31 Ekim 2022 Pazartesi

EŞİNİZİ KÜÇÜK DÜŞÜRÜCÜ SÖZLER KULLANMAYIN

 

Fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur, der Bediüzzaman.

Sözlerimizle insanları etkileriz ve onların sözlerinden de etkileniriz. İfadelerimizle şekillenir insanlar. Bizden duyduklarını kabullenir ve kendilerini o şekilde tanımlamaya, hareket etmeye başlarlar.

Zira çevremiz ve biz sürekli bir etkileşim hâlindeyiz. Ağzımızdan çıkan kelimeler direkt sahiplerine ulaşır. Bu sözcükler bazen kırıcı olur ve karşımızdakinin yüreğinde derin izler, yaralar bırakır. Bazen de onure edici cümleler dökülür, muhatabımız o güzel sözlerin etkisiyle özgüven kazanır, mutlu olur.

Eşler sağlıklı bir iletişim için sarf ettikleri sözlerine önem vermeliler. Eşimizi küçümseyici herhangi bir söz, onu rahatsız eder, sevgi, saygı ve güveni zedeler. Daha sonra yaptığımız hatanın farkına varıp pişman oluruz. Özür dileriz. Fakat iş işten geçmiş de olabilir.

Güzel bir söz vardır Hz. Ali’ye isnat edilen:

“Hayatta dört şey geri gelmez: Söylenen söz, atılan ok, kaçırılan fırsat ve geçen zaman.”

Hakikaten dilin kemiği yoktur. Bu yüzden olsa gerek bir sabır, bir meziyet işidir dilimize sahip çıkmak.

Bazı insanlar komşularını rahatsız edecek düzeyde tartışma, kavga içerisine girebiliyor, hoş olmayan sözler, azarlayıcı ifadeler sarf edebiliyor birbirlerine karşı. Oysa dışarıda komşularına karşı gayet kibar, ölçülü bir tutum takınabiliyor.

Çiftlerin sıkıntılarını, nâhoş lâflarla, ağız dalaşıyla halletmeye yeltenmemesi gerekir. Çünkü bu durum tarafların birbirini kırmasına, üzmesine sebep olur, problemi de çözmez. Bilâkis katlayarak büyütür.

30 Ekim 2022 Pazar

AKILLI GENÇLERE TAVSİYELER…


1. Ne kadar emin olursanız olun, her duyduğunuz ve gördüğünüze inanmayın!

2. Ne kadar kendinize güvenirseniz güvenin, araştırmadan emin olmayınız.

3. Ne kadar bilirseniz bilin, ama bir bilene sormadan emin olmayınız.

4. Ne kadar isterseniz isteyin, hislerinizle hareket etmeyiniz.

5. Ne kadar zekânıza ve bilginize güvenseniz de tecrübeli kişileri dinleyiniz.

6. Ne kadar kararlı olursanız olun; ama burnunuzun dikine gitmeyiniz.

7. Kalbiniz ne kadar size gerçeği söylese de aklınıza sormadan karar vermeyin.

8. Ne kadar dua etmiş olsanız da talihinize fazla güvenmeyin, çalışmaya bakın.

9. Ne kadar bilseniz de bilginize güvenmeyin, bilmediklerinizin olacağını bilin.

10. Kendinizi ne kadar beğenseniz de başkasının sizi nasıl gördüğüne bakın.

11. Yaptıklarınızın ne kadar doğru olduğunu bilseniz de kendinizi sorgulayın.

12. Biri hakkında ne kadar emin olsanız da yine de peşin hükümlü olmayınız.

13. Olayları ne kadar iyi bilseniz de perde arkasını bilmeden karar vermeyiniz.

14. Ne kadar özgür fikirli olsanız da sabit fikirli olmayınız.

15. Ne kadar çok bilgiye sahip olsanız da detayları atlamayınız.

16. Ne kadar çok zamanınız olsa da bu günün işini yarına bırakmayınız.

17. Ne kadar katı tutumlu olsanız da şartları ve zamanı düşünerek esnek olunuz.

18. Kendinize ne kadar güvenirseniz güvenin; ama başkasının penceresinden de bakınız.

19. Karşınızdaki ne kadar kusurlu olursa olsun, onu kusurunu yüzüne vurmayınız.

20. Arkadaşlarınız ne kadar çok olursa olsun güveneceğiniz arkadaşınızı iyi seçiniz.

21. Olayları ve sorunları sadece kendi açınızdan değerlendirmeye çalışmayınız.

22. Bulunduğunuz ortamda yerinizi ve haddinizi bilin.

23. Ne zaman konuşacağınızı ve nerede susacağınızı iyi tespit edin.

24. Başkalarının hayallerine ve ideallerine inanmasanız da saygı duymasını bilin.

25. Ağzınıza girenlerle, dudaklarınızdan çıkanlara dikkat ediniz.

26. Karşınızdaki insana ne kadar güvenseniz de kendinize saklayacağınız sırrınız olsun.

27. Başkalarının dürüst olmadıklarından şikâyet etmeden önce kendiniz sorgulayın.

28. Vicdanınız rahatsa sizi suçlayanlara fazla önemsemeyin.

29. Ne kadar akıllı olursanız olun, öfkeli olduğunuz zaman karar vermeyiniz.

30. Doğru şartların oluşmasını beklemek yerine, şartları siz kendiniz oluşturun.

31. Bir konuda “Evet!” derken de, “Hayır!” derken de iyi düşünün.

32. Haksızlık karşısında tepki göstermekten çekinmeyiniz.

33. Hatalarınızı size söyleyenlerin sizin dostlarınız olduğunu unutmayınız.

34. Başkalarının sizi suçlamasına fırsat vermeyiniz.

35. Başarısızlığınızın sebeplerini asla dışarıda aramayın.

36. Bir şeyi kaybederken bir başka şeyi kazandığınızı unutmayın.

37. Canınızı sıkan şeylerin sizi üzmesine fırsat vermeyiniz; unutunuz gitsin.

38. Geçmişe takılıp kalmayınız; istikbal geçmişte değil, gelecektedir.

39. Sizi cesaretlendirecek ve motive edecek arkadaşlar edinin.

40. Kalbinizden imanı, dilinizden duayı eksik etmeyiniz.


BANA KENDİNİ TANITTIRMAK İSTEYEN BU YERLERİN SAHİBİ KİMDİR?

    İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor.

Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor.

Çünki güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder.

Kendi kendine ünsiyet eder.

Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor.

Çünki nizamı bilir, tebaiyet eder, teshilat görür.

Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.

İşte bir bahçeye rastgeldi.

İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var.

Hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor.

Kardeşi dahi böyle birisine girmişti.

Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış.

Hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti.

Bu zât ise, "Her şeyin iyisine bak" kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı.

İyi şeylerden iyi istifade etti.

Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.

Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-i azîmeye girdi.

Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti.

Korktu, fakat biraderi kadar korkmadı.

Çünki hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; "Şu sahranın bir hâkimi var.

Ve bu arslan, o hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var" diye düşünüp teselli buldu.

Fakat yine kaçtı.

Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rastgeldi, kendini içine attı.

Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı; havada muallak kaldı.

Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar.

Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü.

Aynı kardeşi gibi bir acib vaziyet gördü.

Bu dahi tedehhüş etti.

Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif.

Çünki güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor.

İşte bu sebebden şöyle düşündü ki: Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır.

Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor.

Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır.

Evet bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler.

Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip davet ediyor.

Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş'et eder ki: Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevkeden kimdir?

Sözler - 35

SOSYAL MEDYA HASTALIKLARI

 İçinde bulunduğumuz modern zaman, insanlarda hem zihnî hem de ruhî dengesizlikleri beraberinde getirdi.

Yediğimiz gıdalarla birlikte vücudumuzdaki “metabolizma” dengeleri alt-üst olurken, modern zamanın getirdiği dijital hayat da zihin kontrolümüzü yavaş yavaş ele geçirdi.

Kimi zaman “algı” konusunda bildik düşüncelerimiz de raydan çıktı.

Şöyle kendimizi yoklayalım;

Bir cep telefonu olmadan ev ziyaretine gitme cesaretimiz var mı? Belirli adrese bile giderken, mutlaka tarif almak için tekrar tekrar “cep”i kullanıyor, verilen adrese gidene kadar telefonu elimizden düşürmüyoruz.

Cepsiz yaşamak mümkün görünmüyor. Peki geçmişte nasıl yaşıyorduk? O tarafını düşünmek bile istemiyoruz, hatta o zaman mevhumu zihnimizde muamma. Hatırlamıyoruz bile!

Ya internet?

Daha şunun şurasında hayatımıza yeni girdi. Ama hiç çıkmaya niyeti yok.

Sağlık olsun. İnterneti doğru kullandıktan sonra problem yok.

Ama ya kullanamayanlar?

Evet, ne yazık ki, değişen zamanla birlikte internet kendi “hastalığı”nı üretti.

İsimleri de yeni: Fomo, Photolurking, enfornografi, siberhondri, Nomofobi, Cheesepodding vb.

Detaylandıralım.

Fomo: Sosyal medyada paylaşım sitelerinde geride kalmaktan korkma. Bu hastalığı maruz kişiler diğerlerinin daha güzel vakit geçirdiğini ve daha çok bilgiye sahip oldukları hissine kapılıyor.

Nomofobi: Akıllı telefonlardan mahrum kalma korkusu. Gittikleri her yerden ve her şartlarda sosyal ağlara bağlanmak isteyenler, telefonsuz nefes alamadıklarını ve yalnız kaldıklarını düşünüyor.

Siberhondri: Bu hastalığa yakalananlar her türlü hastalık belirtisinde ekran başına geçip dertlerine çare arıyorlar. Profesyonel yardım almak yerine, sürekli şifalı otlar hakkında yazılanları ve ilâç prospektüslerini okuyor. Kendi kendini tedavi etmeye kalkıyorlar.

Photolurking: Sosyal paylaşım

sitelerinde saatlerce başkalarının fotoğraf albümlerine bakma hastalığı.

Ego sörfü: Herkes en az bir kere adını arama motoruna yazmıştır. Fakat bu hastalıktan şikâyetçi olanlar düzenli aralıklarla internette kendi isimlerini aratıyor ve hakkında paylaşılmış her veriyi defalarca okuyor.

Enfornografi: Bilgi açlığını internette dindirmeye çalışmak. Kitap okumak yerine sürekli internette bir şeyler okuyan ve hatta kaynak gösterilmemiş bilgilere inanan kullanıcıların hastalığıdır bu.

Cheesepodding: Bu sözcüğün Türkçe’de tam karşılığı yok. İnternetten sürekli şarkı ve video indirip arşivleyenlerin yaptıkları eylem olarak tarif edilebilir. (The New Scientist Magazine)

Sosyal medya sosyal hayatımızdan çalarken, hayatımızı dönüştürüyor. Bir yandan da yeni hastalıklar üretiyor.

Sanki internet hayatımızda bir milât olmuş; internetten önce (İ. Ö), internetten sonra (İ. S.)

Hepimize şimdiden “geçmiş olsun.”

29 Ekim 2022 Cumartesi

İŞTE VAZİYETİMİZ

    Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz'dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak?

