28 Şubat 2023 Salı

ŞEYTAN ALDATIR

  Üçüncü Nokta: 

   İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter.

Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler.

Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler.

Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter.

Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir.

Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır.

Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır.

Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adavet eder, günahlara girer.

Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez.

Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü'min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.

Lemalar - 88

İMAN SARAYI

    Bir saray, yüzer kapalı kapıları var.

Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır.

Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

   İşte hakaik-i imaniye o saraydır.

Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor.

Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez.

Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan ıskat ediyor.

"İşte, bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde birşey yoktur." der kandırır.

   İşte ey şeytanın desiselerine mübtela olan bîçare insan!

Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemat-ı Kur'aniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin terazileriyle a'mal ve hatıratını tart ve Kur'anı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap ve "

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ

" de, Cenab-ı Hakk'a ilticada bulun.

Lemalar - 89

27 Şubat 2023 Pazartesi

ŞEYTANIN DESİSESİ

  İkinci Nokta: 

   Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir.

Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın.

Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin.

Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir.

وَ عَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَل۪يلَةٌ

sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez.

Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur.

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan,

وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْس۪ى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ى

dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?

Nefsini ittiham eden, kusurunu görür.

Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder.

İstiğfar eden, istiaze eder.

İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.

Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur.

Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır.

Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.

Lemalar - 87

SAİD NURSÎ’NİN MUHATABI BÜTÜN İNSANLIK


Günümüzde “Medeniyetler çatışması” ile “Medeniyetler ittifakı” tezlerinin çokça dillendirildiği göz önüne alındığında, Said Nursî’nin Medresetüzzehra ile “Avrupa medeniyetini İslâm’ın hakikatleriyle, felsefeyi Kur’ân’la barıştırmayı” amaçlamış olmasını nasıl yorumlarsınız?

Körü körüne Batı düşmanlığı ya da Batı hayranlığının zirvede olduğu bir dönemde Bediüzzaman, farklı bir tezle ortaya çıkmış. Batı medeniyetini yok saymamış. Batı’nın ilerlemesine neden olan aydınlanma dönemi değerleri özgürlükler, insan hakları ve demokrasi gibi değerler ile maddeten terakki etmesini sağlayan sanayi devrimini doğru analiz etmiş. Manevî olarak da batının muharref Hıristiyanlıktan uzaklaştığı sürece ilerlediğini tesbit etmiş.

Batı medeniyetini tahlil ve teşhiste bir yanlışlık yok. Eğer bir asır önce gelse, başta Osmanlı olmak üzere İslâm dünyasının yeni gelişen Batı medeniyetini nasıl anlaması gerektiği konusunda rehber olacağından kuşkum yoktur.

İslâm’ın asrımıza bakan yüzünü temsil ettiği için Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin sadece İslâm dünyasını muhatap alması söz konusu değil. Kur’ân kimi muhatap kabul etmişse Bediüzzaman da onu hedef almış. Yani tüm insanlığı… O nedenle Batı medeniyetinin insanlık için faydalı kısımlarıyla İslâm hakikatlerini barıştırmayı amaçlamış olması bu açıdan çok önemli. Muhatabı tüm insanlık…

İnsanlık çok şey yaşadı. Din savaşlarından, medeniyet savaşlarına… Birinci ve İkinci Dünya felâketlerine dek…

Dini, dili ve ırkı fark etmeden insanlığın tümüne saadet getirecek yol ve yöntemler bulunamadı. Bediüzzaman’ın İslâm hakikatleriyle Avrupa medeniyetini barıştırma projesi bu yönde atılmış en önemli adımlardan biri. İnsanlık yaşadığı onca felaketten sonra, medeniyetler ittifakı diye uluslar arası bir zemin oluşturdu. Ancak medeniyetler savaşı adına Irak işgal edilirken, lüks salonlarda medeniyetler ittifakı nutuklarının atılması samimiyetten uzak bir girişim olarak kaldı. Bediüzzaman ise, iki medeniyetin buluşabileceği doğru zemini tayin etmiş, buradan insanlığın saadetine çözümler bulunabileceğini belirtmiştir. İki Avrupa tarifiyle bu bakış açısını harika bir şekilde formüle etmiştir. Doğru olanı da bu bakış açısıdır.

