevgi şefkati göstermeyen, evlâdının istek ve arzularını yerine getirmeyen annesine hak yoktur” gibi hiçbir dayanağı bulunmayan, uydurma gerekçelerle yaptıkları hata ve kusurları savunmak da bu işin bir başka acı tarafı. Anne-babaya hürmeti Kur’ân emir ve tavsiye ediyor. Hele de hiçbir ön şarta bağlı olmaksızın, anne-babanın gayr-ı meşrû isteklerinin dışındaki bütün istek ve arzuları yerine getirmek evlât üzerine farz-ı ayndır. Bunları yerine getirmemek büyük günahların en büyüklerindendir.

Şu âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere bakalım isterseniz: “Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibadet etmeyin, ana ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan bir veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın “öf” bile deme; onları azarlama, onlara güzel söz söyle”. “Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki “Ey Rabbim nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, sen de onlara öylece merhamet buyur” (İsra: 23-24)

“Rabbin rızası, babanın rızasındadır; Rabbin gazabı, babanın gazabındadır” ve “Allah’a itaat etmek, anne ve babaya itaat etmektir. Anne ve babaya isyan eden Allah’a isyan etmiş olur.” (Hadis-i Şerif)

Evet âyet-i Kerimeler, Hadis-i Şerifler böyle diyor.

Elbette anne-babaların da bazı hataları, kusurları olabilir. Evlâtlarına karşı vazifelerini eksiksiz yerine getiremeyebilirler. Fakat bu sebepler evlâdın anne-babaya karşı itaatsizliğini, isyanını haklı kılmaz.


GERÇEK MÜSLÜMAN

 Farklı düşünüp farklı yaşayıp aynı ülkenin vatandaşı olamaz mıyız?

Farklı düşünüp farklı yaşayıp aynı Allaha inanamaz mıyız?

Doğru TEK değil mi?

Tek olan Allah değil mi?

Tek olan hak, hukuk, adalet değil mi?

Tek olan sadece KURAN-I KERİM değil mi?

Gerçekte Müslüman, adil olur, hakkın savunucusu olur, doğruları savunur, barış içinde yaşar, kin tutmaz, kavga etmez, iftira atmaz, mütevazi, olumlu, uyumlu, ılımlı olur ve en önemlisi sevgiyi yaygınlaştırır. Zulme ve haksızlığa maruz kalanın yanında olur, zulmedenlere ELİF, mazlumlara ise VAV olur. Kimseyi Kırmaz dökmez, kimsenin göz yaşının akmasına müsaade etmez, affedici ve yapıcı olur, kimseyi kimliği ile değerlendirmez, dünyaya mala mülke makam önem vermez yetim hakkı yemez.

Müslüman aldatmaz

Müslüman yalan konuşmaz

Müslüman zulmetmez.

Müslüman hak yemez.

Müslüman beytülmale el uzatmaz

Ümit var olun, inancınızdan, değerlerinizden, bazıları vazgeçti diye, asla vazgeçmeyin.

Benim tanıdığım Allah kendi adını kullanarak aldatanlara hem bu dünyada hem ahirette hesap soracaktır.

Karanlık günlerden aydınlık GELECEK günlere.

30 Ağustos 2023 Çarşamba

TEVHİD NAZARI İLE BAKMAK

 İktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz'î fiil ise; tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve vâlidelerini onlara müsahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman'ın cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile görünür.

Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemal gizlenir ve o cüz'î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir; bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.

   Hem meselâ, müdhiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa; birden zemin denilen hastahane-i kübrada bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak'ın cemal-i şefkati ve mehasin-i rahîmiyeti küllî ve şaşaalı bir surette görünür.

Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz'î fakat alîmane, basîrane, şuurkârane olan şifa vermek dahi, camid ilâçların hâsiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir.

Bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder.

Şualar - 7

29 Ağustos 2023 Salı

ANNE HAKKI, ANNE SEVGİSİ

 Anne başa taç imiş,her derde ilaç imiş.

Bir evlat pir olsa da,anneye muhtaş imiş.

Anne ömür boyu taşır, evlat bir defa

Ah anneler anneler,

Neler taşıyor neler….

Bir anne, evvela bebeğini karnında taşır. Bu yükünden dolayı ne yüksünür, ne usanır. Yükü gittikçe ağırlaştığı halde, onun sevinci ve heyecanı artar.. Nihayet bebeğini dünyaya getirir, ondan sonra da kucağında taşımaya başlar. Anne kucağı, bebek için en sıcak, en emniyetli bir limandır.

Anne için de, taşıdığı yüklerin en tatlısı, en güzeli ve en hafifidir. Bebeğini kucağında taşıyan bir anne, dünyanın en değerli yükünü taşımaktadır. Bir anne, bebeğinin bedenini kucağında taşırken, sevgisini de kalbinde taşımaktadır. Zaten sevgi gibi yüksek bir ücreti olmasa, o yükü taşımak o kadar kolay olmayacaktır. Hatta zamanla bir angarya haline gelecek, daha sonra da eziyet halini alacaktır.

Bir süre sonra bebek kucaktan iner, kendi ayakları üstünde yürümeye başlar. Ama, annenin taşıma görevi sona ermemiştir. Birkaç adım attıktan sonra yorulan yavrusunu, bu defa da sırtında taşımaya başlar.  Annelerin yükü hiçbir zaman eksilmez. Tarlada ekin taşır, bahçeden meyve taşır, pazardan erzak taşır, bu arada yavrusunu da hep sırtında taşır. Evin içinde bile hem işini yapar, hem sırtındaki çocuğuna bakar. O da bir insandır, hatta kadın olması hasebiyle narindir, yorulur, yıpranır ama, annelik şefkati gibi mukaddes bir istinat noktasına dayandığı için, bütün bu yükleri kolaylıkla kaldırabilir. 

Çocuk büyür, okula başlar, ama anne onu taşımaya devam eder. Önce elinden tutar, okula götürür, kaydını yaptırır. Ondan sonra da aylarca onunla birlikte okula kadar gider, gelir. Bu arada da çocuğunun çantasını taşır, beslenmesini taşır. İlköğretimin ilk yılları da böyle geçer.

Çocuk biraz daha büyür, delikanlı olur, liseyi bitirir üniversiteye gider.. Ailesinde uzakta yaşamaya başlar. Ama annesi onun yükünü taşımaya devam eder. “Acaba evladım oralarda nasıl yaşıyor, ne yiyip ne içiyor, geceleri üstünü kim örtüyor” diye bu defa da onun kaygısını taşır. Okul biter, “acaba çocuğum bir işe girebilecek mi?” diye derdini taşır.

Oğlunu askere gönderir, asker annesi olmanın onurunu başında taşırken, aynı zamanda hasretliğini yüreğinde taşır. Kızını gelin eder, oğluna gelin alır, evlatlarının mürüvvetini görmenin sevincini ve heyecanını taşır.

Bir anne için  “oğlunu everdi, kızını gelin etti, artık kaygıyı attı, bundan sonra taşıyacak yükü kalmadı” demeyin sakın. Anne bu… Onun yükü biter mi hiç? Bir süre sonra torunları olur, bu defa da onları taşımaya başlar. “Yavrumun yavrusu” diyerek torunlarını bağrına basar, kucağına alır, sırtından indirmek istemez. Yüreğinde ise hem evladının, hem de torunlarının sevgisini taşımaya devam eder.

Annelerin de bir annesi ve babası vardır. Bir gün gelir, emri hak vâki olur, onlardan birisini veya her ikisini de kaybederler. Bu defa da onların acısı yüreklerine çöker. Yaşları kaç olursa olsun, onlar da anne babalarının çocuklarıdır. Onları kaybettikleri zaman kendilerini yetim ve öksüz hissederler. Kalplerindeki hüzün, yüreklerindeki hasretlik yükü artar.  Ondan sonra da ömür boyu bu yükleri taşımaya devam ederler.

Zaten ömür dediğiniz de ne ki?  Bu kadar telaş içinde bir su gibi akıp gider. Bir de bakmışsınız, anneler de yolun sonuna gelmiş, artık taşıma işleri son bulmuştur. Yüklerini dünya hanında bırakırlar, emaneti sahibine teslim ederek ebedî âleme doğru yola çıkarlar. İşte bu son yolculukta taşıma görevi evladına düşer.

Anneler evlatlarını önce karnında, sonra kucağında, sonra sırtında ve daha sonra da kalbinde taşırken, evlatlar annelerini bir defaya mahsus olmak üzere omzunda taşır.

O da kısmet olursa…

Alıntı

28 Ağustos 2023 Pazartesi

SANA AİT ÇOK İŞLER VAR

 İ'lem eyyühe'l-aziz!

Dünyada sana ait çok emirler vardır.

Amma ne mahiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor.

   Biri cesettir.

Evet, cesedin genç iken latîf, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.

   Biri de hayat ve hayvaniyettir.

Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

   Biri de insaniyettir.

Bu ise zeval ve beka arasında mütereddiddir.