Hâşâ, Zât-ı Vâcibü'l-Vücud'dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve iradesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz.

Madem hakikat-i hal böyledir.

Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a o münacatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir tahte'l-bahir ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtablı bir latîf suret aldı.

Biz dahi o münacatın sırrıyla 

لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ

demeliyiz.

لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize, سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza, اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.

Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur'anın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin.

Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'an-ı Hakîm'in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-i İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin.

O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın.

Hem o sırr-ı Kur'anla, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.

   Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor.

Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar.

Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever.

Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet'i dahi müştakane sever.

Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir.

Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.)

لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ

demeye muhtaçtır.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Lemalar - 6

28 Ekim 2022 Cuma

ZAMAN KÜSLÜK DEĞİL, BARIŞMAK ZAMANIDIR


İnsanlar hayatları boyunca çeşitli haller ve durumlar ile karşılaşırlar.Kimi zaman kederli kimi zaman neşeli kimi zaman dertli kimi zaman sağlıklı kimi zaman da herşeyini tek bir gaye için seferber etmiş sonuç alıncaya kadar hiçbir şeyle uğraşmaz.Çünkü ortada mühim bir durum önemli bir hadise var.Tıpkı bir hastanın acil durumu gibi tıpkı bir işin önem arzeden birşekilde iken halledilmesi gerektiği gibi.Zaman öyle geçiyor insanlar öyle gaflete dalıyor ki bazen ne yaptığının ve ne yapacağının dahi farkında olmuyor yada olamıyor.En mühim işleri erteliyor yapılması önem arz eden meseleleri bırakıyor ve hiç yapılmayacak yada ertelenmesinde hiç bir kayıp söz konusu olmayan maleyani işleri öncelikli hale getiriyor.Yani ehemi unutup muhimi bırakıp tali meselelerle uğraşarak hem kendini hem çevresini boş şeylerle meşgul ediyor. Tıpkı bir hastanın can çekişirken hiçbirşey yokmuşcasına eğlenen doktor misali yada açlıktan ölmakta olan kişiye elbise alıp giydirmeye çalışan insanın hali gibi.

Bugün önümüzde bulunan bir hasta var.Bu hasta da en değerli insan anamız. Her birimiz bunun için seferber olmamız gerekirken malesef diğer dünyevi meselelerle meşgul olup hastanın ölmesini bekler vaziyet alıyoruz.Üstüne üstlük bir de basit meseleler yüzünden kırılıp darılıp yakınlarımıza küserek tavır alıyor onları yüzüstü kendi hallerine dertleri ve sıkıntıları ile başbaşa bırakıyoruz.Halbuki zaman birlik zamanı, zaman dayanışma zamanı ve zaman hastaya yardım etme hastaya bakanlara maddi manevi destek olma zamanıdır.Kavga gürültü edecek ne vakit var nede ortam müsait.Gelin hep birlikte küslükleri dargınlıkları bırakalım bu ana baba hepimizin atasıdır.Onlara "öf" bile denmemesini Allah emrediyor.Geçmişte nasıl babamıza elimizden gelen hizmeti yaptıysak (Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun) ebedi aleme yolcu ettiysek aynısını anamıza da yapmak durumundayız.Allah hayırlısını nasip etsin. Onu ve bizleri perişan etmesin. Kısa bir ömrü kalmış,(ne kadar yaşayacağını Allah bilir) hasta ve bakıma muhtaç anamızı mutlu etmek için çalışalım çaba gösterelim.Ağlayacaksak birlikte ağlayalım yardımcı olacaksak birlikte olalım. Tedavi ve bakımı için çaba sarfedelim.Unutmayalım ki, yarın çok geç olabilir.Belki pişman oluruz

 ama son pişmanlığın faydasız olduğunu akıldan çıkarmayalım.Zaman kavga etme  küslük çıkarma bahane bulma birilerini suçlama zamanı değil, barış sevgi ve dayanışma zamanıdır.Hiçbir zaman kavga dövüş küslük iyi değil, ama onu da  yapmak isteyen olursa ileri de ona da çok vakit bulunur.

Ben ailenin  yaşça büyük bir ferdi olarak ve sorumluluk gereği böyle düşünüyorum, bilmem sizler ne dersiniz?Benden söylemesi kabul edip etmemek uyup uymamak size kalmıştır.Hasta elden gitmeden yani ecel gelip ölüm vukubulmadan görevlerimizi yapalım.Gelin birlik olalım,birbirimize destek olalım,insanlara örnek olalım.

Allah hepimizin yâr ve yardımcısı olsun.

27 Ekim 2022 Perşembe

"EY İMAN EDENLER ! YAPAMAYACAĞINIZ ŞEYİ NİÇİN SÖYLÜYORSUNUZ"?

 Fert ve toplum hayatında iyi, güzel ve yararlı şeyler de kötü, çirkin ve zararlı şeyler de önce zihinlerde oluşur, sonra söylem ve eyleme dönüşür.

 Yaşadığı toplumda daima çevresine güzel örnek olmak durumunda olan mü'minin söylemi ile eylemi örtüşmeli, söz, fiil ve davranışları inancına ters düşmemelidir. Aksi davranış, toplumda güzel ahlakın, dürüstlüğün ve güven duygusunun zedelenmesine, hatta yok olmasına sebep olabilir. Bu, insanları fesada ve huzursuzluğa götürür. 

Böyle bir toplumda insan, mutlu olamaz, maneviyatını geliştiremez, Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanamaz. Onun için Allah Kur'an'da mü'minlerin söylem ile eylemlerinin birbiriyle uyumlu olmasını, verilen söz ve yapılan sözleşmelere uyulmasını istemektedir.

"Ey iman edenler! Yapamayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapamayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında öfkeye sebep olan büyük bir davranıştır."

İnsanın yapmadığı şeyi söylemesi gerçek dışı beyandır, yalandır. İnsanın yapmayacağı şeyi söylemesi ise, gücünün yetmeyeceği veya yerine getirmeyeceği bir vaatte bulunmaktadır. Birincisi geçmişle ilgilidir, haberdir, ikincisi gelecekle ilgilidir, söz vermektedir.

Bazı insanlar bu âyeti; ilgisi bulunmayan bir bağlamda kullanmaktadırlar. Va'z ve irşat görevinde bulunan kimsenin, her şeyden önce söylediği, öğüt verdiği şeyi kendisinin yapıyor olması gerektiğini, öğüt verdiği şeyi kendisi yapmıyorsa bunu başkasına söylemesinin doğru olmadığını, bu kişinin sözünün tesiri olmayacağını delillendirmek üzere bu âyeti dile getirmekte ve "Yapmadığınız şeyi niçin başkalarına söylüyorsunuz?" demektedirler. Bununla, mesela yalan söyleyen bir kimsenin bir başkasına "yalan söylemeyin, içki içen birisinin bir başkasına "içki içmeyin" şeklinde öğüt verme hakkı yoktur demek istemektedirler.

Başkasına öğüt veren insanın öğüt verdiği şeyi kendisinin yapıyor olması, başkalarına nasihat ederken kendisini unutmaması ideal olanıdır. Nitekim yüce Allah,

"(Ey insanlar!) İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyorsunuz?"(3)

âyetiyle kişinin başkasına iyiliği, güzelliği, yararlı şeyleri, ibadetleri, Allah ve Peygamberine itaati emrederken kendisinin unutmasını, yani söylediklerini yapmamasını kınamaktadır. Ancak ne bu âyetten, ne tahlil etmeğe çalıştığımız âyetten "Kendi hayatımızda uygulamadığımız şeyleri başkasına söylememiz doğru değildir." şeklinde bir anlam çıkarmak mümkün değildir.

İnsan doğru, iyi ve güzel olan şeyleri kendisi yapmalı, başkalarını da bunları yapmaya davet etmelidir; kendisi kötü, çirkin, günah ve yararsız şeyleri bırakmalı, başkalarına da bunları terk etmelerini söylemelidir. İdeal olanı budur. Ancak insan kendisi iyi olan şeyleri yapamıyor, kötü olan şeyleri terk edemiyor diye iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini terk edemez, ederse bir görevi terk etmiş, böylece kusuru ikiye çıkmış olur. Birinci kusur, iyi olan şeyi yapmamak, haram, günah fiili işlemek; ikinci kusur ise, emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker görevini terk etmektir. Dolayısıyla insan kendisi uygulayamasa bile öğüt vermek, iyilikleri emretmek, kötülükleri nehyetmek görevini yapmalıdır.

Nitekim konuyla ilgili aynı endişeyi taşıyan sahabe-i kiram da bunu Peygamber Efendimize (asm) sormuşlar:

Hz. Enes anlatıyor: Biz Hz. Peygamber. (a.s.m)’e:

“Ey Allah’ın Resulü! Biz kendimiz her şeyi tam yerine getirmedikçe, başkasına iyiliği emretmeyecek miyiz? Veya kendimiz bütün kötülüklerden sakınmadıkça kimseyi kötülükten sakındırmayacak mıyız?”

diye sorduk. Hz. Peygamber (a.s.m):

“Hayır! Kendiniz her şeyi/emredilen bütün iyilikleri yerine getirmeseniz dahi yine de başkasına iyiliği emredin/tavsiye edin. Bütün kötülüklerden sakınmazsanız bile yine de başkasını kötülükten sakındırmaya çalışın.” diye buyurdu.(bk. Gazali, İhyau’l-Ulum, II/329).

Söylediklerini kendisi yapmayan kimsenin başkasına tesiri olmaz diye düşünmenin de doğru olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü insanın görevi iyilikleri anlatmak, emretmek, kötülüklerden sakındırmaktır, başarı ve tesir Allah'a aittir. Bazen bir kötülüğü yapanın sözü daha tesirli olabilir. Söz gelimi alkol, sigara, uyuşturucu vb. kötü alışkanlığı bulunan bir kimsenin, başkasına "Ben bunların zararını, kötülüğünü çok gördüm, sakın siz bunlara alışmayın." demesi, böyle bir alışkanlığı bulunmayan kimsenin sözünden daha etkili olabilir.

Tahlil etmeye çalıştığımız ayetin konusu anlattığımız bu hususlardan tamamen farklıdır. Âyet, kişinin kendi iç dünyası, tutarlı, söylem ile eyleminin uyumlu olup olmaması, söz verme, adakta bulunma ve bunu yerine getirip getirememesiyle ilgilidir. Âyetin nüzul sebebi de bu manayı ortaya koymaktadır.

25 Ekim 2022 Salı

KARGAŞA VE AHLÂKSIZLIKLARIN SEBEBİ

Beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşe'i iki kelimedir:

   Birisi: "Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?"

   İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim."

   Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı riba ve terk-i zekattır.

Bu iki müdhiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekatın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekat ve hurmet-i ribadır.

Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev'-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekattır.

Çünki beşerde, havas ve avam iki tabaka var.

Havastan avama merhamet ve ihsan ve avamdan havassa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekattır.

Yoksa yukarıdan avamın başına zulüm ve tahakküm iner, avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar.

İki tabaka-i beşer daimî bir mücadele-i maneviyede, bir keşmekeş-i ihtilafta bulunur.

Gele gele tâ Rusya'da olduğu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.

   Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan!