ARAPÇA VACİP,TÜRKÇE LAZIM,KÜRTÇE CAİZ

 BEDİÜZZAMAN EĞİTİM DİLİNDEKİ YAKLAŞIMIYLA BİZLERDEN BİR ASIR ÖNDE

Said Nursî’nin Medresetüzzehra’nın eğitim diliyle ilgili olarak söylediği “Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” yaklaşımını, günümüzdeki Kürtçe yasağı ve anadilde eğitim tartışmaları bağlamında nasıl yorumluyorsunuz?

Ne yazık ki, tek partinin yasakçı zihniyeti devlet politikası oldu, hatta bu konularda İslâmî kesimlerin zihinlerini de etkiledi. Oysa biz Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği gibi ırkları ve dilleri Cenâb-ı Hakk’ın âyetleri ve isimlerinin tecellileri olarak gören bir düşünceden geliyoruz. Olayın İslâmî ve Kur’ânî boyutu bize bunu öğretiyor. Buna iman etmemizi gerekli kılıyor.

Maalesef devletin bölünmez bütünlüğü adı altında bazı Müslümanlar da bu yasakların savunuculuklarını yaptılar.

Çok büyük yanlışlar yapıldı bu konuda. Oysa Bediüzzaman Hazretleri’nin yüz yıl önce koyduğu ölçüye riayet edilse, dil farklılığı felâketimize değil saadetimize hizmet edebilirdi.

Bediüzzaman Hazretleri eğitim dili konusunda koyduğu ölçüyle bir kez daha bizlerden bir asır önde olduğunu gösterdi. Yüz yıl sonra da olsa saygıyla önünde eğilmeyi hak ediyor.

Said Nursî, Medresetüzzehra’nın hedeflerinden birini de “meşrûtiyetin (demokrasinin) güzelliklerini neşir için bir kapı açmak” şeklinde ifade ediyor. Demokrasinin topluma mal edilmesi noktasında eğitimin önemini vurgulayan bu yaklaşım için ne diyorsunuz?

Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi değerlere en çok bu topraklar muhtaç. Hilâfetin saltanata inkılâp ettiği günden bu yana İslâm coğrafyası bu acıyı yaşıyor. Ancak güzel hasletlerin topluma kabul edebileceği doğruluklar içinde sunulması gerekiyor.

Toplumun sosyolojik gerçeklerine maalesef ki riayet edilmedi. Medresetüzzehra meşrûtiyet ve hürriyetin, dinle barışmış olan medeniyetin güzelliklerini göstermesi açısından doğru bir kapı olabilirdi. İlim kapısından demokrasinin diğer güzelliklerinin girmesi mümkün olabilirdi. Olmadı.

Ama meşrûtiyet ve hürriyetlerin dinsizlik olarak lanse edilmeye çalışıldığı bir dönemde Bediüzzaman Hazretleri’nin Münâzarât isimli eserinde ve Tarihçe-i Hayatı’nda yer aldığı gibi bunları Kürt aşiretlerine anlatma konusundaki çabasını da göz ardı etmemek gerek.

Bediüzzaman tek ölçüsü din olan kitlelere, âyet, hadis ve icma-ı ümmet gibi İslâm’ın temel değerleri ile demokrasi ve hürriyetleri anlatmış. Bundan daha güzel bir yorum şekli olur mu? Medresetüzzehra da sadece eğitim alanında değil, İslâm ümmetinin bu değerlerle buluşması noktasında, yani rejim konusunda da büyük hizmetlere medar olabilirdi.