Daim-i Bâki'nin zikri ile muhafazası lâzımdır.

   Biri de ömür ve yaşayıştır.

Bunun da hududu tayin edilmiştir.

Ne ileri ve ne de geri bir adım atılamaz.

Bunun için elem çekme, mahzun olma.

Tahammülünden âciz, tâkatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme!

   Biri de vücuddur.

Vücud zaten senin mülkün değildir.

Onun mâliki ancak Mâlikü'l-mülk'tür.

Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir.

Binaenaleyh Mâlik-i Hakiki'nin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun.

Ümitsizliği intac eden hırs gibi.

   Biri de bela ve musibetlerdir.

Bunlar zâildir, devamları yoktur.

Zevalleri düşünülürse zıtları zihne gelir, lezzet verir.

   Biri de sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin.

Misafir olan kimse beraberce götüremediği bir şeye kalbini bağlamaz.

Bu menzilden ayrıldığın gibi bu şehirden de çıkacaksın.

Ve keza bu fâni dünyadan da çıkacaksın.

Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış.

   Vücudunu Mûcidine feda et.

Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın.

Çünkü feda etmediğin takdirde ya bâd-i heva zâil olur, gider veya onun malı olduğundan yine ona rücû eder.

   Eğer vücuduna itimat edersen ademe düşersin.

Çünkü ancak vücudun terkiyle vücud bulunabilir.

Ve keza vücuduna kıymet vermek fikrinde isen o vücuddan senin elinde ancak bir nokta kalabilir.

Bütün vücudun cihat-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır.

Amma o noktayı da elinden atarsan vücudun tam manasıyla nurlar içinde kalır.    Biri de dünyanın lezzetleridir.

Bu ise kısmete bağlıdır.

Talebinde kalaka düşer.

Ve sürat-i zevali itibarıyla aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez.

   Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezaizi terk etmek evlâdır.

Çünkü âkıbetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezaizin terkiyle olur.

Veya şakavettir.

Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?

   Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezaiz evlâdır.

Çünkü o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor.

Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez.

Mesnevi[Y] - 119

DÜNYA MİSAFİRHANESİ

 İ'lem eyyühe'l-aziz!

Bu küre-i arz misafirhanesi, insanların mülk ve malı değildir.

Ancak insanlar, amele gibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatında çalışırlar.

Eğer küre-i arzın haricinden yabancı birisi gelip misafirhanenin bir mu'cize ve hârika olduğuna ve insanların da âciz, fakir, muhtaç olduklarına dikkat ederse bu insanlar bu binaya sahip ve sâni' olacak bir iktidarda değildir ancak böyle hârika bir masnuun sâni'i de mu'ciz-nüma olduğuna kat'iyetle hükmedecektir.

Ve bu insanlar, o Sultan-ı Ezelî'nin makasıdına çalışan amelelerdir.

Bu ameleler, aldıkları ücretlerinden maada bu binadan bir şeye mâlik ve sahip olmadıklarına tekraren hükmedecektir.

   Ve keza o çiçeklerin zevi'l-hayata karşı gösterdiği teveddüdlerine ve tahabbüblerine ve tebessümlerine dikkat eden anlar ki bir Hakîm-i Kerîm tarafından misafirlerine hizmetle muvazzaf birtakım hedâyâ ve behâyâdır ki Sâni' ile masnû arasında bir vesile-i tearüf ve tahabbüb olsun.

Mesnevi[Y] - 113

27 Ağustos 2023 Pazar

TÜM AMELLER MUHAFAZA OLUNUYOR

 İ'lem eyyühe'l-aziz!

Hevam, balık gibi küçük hayvanların yumurtalarını, haşerat ve nebatatın tohumlarını, pek büyük bir rahmetle, bir lütuf ile, bir hikmetle hıfzeden Sâni'-i Hakîm'in hafîziyetine lâyık mıdır ki âhirette semere veren ağaçlara çekirdek olacak a'malinizi hıfzetmesin, ihmal etsin?

Halbuki sen hâmil-i emanet, halife-i arzsın.    Evet, her bir zîhayatta bulunan hıfzu'l-hayat hissi, vücudun ebedî bir bekaya ism-i Hay, Hafîz, Bâki'nin tecellisiyle incirar edeceğine delâlet eder.

   İ'lem eyyühe'l-aziz!

Bir incir tohumunu tavırdan tavıra hıfzeden, devirden devire himaye eden, inhilalden vikaye eden ve o tohumda incir ağacının teşkilatına lâzım olan esasları kemal-i ihtimam ile muhafaza eden, elbette ve elbette, halife-i arz unvanını alan nev-i beşerin a'malini ihmal etmez, hıfzeder.

   İ'lem eyyühe'l-aziz!

Lafızların tebeddülüyle mana tebeddül etmez, bâki kalır.

Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır.

Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır.

Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır.

Cisim ihtiyarlanırsa enaniyet genç kalır.

Çokluk, cemaat dağılır amma vâhid-i fert bâki kalır.

Kesret bozulur, vahdet bâkidir.

Madde kırılır, nur bâkidir.

   Binaenaleyh ömrün bidayetinden sonuna kadar devam eden mana, çok cesetleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı halde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi ölüm hendeğini de atlayarak salimen ebed yoluna devam edecektir.

   Maahâzâ her vakit "Fenaya hazır ol!" emrini intizar eden zeval ve bekasız maddiyatta, şu hıfz ve muhafaza düsturu, beka ile çok münasebettar olan ruh ve manada da caridir.

Mesnevi[Y] - 195

M.KEMAL'İN BEDİÜZZAMAN'A TEKLİFİ

   Bediüzzaman'ın Ankara'da M.Kemal ile görüşmesinde,

M.Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve halet-i ruhiyesini ifade ile, Bedîüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister.

Ve Bedîüzzaman'a meb'usluk, hem Dârü'l-Hikmet'teki eski vazifesini, hem şarkta Şeyh Sünusî'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

   Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.

Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizbü'l-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'an'ın nurlarıyla mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla, Ankara'da teşrik-i mesaî edemeyeceği için, kendisine tevdi' edilmek istenen meb'usluk, Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye gibi Diyanet'teki a'zâlığı, hem vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez.

Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara'dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım meb'usların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider.

Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar...

  * * * 

  (Bedîüzzaman, kendisine tevdi edilen meb'usluğu ve teklif edilen Diyanet'teki Müşavere A'zâlığını ve Şark Vilayetleri Umumî Vaizliğini kabul etmeyerek Ankara'dan Van'a giderken "Eski Said"i Yeni Said'e götüren tren bileti.)  

Tarihçe-i Hayat - 147

24 Ağustos 2023 Perşembe

DÜNYA DAİMİ DEĞİL

  ALTINCI DEVA: 

Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ızdırab çeken kardeşim!

Bu dünya eğer daimî olsa idi ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak ve zevalin rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde manevî kış mevsimleri olmasaydı; ben de seninle beraber senin haline acıyacaktım.

Fakat madem dünya bir gün bize haydi dışarı diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak, o bizi dışarı kovmadan biz bu hastalıklar ikazatıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz.

O bizi terketmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.

Evet hastalık bu manayı bize ihtar edip der ki: "Senin vücudun taştan, demirden değildir.

Belki daima ayrılmaya müsaid muhtelif maddelerden terkib edilmiştir.

Gururu bırak, aczini anla, mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya ne için geldiğini öğren!" kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.

Hem madem dünyanın zevki, lezzeti devam etmiyor.

Hususan meşru olmazsa hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor.

O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilakis hastalıktaki manevî ibadet ve uhrevî sevab cihetini düşün, zevk almaya çalış.

Lemalar - 208

CEHENNEMDE EBEDİ KALMAK

  SUAL: 

   Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem'de hapis nasıl adalet olur?

   ELCEVAB: 

   Sene, üçyüz altmışbeş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon ikiyüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur.

Elbette خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًا adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.

   Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar.

Bir dakikada katl, lâekal zahirî âdete göre onbeş sene maktûlün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer.

Bir dakika küfür, binbir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, خَالِد۪ينَ de hapseder.

  Said Nursî 

  *-*-* 

Lemalar - 276

NEFİS EN BÜYÜK DÜŞMAN

 بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ

   Meali: {(Haşiye): Bu parçanın da herkese faidesi var.} "Nefis daima kötü şeylere sevkeder." âyetinin, hem de

اَعْدٰى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ

mana-yı şerifi: "Senin en zararlı düşmanın nefsindir." hadîsinin bir nüktesidir.

   Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez.

Eğer zahirî sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever.

Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler.

Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ve tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre

مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ

âyetinin bir tokadını yer.

Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksü'l-amel ile istiskali celbeder, soğuk düşürtür.

Hem amel-i uhrevîde ihlası kaybeder, riyayı karıştırır.

Âkıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya mübtela olan hisse ve heva-yı nefse mağlub olup; yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar.

Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür.