   İhsanlar zekat namına olmazsa, üç zararı var.

Bazan da faidesiz gider.

Çünki Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun.

Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun.

Hem hakikaten Cenab-ı Hakk'ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun.

Eğer zekat namına versen; Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun.

O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur.

Evet zekat kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede?

Zekat namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Mektubat - 273

KONUŞALIM,TARTIŞALIM ,UZLAŞALIM.

 Uymamız gereken kurallar

1-Kendimizi tanımak ve bilmek(Ben kimim.Kendini bilen, Rabbini bilir.)

2-Beşeri münasebetleri insani ilişkileri bilmek ve uygulamak(İnsanlara karşı davranışlarımız)

3-Dünyevi ve uhrevi hayat ile ilgili yaşantımızı gözden geçirmek (maddi ve manevi yaşantımız)

4-Okumak hem dünyevi hem uhrevi hayatı düzenleyen kitaplar okumak

a-Dünya hayatımız(Dünya ve insan ilişkileri aile komşu ilişkilerimiz)

b-Ahiret hayatımız (İnanç ve dini yaşayışımız)

5-Muhabbet sevgi hoşgörü ve güven ile ilgili davranışlar(Aile hayatımız)

6-Uhuvvet kardeşlik ilişkileri

7-İhlas düsturları ve ihlasın önemi

8-İktisad  şükür ve kanaat ölçüleri

9-Haddimizi ve hesabımızı bilmek

10-Ölçülü olmak Kuran sünnet, Peygamberimiz ve sahabelerin hayatları (Bayanlar için;Hz.Hatice Hz Fatıma Hz Meryem Hz Asiye)Erkekler için ;(Dört halife ve sahabelerin hayatı)

11-Son olarak kusur aramak değil, kusurları örtmek.Güzel bakmak,güzel görmek ve güzel düşünmek.( iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batırmak) 

Kısacası,. bağcıyı dövmekten ziyade üzüm yemeye çalışmak.Yani ön yargısız ve iyi niyetli olmak.

Şunu unutmamalıyız ki, nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.

Bunları yaparken,hak hukuk va adaletten ayrılmamalıyız.Yani şeytanın ve nefsin isteklerine değil aklın ve vicdanın sesine kulak verip, Rabbimizin emrine uymamız gerekir. 

24 Ekim 2022 Pazartesi

ALTILI MASA VE VOLTRAN

ALTILI MASA (ALTI SİYASİ LİDER)

Voltran Nedir? (BEŞ ASLAN)

1+1+1+1=4 (DÖRT ELİF)

Voltran=aslan+aslan+aslan+aslan+aslan=5aslan

(Dört elif İhlas düsturu)       1111=binyüzonbir

Voltran, 1980’li yıllarda televizyon için yapılmış olan bir çizgi filmidir. Dev bir robotu konu almaktadır. Bu dev robot beş farklı aslanın birleşiminden oluşmaktadır. Böylece çok daha güçlü hale gelmektedir ve kötülüklere karşı savaşmaktadır. Etkileyici yapısından dolayı çocukların dikkatini çekmiş ve gelecek kuşaklarda da büyüyen bu çocuklar tarafından kullanılmaya devam edilmiştir.

Voltran Oluşturmak Ne Anlama Gelir?

Voltran oluşturmak, bu beş aslanın bir araya gelerek büyük bir robot oluşturması anlamına gelmektedir. Bu sayede aslanlar çok daha güçlü bir yapı haline gelebilmektedirler. Çok daha güçlü düşmanlara karşı kolaylıkla savaşabilmektedirler. Bu durum, takım çalışmasının önemini çocuklara göstermektedir. Takım üyelerinin bir araya gelmesi ve uyumlu şekilde çalışması Voltran oluşturmak olarak günümüzde ifade edilmektedir

AİLE HUZURU İÇİN;


UZUN SÜRE KÜS KALMAYIN !

“Bir mü’minin bir mü’mine üç günden fazla küs kalması helâl değildir.”

Resûlullah (asm) sınırı üç gün ile belirlediği halde bazı fert ve aileler arasında aylar süren küslükler yaşanabiliyor. Hatta, nadir de olsa, yılları bulan kırgınlıklar dahi var.

Hiçbir şeyi değiştiremezsiniz küserek. Çünkü bu, bir çözüm değildir. Sadece birbirinize giden gönül ve maddî yolları tıkarsınız.

Küslük, iki ruhun büyük bir hızla birbirinden uzaklaşmasına sebep olur. Aradaki samimiyet, sevecenlik, muhabbet ortadan kalkar. Üstüne üstlük düşmanlık, kin, nefret tohumları filizlenerek kök vermeye başlar.

Hele aile hayatı, küslükle en ağır yarayı alır, en fazla zararı görür. Ailenin temellerini sarsar, mahveder.

Aynı evde yaşayan bireyler arasında yükselen duvarlar, birinin diğerine ulaşmasını engeller. Bir huzur iklimi olabilecek yuva, cehenneme döner.

Birbirinden kopan fertler başka yerlerde, başka mutluluklar aramaya başlar. Küs kalmanın psikolojisine baktığımızda şunu görürüz:

Kızdığı kişi ya da kişileri cezalandırmak. Fakat farkında değil ki, kendi kendini de o cezaya çarpıyor. Hem de yalnızlığa mahkûm ederek.

İnsan fıtraten sosyal bir varlıktır. Sıkıntılarını, anlaşmazlıklarını konuşarak çözmelidir. Konuşmak fiili anlaşmayı, birbiriyle irtibat kurmayı sağlar. Küs kalmak ise anlaşmazlığı çözmeyi bırakın, yeni problemler doğurur.


23 Ekim 2022 Pazar

BİRBİRİMİZİ NEDEN SEVEMİYOR,NİÇİN KÜSÜYORUZ ?

 

“Muhabbet fedaileriyiz diyoruz ama; birbirimizi sevmeyi neden başaramıyoruz?”

Kendimi Sever Gibi,

Hindistan’ın barış savaşçılarından Mahatma Gandhi’nin bir duası vardır: “Allah’ım! Kendimi sever gibi başkalarını sevmeyi; başkalarını yargılar gibi kendimi yargılamayı öğret bana!” 

Bedîüzzaman diyor ki: “İnsan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü’min kardeşine adavet eder.”

Bedîüzzaman adavete de şöyle yön çiziyor: “Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır.”

İmtihan Konumuz

Kardeşler arasında yaşatmakla yükümlü olduğumuz uhuvvet, “eleştiri silahının” o mahrem alana girmesini istemez. Ama bu, imtihan konumuzdur bizim! Şüphesiz nefsin kendisini yargılayıp, başkasını serbest bırakması kolay bir şey değildir. Zordur ve pahalıdır! Bahası Allah’ın rızasıdır, rahmetidir, tevfikidir, yardımıdır… Sevaptır ve cennettir!

Zordur; çünkü cennetin fiyatıdır! İçimizdeki adavet tohumlarını daha çimlenmeden kurutmamız bundan önemlidir. Ölünceye kadar savaşımız budur bizim. Çünkü husumet en başta kendimize cinayettir.

Suçu Küçültmeliyiz

Bir husumet gördüğümüzde Bediüzzaman hazretlerinin paylaştırma esasına göre husumeti paylaştırabilirsek rahat ederiz. O zaman sadece dostumuzu suçlamaktan kurtulur, suçu dört eşit parçaya bölerek küçültebiliriz. Sevmeyi de başarabiliriz. 

Bedîüzzaman’a göre, fenalığı karşısında mü’mine küsmek, bundan sırf onu sorumlu tutmak ve sadece onu yargılamak zulümdür. Çünkü başka pay sahipleri de vardır.  

Eğer küsülecekse bu dargınlığı, bütün pay sahiplerine eşit dağıtmalıdır! Öncelikle fenalığın dörtte biri kadere aittir. Bu hisseyi bir ayırmalıyız. Kaderin hissesinden dolayı mü’mine adavet etmemeliyiz! Kadere küsülmez. Kaderin hissesini çıkarıp kader ve kazaya rıza ile mukabele etmeliyiz. 

Sonra bu fenalıkta nefis ve şeytanın da bir payı vardır. Fenalık yapan mü’min, nihayet nefis ve şeytanına yenik düşmüştür. Bu durumda ise, mü’mine adavet değil, bilakis acınmalı ve pişmanlık duyacağını beklemelidir. Bu pay da çıkarılırsa, husumet yarıya inmiş olur. 

Sonra fenalıkta bir pay da kendi nefsimizdir. Biz kendimiz de suçsuz değilizdir. Bunu da görmeliyiz. Bu payı da çıkardığımızda, husumetin dörtte üçü erimiş, bitmiş olacaktır. 

Geriye dörtte bir kalmıştır.   

Dörtte Bir Kimindir?

Fenalığın sadece son dörtte birlik payının hasma, yani yanlış yapan mü’mine verilmesi gerektiğini beyan eden Bedîüzzaman, böyle dörtte birlik bir pay için de mü’mine husumet edilmesini haksız bulur; muhakkak afv ile mukabele edilmesini tavsiye eder. 

Çünkü afvı, safhı, bağışlamayı ve öfkeleri yutmayı emreden esasen Cenab-ı Hak’tır. Nitekim Allah buyurur ki: “Eğer affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak ki, Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.”

Başkalarını sıkça affetmek, önce bize fayda sağlar: Kalbimizdeki husumeti kaldırır.  

Ayrıca mü'minin mü'mine en fazla üç gün küsebileceğini unutmayalım.Yani üst sınır üç gündür.Öyle ise kendimizi buna göre hesaba çekelim.

Eğer bu ölçülere uymazsak, söylediklerini yapamayan, yada yapmayan, sözüne güvenilmeyen insan konumuna düşeriz.Allah bu durumdan tüm müslümanları korusun ve nefsimizi de ıslah eylesin.

22 Ekim 2022 Cumartesi

DECCALIN ŞERRİNDEN KİMLER KORUNUR?

 Kur’ân’ı iyi bilen, kalb ve aklını onun kutsî hakikatleriyle dolduran kişiye Deccalın hile, şüphe ve vesveselerinin hiçbir etkisi olamaz.

Dinî ilimlerle fen bilimlerini birlikte okumak, asrın durumunu müşahedeye çalışmak önemlidir. Çünkü, ahir zaman fitnesinin en önemli sıkıntılarından biri de cehalettir. Bu devirde bir yandan fen ilmini bilmedikleri için mekteplileri tekfir eden bağnaz medrese softaları, bir yandan da dinî ilimlerden habersiz olduklarından medrese alimlerini cehaletle suçlayan mektep bağnazları cehalet kaynağı durumundadır. Özellikle bu iki cehalet de ilim örtüsüne bürünmüş bir cehl-i mürekkep konumunda olduğu için, izalesi de oldukça zordur.

Her zaman kötülükten sakınmak iyilik yapmaktan daha önce gelir. Şu ahir zamanda ise, bu husus daha da önem arz etmektedir. Çünkü, devir kötülük çarkı gibi dönmektedir. Bu sebeple, maddî eylemlerden mutlaka uzak durmak gerekir. Bu tür örgütlerden fersah, fersah uzaklaşmak lazımdır.

Hadislerde ahir zamanın dehşetli fitnelerinden haber verilmiştir.