Yıllarca diktatörlerin zulmü altında inledi bu coğrafya, şimdi de büyük bedeller ödeyerek Arap Baharı’nı gerçekleştirmeye çalışıyor. Ama Medresetüzzehra’nın şubeleri açılabilseydi bu kıt’ada üniversite kürsülerinden kazanılacaktı bu değerler. Kansız ve kavgasız olarak… Hem de ilmin sağlam temelleri üzerine inşa edilmek suretiyle.


GÜZEL YAŞAYIP GÜZEL ÖLMEK

    Ey âlem-i beka için yaratılan ve fâni âleme mübtela olan bîçare insan!

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَٓاءُ وَ الْاَرْضُ

âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver!

Bak ne diyor?

Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani onların ölmesiyle memnun oluyorlar."Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki: 

"Ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar." Çünki ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur.

Zira iman ile Hâlık-ı Kâinat'ı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler.

Ehl-i dalalet gibi tahkir ve zımnî adavet etmezler.

   Ey insan, düşün!

Sen alâküllihal öleceksin.

Eğer nefis ve şeytana tâbi' isen, senin komşuların, belki akrabaların senin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar.

Eğer Eûzü billahi mineşşeytanirracîm deyip, Kur'ana ve Habib-i Rahman'a tâbi' isen; o vakit semavat ve arz ve mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firakından müteessir olup manen ağlarlar.

Ulvî bir matem ile ve haşmetli bir teşyi' ile, kabir kapısıyla girdiğin beka âleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal var olduğuna işaret ederler.

Lemalar - 86

ONÜÇÜNCÜ LEMA'DAN

  ONUNCU İŞARET: 

   İblis'in en mühim bir desisesi: Kendini, kendine tâbi' olanlara inkâr ettirmektir.

Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar, bu bedihî mes'elede tereddüd gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir-iki söz söyleyeceğiz.

Şöyle ki:

   İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habîse bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habîse dahi bulunduğu, o kat'iyyettedir.

Eğer onlar maddî cesed giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar.

Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesedlerini çıkarabilse idiler, o cinnî iblisler olacaktılar.

Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki: "İnsan suretindeki gayet şerir ervah-ı habîse, öldükten sonra şeytan olur." Malûmdur ki: A'lâ bir şey bozulsa, edna bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur.

Meselâ: Nasılki süt ve yoğurt bozulsalar, yine yenilebilir.

Yağ bozulsa, yenilmez, bazan zehir gibi olur.

Öyle de: Mahlukatın en mükerremi, belki en a'lâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur.

Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşerat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki şerler ve habîs ahlâklar ile telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar; âdeta şeytanın mahiyetine girerler.

Evet cinnî şeytanın vücuduna kat'î bir delili, insî şeytanın vücududur.

   Sâniyen: Yirmidokuzuncu Söz'de yüzer delil-i kat'î ile ruhanî ve meleklerin vücudunu isbat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu isbat ederler.

Bu ciheti o Söz'e havale ediyoruz.

   Sâlisen: Kâinattaki umûr-u hayriyedeki kanunların mümessili, nâzırı hükmünde olan meleklerin vücudu, ittifak-ı edyan ile sabit olduğu gibi, umûr-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umûrdaki kavaninin medarları olan ervah-ı habîse ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında kat'îdir; belki umûr-u şerriyede zîşuur bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır.

Çünki Yirmiikinci Söz'ün başında denildiği gibi: Herkes, herşeyin hüsn-ü hakikîsini göremediği için, zahirî şerriyet ve noksaniyet cihetinde Hâlık-ı Zülcelal'e karşı itiraz etmemek ve rahmetini ittiham etmemek ve hikmetini tenkid etmemek ve haksız şekva etmemek için, zahirî bir vasıtayı perde ederek, tâ itiraz ve tenkid ve şekva, o perdelere gidip, Hâlık-ı Kerim ve Hakîm-i Mutlak'a teveccüh etmesin.