Âdeta ders aldığı Amme Cüz'ünü bir tek şekerlemeye satan hevaî bir çocuk gibi; elmas kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak için ve hevasını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasaret eder.

اَللّٰهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَالْاِنْسَانِ

Lemalar - 275

23 Ağustos 2023 Çarşamba

RİSALE-İ NUR ÖLÇEĞİNDE ŞERH:

 Üstad Bediüzzaman tarafından bir ömür boyu ele alınan eserlerin ortak adı olarak külliyata baktığımızda geçmiş yüz yılın kalıcı en iyi çalışması olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Özellikle cemaat oluşturan, dünyanın pek çok dillerine çevrilme ihtiyacı duyulan eserlerin yoğun bir anlaşılma talebi ile karşı karşıya kaldığı bir gerçektir.

Külliyatın kompoze bir yapıya sahip olması, yani başta dil olgusu olmakla birlikte ki, Eski Türkçe, Yeni Türkçe, Arapça, Farsça ve Kürtçe olmak üzere beş farklı dili ilgilendirmektedir. Bir insanın sayılan dillerde uzmanlığı zor olsa gerektir. Ayrıca bu dillerin edebiyatları da söz konusudur.

Diğer taraftan kelamî konular başta olmak kaydıyla temel İslam bilimlerinin her birisi külliyatın mefhum çerçevesinden etkin olarak pay almaktadır. Müellifin kendisinin edebî bir metni anlatmak kastıyla kullandığı şu cümleler dikkatimiz çekmektedir:

“Kelâm-ı beliğ, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehm denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayata bir manayı zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer; esrarda temeşşi etmekle hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.” (Muhâkemât, 82)

Kelam insanı tahrik edecek, motive verecekse bunu üzerinde elbette ki daha çok düşünmek gerekir. Edebî zevkin yanında diğer dinî bilimlerinin derinlemesine bilinmesi, alanın yetkin bir uzmanı olması anlamına gelmektedir.

Sözün kısası, Risale-i Nur’un anlaşılmak, anlatılmak için tüm tarih boyunca ilgi duyulan metinlerde olduğu gibi belli bir yöntemle açıklanması gerektiği söylenebilir. Çünkü yukarıda belirtildiği gibi hızlı bir süreçte, yoğun talepler karşısında olduğumuz yadsınamaz. Ancak bu yöntem tarihsel bir olgu olan asıl metni tahrip edecek, tağyir edecek, mesela sadeleştirme gibi, bir üslup ve metotla kesinlikle olmaz. Çünkü metinler kendi tarihsel şartlarında, mekanlarında ve zamanlarında biriciktirler, reenkarnasyon olmadığına göre tekrar geri dönemeyeceklerdir. Bundan dolayı biz biricik metni bütün titizliğimizle, saygımızla korumamız gerekmektedir.

Ancak tarihi metinleri üzerinde konuşacak olanlar alanın uzmanları olmaları gerekmektedir. Külliyat metinlerini anlayıp yazılı olarak anlatacakların, yani şerh edeceklerin ciddi anlamda uzmanlık tecrübelerine sahip olmaları gerekmektedir.


 

ŞİKAYETE HAKKIMIZ VAR MI?

 Evet mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücud'a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir.

Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister.

Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır.

İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir.

Ademler ise, illet istemezler.

Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır.

Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır.

Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır.

Ve hâkeza kıyas et.

   Ey insan-ı müşteki!

Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...

   Ey nankör!

Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?

Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.

Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

   Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan!

Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.

İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.

Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış.

Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme.

Kimden kime şekva ettiğini bil, sus.

Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır.

Mektubat - 285

22 Ağustos 2023 Salı

MEMELER MUSLUĞU

    Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latîf ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel'ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latîf bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir.

Onların iaşelerini, tama'kâr ve bahil insanlara yükletmez.

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُوالْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ ٭ وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ

âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, bütün zîhayatın enva'-ı mahlukları lisan-ı hal ile bağırıp, o hakikat-i kerimaneyi söylüyorlar.

   Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor.

Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel her gün yarım ekmek, -o köyün ekmeği küçük idi- muayyen bir tayınım vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu.

Sonra dört kedi bana misafir geldiler.

O aynı tayınım hem bana, hem onlara kâfi geldi.

Çok kerre de fazla kalırdı.

İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum.

Kat'î bir surette ilân ediyorum: Onlar bana bâr değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.

   Ey insan!

Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve

لَوْلَا الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلَٓاءُ صَبًّا

sırrıyla, yani: "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti." Ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.

   İşte ey insan!

Aklını başına al.

Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın.

اَلْجَزَٓاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ

sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir.

Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle.

Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin.

Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seriü't-teessür kalblerini rencide etmek ile

خَسِرَ الدُّنْيَا وَ الْاٰخِرَةَ

sırrına mazhar olursun.

Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman'ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

   Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı.

Dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum.

Sırrını bilmezdim.

Sonra anladım ki, o muvaffakıyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş.

İnşâallah âhiretini de tamir etmiş.

Bahtiyar olmak isteyen, ona benzemeli.

Mektubat - 260

21 Ağustos 2023 Pazartesi

ALLAH'A İMAN AHİRETE İMANI GEREKTİRİR

    Aziz arkadaş!

"İman-ı Billah" ile "Âhiret imanı" arasındaki telazuma geldik.

Hazır ol, dinle!

   Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir.

Ve keza bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır.

Mükâfat, merhametin iktizasıdır.

Terbiye de mücazatı ister.

Mükâfat ve mücazat menzilleri âhirettir.

   Ve keza yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan bir sultan saltanatının şânını kusurdan saklamak üzere, kendisine iltica edenleri taltif ve hâkimiyetinin haşmetini göstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder.

Bu cihetlerin mühim bir kısmı âhirette olur.

   Ve keza lebâleb dolu hazinelere mâlik ve sehavet-i mutlakaya sahib olan bir sultan için umumî ve daimî bir dâr-ı ziyafet lâzımdır.

Ve ayrı ayrı ihtiyaç sahiblerinin devam ve bekalarını ister.

Bu da ancak âhirette olur.

   Ve keza bir cemal sahibi, daima hüsn ve cemalini görmek ve göstermek ister.

Bu ise, âhiretin vücudunu ister.

Çünki daimî bir cemal, zâil ve muvakkat bir müştaka razı olmaz.

Onun da devamını ister.

Bu da âhireti ister.

   Ve keza yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevab vermek hususunda, pek rahîmane bir şefkat sahibi olan bir sultan -ki edna bir mahlukun edna bir isteğini derhal yapar, verir- elbette bütün mahlukatın en büyük bir ihtiyacını kemal-i suhuletle yapar.

Böyle umumî ve en mühim bir ihtiyaç ancak âhirettir.

Mesnevi-i Nuriye - 38

GELİRİN % 40'nı YİYEN % 1 lik 860.000 ZENGİNLER GRUBU

      Atalarımız eskiden şöyle derdi,"Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar".Şimdi ise şöyle demek gerekir."Yüzde biri yer,yüzde doksandokuzu bakar, kıyamet milyonlar açlardan kopar."

Ülke ekonomik sıkıntılar yüzünden ve enflasyon sebebiyle yangın yerine döndü.Zamlar ve pahalılık aldı başını gidiyor.Zengin hergün sermayesine sermaye katarak daha zengin fakir daha fakir oluyor.Zengin ile fakir arasındaki uçurum her geçen gün daha derinleşiyor.Fakir borç ile geçinmeye çalışırken zengin faiz gelirleri ile daha zenginleşiyor.Bu gelir dağılımındaki adaletsizlik kitleıer arası çatışmaya dönüştüğünde ülkede büyük bir kargaşalığa sebep olur. Bu da ülkenin huzurnu kaçırır.Elbette ki iş adamları ve zenginlerimiz olacak ama gelir dağılımındaki adaletsizlikler insanların hergün yoksullaşması zenginlerimizin de huzurunu kaçıracaktır. Say ve sermaye çatışması ülkeyi parçalamak için çalışan iç ve dış güçlerin ekmeğine yağ sürecektir.Devleti yöneten kimselerin zam ve vergiler ile milleti bunaltması insanların devletine olan güvenini azaltıp düşmanlığa sebebiyet verecektir.Tasarruf tedbirleri fakire değil devlet kademelernde çalışan brokrasi ile yöneticilere zenginlere uygulanmalı. Herkes de evinde iş yerinde bu tedbirlere uymalıdır.Vergiler adaletli olmalı çok kazanandan çok az kazanandan az vergi alınmalıdır. İşsiz ve yoksullar ise yardımlar ile ayakta durabilir hale getirilmelidir.Sosyal devlet şefkat ellerini muhtaç durumda olanlara uzatırken, kaçakçılık ve yolsuzluklar için tedbir alıp haksız kazanç sağlama yollarının önüne geçilmelidir. Kanunlar işler hale getirilmeli ve cezayi müeyyedeler hiç bir ayırım yapılmadan herkese uygulanmalıdır.Eğer ülkede adalet sağlanırsa herşey çok kısa bir zamanda düzelir.Bu durum tüm insanlarımızın rahat etmesini sağlar.