Ebu Hureyre’den (ra.) rivayet edildiğine göre Resulullah ümmetin sefih gençlerine dikkat çekerek

“Ümmetimin helaki sefih gençler eliyle olacaktır.” buyurmuştu.

“İçimizde salihler (dindarlar) olduğu halde helak olur muyuz?” sorusuna

“Kötülükler çok olunca.”

diye cevap vermişti. Yine Medine’de sahabelerine,

“Ben şüphesiz evlerinizin içine yağmur gibi girecek fitneler görüyorum.”

buyurmuştu. Bir hadis-i şeriflerinde de,

“Zaman yavaş yavaş yaklaşıyor. Amel azalacak, (kalplere) cimrilik atılacak, fitne hakim olacak. Ölümler artacak.”

buyurarak gittikçe ümmette bozulmaların olacağını haber vermişti. Bir başka Hadis-i Şerif de,

“Şu önümüzdeki günlerde cehalet iner, o zaman din ilmi kaldırılır. Hem o zaman ölümler çoğalır.” haberi verilmişti. 

NEDEN BEDİÜZZAMAN ?

 

  Said Nursi’ye neden Bediüzzaman denmiştir, bu ünvanı nerelerde, niçin kullanmıştır ve Bediüzzaman kimdir?

Bediüzzaman; Zamanın Harikası ve Benzersizi anlamına gelmektedir. Yani yaşadığı ve/veya etkili olduğu zamanların en ilgi çekici zatı, en güzeli, eşsiz güzeli demektir.

Terim olarak ise, Bediüzzaman unvanı, insanlar arasında emsali bulunmaz derecede zeki ve hafıza kuvveti şaşılacak derecede yüksek olan kimselere verilmiştir. Bediüzzaman El-Hemedani ve Bediüzzaman El-Cezeri tarihte bu unvanı alanlardandır.

Üstad Said Nursi Hazretleri, kendisine zamanın din âlimlerinin büyükleri, hatta siyaset ehli ve hocaları/öğretmenleri “Bediüzzaman” unvanını verdikten sonra, kendisi de bazen eserlerinde, mektuplarında bu ünvanı imza yerinde kullanmıştır. 

Bundan dolayı, “Sen imzanı bazen Bediüzzaman yazıyorsun. Lakab medhi ima eder?” gibi benzeri bazı itirazlar geldiği zaman, şöyle cevap vermiştir: “Medih için değildir. Kusurlarımın sened-i özürünü bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira “bedi” garib demektir” der.

HER ŞEYDE BİR HAYIR VAR !


İlâhi öğüt:

“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 1

***

Delikanlının biri damdan düşmüş; bacağı kırılmış; canı fenâ halde yanmıştı. Uzun bir müddet yatağa mahkûm olur. Ziyarete gelenler;

“Üzülme, bunda da bir hayır vardır!” diye teselli ediyordu.

“Yâhû, bacağım kırıldı; bunun neresinde hayır vardır?” diye karşılık veriyordu.

Bir müddet sonra seferberlik ilân edilmiş; bütün gençler çağrılmıştı. Gidenler bir daha geri dönmedi. Onun ayağı kırık olduğundan almadılar. Gidenlerin bir kısmı geriye dönmemiş, dönenlerin bir kısmı da bacağını kaybetmişti! Onları görünce:

“Elhamdülillah, iyi ki bacağım kırılmış, bunda da büyük hayır varmış!” demiş.

***

Kral, her olumsuz olayda, “Bunda da bir hayır var!” diyen çok sevdiği arkadaşı ve veziri ile sık sık avlanmaya çıkarmış. Vezir tüfeği doldurur, kral da patlatırmış. Bir gün nasılsa yanlış doldurmuş, kralın parmağı kopmuş.

“Bunda da bir hayır var!” deyince, kral kızmış arkadaşını zindana atmış.

Tekrar ava çıkan kral, ormanın derinliklerine dalınca yamyamlar yakalamış. Kazanları kurmuşlar ve herkesi tek tek kazana atmışlar.

Sıra krala gelince, salı vermişler. Zira, inançlarında kusurlu kurban edilmezimiş.

Sarayına gider-gitmez ilk işi arkadaşını ziyaret edip zindandan çıkarmak olmuş:

“Özür dilerim, gerçekten de parmağımın kopmasında büyük bir hayır varmış; sana haksız yere zindanlarda çile çektirdik!”demiş

“Üzülme Kralım, bunda da çok büyük bir hayır vardır! Zira, ben zindanda olmasaydım, kazanda olacaktım!”

Dipnot:

1- Kur’ân, Bakara Sûresi, 216.

20 Ekim 2022 Perşembe

İHVAN-I MÜSLİMİN VE NUR TALEBELERİ

 Türkiye'deki Nur Talebelerinin İhvan-ı Müslimîn Cem'iyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var?

Hem farkları nedir?

Türkiye'deki Nur Talebeleri, Mısır'da ve bilâd-ı Arabda İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cem'iyetler gibi müstakil cem'iyet midirler?

Ve onlar da onlardan mıdır?

Ben de cevab veriyorum ki:

   Nur Talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn cem'iyetinin gerçi maksadları; hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur Talebelerinin beş-altı cihetle farkları var:

   Birinci Fark: 

   Nur Talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar.

Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler.

Siyasî bir cem'iyetleri aslâ mevcud değil.

   İhvan-ı Müslimîn ise: Memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cem'iyet de teşkil ediyorlar.

   İkinci Fark: 

   Nurcular, üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller.

Kendilerini üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar.

Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar.

Belki koca bir memleket, bir dershane hükmünde.

Risale-i Nur kitabları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir.

Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

   Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler.

Muhtaçlara mukabelesiz

{(*): 25 sene müddetle el yazması ile Anadolu'da neşri bu şekilde olmuştur.}

veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler.

Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

   İhvan-ı Müslimîn ise: Umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler.

Ve o umumî cem'iyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zâtlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.

Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiatını verip alıp, onlardan ders alıyorlar.

   Üçüncü Fark: 

   Nur Talebeleri, aynen âlî bir medresenin ve bir üniversite dârülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar.

Büyük bir vilayet bir medrese hükmüne geçer.

Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

   Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitabları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.

Dördüncü Fark:

   Nur Talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar.

Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu edip toplansınlar ve çalışsınlar.

Çünki meslekleri siyaset ve cem'iyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

   Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Vaziyetleri itibariyle siyasete temas etmeye ve cem'iyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar.

Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller.

Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır'da, Suriye'de, Lübnan'da, Filistin'de, Ürdün'de, Sudan'da, Mağrib'de ve Bağdad'da çok şubeler açmışlar.

   Beşinci Fark:

   Nur Talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var.

Yedi-sekiz yaşındaki, câmilerde Kur'an okumak için elifbayı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen-doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın-erkek; hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden, büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var.

Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksadları, Kur'an-ı Mecid'in hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir.

Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir.

Bundan başka bir şeyle iştigal ettikleri bilinmiyor.

Yirmisekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksad bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar.

Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

"Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar." diyorlar.

Kemmiyete ehemmiyet vermiyorlar.

Hakikî ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

   Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevkediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemmiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

   Altıncı Fark: 

   Hakikî ihlaslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi; bir kısmı, a'zamî iktisad ve kanaatla ve fakirü'l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur'aniyede hakikî bir ihlas ve fedakârlıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalalete karşı mağlub olmamak için ve muhtaçları hakikata ve ihlasa davet etmekte bir şübhe bırakmamak için ve rıza-yı İlahîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbir şeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faidelerinden çekiniyorlar.

   Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksad itibariyle aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbab sebebiyle Nur Talebeleri gibi dünyayı terkedemiyorlar.

A'zamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

  İsa Abdülkadir 

Emirdağ-2 - 169

19 Ekim 2022 Çarşamba

GÜNÜMÜZ DEVLET PARTİSİ

 “AKP giderse CHP gelir!” diyenler neyi tartışıyor? Sistem, iktidar ve lideri müstebit ise, neyi tartışıyorsunuz?

Korktukları ve korkutmaya çalıştıkları şey eski CHP’nin zihniyeti ne idi? “Müstebit/diktatör, baskıcı, yasakçı, maneviyata, milletin değerlerine karşı” olması değil mi? 

Peki, istibdat nedir?

“İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.”1 Şimdi 20 yıllık iktidarın zihniyet, çalışma ve icraatlarına bakar mısınız? Konuşmak yasak, yazmak yasak, fikirlerini beyan etmek yasak, siyasî görüşlerini açıklamak yasak!

Konu

- Yüz binlerce insan işinden, hürriyetinden, malından, mahrum edildi, sütten kesilmemiş bebeler annelerinden koparıldı, yeni doğum yapanlar, hamileler hapse atıldı. Resmî rakamlar (henüz ulaşılamayan bilgiler de var) şöyle:

“OHAL ile de istibdadı sürdürüyor.

- 17 bin başörtülü, emzikli, bebekli, hamile, yaşlı hanım kelepçelenerek hapse atılmış.

- 300 bin insan işinden çıkarıldı.

- 107 bin kişi açığa alındı.

- 60 bini aşkın insan tutuklu, hapiste, bir kısmı tecdit altında. 

Adalet felç!

- Eğitim ve öğretim dibe vurmuş. Okullarda kimse konuşamıyor, tartışamıyor, öğretmenler, idareciler, öğrenciler, veliler, biribirinden şüpheleniyor.

-  6 bin 500 civarında dernek kapatılmış.

- 159 gazeteci tutuklu (iki bin 500’ü işsiz.)

-  Yüzlerce şirkete el konmuş.

- Binlerce akademisyen üniversitelerden atılmış.

- Sadece kermes açtığından dolayı yüzlerce insan mahkemelere verilmiş…

İktidarın 20 yıllık icraatları gösteriyor ki, AKP, CHP’dir, devlet partisidir, Kemalizmin başarısıdır. R. Tayyip Erdoğan, “İllâ birine benzetecekseniz Atatürk’e benzetin (Hürriyet, 9 Kasım 2008)

İşte bütün bunlar için, Prof. Dr. Şerif Mardin “AKP iktidarı Kemalizmin başarısıdır” demişti.


YENİDEN KONUŞAN TÜRKİYE

 Susmak ve susturulmak, korkunun dağa taşa hakim olduğu, olağanüstü hallerin sonucudur.

Ülke insanları, zaman zaman, sıkıntılı dönemlerden geçer. Belki o zamanlarda susmanın konuşmaktan iyi olduğu söylenebilir.Zira konuşsan kimseye söz dinletmek ve susturanları aşmak mümkün değildir.

Korkunun hakim olduğu toplumlar, kalkınmayı değil yaşamayı, karnını doyurmayı hedef aldığı için, kendisini kontrol eden efendisinin isteklerini yerine 

getirmekten başka çare düşünemez.Bu çaresizlik içerisinde korkutulanlar susmak zorunda kalır.