Nasılki vefat eden ibadın küsmesinden Hazret-i Azrail'i kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş.

Öyle de: Hazret-i Azrail'i (A.S.) kabz-ı ervaha perde edip, tâ merhametsiz tevehhüm edilen o haletlerden gelen şekvalar, Cenab-ı Hakk'a teveccüh etmesin.

Öyle de: Daha ziyade bir kat'iyyetle şerlerden ve fenalıklardan gelen itiraz ve tenkid, Hâlık-ı Zülcelal'e teveccüh etmemek için, hikmet-i Rabbaniye, şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.

   Râbian: İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır.

Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır.

İnsanda bulunan numunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır.

Meselâ: Nasılki insanda kuvve-i hâfızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuz'un vücuduna kat'î delildir.

Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiblerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î bir delildir.

   Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.

Lemalar - 82

PEYGAMBERİN VASIFLARI

  Eğer denilirse: 

   Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm madem HABİB-İ RABBÜ'L-ÂLEMÎN'dir.

Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattır.

Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melaikedir.

Ve bir avuç su ile bir orduyu sular.

Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir.

Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir avuç topraktan her küffarın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır.

Ve daha bunun gibi bin mu'cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbanî, nasıl oluyor Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlub oluyor?

   Elcevab: 

   Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev'-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir.

Tâ ki, o nev'-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemal'in kavanin-i meşietine itaate alışsınlar ve desatir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler.

Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima hârikulâdelere ve mu'cizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.

   İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indelhace, münkirlerin inkârını kırmak için mu'cizeler gösterirdi.

Sair vakitlerde nasılki herkesten ziyade evamir-i İlahiyeye itaat etmiştir.

Öyle de: Hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile tesis edilen âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi.

Düşmana karşı zırh giyerdi, "Sipere giriniz!" emrederdi.

Yara alırdı, zahmet çekerdi.

Tâ tamamıyla hikmet-i İlahiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaati göstersin.

Lemalar - 81

26 Şubat 2023 Pazar

BÜYÜK İNKILAPLAR

 İşte Asr-ı Saadet'teki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyâset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenâlık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki Sahabelere kimse yetişemez...

Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvetü'l-vüska" sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim "muvakkat" fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilmez. Çünkü, o kadar su-i istimal edilmiş ki yüz zararı içinde bir menfaatı olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez. Meselâ: Seferde namazı kasretmenin sebebi, meşekkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Su-i istimale düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. çünkü muayyen bir haddi yok, su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise: اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُكُوتُ. yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asâyişlerinin zir-ü zeber olması kizble ve maslahatın su-i istimâli ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşeri mecbur ediyor ve kat'î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâblar ve sükutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyâmeti koparacak.

Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sukut etmek, yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur."[3]

DOĞRULUK VE YALAN

 BEDİÜZZAMAN'A GÖRE SIDK VE KİZB:

Sıdk ve kizbin İslam içtimaiyyatındaki yeriyle ilgili bir tahlili Bediüzzaman merhumdan aynen iktibas ediyoruz. Tahlilin sonunda göreceğiz ki merhum, zamanımızda hiç bir suretle yalana fetva vermemekte, ya sıdk ya sükut demektedir.

"Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülasa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki, sıdk, İslamiyet'in üssü'l- esasıdır ve ulvî seciyelerinin râbıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.

Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyet'in hayat-ı içtimâiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifâk ve münâfıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise: Sâni-i Zülcelâl'in kudretine iftirâ etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.

Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak, Asr-ı saadette sıdk vâsıtasiyle Muhammed aleyhissalâtu vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i mânîye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimâiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revâçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş.