Dert bizim dertler bizim.Onun için  çare de yine bizim içimizden çıkacaktır.Allah yardımcımız olsun.

ÖYLE ZULÜMLER OLUYOR Kİ

 “DENİZ DİBİNDEKİ BALIKLAR DAHİ ŞİKÂYETÇİ…”

Bediüzzaman kuraklık ve benzeri umumî musîbetlerin ve belâların mânevî boyutlarını tasrih ederken şu hadis-i şerifi zikreder: “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, ‘onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır’ derler.” (Et-Terğib ve’t-Terhib, 1:281, 3:314; Hayatü’l-Hayavânü’l-Kübrâ, 1:381.)

Akabinde de, “Evet, bu zamanlarda öyle günâhlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler” izâhını yapar.

Keza “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zâlimlere mahsus kalmaz, mâsumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” (Enfâl Sûresi: 25) âyetenin hikmetini tefsir eden Bediüzzaman, “Çünkü, musibet-i âmmeden mâsumlar hârika bir tarzda, yangın içinde selâmette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. o­nun için, musibet-i âmmede mâsumlar da belâ çekerler” sırrını serdeder.

Ve bu zamanda, “malda ve rızıkta hîlelerle, suistimâl ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığını ve o­n adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybettiğini” belirtir. (Emirdağ Lâhikası, 31,32,33)

Yolsuzluk, rüşvet, faize bulaşma, haram mal ve su-î istimalin bütünüyle bereketsizliğe ve musîbetlerle zemin hazırladığını kaydeder.

20 Ağustos 2023 Pazar

ÖLÜMCÜL HASTALIKLAR

 Yüce Allah “Bakî”dir. Biz fani varlıklar fenamızla onun bekasına delil oluyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri “Hayat Hâlıkın ehadiyetine delil olduğu gibi mevt de devam ve bekasına delildir” buyurur ve şöyle izah eder: Nasıl ki nehirdeki kabarcıkların güneşin ışığını yansıtıp sönmeleri, yerine gelenlerin yine parlayıp sönmeleri gökteki güneşin varlığına ve bekasına delildir. Aynen öyle de gece ve gündüz ve asırlar boyunca hayat ve ölüm O’nun varlığını, birliğini ve bekasını gösterir. (Mesnevî-i Nuriye, 19) 

Mektubat’ta ayırıca bu hakikati şöyle ifade eder: Varlıklar nasıl vücutlarıyla ve hayatlarıyla ölümsüz olan Hayy-ı Lâyemût’un hayatına, varlığına ve ve zarurî olduğuna şahitlik ederler, öyle de ölümleriyle de O’nun hayatının ebediliğine ve devamına delâlet ve şahadet ederler. Çünkü varlıklar yok olup gittikten sonra arkalarından yine kendileri gibi hayata mazhar olanların gelmesi, devamlı olarak cilve-i hayatı tazelendiren birinin varlığını gösteriyor.” (Mektubat, 221)

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ölen iman ve amel-i salih sâhibi ise ölüm onun için rahata, rahmete, güzel rızka, daimî nimetlerle dolu Cennete geçiştir. Ölen Allah’ın âyetlerini yalanlayan sapıklardan ise onun akıbeti Cehennemdir ve ebedî azaptır.” (Vakıa Sûresi, 88-94)

Peygamberimiz (asm) “Ölüm sizin için kesinlikle takdir edilmiştir. Ya azap veya saadet getirir.” (Camiu’s-Sağir, 1: 107) buyurmuşlardır. Yine “Ene inde zanni abdî bî” yani, “Kulum Beni nasıl tanırsa Ben ona öyle muamele ederim” (Buhari, Tevhid, 15; Tirmizi, Tevbe, 1) hadis-i kutsisine göre kul ölümü nasıl bilirse ölüm onun hakkında öyle tecelli eder. Azap olarak görürse ona azap olunur, rahmete ve saadete açılan bir kapı olarak görür ve ona göre davranırsa onu da saadet-i ebediyeye ve rahmete götürür. 

Bir gün Peygamberimizin (asm) ve sahabelerin önünden bir cenaze götürdüler. Peygamberimiz (asm) “Ya kurtulmuştur veya ondan kurtulunmuştur” buyurdular. Sahabeler “Nasıl ya Resulallah?” dediler. Peygamberimiz (asm) “Mü’min ölünce dünyanın gam ve sıkıntılarından kurtulur. Kâfir ölünce mahlukât onun şerrinden kurtulur” buyurdular. (Nesai, Cenaiz, 42)

Evet, “Ehl-i iman için ölüm rahmet kapısıdır; ehl-i dalâlet için zulümat-ı ebediye kuyusudur.” (Lem’alar, 201)

İNSANDA BULUNAN ÖLÇÜ VE TERAZİLER

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acaibindendir ki: Sâni'-i Hakîm şu küçük cisimde gayr-ı mahdud enva'-ı rahmeti tartmak için gayr-ı ma'dud mizanlar vaz'etmiştir.

Ve esma-i hüsnanın gayr-ı mütenahî mahfî definelerini fehmetmek için gayr-ı mahsur cihazat ve âlât yaratmıştır.

Meselâ: Mesmuat, mubsırat, me'kulât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâni'in sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuunatını fehmetmek içindir.

   Ve keza hardaleden daha küçük kuvve-i hâfızasında öyle bir latîfe-i müdrike bırakılmıştır ki; o hardalenin tazammun ettiği geniş âlemde, o latîfe daimî seyr ü cevelan etmekte ise de sahiline vâsıl olamaz.

Maahâzâ, bazan bu büyük âlem o latîfeye o kadar darlaşır ki, âlem o latîfenin karnında bir zerre gibi olur.

Ve o latîfeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalaa ettiği kitablarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz.

   İşte, insanın mütefavit mertebeleri bu sırdan anlaşılır.

   Evet bazı insanlar zerrede boğulurlar.

Bazısında da dünya boğulur.

Bazılar da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir âlemini açar, fakat içinde boğulur.

Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vâsıl olur.

Demek, insanın seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır.

Bir tabakada, insanlara huzur u tevhid pek suhuletle nasîb ü müyesser olur.

Bir tabakasına da, gaflet ü evham öyle istila eder ki, kesret içinde garkolmakla tam manasıyla tevhidi unutmuş olur.

Sukutu suud, tedenniyi terakki, cehl-i mürekkebi yakîn, uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medenîler ikinci tabakadaki insanlardandır.

Onlar, hakaik-i imaniyeyi derketmekte bedevilerin bedevileridir.

Mesnevi-i Nuriye - 210

BİZ ÜCRETİMİZİ ALMIŞIZ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Ubudiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiatıdır.

Gelecek bir nimetin mükâfat mukaddemesi ve vesilesi değildir.

Meselâ: İnsanın en güzel bir surette yaratılışı, ubudiyeti iktiza eden sâbık bir nimet olduğu ve sonra da, imanın i'tasıyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti iktiza eden sâbık nimetlerdir.

Evet nasılki midenin i'tasıyla bütün mat'umat i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor; hayatın i'tasıyla da, âlem-i şehadet müştemil bulunduğu nimetler ile beraber i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor.

   Ve keza nefs-i insanînin i'tasıyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır.

Kezalik imanın i'tasıyla, mezkûr sofralar ile beraber, esma-i hüsnada iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor.

Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülazım olmak lâzımdır.

Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır.

Mesnevi-i Nuriye - 209

İNSAN VE HAYVAN

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsanı hayvandan ayıran şeylerden:

   Biri, mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır.

Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake mâlik değildir.

   İkincisi, gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dâhilî ve haricî şeylere taalluk eden idraki, küllî ve umumîdir.

   Üçüncüsü, inşaata lâzım olan mukaddemeleri keşf ve tertib etmektir.

Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.

   Binaenaleyh insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir.

Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in'amlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sâni'i hamd ü sena etmektir.

   İ'lem Eyyühel-Aziz!


   Cenab-ı Hakk'ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır.

Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

   Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir.

O kararın infazı, kaza demektir.

O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.

Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler.

Kaza da ok gibi kader kararlarını deler.

Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir.

Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır.

Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracdır.

Bu hakikate vâkıf olan ârif:

   "Yâ İlahî!

Hasenatım senin atâ'ndandır.

Seyyiatım da senin kaza'ndandır.

Eğer atâ'n olmasa idi, helâk olurdum." der.

Mesnevi-i Nuriye - 206

ALLAH'IN MÜLKÜ VE SALTANATI

 "Ey ins ve cin cemaati!

Mülkümden hariç bir memlekete çıkıp kurtulmak için semavat ve arzın aktarından çıkmaya kuvvetiniz varsa çıkınız.

Amma ancak bir sultanla çıkarsınız."