İnsanlar, konuşma ve düşündüklerini ifade edebilme hürriyeti yaratılıştan gelen bir hak olmasına rağmen, bu hakkı gasp edildiği için konuşamaz.Halbuki  hak ve hürriyetler normal şartlarda olsa insanların varlık sebebi olduğu ve kısıtlanamayacağı herkes tarafından bilinir.Zalim ve baskıcı yöneticiler tarafından ellerinden alınan bu haklar onların istekleri doğrultusunda yönlendirilir. Bu şekilde köle durumuna düşürülen toplum insanları, düşünemez konuşamaz hale getirilir.

"Yeter söz milletin" diyerek şahlanan bu millet,"Konuşan Türkiye" olarak susmaktan ve susturulmaktan kurtulmuştur. Fakat yıllar sonra ise,ne yazık ki,  düşmanlar tarafından susturulamazken, bir zamanlar korkudan susanlar ve susturulanlar tarafından bugün susturulur hale getirilmiştir.

Yeniden Konuşan Türkiye ve kalkınan Türkiye için elele verelim, Demokrasimize sahip çıkalım yeniden yeter artık diyelim..Neden ülke tekrar "Konuşan Türkiye" olmasın.?

Rafet Özcan


ANNE BABALARIN GÖREVLERİ

 

Çocuklarımıza İyi İnsan Olmayı Öğretmek Öğretmenlerin Görevi Olmamalı.

Emekli öğretmenim, 

ancak bir ebeveyn olarak konuşuyorum; öğretmenlerimizden bizim yapmamız gereken şeyleri yapmalarını istiyoruz. Öğretmenler öğrencilerin gelişimlerine yardım etmekten mutluluk duyarlar, ancak çocuklarımıza iyi birer vatandaş olmayı öğretmek onların görevi değil. Biz çocuklarımıza iyi insanlar olmayı öğretirken öğretmenler de bundan yararlanan insanlar olmalı.  

Öğretmenler çocuklarıma “lütfen” ya da “teşekkür ederim” demeyi öğretmek zorunda kalmamalı. Öğretmenler, benim zaten terbiye verdiğim çocuğumun davranışlarından yararlanan insanlar olmalı.

Öğretmenler çocuklarıma zorbalık yapmamayı öğretmek zorunda kalmamalı. Zorbalık yapmamayı ve diğer çocuklara sataşmamayı kendi çocuğuma öğretmek benim işim. Çocuklarımı nazik ve düşünceli insanlar olarak yetiştirmeliyim ve öğretmenler de bundan yararlanan insanlar olmalı.

Öğretmenler çocuklarıma otoriteye saygı göstermeyi öğretmek zorunda kalmamalı. Öğretmenler, bunu onlara zaten öğretmiş olan eşim ve benden yararlanan insanlar olmalı. Öğretmeni oğlumdan bir şey yapmasını istediğinde “tabii, öğretmenim” demesi ya da en azından saygılı bir şekilde “neden” diye sorması gerektiğini ona zaten öğretmiş olmalıyım.

Öğretmenler kızıma sosyal medyanın tehlikelerini öğretmek zorunda kalmamalı. Çocuğuma henüz 12 yaşındayken akıllı telefon alma ve ondan, telefonla beraber gelen sorumluluğu anlamasını bekleme “aptallığını” gösteren onlar değil çünkü. Ben kızıma Facebook, Instagram, Snapchat ve diğer sosyal medya sitelerinin zorbalar ve sapıklarla dolup taştığını çoktan öğretmiş olmalıyım ve kızımın öğretmenleri bu durumdan yararlanan insanlar olmalı.

Öğretmenler oğluma hijyen kurallarını öğretmek zorunda kalmamalı. Ona düzenli duş almayı, temiz olmayı ve kıyafetlerini yıkamayı öğretmesi gereken kişi benim. Öğretmenler benim bu davranışımdan yararlanan insanlar olmalı.

Öğretmenler çocuklarıma dünyadaki tek insanın kendileri olmadığını; koca evrenin onların etrafında dönmediğini; kelimelerinin ve davranışlarının önemli olduğunu; kibarlığın kabalıktan daha çok işe yaradığını; bazen susmak gerektiğini; okuldayken telefonu dolapta kilitli tutmanın onlara “acı” vermeyeceğini; elektriği, suyu, bilgisayarları, yemeği ve çocuklarımın başarısını isteyen ilgili öğretmenleri olan bir okula gittikleri için ne kadar şanslı olduklarını öğretmek zorunda kalmamalı.  

Çocuğunuzun okuma yazmayı neden öğrenemediğini merak ettiğinizde, yukarıda sıralanan her şeyi öğretmek zorunda kalmanın öğretmenlerimizin okuma yazma öğretme kabiliyetlerine ciddi şekilde engel olduğunu lütfen unutmayın.  

Yukarıda saydığım şeyleri öğretmek öğretmenlerden beklenmemeli. Bunları çocuklarımıza biz öğretmeliyiz ve öğretmenler de bundan yararlanmalı. Ebeveynler olarak okulda hayat dersleri değil, okulla ilgili şeyler öğrenmeye hazır olan çocuklarımız için daha iyi bir iş çıkarmalıyız.  

Yine de bir ebeveyn olarak, ailevi görevlerimde bazen başarısız olduğumun farkındayım. Ancak böyle durumlarda, çocuğuma “lütfen” ve “teşekkür ederim” demeyi, sosyal medyanın zararlarını, kişisel hijyenine dikkat etmesi gerektiğini hatırlatan; çocuklara iyi birer insan olmayı öğreten, kendini işine adamış öğretmenlerin varolduğunu bilmek içimi rahatlatıyor.

Rafet Özcan

18 Ekim 2022 Salı

BUZ GİBİ HOŞAF

 Buz Gibi Hoşaf

Sıcak bir yaz günü Nasreddin Hoca"yı iftara çağırmışlar. Ortaya önce bir tencere soğuk hoşaf gelmiş. Muzip ev sahibi eline bir kepçe almış, misafirlere ise birer tatlı kaşığı vermiş.

      Ev sahibi kepçeyle her hoşaf içişinde :

      - "Oohhh , öldüüümm" diyormuş.

      Hoca ile öteki davetliler ellerindeki küçücük tatlı kaşıklarıyla hoşafı içmeye çalışıyorlar, ama ne hoşafın tadını alıyorlar, ne de susuzluklarını giderebiliyorlarmış. Ortadaki hoşaf tenceresi de bitmek üzere:

      Hoca dayanamayıp ev sahibine seslenmiş;

      - "Efendi" demiş. "Senin devamlı ölüp ölüp dirilmen bizleri çok üzüyor. Şu kepçeyi ver de senin yerine biraz da biz ölelim!..."

MÂLİKÜ'L-MÜLK

“Bütün mülk âleminin yegâne sahibi.”

“Mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilen.”

“De ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin; hayır senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmrân, 3/26)

Bu âlemde hiç kimse hiçbir mülkün gerçek sahibi değildir. Ne güneş, gezegenlerine mâliktir, ne de ağaçlar meyvelerine.

Yunus Emre: "Mal sahibi mülk sahibi./ Hani bunun ilk sahibi?" diyerek, insanların bu mülk âleminde sırayla nöbetçilik ettiklerini ve kendilerine emanet verilen mülkü geride bırakarak, bu dünya memleketinden göçtüklerini çok güzel ifade eder.

Allah, insanoğluna şuur ve akıl ihsan etmekle, bu mülk âleminden süzülmüş müstesna bir misafir, hassas bir meyve olduğunu ona idrak ettirmiştir.

Bütün âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah, insanda da elbette dilediği gibi tasarruf edecektir. Nitekim ediyor ve onu kendi iradesi dışında nutfe, alâka,.. menzillerinden geçirdiği gibi, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık menzillerinden de geçirerek kabir âlemine gönderiyor.

İnsan şöyle düşünmeli:

Kâinatı tabakalara ve sistemlere ayıran kim ise, bedenimi organlara taksim eden de yine odur. Ben, misafir olduğum bu âlemde hiçbir şeye müdahele edemediğim gibi, bana emanet verilen bu beden mülkünü de kendi keyfimce kullanamam. Her ne kadar bana cüz’î irade verilmişse de, bu bir imtihan içindir. Benim vazifem o iradeyi, bütün mülk âleminin yegâne Mâliki ve sahibi olan Allah’ın rızasına uygun olarak kullanmaktır. Aksi halde, ahirette bunun hesabını çok ağır ve acı bir şekilde veririm.

Ömrünü bu şuurla geçiren bir kulunu, O Mâlikü’l-Mülk, Cennet memleketine koyacak ve orada ebedî saadete mazhar kılacaktır.

HERŞEYİN RIZKINI VEREN ALLAH'TIR

 

      (Böceğin rızkı )

- Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün, deniz kenârında otururken bir karıncanın geldiğini gördü. Karınca ağzında bir yeşil yaprak tutuyordu. Deniz kenârına ulaşınca, sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geriye gelince; 

Süleyman A.S Karıncadan sordu,

-Ey karınca senin yaptığın bu işin 

hikmeti nedir?

Karınca cevâb verdi ,

-Bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmiş ve o taşın içinde de bir böcek halk etmiştir. Beni de onun rızkına sebeb olarak görevlendirmiştir. 

-Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe verir. 

-O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh bir dil ile söyler; 

-Sübhânallah ki,Allah beni halk etti,  ve deniz ortasında bir taşın arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı dahi unutmadı. 

-İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!

17 Ekim 2022 Pazartesi

HER AYI'YA DAYI DENİR Mİ ?


İnsan aldanır,bazan insan şeytana uyar aldanır, bazan insan sanılan ayılara dayı der aldanır.
Bilirsiniz menfaat uğruna bazı menfaatperst insanlar kendi çıkarı için herşeyini feda eder.Şerefini haysiyetini feda edenler olduğu gibi ülkesini ve arkadaşını dostlarını hatta en yakınlarını dahi feda edebilenler de vardır.İnsanın hırs ile gözü dönerse o insanın yapmayacağı densizlik yoktur.
Ülkenin idaresini eline geçiren ihtilalci ve dikdatörlere yağcılık yalakalık yapanları mı dersin yoksa küçücük bir makam ve çıkar için hergelene dayı diyenleri mi ararsın.Sorsan niçin böyle yapıyosun diye hemen yapıştırır cevabı,köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demek gerekir der.Bilmez ki  sen böyle yaptığında ne köprü  biter ne ayı biter.Önemli olan her ayıya dayı dememektir.Hem ne demişler ayıfan post dikdatörden dost olmaz diye.Siyaset icabı bugün oy için dost olanlar yarın boğaz boğaza sarılırlar.Çünkü çıkarları bitene kadar birbirlerine dost olanlar.Ne istedinde vermedik diyenler yakın zamanda verdiklerinin bin mislini burunlarından fitil fitil getirerek geri aldılar.Hem ülke hemde alanlar zarar etti verenler ise bir seçim sonucu iktidarlarını kaybettiklerinde ülkeye verdikleri zararı adaletin önünde hesap vererek ödeyecekler.Biz inanıyoruz ki kimsenin yaptığının yanına kalmayacağı bir gün gelecek herkesten hesap sorulcaktır.Allah mazlumların yardımcısı olsun."Zalimler için yaşasın cehennem"

İNSAN TİPLERİ

 "3 farklı mizaç tipi var"

"En varlıklı insan da incinmez değildir. Otantik mutluluk kavramı var. Otantik mutluluk halis mutluluktur ve kişinin her şartta mutlu olmasını ifade eder. Kişi cezaevinde de sarayda da mutlu olabiliyor. Böyle mutluluğa sahip olabilmek de psikolojik sağlamlık gerektiriyor. Her şartta mutlu olabilmek. 3 mizaç tipi vardır. Sünger tipi insanlar her stresi kendilerine çekerler, devamlı yakınmacıdırlar, ağlarlar, herkesin derdiyle dertlenirler ve hep hüzünlüdürler. Bu insanlar çevrelerindekileri hep negatif ve olumsuz etkilerler. İyi niyetli olsalar da hep hüzünlüdürler.