ÜLKE KALKINMASINDA

 BEŞ ESAS GEREKLİ

Bediüzzaman, Menderes hükümetleri şahsında bütün hükümetlere, millet ve vatanı, sosyal ve siyasi hayatı, anarşi ve büyük tehlikelerden kurtarmak için beş esasın gerekli ve zaruri olduğunu hatırlatıyor. Bu esaslar: Merhamet, hürmet, emniyet, haram helali bilip haramdan kaçınmak ve serseriliği bırakıp itaat etmektir.

İşte Risale-i Nurlar sosyal hayata baktığında bu beş esası temin edip asayişin temel taşlarını yerlerine yerleştirmek maksadıyla bakmaktadır. Bunun içindir ki Bediüzzaman, “Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükümet, ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nura eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar” der, değil ondan korkmak ve ona düşman olmak, aksine en dinsizlerin de onun dindarane ve hakperestane düsturlarına taraftar olmaları gerektiğini söylemektedir. 

RIZIK ÇALIŞMA VE ÇABA İLE TERS ORANTILI

    Evet bilmüşahede görünüyor ki: Rızık, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasibdir.

Meselâ: Daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-ı maderde ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir surette rızkı veriliyor.

Sonra dünyaya geldiği vakit, iktidar ve ihtiyar yok, fakat bir derece istidadı ve bilkuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak kadar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddi ve hazmı en kolay ve en latîf bir surette ve en acib bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına veriliyor.

Sonra iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peyda ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece, çocuğa karşı nazlanmağa başlar.

O memeler çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir.

Fakat iktidar ve ihtiyarı, rızkı takib etmeye müsaid olmadığı için, Rezzak-ı Kerim peder ve vâlidesinin şefkat ve merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor.

Her ne vakit iktidar ve ihtiyar tekemmül eder, o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz. Rızık yerinde durur.

Der: "Gel beni ara ve bul ve al!" Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasibdir.

Hattâ çok risalelerde beyan etmişiz ki: En ihtiyarsız ve iktidarsız hayvanlar, daha iyi yaşıyorlar, daha iyi besleniyorlar.

Lemalar - 63

AÇLIKTAN ÖLEN OLMAZ

  Birinci Nokta: 

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ ٭ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ

âyetlerinin sırrınca: Rızık doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal'in elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar.

Herbir zîhayatın rızkı, taahhüd-ü Rabbanîsi altında olduğundan, açlıktan ölmek, olmamak lâzım gelir.

Halbuki zahiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok görünüyor.

Şu hakikatın ve şu sırrın halli şudur ki: Taahhüd-ü Rabbanî hakikattır.

Rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur.

Çünki o Hakîm-i Zülcelal, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder.

Hattâ bedenin her hüceyresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hüceyrenin bir köşesinde iddihar eder.

İstikbalde hariçten rızık gelmediği zaman, sarfedilmek üzere bir ihtiyat zahîresi hükmünde bulundurur.

   İşte bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar.

Demek o ölmek, rızıksızlıktan değildir.

Belki sû'-i ihtiyardan tevellüd eden bir âdet ve o sû'-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş'et eden bir marazla ölüyorlar.

Evet zîhayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızk-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder.

Hattâ bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhanî neticesinde iki kırkı geçer.

Hattâ bir adam, şedid bir inad yüzünden Londra mahpushanesinde yetmiş gün sıhhat ve selâmetle, hiçbirşey yemeden hayatı devam ettiğini, onüç -şimdi otuzdokuz- sene evvel gazeteler yazmışlar.

Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor ve madem Rezzak ismi, gayet geniş bir surette rûy-i zeminde cilvesi görünüyor ve madem hiç ümid edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, baş gösteriyor.

Eğer pür-şerr beşer, sû'-i ihtiyarıyla müdahale edip karışmazsa, her halde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel, o zîhayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor.

Öyle ise: Açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat'iyyen rızıksızlıktan değildir.

Belki "Terkü'l-âdât mine'l-mühlikât" sırrıyla, sû'-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş'et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir.