   Kur'an-ı Kerim bu âyet ile pek geniş saltanat-ı rububiyete karşı ins ve cinnin aczlerini ilân zımnında nida ediyor: "Ey insan-ı hakir, sağir, âciz!

Ne suretle, şeytanları recmeden melaike ile necimlerin, şemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ı Ezel'e isyan ediyorsun!

Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahib olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun!"

   Yedinci basamak: 

   Yıldızların pek küçük efradı olduğu gibi, pek büyükleri de vardır.

Semanın vechini, yüzünü ziyalandıran her şey yıldızdır.

Bu neviden bir kısmı, semaya zînet olmuştur.

Bir kısmı da şeytanları recmetmek için semavî mancınıklardır.

Semada yapılan bu recm, sema gibi en vâsi dairelerde bile vukua gelen mübareze hâdisesini insanlara göstermekle insanların mutî'lerini âsilerle mübarezeye teşvik ile alıştırmaktır.

Mesnevi-i Nuriye - 205

19 Ağustos 2023 Cumartesi

HERŞEY ALLAH'I ZİKREDER

 Meselâ:...İnsan Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir.

Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında هُوَ هُوَ اللّٰهُ okusun, görsün.

Onun kulağı herşeyden قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ dinlesin, işitsin.

Onun lisanı لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُو بَرَابَرْ م۪يزَنَدْ عَالَمْ desin, ilân etsin.

   İşte Kur'an-ı Mübin

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى

fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlara işaret eder.    Eğer o yüksek hakikatları yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor.

"Ne diyorsunuz?" de.

Elbette "Yâ Celil, yâ Celil, yâ Aziz, yâ Cebbar" dediklerini işiteceksin.

Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor.

"Ne diyorsunuz?" de.

Elbette "Yâ Cemil, yâ Cemil, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyecekler.

{(Haşiye): Hattâ bir gün kedilere baktım.

Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar.

Hatırıma geldi: "Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?

"Sonra gece yatmak için uzandım.

Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi.

Sarih bir surette "Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı.

Aklıma geldi: "Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır?

Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?" Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim.

Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar.

Bidayette hırhırları arkasında "Yâ Rahîm" farkedilir.

Gitgide hırhırları, mırmırları, aynı "Yâ Rahîm" olur.

Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur.

Ağzını kapar, güzel "Yâ Rahîm" çeker.

Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim.

Onlar dahi dikkat ettiler, "Bir derece işitiyoruz" dediler.

Sonra kalbime geldi: "Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir?

Ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?" Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar.

Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilafına olarak esbabı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve "Yâ Rahîm" nidasıyla: Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbabperestlere ihtar ediyorlar.}

Semayı dinle.

Nasıl "Yâ Celil-i Zülcemal" diyor.

Ve arza kulak ver.

Nasıl "Yâ Cemil-i Zülcelal" diyor.

Ve hayvanlara dikkat et.

Nasıl "Yâ Rahman, yâ Rezzak" diyorlar.

Bahardan sor.

Bak nasıl "Yâ Hannan, yâ Rahman, yâ Rahîm, yâ Kerim, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin" gibi çok esmayı işiteceksin.

Ve insan olan bir insandan sor.

Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cebhesinde yazılı.

Sen de dikkat etsen okuyabilirsin.

Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir.

En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor.

Sözler - 333

NEFİS VE ŞEYTAN

 "Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?"

   Çünki sen çendan, nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin.

Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

   Evet ey insan!

Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sağir bir cüz, hakir bir cüz'î, fakir bir mahluk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun.

Fakat muhabbet-i İlahiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz'iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: "Benim Rabb-i Rahîm'im dünyayı bana bir hane yaptı.

Ay ve güneşi, o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı.

Ve nebatatı, o hanemin zînetli levazımatı yapmıştır."

   Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i safilîne düşersin.

Eğer Hak ve Kur'an'ı dinlersen, a'lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.

Sözler - 328

GURUR VE AHMAKLIK

... İnsan ahmakane bir gurur ile "Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum" dese, elbette bir tokat yiyecektir.

İşte insan dahi Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı nimet suretinde Karun gibi

اِنَّمَٓا اُوت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ

yani: "Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım" dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder.

Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.

Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re'fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir.

   Ey insan!

Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak.

Uluhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcatını, tazarru' ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.

Ve

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

de, yüksel.

Sözler - 327

18 Ağustos 2023 Cuma

HAYAT-I DÜNYEVİYE

 Eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider.

Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir ve davacı olacaklardır.

Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim'in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder.

Sonra, a'lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir.

Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.

   Evet insana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler.

Çünki insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: İnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir.

Yüz derece hayvandan daha ziyadedir.

Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında yüz derece aşağı düşer.

Çünki her gördüğü lezzetinde, bir elem izi vardır.

Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor.

Fakat hayvan öyle değil.

Elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder.

Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanın korkuları onu ürkütür.

Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.

   Demek ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse; yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer.

Sözler - 323

ŞÜKÜR DE ÖLÇÜ

 Şükrün mikyası, kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir.

   Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir.

   Evet hırs, şükürsüzlük olduğu gibi hem sebeb-i mahrumiyettir hem vasıta-i zillettir.

Hattâ hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir.

Çünkü kanaat etmeyip senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar.

Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar.

Kanaat ettiğinden balı insanlara emr-i İlahî ile ihsan eder, yedirir.

   Evet, Zat-ı Akdes'in alem-i zatîsi ve en a'zamî ismi olan lafzullahtan sonra en a'zam ismi olan Rahman, rızka bakar ve rızıktaki şükür ile ona yetişilir.

Hem Rahman'ın en zahir manası Rezzak'tır.

   Hem şükrün envaı var.

O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.

   Hem şükür içinde safi bir iman var, hâlis bir tevhid bulunur.

Çünkü bir elmayı yiyen ve "Elhamdülillah" diyen adam, o şükür ile ilan eder ki "O elma, doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir." demesi ile ve itikad etmesi ile her şeyi -cüz'î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor.

Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir.

Hakiki bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor.

   İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz.

Şöyle ki:

   Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i cennet olur.

Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk'ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor.

Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvi makamlara gönderip maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına, yani anâsıra inkılab etmeye gidiyor.

   Eğer şükür etmezse o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur.

Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur.

   Şükür ile zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir.

   Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten çirkin bir surete döner.

Çünkü o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır.

   Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var o da şükür ile o suret görünür.

Yoksa ehl-i gaflet ve dalaletin rızka aşkları bir hayvanlıktır.

Daha buna göre kıyas et ki ehl-i dalalet ve gaflet ne derece hasaret ediyorlar.

   Enva-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envaına muhtaç, insandır.

Cenab-ı Hak, insanı bütün esmasına câmi' bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu'cize-i kudret ve bütün esmasının cilvelerinin ve sanatlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i arz suretinde halk etmiştir.

Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip maddî ve manevî rızkın hadsiz envaına muhtaç etmiştir.

İnsanı, bu câmiiyete göre en a'lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür.

Şükür olmazsa esfel-i safilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâb eder.    Elhasıl: En a'lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ı ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki o dört esas şöyle tabir edilmiş:

   "Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:

   Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz."

Mektubat - 401

17 Ağustos 2023 Perşembe

CESED VE RUH

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Lafızların tebeddülüyle mana tebeddül etmez, bâki kalır.

Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır.

Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır.

Cesed ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enaniyet genç kalır.

Çokluk, cemaat dağılır amma, vâhid-i ferd bâki kalır.

Kesret bozulur, vahdet bâkidir.

Madde kırılır, nur bâkidir.

Binaenaleyh ömrün bidayetinden sonuna kadar devam eden mana, çok cesedleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı halde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak sâlimen ebed yoluna devam edecektir.

   Maahâzâ her vakit "Fenaya hazır ol" emrini intizar eden zâil ve bekasız maddiyatta şu hıfz ve muhafaza düsturu, beka ile çok münasebetdar olan ruh ve manada 

Mesnevi-i Nuriye - 193

ASR SURESİ

 الْعَصْرِ

{Asr, yüzyıl, ikindi vakti ve meyvenin suyunu çıkarmak gibi manalara gelir.

"Asr"a yemin ile söze başladığı için bu adı almıştır.

İnşirâh sûresinden sonra Mekke'de inmiştir, 3 âyettir.

Sûrede kurtuluşun imana, iyi işler yapmaya hakkı ve sabrı tavsiye etmeye bağlı olduğu anlatılmıştır.} 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَالْعَصْرِۙ‌ـ﴿١‌ـ﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ى خُسْرٍۙ‌ـ﴿٢‌ـ﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ‌ـ﴿٣‌ـ﴾

1-2-3- Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir.

Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.

{Mehmet Âkif'in sûreyle ilgili bir manzumesi şöyledir:

 Hâlikın nâ-mütenâhî adı var en başı "Hak"

 Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak

 Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken

 Mutlaka sûre-i ve'l-asr'ı okurmuş bu neden?

 Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh

 Başta iman-ı hakîkî geliyor sonra salâh

 Sonra hak sonra sebât: İşte kuzum insanlık

 Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.} 

(103-Asr) (30. Cüz-4. Hizb)

Mealli Kur'an - 601

İNSANIN YILAN ŞEKLİNDE GÖRÜNMESİ

 Cenab-ı Hak beni böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur etmiyor.

İhvanlarıma da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat'iyye olmadan, bunlarla uğraşmayınız.

"Cevabü'l-ahmaki's-sükût" nev'inden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız.

Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini zaîf göstermek, onu hücuma teşci' ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle za'f göstermek, onları tecavüze sevkeder.

Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.

    İkinci Nokta: 

وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ

âyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdid ediyor. Çünki rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.

   İşte bir ehl-i kemal, kâmilane, şu âyetin çok cevahirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:

   Muin-i zalimîn dünyada erbab-ı denâettir

   Köpektir zevk alan, sayyad-ı bîinsafa hizmetten.

   Evet; bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor.

Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip, güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin mealindeki tokada müstahaktır.

Mektubat - 361

16 Ağustos 2023 Çarşamba

NİMETİN ŞÜKRÜNÜ EDA ET

  İ'lem Eyyühel-Aziz!


   Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkâl ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine getirmiştir.

Mebde-i hareketin ile son aldığın suret arasında müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin herbirisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir.

Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin enva'ına bir fihriste şeklini veriyor. Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvalinde: "Nasıl bu nimete vâsıl oldun?

Ne ile müstehak oldun?

Ve şükründe bulundun mu?" diye suale çekileceksin.

Çünki vukua gelen haller suale tâbidir.

Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir.

Geçirmiş olduğun ahval, vukuattır.

Gelecek ahvalin ademdir.

Vücud mes'uldür, adem ise mes'ul değildir.

Öyle ise, mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.

Mesnevi-i Nuriye - 136

15 Ağustos 2023 Salı

MÜSLÜMAN ECNEBİ DİNSİZLERİ GİBİ OLAMAZ

 Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz.

Çünki onlar, peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler.

Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler.

Allah'ı bilmeseler de kemalâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.

Fakat bir müslüman; hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemalâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor.

Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi (A.S.) tanımaz ve Allah'ı da tanımaz.

Ve ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez.

Çünki peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev'-i beşere baktığı için ve mu'cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev'-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip, ondört asırda parlak bir surette isbat eden ve nev'-i beşerin medar-ı iftiharı bir zâtın terbiye-i esasiyelerini ve usûl-ü dinini terkeden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz.

Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

   İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler!

Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz; meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz.

O, keyfinize kâfidir.

Sözler - 144

GÜZEL HATIRALAR

 Unutulmuş birer birer

Eski dostlar, eski dostlar

Ne bir selâm, ne bir haber

Eski dostlar, eski dostlar


Hayâl meyâl düşler gibi

Uçup giden kuşlar gibi

Yosun tutan taşlar gibi

Eski dostlar, eski dostlar


Unutulmuş isimler de

Bilinmez ki nasıl, nerde

Şimdi yalnız resimlerde

Eski dostlar, eski dostlar

13 Ağustos 2023 Pazar

BİR NAR TANESİ KAÇ LİRA?

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Küre-i arz mağazasından me'kulât ve meşrubat ve libas ve sair ihtiyaçlarınızı temin ediyorsunuz.

Parasız aldığınız bu malları İlahî hazineden almayıp birer birer esbaba yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip, ne kadar pahalı alacaksınız?

Çünki o nar, bütün eşya ile alâkadardır.

Az bir zamanda, az bir kıymetle husule gelmesi imkân haricidir.

Ve aynı zamanda ondaki zînet, intizam, san'at, rayiha, tat ve koku gibi latîf şeylerden anlaşılıyor ki, o nar tanesi öyle bir Sâni'in masnuudur ki, icadında külfet ve mübaşeret yoktur.

   Mes'ele böyle olduğu halde, haşeratın zevk ve heveslerini tatmin için her bir noktasında bin türlü i'caz nükteleri bulunan o küre-i arz mağazasındaki eşyanın Sâni'i ya şuursuz, hissiz, iradesiz, ilimsiz, ihtiyarsız, kemalsizdir ki, bu kadar bol zîkıymet antika eşyayı parasız dağıtıyor.

Bu bâtıl ihtimal, isbata muhtaç olmayan bedihî bir hakikattir.

Veya o hazine sahibi o hazineyi âhirete gitmek üzere gelip muvakkaten kalan insanlara İlahî ve Rahmanî bir sofra olarak yaratmıştır.

O hazine-i gaybda eşyanın icadı "Kün" emri ile bağlıdır. Ve bütün eşyanın melekûtiyetleri santral gibi Hakîm, Kadîr, Mürîd, Alîm bir Vâcibü'l-Vücud'un yed-i kudretindedir.

   Maahâzâ o İlahî sofradaki eşya yalnız insan ve hayvanların lezzet ve zevklerini tatmin için değildir.

Mesnevi-i Nuriye - 111

11 Ağustos 2023 Cuma

SÜNNETLER ÖNEMSİZ Mİ ?

 Şu âyet-i kerime der ki: "Eğer ALLAH'a muhabbetiniz varsa, HABİBULLAH'a ittiba edilecek.

İttiba edilmezse, netice veriyor ki: ALLAH'a muhabbetiniz yoktur." MUHABBETULLAH varsa, netice verir ki: HABİBULLAH'ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı intac eder.

   Evet Cenab-ı Hakk'a iman eden, elbette ona itaat edecek.

Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şübhe HABİBULLAH'ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur.

Evet bu kâinatı bu derece in'amat ile dolduran Zât-ı Kerim-i Zülcemal, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir.

Hem bu kâinatı bu kadar mu'cizat-ı san'atla tezyin eden o Zât-ı Hakîm-i Zülcelal, elbette bilbedahe zîşuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatab ve tercüman ve ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır.

Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına mazhar eden o Zât-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve san'atının en câmi' ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zâta, her halde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine numune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevkedecek, tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.

   Elhasıl: MUHABBETULLAH, Sünnet-i Seniyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor.

Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeye ittibaından hissesi ziyade ola.

Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeyi takdir etmeyip, bid'alara giriyor.

Lemalar - 52

10 Ağustos 2023 Perşembe

ZAMAN ÂHİRZAMAN

 Herbir zamanın bir hükmü vardır.

Şu zaman, bazı ihtiyarlanmış âdâtın mevtine ve neshine hükmediyor.

Mazarratlarının menfaatlarına olan tereccuhu, i'damına fetva veriyor.

   S- Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?

   C- Doğruluk.

   S- Daha?

   C- Yalan söylememek.

   S- Sonra?

   C- Sıdk, ihlas, sadakat, sebat, tesanüd.

   S- Yalnız?

   C- Evet!

   S- Neden?

   C- Küfrün mahiyeti yalandır.

İmanın mahiyeti sıdktır.

Şu bürhan kâfi değil midir ki; hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.    S- En evvel rüesamız ıslah olunmalı?

   C- Evet reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler.

Öyle ise, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:

   Eyyüherrüus verrüesa!..

Tekasülî olan tevekkülden sakınınız.

İşi birbirinize havale etmeyiniz.

Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz.

Çünki şu mesakini istihdam ile ücretinizi almışsınız.

İşte hizmet vaktidir...

فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَا ضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ

Münazarat - 64

9 Ağustos 2023 Çarşamba

İKTİSAD VE CİMRİLİK

 İktisadın iki özelliği insana farklı bir perspektif kazandırır. 

İlki Peygamberi bir ahlak olmasıdır. İktisadın para harcamak gibi maddî vechi değil de ahlak gibi manevî vechinin nazara verilmesi cay-i dikkattir. 

İkincisi iktisadın kâinatla ilişkisidir. Yani, Rabbimizim hikmetiyle bu âleme yerleştirdiği faydalı düzendir.

İktisadın bu iki özelliği ifade edildikten sonra hıssetin tanımı yapılır. Bu tanımda dört kavramın karışımı olduğu belirtilmesi yine ezberlerin bozulması manasına gelecektir. Sefillik ilk zikredilen kavramdır. Dikkat edilirse hıssetli(Cimri) insanların malı olsa dahi sefalet içinde yoksul bir hayat idame ettikleri görülür. Mala, paraya olan düşkünlük harcama yapmasını engelleyerek sefil ve zelil bir halete mecbur olurlar. Bahilik de ikinci kavramdır. Hayırlı işlere malını harcayamazlar. Emaneten verilen malın hususan farz olan mali ibadetleri yerine getiremezler. Tamahkârlık da üçüncü kavramdır. Doymak bilmeyen bir açgözlülükle hep daha fazlası yönünde ömür tüketirler. Hırs da son kavramdır. Hedeflerin sadece maddi ve dünyevi oluşu kişiyi raydan çıkarır. Hedefte sadece emanetçisi olduğumuz para ve mal olunca hırsın esiri olmak ve sonunda zarar görmek kaçınılmazdır.