Teflon denen kişiler de kendileri yanmaz ama yakarlar. Gamsız olurlar, yalnız kalırlar ve yalnızlığın acısını çekerler. Ufak bir krizde yalnız kaldıkları için daha çok yıpranırlar. Üçüncü tip kişiler de kauçuk tipler olarak tanımlanıyor. Böyle insanlar hayattaki zorluklar karşısında düşseler de tekrar kalkarlar. Düşer, kalkar ve yaşadığı travmaları geliştiren travma olarak görürler. Kişi bir travma, acı, hayal kırıklığı veya zorluk yaşıyor ve o yaşadığı zorluğu yeniyor. Yenerek çıktığı için bir şeyler öğreniyor. Biz buna dayanıklılık eğitimi diyoruz."

- "Kişi zora talip olup mücadele etmeli"

İnsanların zora talip olup mücadele etmesi ve stres az ise korkulmaması gerektiğine vurgu yapan Tarhan, sözlerini şu şekilde sürdürdü:

"Devamlı hüzünlü prensesler vardır. Sıkça depresyona giriyorlar ve hemen kırılırlar. İstedikleri olmadığı zaman hemen depresyona girerler. Hatta buna genç jargonunda 'emo' deniyor. Emosyonel yani hüzünlü anlamına geliyor. Stres aşısına ihtiyaç var. Stres olmalı ve stres az ise korkulmamalı. Kişi zora talip olup mücadele etmeli. İnanç sistemimizde Ramazan orucu vardır. Bir strestir o ama isteğe bağlı olduğu için o bir nevi dayanıklılık eğitimi olur. Açlığa karşı sadece midenin değil de birçok arzuların, isteklerin erteleme becerisi kazanılır.

Onun için önceden hazırlık yapanlar buna dayanabiliyor. Nasıl ki bir savaşta askerde eğitimli olmanın verdiği dayanıklılık insana zorluklarla mücadele gücü veriyorsa kişi psikolojik dayanıklılık eğitimi ile kendisini hayatın içindeki olaylara ve ekonomik krizlere hazırlamalı."

16 Ekim 2022 Pazar

BİZE VERİLEN EMANETLER VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


*Mide beyinden akıllıdır çünkü mide kusmayı bilir, beyin her pisliği yutar. Beynin en kötü özelliği bir  boşaltım sistemine sahip değil.*

*Beyne giren her fikir, iyi ya da kötü içerde kalır. Dışarı atamazsın. Görmezden gelir daha az düşünürsün ama yok olmaz.*

Bu yüzden okuduğunuz herşey çok önemlidir. Asla ihmal etmememiz gereken dört okumamız vardır. 

1. Mutlaka her gün Kur'an ı Azimüşşanı okumak.

2. Ahirzaman tefsiri olan Risale i Nuru en az 10 sayfa okumak.

3. Çok mühim dua kitabımız olan Cevşenimizi okumak.

4. Ve Ruhumuzun gıdası tesbihatı her namazda okumak...

Bu şekilde Ruhumuzu, Kalbimizi, Aklımızı ve lâtiflerimizi muhafaza ederiz —“Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur'u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi'nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.”

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 Hasta Kardeşiniz

 Said Nursî

 Emirdağ L/2 ;104

15 Ekim 2022 Cumartesi

TARİHİN SEYRİNİ DEĞİŞTİREN MAYMUN



BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ'NİN BİR MAYMUN İÇİN YAZDIĞI MERSİYE
 
30 Ekim 1918\'de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması\'yla Birinci Dünya Savaşı fiilen sona ermiş olmasına rağmen,  Osmanlı\'ya düşman devletlerin gizli hesapları devam etmektedir.

Yunanistan, İngiltere\'nin de desteğini alarak 15 Mayıs 1919\'da İzmir\'i işgal etmiştir.

İzmir\'in ve Batı Anadolu\'nun yer yer işgal ve istilâsı devam ederken, Yunan Başbakanı Venizelos ile İngiltere Başbakanı Lloyd George gizli bir anlaşma yaparlar. Buna göre, İngiltere 50 bin kişilik bir Yunan ordusunu en modern silâhlarla donatarak, Yunanlıların Anadolu\'yu tümüyle işgal etmelerini sağlayacaktır. Bu sinsi çalışmalar Ekim 1920 tarihine kadar sürer. Sıra Kralı ikna edip, saldırıyı başlatmaya gelmiştir.

Yunan Başbakanı Elefterios Venizelos, Yunan Kralı I.Aleksandros\'u, yaptıkları sinsi planı uygulamaya, yani Anadolu üzerine yürümeye razı eder.

Birinci Dünya Savaşı\'nda talebeleriyle çeşitli cephelerde Rus ve Ermenilere karşı savaşan Bediüzzaman Hazretleri, Yunanlıların Anadolu\'yu istila planları yaptığı günlerde İstanbul\'dadır. Bu sinsi planları duyar duymaz büyük bir endişeye kapılır ve bir Cuma gecesi namazdan sonra duâya başlar. O gece sabaha kadar uyumaz. Devamlı olarak; "Ya Rabb! Senin askerin daha çoktur. Bu mel\'unlara fırsat verme!" diye dua eder.

Yunanlılar, sinsi planlarını uygulamak için hazırlıklarını tamamlamışken,  siyaset hesaplarını alt üst eden, tarihin akışını değitiren, hiç hesapta olmayan bir gelişme yaşanır. 25 Ekim 1920 tarihinde Yunan Kralı I.Aleksandros, kendi evinde, beslemiş olduğu Moritz isimli maymunu tarafından ısırılır ve kan zehirlenmesi sonucu ölür.

 Bediüzzaman Hazretleri\'nin yanında bulunan talebesi Molla Süleyman, Divanyolu caddesinden sabahları Bediüzzaman Hazretleri\'ne gazete almaktadır. Bir sabah aldığı gazeteler, Yunan Kralı I. Aleksandros\'u (Alexandre) bir maymunun ısırdığını ve maymunun da öldürüldüğünü yazmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri haberi okuyunca çok sevinir ve gülerek; "Bir kalem getir de Süleyman, bu hayvanın arkasından bir mersiye yazalım" der. Eline kalemi alır ve gazete kâğıdının boş bir köşesine "Mücahit Bir Hayvan Mersiyesi" ni yazar. Bediüzzaman Hazretleri\'nin RUMUZ isimli eserinde de yer alan bu mersiyenin tamamı şöyledir:


Mücahit Bir Hayvan Mersiyesi


( Rabbin Tealanın askerini kendinden

başka hiç kimse bilmez. Müddesir - Ayet 31)


İşte o cünuttan bir gazi şehid,

Nev-i hayvandaki meymun-u said.

Ey maymun-i meymûn!

Mü\'minleri memnun, kâfirleri mahzun,

Yunan\'ı da mecnun eyledin.

Öyle bir tokat vurdun ki,

Siyaset çarkını bozdun.

Lloyd George\'u kudurttun,

Venizelos\'u geberttin.

Mizan-ı siyasette pek ağır oturdun.

Ki, küfrün ordularını, zulmün leşkerlerini,

Bir hamlede havaya fırlattın...

Başlarındaki maskeleri düşürüp,

Maskara ederek, bütün dünyaya güldürdün.

Cennetle mübeşşer (müjdeli) olan hayvanların isrine (safına) gittin.

Cennette saîdsin; çünkü gazi, hem şehidsin.

Yunan kralının ölümüyle Venizelos\'un hain planı suya düşmüş olur. Plan bozulur. Anadolu\'nun istilasından vaz geçilir.


(Bu olayla ilgili geniş bilgi için, Necmettin Şahiner\'in hazırladığı ve Yeni Asya Yayınları arasında yayımlanan, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî isimli esere bakılmalıdır.)

*    *    *

Bedüzzaman Hazretleri\'nin bu tavrı; "millî birlik ve bütünlük hassasiyetinin", tarihe mal olan önemli örneklerinden biridir.

Yurdunu istila eden ve edecek düşmana karşı her imkân ve şartta mücadele etmek ve asıl güç- kuvvet sahibi olan Yüce Mevla\'dan her an yardım istemek...

Allah (c.c.) kendine samimiyetle sığınan, yardım isteyen insanların duasını hep kabul etmiştir.  Allah, bir kulunun duasını kabul etti mi, gerisi kolay... Bir maymun vasıtasıyla bile ihanet sahiplerine unutamayacakları cezaları verir. Yeter ki dua edenler samimi olsun, onların duaları samimi olsun...  

İstiklal Savaşı\'nda Anadolu\'da millî vatan ve millî birlik böyle zor şartlar altında kurulmuş ve korunmuştur. Bu zaferin, bu birliğin kazanılmasında herkes elinden geleni yapmış, asker silahıyla vatanı korurken, âlim ve arif insanlar da dualarıyla Yüce Mevla\'ya el açıp, gözyaşı dökmüşler ve ordumuza destek olmuşlardır.

İstiklal Savaşı\'nın her anı, göz yaşartacak böyle "manevî âlem" kaynaklı yardım örnekleriyle doludur.

Temelinde ve harcında şehit kanlarının, samimiyetin, duaların, masumiyetin ve her şeyden öteye de Yüce Allah\'ın nusretinin olduğu "Bir Türkiye Cumhuriyeti", kıyamete kadar baki kalıp devam edecektir. Bu herkes tarafından böyle bilinmelidir.

Güzel günler dileğiyle. 

13 Ekim 2022 Perşembe

CİNSEL SAPIKLIK (LİVATA )!

 

Batılı toplumlarda dinen haram olan, bu sapık, fıtrata uymayan cinsel ilişkiler yaygınlaşmış hatta onlar, bunları normal toplumsal birer olay gibi telaki ederek, hoş görü ile bakmış, belki de teşvik etmişlerdir. Pek çok batılı kilise, zina ve eş cinselliği mubah kabul etmiş, hatta bir çok kilisede erkeklerın erkeklerle evlilik akitleri yapılmıştır. Bu cinsel sapık grupların binlerce dernek ve kulüpleri kurulmuştur.

Kur’anın bir çok ayetinde ifade edildiği üzere, Allah’in Lût peygamberi, böylesi iğrenç fiili işleyen kavmi ile mücadele etsin, diğer yandan İsa Mesih’in bu olaylara hoş görü ile bakması ve İncil’ın buna ruhsat vermesi mümkün olabilir mı? Lut’un Rabbi olan Allah, İsa Mesih’ın de Rabbidır.