Öyle ise: Açlıktan ölmek olmaz, denilebilir.

Lemalar - 62

ÖLÜLER DAHİ O'NU TASTİK ETTİ

 Birkaç misal:

 İmam-ı Beyhakî ve İmam-ı İbn-i Adiyy gibi bazı mühim imamlar, Hazret-i Enes İbn-i Mâlik'ten haber veriyorlar ki Enes demiş: Bir ihtiyare kadının bir tek oğlu vardı, birden vefat etti.

O saliha kadın çok müteessir oldu, dedi: "Yâ Rab!

Senin rızan için Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim.

Benim hayatımda istirahatimi temin edecek tek evlatçığımı, o Resul'ün hürmetine bağışla." Enes der: "O ölmüş adam kalktı, bizimle yemek yedi."

   İşte şu hâdise-i acibeye işaret ve ifade eden, İmam-ı Busîrî'nin Kaside-i Bürde'de şu fıkrasıdır:

لَوْ نَاسَبَتْ قَدْرَهُ اٰيَاتُهُ عِظَمًا ٭ اَحْيَى اسْمُهُ ح۪ينَ يُدْعٰى دَارِسَ الرِّمَمِ

   Yani "Eğer alâmetleri, onun kadrine muvafık derecesinde azametini ve makbuliyetini gösterse idiler; değil yeni ölmüşler, belki onun ismiyle çürümüş kemikler de ihya edilebilirdi."

   Üçüncü Hâdise:

 Başta İmam-ı Beyhakî gibi râviler, Abdullah İbn-i Ubeydullahi'l-Ensarî'den haber veriyorlar ki Abdullah demiş: Sabit İbn-i Kays İbn-i Şemmas'ın Yemame Harbi'nde şehit düştüğü ve kabre koyduğumuz vakit, ben hazırdım.

Kabre konurken birden ondan bir ses geldi:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَاَبُو بَكْرِ الصِّدّ۪يقُ وَعُمَرُ الشَّه۪يدُ وَعُثْمَانُ الْبَرُّ الرَّح۪يمُ

dedi.

Sonra açtık, baktık; ölü, cansız.

İşte o vakit, daha Hazret-i Ömer hilafete geçmeden şehadetini haber veriyor.

   Dördüncü Hâdise:

 İmam-ı Taberanî ve Ebu Nuaym Delail-i Nübüvvet'te Nu'man İbn-i Beşir'den haber veriyorlar ki:    Zeyd İbn-i Harice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti.

Eve getirdik.

Akşam ve yatsı arasında etrafında kadınlar ağlarken birden اَنْصِتُوا اَنْصِتُوا "Susunuz!" dedi.

Sonra fasih bir lisanla:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ

diyerek bir miktar konuştu.

Sonra baktık ki cansız vefat etmiş.

   İşte cansız cenazeler onun risaletini tasdik etse, canlı olanlar tasdik etmese elbette o cani canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler.

Zülfikar - 80

DİNDAR İKTİDAR DÖNEMİNDE AHLAKİ YOZLAŞMALAR


Hemen herkes, durmadan yapılan zamları konuşurken, kimse; toplumun geleceğini ciddi manada tehdit eden manevi tahribatı, ahlaki aşınmayı ve yozlaşmayı dikkate almıyor, konuşmuyor.

Milleti canından bezdiren hayat pahalılığı konuşulmasın demiyoruz. Ama bütün bunlar kadar hatta onlardan daha önemli olan, manevi değerlerimizi tahrip eden ahlaki aşınmaların da konuşulması gerekmez mi? Bunlara da bazı çarelerin alınması noktasında kafa yormak gerekmez mi?

Çocuk yaştaki insanlarımıza sirayet eden sigara ve uyuşturucu belası… Hayatlarının baharındaki gençlerimizin uyuşturucunun acımasız pençesinde ömür tüketmeleri… İntiharlarla son bulan, halet-i ruhiyeleri altüst olan gençlerimiz… Artarak devam eden aile kavgaları ve tavan yapan boşanmalar… vs.