Sureten benzeyen ancak mezkûr pasajlarda da ifade edildiği mana olarak ayrı olan iktisadın ve hıssedin(Cimrilik) tarihi bir vakıa ile daha derin anlatılır.

Hz. Ömer’in (ra) en mühim, en büyük mahdumu ve ilmiyle meşhur olan Hz. Abdullah (ra) çarşı içinde, alış verişte, kırk paralık (1 kuruş) bir meseleden şiddetli pazarlık ettiğine şahit olan sahabe efendimiz bunu önce hısset olarak düşünmüş. Meselenin iç yüzünü anlamak için takibe başlayan ve evine geçen Hz. Abdullah (ra)’ın bu seferde kapısına çalan bir fakire kimseye sezdirmeden 1 altın lira (100 kuruş) verdiğine şahit olur. Büsbütün şaşıran ve işin içinden çıkamayan sahabe en sonunda durumu bizzat Hz. Abdullah (ra)’a sorar. Aldığı cevap gayet ibretlidir: “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemal-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir halettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.”1

Bu cevapta bizimde hissemize düşün çok dersler var. Alış veriş yaparken fiyatları iyice araştırmalı ve pazarlığımızı yapmalıyız. Bu şekilde fahiş fiyatın önü kesilir. Satıcı olanlar da tatlı bir rekabet içinde en makul fiyat vermek durumunda kalırlar.

Hayır işlerinde ise karşımızdaki insanın ihtiyaç durumu ve imkanlarımız nisbetinde hayrımızı ve şefkatimizi ne kadar artırabilirsek o kadar kârda olduğumuz anlaşılıyor. Sadaka, zekat gibi mali ibadetlerde şefkat ve miktarı artırmanın gayreti içinde olmalıyız.

Bu gayreti İmam-ı Azam, “Hayırda ve ihsanda (fakat müstahak olanlara) israf olmadığı gibi israfta da hiçbir hayır yoktur.”2 şeklinde özetler. Tam da İmam-ı Azam’a yakışan bir cümle değil mi? Bu kadar ehemmiyetli bir mevzuyu bir cümleyle veciz ifade edebilmek. Evet, israf varsa hayır yoktur, hayır varsa israf yoktur…

Dipnotlar:

1-2-Lem’alar, s.256


7 Ağustos 2023 Pazartesi

MASUMLARA GELEN MUSİBET

    Cenab-ı Hak musibetleri veriyor, belaları musallat ediyor.

Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?

   Elcevab: 

   Hâşâ!

Mülk Onundur.

Mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Hem acaba: San'atkâr bir zât, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp gayet san'atkârane yaptığı murassa' bir libası sana giydiriyor, hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor.. seni oturtuyor, kaldırıyor.

Sen ona diyebilir misin ki: "Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana, oturtup kaldırmakla zahmet verdin"?

Elbette diyemezsin.

Dersen, divanelik edersin.

Aynen öyle de: Sâni'-i Zülcelal göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa' gayet san'atkârane bir vücudu sana giydirmiş.

Mütenevvi esmasının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, mübtela eder, aç eder, tok eder, susuz eder.. bu gibi ahvalde yuvarlatır.

Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmasını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor.

Sen eğer desen: "Beni ne için bu mesaibe mübtela ediyorsun?" Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak.

Zâten sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır.

Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır.

Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder.

Hayat cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.

Mektubat - 44

6 Ağustos 2023 Pazar

TARİKAT VE HAKİKAT

 Beşinci Mektub 

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

   Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim."

   Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."

   Hem demiş ki: "Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir.

Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır.

Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."

   Hem demiş ki: "Tarîk-i Nakşî'de iki kanat ile sülûk edilir." Yani: Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur.

Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.

Öyle ise tarîk-ı Nakşî'nin üç perdesi var:

   Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: 

   Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

   İkincisi: 

   Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

   Üçüncüsü: 

   Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir.

Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.    Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi.

Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır.

Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.

İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur.

Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir.

Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.

Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi.

Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...

   İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.

Madem hakikat budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi' bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır.

Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir.

Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu.

Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi.

Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Cenab-ı Hak şu zamanda, i'caz-ı Kur'anın manevî lemaatından olan malûm Sözler'i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

Mektubat - 22

İNSANDAKİ HİS VE DUYGULAR

 İşte insanda binlerle hissiyat var.

Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var.

Biri mecazî, biri hakikî.

Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok.

Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor.

Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.

Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir.. bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor.

Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mal-i sâlihaya teveccüh eder.

Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılab eder.

   Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder.

Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşey'e, bir sene inad ediyor.

Hem zararlı, zehirli bir şey'e inad namına sebat eder.

Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş.

Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir.

O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder.

O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.

   İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur.

Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe', hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.

   İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: "Hased etme!

Hırs gösterme!

Adavet etme!

İnad etme!

Dünyayı sevme!" Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar.

Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.

Mektubat - 33

DÜNYAYI AHİRETE TERCİH ETMEK

 Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz'an etsin ve ona göre hareket etsin.

Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir.

Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.

Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.

İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.

O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâki elmas fiatlarını vermek demektir.

Mektubat - 33

KERAMET VE İKRAM

 Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır.

İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir.

Eğer keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir.

Eğer bilmeyerek hârika bir emre mazhar olursa, meselâ birisinin kalbinde bir sual var, intak-ı bilhak nev'inden ona muvafık bir cevab verir; sonra anlar.

Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve "Beni benden ziyade terbiye eden bir hafîzim vardır." der, tevekkülünü ziyadeleştirir.

Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfasına mükellef değil, fakat fahr için kasden izharına çalışmamalı.

Çünki onda zahiren insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir.

Amma ikram ise; o, kerametin selâmetli olan ikinci nev'inden daha selâmetli, bence daha âlîdir.

İzharı, tahdis-i nimettir.

Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez.

Mektubat - 32

HZ.ADEMİN YARATILIŞI

 Ademle alakalı olarak Allâh şöyle demiştir:

“Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan da zevcesini (eşini) vücuda getiren… Rabbinize karşı gelmekten sakının.

“Sizi bir candan yaratan, bundan da eşini yapan O’dur.”

“O, Sizi bir kişiden yarattı. Sonra O’ndan da eşini meydana getirdi.” buyurdu.

Hz. Adem’den bu yana, insan yine aynı insandır. Hiç bir değişikliğe uğramadan öyle kalacaktır. İnsanlar, asıl itibariyle aynı kökten yükselen bir ağacın dalları, meyveleri ve yaprakları gibidirler. Bu insanların sadece akıl, düşünce yapıları ile âhlakî yapılarında farklılıklar oluşabilmektedir.

Bütün dinlerin mahiyetinde; her şeyin yaratıcısını bulma vardır. Hele hele İlâhî dinlerin yegane hedefi tevhittir. Ve her bir insana, bu tevhid mesajına çağrı vardır. Ve “İnsanın yaratılışının hikmeti ve gayesi; Halık-ı kâinatı tanımak ve iman edip, ibadet etmektir.” diye bir davet vardır.

Hz. Adem, tam 930 yıl yaşamıştır. Vefat ettiğinde yeryüzünde 40 bin insan yaşamaktaydı. Beşinci batından olan oğlu Şit, sonradan peygamber oldu. Adem ölmeden önce, O’na şu tavsiyelerde bulundu.

1- Hiç bir zaman kalbinle dünyaya bağlanma, dünyayı ahiretin önüne geçirme.

(Yani “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmektir.” Yani dünyayı gereği gibi imar edeceksin, çalışmayı ihmal edip tembellik yapmayacaksın. Ama dünyaperest de olmayacaksın. Zira Kur’an’da da zikredildiği gibi “Allah çalışanı sever, ancak çalışan

kazanır.” buyrulmuştur.)

2- Bir şeyi konuşmadan veya yapmadan; öncesini ve sonrasını iyice tartmadan söyleme, yapma. Yapmaya karar verdiğinde de; kalben rahatsızlık hissediyorsan o şeyi yapma. Yani bunun yararı ve zararları ne olabilir, pozitif veya negatifini nazara al, öyle yap.

3- Kadınların dediğini hemen yapma. Çünkü kadınlar, genelde akla değil, hissiyata uyar ve hareket ederler. (Yani kadınlar nazik, nahif ruhlu, duygusal olurlar. Dolaysıyla bu tarz ve makamda söyledikleri ve yaptıkları, insanı bazan hataya veya yanlışa götürebilir, duygusallıkla hareket edilmez, iş görülmez.)

Sende kuvvet varsa, bende hakikat var,

Kuvvet sistir kalkar, hakikat güneştir doğar.

Ben korkmam kuvvetten, sende korkma hakikatten,

Ondan korkanlar, ayrılmaz zulüm ve zulmetten.