Son asırda artan bu zührevî hastalıkların en önemli sebebi, fıtrata muhalif olan bu yanlış birleşmelerin neticesidir. GNORHEA hastalığı, bu gün dünyada cinsel hastalıkların başında yer almaktadır. Daha sonraları ortaya çıkan AIDS’ı da unutmamak gerekir.

Bizim ülkemizde bu sapık fiiller son 15-20 yıllara kadar gizli, kapalı ve münferit olaylar şeklinde seyrederken, şimdilerde setleri patlamış baraj suları gibi her tarafı ihata etmeye başlamıştır. Gayreti, muhafazakârlığı ve iffetiyle cennet-misal Anadolu’nun şark vilâyetlerinde bile bu iğrenç fiiller, özellikle sosyal medya üzerinden açıktan işlenir hale geldi. Facebook’ta anılan beldelerde bunlara ait, binlerce üyesi ve takipçisi bulunan gruplara, sitelere rastlamak mümkündür.

Zamanımızın en büyük fitnesi addedilen bu Lût kavminin kötü fiili, baş döndürücü bir hızla gelişmekte olan teknolojinin de desteğiyle körpe dimağlı çocuklarımızı, gençlerimizi yoldan, baştan çıkarmak için, bu gün en güçlü silah durumundadır.

Avrupa’nın teknolojisini, sanayisini, bilimsel çalışmalarını örnek alacağımıza, ahlâk ve edebimizden taviz vererek, her türlü fuhşiyatın, eş cinselliğın serbestiyetini tanıyan kanunlarını kabul edip, tescil ettik. Dolayısıyla hepten ziyan ettik.

Tekrar aslımıza dönmek ve adam olabilmek için belki de asırlar lâzım.

Dr. Mehmet AKSOY

DÜSTURLAR

 Birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat, “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. “Tarafgirlik ve rıza nazarı hiçbir kusuru görmez. Garazkârlıkla bakan ise, gizli kusurları da açığa çıkarır” [Edebü’d-Dünya ve’d-Din] sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.

İkinci Düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira, senin gibi niyeti halis olmayan bir adam, nasihati bazen damara dokundurur, aksü’l-amel yapar.

Üçüncü Düstur: Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et, onun ref’ine çalış. Hem, en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır; öyle de, adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır.

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husûmet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder, sana dost olur.

“Şeref ve izzet sahibi birine iyilik etsen, onu elde edersin. Aşağılık ve kötü birine iyilik etsen, o daha da azar.” [Şerh-i Divani’t-Tayyib, s. 710. Mütenebbi’ye ait bir beyit] hükmünce, mü’minin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyle ise, “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan Sûresi: 72.) “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Tegabün Sûresi: 14.) gibi desatir-i kudsiye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

Mektubat, Yirmi İkinci Mektub, s. 312

10 Ekim 2022 Pazartesi

KIYAMET NE ZAMAN KOPAR ?

 ÂHİRZAMANDAN HABER VEREN MÜHİM BİR HADÎS 

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّت۪ى ظَاهِر۪ينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪

   Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadîs-i şerif hatırıma geldi.

Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi.

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّت۪ى

(şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırk iki (1542) ederek nihayet-i devamına îma eder.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ ظَاهِر۪ينَ عَلَى الْحَقِّ

(şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz altı (1506) edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder.

وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪

(şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırkbeş (1545) olup, kâfirin başında kıyamet kopmasına îma eder.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

   Cây-ı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil'ittifak bin beşyüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette bin beşyüz altıdan tâ kırk ikiye, tâ kırkbeşe kadar üç inkılab-ı azîmin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır.

Bu îmalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi.

Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda kimse bilmez; fakat böyle îmalar ile bir nevi kanaat, bir galib ihtimal gelebilir.

   Fatiha'da "sırat-ı müstakim" ashabının taife-i kübrasını tarif eden

اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

fıkrası, şeddesiz bin beşyüz altı veya yedi (1506-1507) ederek tam tamına

ظَاهِر۪ينَ عَلَى الْحَقِّ

fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku ve şedde sayılsa

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّت۪ى

fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadîsin îmasını teyid edip remz derecesine çıkarıyor.

Ve müteaddid âyât-ı Kur'aniyede "sırat-ı müstakim" kelimesi, bir mana-yı remziyle Risaletü'n-Nur'a manaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile; Risaletü'n-Nur şakirdlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübra-i a'zamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def'aten birden ihtar edildi.

اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

Kastamonu - 27

9 Ekim 2022 Pazar

PROBLEM VARSA,ÇÖZÜMÜ DE VARDIR...!

 

İnsanın yaşadığı yerde, yani dünyamızda, elbette ki problemler vardır, olacaktır, olmaya da devam edecektir.

Sütliman bir dünya bekleyenler, hayel kırıklığına uğrar.Çünkü dünya her gün yeni değişikliklerin yaşandığı bir mekandır. Onun için değişmeler gelişmeyi ve yeni problemlerin ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

Nüfusun artması barınma ve beslenme problemini doğurduğu gibi, teknolojinin hayatımıza girmesi, ahlâk ve yaşam biçimimizi etkilemiş, toplumun değer yargıları, gelenek ve görenekleri altüst olmuştur. İnsanlar ferdileşerek, gece gündüz koşturup, dünyanın hızına ayak uydurmaya çalışmaktadırlar.

Çoğalan ve gelişen nüfusla birlikte, araç sayısı artmış, trafik problemi ortaya çıkmıştır.Dolayısıyla güvenlik sorunu ve hırsızlık, gasp, adam öldürme,kadınlara baskı boşanmalar, kavgalar ahlaksızlık toplumu rahatsız eder seviyelere ulaşmıştır.Kanunlar yapılmış çıkarılmış. Bu kanunlar uygulamada görülen aksaklıklar nedeniyle suç ve suçlu sayısını artırmış, güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlayarak görev yapamaz duruma sokmuştur.. Emniyet güçleri suçluları yakalayıp teslim ederken,hapse girenler çoğu zaman ceza almadan serbest kalmışlardır.

Bu durum toplumun ve görevlilerin hem morelini bozmuş, hem de etkisini azaltmıştır.Polisi ise sadece yakalayıp teslim eden etkisiz bir duruma sokmuştur. Suçluların serbest kalması,ceza almadıkları için onları  tekrar suç işlemeye itmiş,dolayısıyla emniyet güçlerinin işlerinin de zorlaşmasına neden olmuştur.

Eskiden trafik polisleri gezerek yanlış yere park yapanlara ceza yazardı. Bekçiler mahalle ve sokakları dolaşır millete güven telkin ederdi. Şimdi malesef bunlar yok.Kavga oluyor güvenlik güçlerimiz ayırmak için müdahele ediyor.Halbuki suç işleme yollarının önceden alınacak tedbirlerle kapatılması suçun işlenmesini dolayısyla suçluları azaltacaktır.

Ahlak polisi diye görev yapan bir birim olmalı. Bu birimde çalışan güvenlik görevlileri gerekirse sivil olarak halkın arasında dolaşıp olaya anında müdahale imkanı sağlamalıdır. Adam öldürmeye teşebbüs eden silahlı zorbalar önceden alınan tedbirlerle etkisiz hale getirilse  toplum rahat emez mi? Ahlaksızlık yapan açık saçık kıyafetlerle dolaşıp milletin ahlâk, edep ve,dugularını hiçe sayan terbiye yoksunlarına anında müdahale yapılarak ahlaksızlık önlenemez mi?

İçki içip, sarhoş halde bağırıp çağırıp insanları rahatsız edenlere, gerkli tedbirler alınarak bu taşkınlıkları önlenemez mi? Asker uğurlaması yada düğünleri bahane derek huzuru bozanlara gerekli tedbirler alınamaz mı?Yerli yersiz silah kullananlara, gerekli ceza verilerek halkın huzuru sağlanamaz mı?

 Problem varsa çözümü de olmalıdır.Bunlar aklıma gelen basit tedbirlerdir.

 Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Güçlü devlet halkının huzurunu, baskı ve kuvvet kullanmadan alacağı tedbirlerle sağlayan devlettir.

Rafet Özcan


SAĞLIĞIN VE BOŞ VAKTİN KIYMETİ

 Varlığının farkında olmadığınız şeyin yokluğunu çok çabuk hissedersiniz. 

Dişinizi düşünün... Çektirinceye kadar varlığının farkında değilken çektirince diliniz hep onun yerine gider ve her gittiğinde yokluğunu hissedersiniz. 

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: 

"İki nimet vardır ki pek çok insan o ikisini değerlendirme konusunda aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit."

(Buhârî, Rikak, 1; Tirmizî, Zühd, 1) 

Sağlıklı iken sanki bu bizim hakkımızmış ve zaten olması gereken buymuş gibi düşünerek sağlığın bir nimet olduğunun farkına varmayız. Ne zaman ki hasta oluruz, o zaman sağlığın ne büyük öneme sahip olduğunu anlarız. Kendi kendimize "hele bir iyileşeyim, bundan böyle sağlığıma çok dikkat edeceğim" deriz. Deriz demesine ama iyileşince bir süre sonra tekrar rutinimize geri döneriz. 

Herhangi bir meşguliyetimizin olmadığı zamanları cömertçe israf ederiz. İşlerimizi zamanında yapmayıp biriktiririz, artık baş edilmeyecek hale gelince "keşke zamanında yapsaymışım, bir daha asla bu şekilde biriktirmeyeceğim deriz. Deriz demesine de bir zaman sonra yine bildiğimizi okuruz. 

Hayat kime güzel bilir misiniz? 

Hayat, çok şeye sahip olanlara değil, her neye sahip ise onun kıymetini bilenlere güzeldir. Hayat, sahip olduklarının "nimet" olduğunun farkına varan ve bu nimetleri en güzel şekilde değerlendirebilenlere güzeldir.

Rabbimiz elimizde olanların farkına varıp bunları dünya ve âhiretimiz açısından en güzel şekilde değerlendirmeyi bizlere nasip eylesin. 


8 Ekim 2022 Cumartesi

İNSANA AİT İŞLER

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Dünyada sana ait çok emirler vardır.

Amma ne mahiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor.

Biri, ceseddir.

Evet cesedin genç iken latîf, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.

   Biri de, hayat ve hayvaniyettir.

Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

   Biri de insaniyettir.

Bu ise, zeval ve beka arasında mütereddiddir.

Daim-i Bâki'nin zikri ile muhafazası lâzımdır.    Biri de ömür ve yaşayıştır.

Bunun da hududu tayin edilmiştir.

Ne ileri ve ne de geri bir adım atılamaz.

Bunun için elem çekme, mahzun olma.

Tahammülünden âciz, tâkatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme!

   Biri de, vücuddur.

Vücud zâten senin mülkün değildir.

Onun mâliki ancak Mâlikü'l-Mülk'tür.

Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir.

Binaenaleyh Mâlik-i Hakikî'nin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun.

(Ümidsizliği intac eden hırs gibi.)

   Biri de bela ve musibetlerdir.

Bunlar zâildir, devamları yoktur.

Zevalleri düşünülürse, zıdları zihne gelir, lezzet verir.

   Biri de, sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin.

Misafir olan kimse, beraberce götüremediği bir şeye kalbini bağlamaz.

Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın.

Ve keza bu fâni dünyadan da çıkacaksın.

Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış.

Vücudunu Mûcidine feda et.

Mukabilinde büyük bir fiat alacaksın.

Çünki feda etmediğin takdirde, ya bâd-i heva zâil olur, gider; veya Onun malı olduğundan yine Ona rücu eder.

   Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin.

Çünki ancak vücudun terkiyle vücud bulunabilir.

Ve keza vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuddan senin elinde ancak bir nokta kalabilir.

Bütün vücudun cihat-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır.

Amma o noktayı da elinden atarsan, vücudun tam manasıyla nurlar içinde kalır.

   Biri de dünyanın lezzetleridir.

Bu ise, kısmete bağlıdır.

Talebinde kalâka düşer.

Ve sür'at-i zevali itibariyle aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez.

   Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evlâdır.

Çünki âkıbetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezaizin terkiyle olur.

Veya şekavettir.

Ölüm ve i'dam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?

Dünyasının âkıbetini küfür saikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de, terk-i lezaiz evlâdır.

Çünki o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor.

Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez.

  *  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Mer'ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle: "Biz çobanın emri altındayız.

O bizden daha ziyade faidemizi düşünür.

Madem onun rızası yoktur, dönelim." diye kendisi döner, sürü de döner.

   Ey nefis!

Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin.

Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman,

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

söyle ve Merci-i Hakikî'ye dön, imana gel, mükedder olma.

O seni senden daha ziyade düşünür.

Mesnevi-i Nuriye - 118

7 Ekim 2022 Cuma

İNSANIN MAHİYETİ

 İnsanın mahiyeti hakkında çok mühim bir ders.

İnsan, Allah’ın binler esmalarını gösteren bir âyine hükmündedir. Bu özelliği nisbetiyle nakş-ı âzamdır insan.

Biz de yaradılışımız itibariyle kendimizi okumalıyız ve anlamalıyız ki, diğer mahlûklardan farkımızı görelim ve gösterelim Rabb-i Rahîmimize. Ve bu kâinata gönderiliş sebeplerimizi bilerek ve sorumluluklarımızı yerine getirerek, ‘insan’ gibi yaşayalım. Bunun için önce kendi mahiyetimizi bilmemiz gerekmektedir.

İnsanın özelliklerini özetleyecek olursak:

İnsan, kâinatın halîfesi hükmünde yaratılmıştır. Bütün yaratılanlar, insanın hizmetine sunulmuştur. Bu kadar hizmetkârı bizim hizmetimize sunan Rabbimize bütün zerreler adedince hamd etsek yine azdır.

Kâinattaki nimetler, insan için birer numûne olarak yaratılmıştır. Sebebi, daha güzellerine talip olsun ve Cennet nimeti için çalışsın. Eğer insan, bu numûneler için hırsla çalışırsa ve bunları vereni tanımazsa nankörlük etmiş olur. Ama dünya nimetlerinin birer nûmune olduğunu bilip, ubûdiyetle Rabbine şükreder ise, kâinatın halîfesi derecesinde yoluna devam edecektir.

İnsan, en güzel, en san’atlı bir biçimde yaratılmıştır. Kabiliyet itibariyle de yaratılmışlardan daha üstün özelliklerle donatılmıştır.

İnsan, aynı zamanda kâinatın bir nevî fihristesi, bir nevî özetidir. Maddî olarak dünya âleminin bir özeti olmakla beraber, manevî olarak da kâinatın bir özetidir. Nasıl ki insanda ruh var, kâinatta da ruhlar âlemi mevcuttur. İnsanda hafıza var, kâinatta ise levh-i mahfuz vardır. İnsanda hayâl âlemi var, kâinatta da âlem-i misâl mevcuttur. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.

İnsanın ihtiyacı, emelleri, arzuları, hayâlinin ulaştığı yere kadar fazladır. Yaratılmışlar içinde ihtiyacı en fazla olan insandır. Bununla beraber gücü zayıf, kuvveti yetersizdir. Ve düşmanları nihayetsiz olmakla beraber acizliği ile o düşmanlara karşı tek başına mücadele vermemektedir.

Bundan dolayı bir dayanak noktasına ihtiyacı vardır. Öyle bir dayanak noktası olmalı ki, insanın âcizliği insana bir kuvvet kazandırsın, fakirliği ise bir kudret kazandırsın. Bu dayanak noktası da Rabbimizdir. O’nun (cc), bize gösterdiği şefkat ve merhamet ile bizim âcziyetimizde bir kuvvet, fakrımızda bir kudret meydana gelir. Hamd olsun..

İnsan, bir çekirdek hükmündedir. Bu çekirdek, iman ışığıyla, İslâmiyet suyuyla beslenirse büyüyecek, gelişecek ve bununla beraber meyve verecektir. Ama nefis ve şeytanın telkinlerine uyarsa, çürüyecek ve esfel-i sâfilin derecesine düşecektir.

Hayvandaki duygular sınırlıdır. Ama insandaki duygular, lâtifeler sınırsızdır. Bundan dolayı, insan için sınırsız bir makam tayin edilmiştir. Âla-yı illiyîn ve esfel-i sâfilin..

Ayrıca insanın bu dünyaya gönderiliş sebebi lezzet almak değildir. Çünkü insan, geçmişten gelen elemler ve gelecekteki endişeler sebebiyle, dünya lezzetlerini alamaz hale gelir. İnsanın asıl gönderiliş sebebi, Hâlıkını tanımak, ona iman etmek ve ubûdiyet vazifesini yerine getirmektir.

İnsan, sırât-ı müstakîm üzere yaşamalıdır. Bunun yolu da Risale-i Nur’da beyan edildiği üzere, hikmetli, iffetli ve şecaatli yaşamaktan geçmektedir. Şecaat, cesaretini yerinde kullanmaktır; hikmet, hakkı hak, bâtılı bâtıl bilmektir; iffet ise helâle meyilli olmak ve harama uzak olmaktır.

İnsan, Allah’ın antika bir san’atıdır. Antika, eşsiz, benzersiz demektir. Yaratılmış ve yaratılacak insanlar içinde hiçbir insan yok ki diğer insanlardan farklı bir sîmaya ve farklı bir karaktere sahip olmasın. İşte Yaradan, böyle yaratır.

İnsanda öyle bir anahtar vardır ki, eğer bu anahtarı doğru kullanırsa, Allah’ın esmalarını tanıyabilir ve her yaratılanda Allah’ın esmalarını görebilir. Bu anahtar ene’dir. Ene, bizdeki kabiliyetlerin, güzelliklerin bize ait olmadığını, bizdeki güzelliklerin Rabbimizin isimlerinden bize verdiği bir emaneti olduğunu bize gösterir. Biz de bu güzelliklerden yararlanıp, Allah’ın isimlerini bulmaya çalışarak, mârifetullah ilmine geçebilirsek, imanımızı tahkîkiye çıkarabiliriz. Yoksa eneyi yanlış kullanırsak, Allah muhafaza, bizi firavunluğa kadar götürebilir.

İnsanın kâinata gönderiliş hikmetlerini, felsefenin hikmet bölümü yıllar yılı araştırmış ve şu dört soruyu kendilerine sormuşlardır: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?

İşte bu sorulara kâinat ağacının en mükemmel meyvesi olan Efendimiz (asm), Risale-i Nur’da beyan edildiği üzere, şöyle cevap veriyor:

“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’sü’l-malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşan elimdedir. Şübhen varsa al, oku!”

 (İşarat-ül İ’caz, s. 13)


NUR-U MUHAMMEDİ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitab nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (A.S.M.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur.

Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur.

Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelibi olur.

Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezel'in makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur.

Bütün insanları davet ediyor.

O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mu'cizeleri tarif ediyor.

Halkı o saray sahibine, sâni'ine iman etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.

Mesnevi-i Nuriye - 116

4 Ekim 2022 Salı

KUŞLAR DA İLHAMA MAZHAR

    Emir ve izn-i İlahî ve havl ve kuvvet-i Rabbaniye ile, umum hayvanatın melaikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi; kuş taifesinin de bir çobanı var.

Onlar bilmese de, emr-i İlahî ile ve ilham-ı Rabbanî ile çobanları onları sevkeder.

O sevk-i fıtrî ise, kuşlara gelen ilhama dayanır.

Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki; yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada bir gün mesafede gider; o ilham-ı fıtrî ile, o sevk-i Rabbanî ile yolunu şaşırmadan dönüp, gelip yuvasına girer.

   Evet nasılki küre-i arz, Risale-i Nur ve şakirdlerine gelen zulme itiraz etti ve cevv-i hava yağmursuzlukla ve soğukla Risale-i Nur'a gelen tazyikat ve müsadereyi tenkid etti ve bulutlar serbestiyetini yağmurlarla alkışladı; elbette kuş nev'i de alâkadar olabilir.

   Evet insanın bir kısım sun'î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harab edip bin adamı mahveden cinayetine ve cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahribçi kısmını; hem küre-i arza, hem nev'-i beşere müstebidane, merhametsiz tahribatına karşı, bu hayvanî kuşlar, tesirli bir surette istikbali tenvir eden Risale-i Nur'u elbette manen tebrik edip alkışlar, diye suretindeki hâdise, gerçi çok tatlı bir latîfedir, fakat çok ince bir hakikat dahi içinde var.

Emirdağ-1 - 92

1 Ekim 2022 Cumartesi

MİNNET ALMAMAK

    Eski Said minnet almazdı.

Minnetin altına girmektense, ölümü tercih ederdi.

Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde, kaidesini bozmadı.

Eski Said'in senin bu bîçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun'î bir istiğna değil, belki dört-beş ciddî esbaba istinad eder.    Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar.

"İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar" deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar.

Bunları fiilen tekzib lâzımdır.

   İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba' etmekle mükellefiz.

Kur'an-ı Hakîm'de, hakkı neşredenler:

اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ ٭ اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ

diyerek, insanlardan istiğna göstermişler.

Sure-i Yâsin'de

اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ

cümlesi, mes'elemiz hakkında çok manidardır...

   Üçüncüsü: Birinci Söz'de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır.

Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder.

Ya alan gafildir; Mün'im-i Hakikî'ye ait şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder.

   Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez.

İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem.

Rezzak-ı Zülcelal'e yüzbinler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş.

Onun keremine istinaden, bakiyye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.

   Beşincisi: Bir-iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat'î kanaatım oldu ki; halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almağa me'zun değilim.

Bazıları bana dokunuyor.. belki dokunduruluyor, yedirilmiyor.

Bazan bana zararlı bir surete çevriliyor.

Demek gayrın malını almamağa manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabul edemiyorum.

Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor.

Hem tasannu' ve temelluktan beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor.

Gayrın en a'lâ baklavasını yemek, en murassa' libasını giymek ve onların hatırını saymağa mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.

   Altıncısı: Ve istiğna sebebinin en mühimmi; mezhebimizce en mu'teber olan İbn-i Hacer diyor ki: "Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır."

   İşte şu zamanın insanları hırs ve tama' yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar.

Benim gibi günahkâr bir bîçareyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar.

Eğer hâşâ ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salahatin ademine delildir.

Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir.

Hem âhirete müteveccih a'male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

B.Cevab Veriyor - 153