Bizi derinden yaralayan bu korkunç gidişatın, hem de kendisini dindar olarak kabul ettiren bir iktidar döneminde yaşanıyor olması neye işaret acaba? “Dine ve dindarlara hizmet edeceğiz” iddialarıyla tek başına iktidar olan bu hükümet döneminde, hemen her alanda yaşanmakta olan bu manevi yangının bir mesaj olmalı herhalde.

Dünün, hemen her yerde, her yaştan, her inançtan insanlara dinlerini öğretmek için şevkle, heyecanla çalışan, dinî yaşantılarıyla topluma rehber ve örnek olan cemaatlerin yerine, bugün bazılarının ferec ve fütühatı iktidardan bekler duruma gelmeleri… Bazılarının dine hizmet gibi asli vazifelerini bir kenara koymaları… Bazılarının da, devam etmekte olan manevi tahribatları görmezden gelerek atalete, rehavete kapılmaları veya fazlasıyla dünyevi meşgalelere dalmaları…

Evet bizce toplumdaki yozlaşmaların, ahlaki aşınmaların, manevi tahribatların önemli sebeplerinden birisi de bu iktidar döneminde, dine hizmeti gaye edinen cemaatlerin bu savrulmalarıdır maalesef.

Bu meyanda siyasi iktidarın hemen her fırsatta, bir taraftan bolca dinî deyim ve argümanları kullanırken diğer taraftan, dinî değerlerle örtüşmeyen uygulamalarda bulunması da önemli bazı kesimlerin dinden ve dindarlardan soğumasına sebep oldu.

Her düşünceden, her inançtan olan vatandaşlarına eşit muamelede bulunmakla vazifeli olan, ülkeyi idare edenlerin, devletin hemen bütün makam mevkilerini, maddi imkanlarını kendi taraftarlarına tahsis ederken; kendilerine muhalefet eden kesimlere de haklarını dahi vermekten imtina ederek, üvey evlat muamelesine tâbi tutması birçok vatandaşın “Dindarlık böyle bir şey ise bana lazım değil…” deyip dine ve dindarlara başka bir göz ile bakmaya başlamasına sebep oldu.


Öyle tepeden inme komutlarla, bir elde Kur’an’ı diğer elinde siyaset topuzunu tutarak dine hizmetin olamayacağına, tam tersine bu çeşit yanlış yol ve metotlarla yola çıkmanın dinî değerlere zarar vererek toplumun bazı kesimlerini dinden soğuttuğuna, nice ahlaki aşınmaya ve yozlaşmaya sebep olduğuna, hem de dindar olarak bilinen bu iktidar döneminde hep şahit olduk.


ÖLÜLER DİRİLİYOR

 İKİNCİ ŞUBE: Cenazelerin ve cinlerin ve melaikelerin, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı tanımalarıdır.

Bunun da çok hâdiseleri var.

Numune için şöhret bulmuş ve mevsuk imamlar haber vermiş birkaç numuneyi, evvela cenazelerden göstereceğiz.

Amma cin ve melaike ise o mütevatirdir; onların misalleri bir değil, bindir.

İşte ölülerin konuşması misallerinden:

   Birincisi şudur ki: Ulema-i zahir ve bâtının, tabiîn zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali'nin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan-ı Basrî haber veriyor ki: Bir adam, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın yanına gelerek ağlayıp sızladı.

Dedi: "Benim küçük bir kızım vardı, şu yakın derede öldü, oraya attım." Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona acıdı.

Ona dedi: "Gel oraya gideceğiz." Gittiler.

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm o ölmüş kızı çağırdı: "Yâ filane!" dedi.

Birden o ölmüş kız لبّيك وسَعْدَيْكَ dedi.