5 Ağustos 2023 Cumartesi

ÖMÜR SERMAYESİ PEKAZDIR

 Ömrümüz o kadar değersiz mi ki ?Ömür sermayemizden bir kısmını vermek sûretiyle parayı satın alırken bile, böyle bir kaygı ve hassasiyet taşımıyoruz. Neden acaba? Ömrümüz çok değersiz olduğu için mi onu harcarken hiç dikkat etmiyoruz? Yoksa bu sermayenin hiç tükenmeyeceğini mi zannediyoruz? Bugün bulunduğumuz noktadan durup geriye doğru şöyle bir baksak, bu yaşa ne çabuk geldiğimizi, yılların ne kadar hızla akıp gittiğini görecek, ömür sermayemizin de her an tükenebileceğini idrak edeceğiz. Sonra da Niyazi-i Mısrî gibi, “Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömrüm oldu heba, / Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber” diye feryat edeceğiz.

Halbuki ömür sermayesi sadece dünyadaki ihtiyaçlarımızı kazanmak için değil, asıl ahiret erzakını temin etmek için verilmiştir. Ömrünü dünyayı kazanmak için harcayanların gayreti, susuzluğunu gidermek için tuzlu su içenlerin hâline benzer. İçtikçe susuzluğu artar. Hırs ve tamahla dünyaya sarılanlar da, kazandıkça daha çok harcar, harcadıkça daha çok kazanmak ister, bir kısır döngü içinde kıvranır durur. Hırsın midesi hayalin hudutları kadar büyük olduğundan, onu doldurmak ve doyurmak mümkün olmaz. İnsan dünyayı da kazansa, tatmin olmaz. Yani dünyanın kazancı, dünyanın masrafına yetmez.
Bediüzzaman Hazretleri, “Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyevîyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır“ diyor.
Ehl-i dünya parasını ucuza vermediğine göre, biz niye dünya için ömrümüzü ucuza verelim? Cenâb-ı Hak bize çok daha kârlı bir alış veriş teklif ediyor: “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır.” (Tevbe Sûresi, 111)
Sadece dünyayı kazanmak için bir ömür harcamak, insana dünyayı kazandırmadığı gibi ahiretini de kaybetme tehlikesi ile onu karşı karşıya bırakacaktır. Bu ise, elindeki elmasları verip birkaç kırık cam parçası almak gibi ahmakça bir alış veriş olacaktır.

BİR SAAT KAFİ

 Ey nefis!

Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı.

Yarın ise senin elinde senet yok ki ona mâliksin.

Öyle ise hakiki ömrünü, bulunduğun gün bil.

Lâekall günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi hakiki istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.    Hem bil ki her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır.

Eğer namaz kılmazsan senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder.

Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var.

Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tabidir.

Nasıl ki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar.

Siyah ise siyah görünür.

Kırmızı ise kırmızı görünür.

Hem onun keyfiyetine bakar.

O âyine şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir.

Düzgün değil ise çirkin gösterir.

En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin.

Ya aleyhinde ya lehinde şehadet ettirebilirsin.

   Eğer namazı kılsan o namazın ile o âlemin Sâni'-i Zülcelal'ine müteveccih olsan birden, sana bakan âlemin tenevvür eder.

Âdeta namazın bir elektrik lambası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyet-i pür-envarından bir nuru, senin kalbine serper.

Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikasıyla ışıklandırır.

Senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

Sözler 

NEKES TAMBURİ


Cömertlik ve cimrilik birbirine zıt iki farklı karakter olarak insanların mizacını gösteren vasıflardır.

Tarih boyunca sahavet sahibi cömert, eli açık insanların ihsan ve ikramla yaptığı ziyafetler, şefkat ve merhametle yardımları sitayişle hikâye edilmiştir. Kimseye bir şey vermeyen, sadece nefsini düşünen, bencil, cimri, tamahkâr, bahil insanların pinti davranışları toplumda istihza ile anılmıştır. 

Cömertliğin bolluğa, berekete, zenginliğe ve Rıza-i İlahiye vesile olduğu gibi cimriliğin insanı bulunduğu toplumda küçük düşürdüğü, alay konusu olduğu, kendisine ve başkasına hayrı dokunmayan varlığın heder olup gittiğinin misalleri çoktur. Cimriliğiyle tarihe geçmiş, sıkıntı içinde ömrünü geçirmiş Nekes Tamburi’nin insanları istihza ile güldüren hikâyesinde alınacak ibretli dersler vardır. 

Asıl adı Ebülkasım Tamburi olan Bağdat’lı zengin adam, daha sonra cimri ve noksan anlamında Nekes Tamburi namıyla meşhur olmuş. Nekes, yeniye para vermemek için pabuçlarına dikiş üstüne dikiş, yama üstüne yama yaptırmış. Böylece çok para biriktirmeye çalışırken, o kirli, yamalı, eski ayakkabısı yüzünden Tamburi’nin başına gelmedik kalmamış. Biriktirdiği paraları, pabuçları yüzünden ödediği cezalara gittiği gibi halk arasında alay konusu olmuş.

Nekes Tamburi, bir sabah hamama yıkanmaya gitmiş. Orada ayakkabı tamircisi ile karşılaşmış. Tamirci, ayakkabısını göstererek bunları tamir edeyim biraz eskimiş, yırtılmış, diye şaka yapmış! Tamburi, hamamdan çıkarken ayakkabılarını bulamamış. Ayakkabı tamircisinin götürdüğünü sanarak ayakkabısı tamir oluncaya kadar oradaki yeni ayakkabıyı bıraktığını, düşünerek giyip gitmiş.

Bağdat Kadısı, hamamdan çıkarken ayakkabısını bulamamış! Yeni ayakkabısının yerine Tanburi’nin eski ayakkabısını getirmişler. Ayakkabıları Tanburi çalmıştır, haberi üzerine alenen suç işlemekten Tanburi yakalanıp hapse atılmış. Epey hapis yatıp çok para harcadıktan sonra zor kurtulmuş.

Tanburi, başına iş açan eski ayakkabısını öfkeyle götürüp nehre atmış. Nehirde balıkçıların ağına takılan ayakkabıları hemen tanımışlar. Ayakkabıları getirip Tanburi’nin penceresinden içeri atmışlar. Rafta bulunan gülyağının dökülmesine sebep olmuş. Eski ayakkabıların açtığı zarar Tamburi’yi çılgına çevirmiş. 

Ayakkabılardan kurtulmaya çalışan Tanburi, evinin yakınında bulunan bir akarsuya atmış. O sudan içenler, Tanburi’nin ayakkabısı suyu kokuttuğunu fark etmişler. O ayakkabı ile Kadı’ya gitmişler. Suyu kirlettiği, çevreye zarar verdiğini şikâyet etmişler. Tamburi yüksek ceza ödedikten sonra, eski ayakkabı kendisine teslim edilmiş.

Menhus ayakkabı yüzünden ceza üstüne ceza ödeyen Tanburi, ayakkabıları yakarak imha etmeye karar vermiş. Güneşte kuruması için çatıya fırlatmış. Çatıdaki ıslak ayakkabıları kartal alıp götürürken köşede oturan hamile bir kadın üstüne düşürmüş! Kadın korkudan çocuğunu kaybetmiş! Kadı’ya şikâyet ulaşmış, Tanburi, yüklü miktar tazminat ödemiş. Cimriliğiyle meşhur Nekes Tamburi, ayakkabısı yüzünden ceza ödemekten bıkmış, usanmış.

Nekes Tamburi eline meşhur yamalı ayakkabısını alarak Bağdat meydanında gitmiş. Bir yere çıkarak şöyle yüksek sesle ilan etmiş: “Ey ahali! Malum olsun ki bu elimde gördüğünüz ayakkabı ile bu günden itibaren alakam kalmamıştır. Onun yüzünden gelecek cezaları kabul etmeyeceğim. Şunu da ifade edeyim ki bu emektar ayakkabı hem sağlamdır, hem de antikadır. Uzun süre giyilebilir. Kim almak isterse hediyem olsun! Bana cimri diyenler, bu hediyemi görüp yanıldıklarını anlasınlar!” demiş

Alıntı

SIKINTI ÇEKMEDEN RAHAT OLMAZ

 Bediüzzaman;“Meşakkat, alâmet-i makbûliyettir…” buyurmaktadır.

Eşref Edip Fergan’a 1952 yılında verdiği mülâkatında, “Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de… Seksen küsur senelik bütün hayatımda, ‘dünya zevki’ namına bir şey bilmiyorum… Bütün ömrüm, harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti… Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı… Divan-ı Harplerde, bir cânî gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım… Memleket zindanlarında, aylarca ihtilattan menedildim. Defalarca zehirlendim... Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ‘ölümü’ tercih ettim. Eğer, dinim ‘intihar’dan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti…” demektedir.

Hakkında sitayişkârâne “Kâinata değişmem!” dediği en mümtaz talebesi bulunan Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimiz de, kendisine, hizmetin şu “zorluklarından” dert yanan, serzenişte ve de şikâyette bulunan birisine verdiği şu anlamlı cevap da gâyet manidardır, “Meşakkat, bizim ‘gıdamız’dır. ‘Rahatlık’ isteyen ‘kabre’ gitsin...”

Alıntı