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti: "Tekrar peder ve validenin yanına gelmeyi arzu eder misin?" O dedi: "Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum."

Zülfikar - 79

KURT HADİSESİ

 İkinci Hâdise: Beş altı tarîkle manevî bir tevatür hükmünü almış kurt hâdisesidir ki bu kıssa-i acibe çok tarîklerle meşhur sahabelerden nakledilmiş.

Ezcümle, Ebu Saidi'l-Hudrî ve Seleme İbni'l-Ekva ve İbn-i Ebî Vehb ve Ebu Hüreyre ve bir vak'a sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddid tarîklerle haber veriyorlar ki: Bir kurt, keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış.

Zi'b demiş: "Allah'tan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın." Çoban demiş: "Acayip!

Zi'b konuşur mu?" Zi'b ona demiş: "Acib senin halindedir ki bu yerin arka tarafında bir zat var ki sizi cennete davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz!"

   Bütün tarîkler kurdun konuşmasında müttefik olmakla beraber, kuvvetli bir tarîk olan Ebu Hüreyre ihbarında diyor ki: Çoban kurda demiş: "Ben gideceğim fakat kim benim keçilerime bakacak?" Zi'b demiş: "Ben bakacağım." Çoban ise çobanlığı kurda devredip gelmiş.

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı görmüş, iman etmiş, dönüp gitmiş.

Zi'bi çoban bulmuş.

Zayiat yok.

Bir keçi ona kesmiş, çünkü ona üstadlık etmiş.

   Bir tarîkte: Rüesa-yı Kureyş'ten Ebu Süfyan ile Safvan bir kurdu gördüler, bir ceylanı takip edip Harem-i Şerif'e girdi.

Kurt dönmüş, sonra taaccüb etmişler.

Kurt konuşmuş, risalet-i Ahmediyeyi haber vermiş.

Ebu Süfyan, Safvan'a demiş ki: "Bu kıssayı kimseye söylemeyelim, korkarım Mekke boşalıp onlara iltihak edecekler."

   Elhasıl, kurt kıssası kat'î ve manevî mütevatir gibi kanaat verir.

Zülfikar - 77

HAYVANAT O'NU TANIYOR

 BİRİNCİ ŞUBESİ: Hayvanat cinsi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı tanıyorlar ve mu'cizatını da izhar ediyorlar.

Şu şubenin çok misalleri var.

Biz yalnız burada, meşhur ve manevî tevatür derecesinde kat'î olmuş veya muhakkikîn-i eimmenin makbulü olmuş veya ümmet telakki-i bi'l-kabul etmiş olan bir kısım hâdiseleri, numune olarak zikredeceğiz:

   Birinci Hâdise: Manevî tevatür derecesinde bir şöhretle, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmEbubekiri's-Sıddık ile küffarın takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Hira'nın kapısında, iki nöbetçi gibi iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda, kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir.

   Hattâ rüesa-yı Kureyş'ten, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın eli ile Gazve-i Bedir'de öldürülen Übeyy İbn-i Halef mağaraya bakmış.

Arkadaşları demişler: "Mağaraya girelim." O demiş: "Nasıl girelim?

Burada bir ağ görüyorum ki Hazret-i Muhammed tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir.

Bu iki güvercin işte orada duruyor, adam olsa orada dururlar mı?"

   İşte bunun gibi mübarek güvercin taifesi, Feth-i Mekke'de dahi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın başı üzerinde gölge yaptıklarını, İmam-ı Celil İbn-i Vehb naklediyor.

   Hem -nakl-i sahih ile- Hazret-i Âişe-i Sıddıka haber veriyor ki: Güvercin gibi "dâcin" denilen bir kuş hanemizde vardı.

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hazır olsa idi hiç debelenmezdi, sükûtla dururdu.

Ne vakit Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm çıksa idi o kuş başlardı harekete; giderdi, gelirdi, hiç durmuyordu.

Demek o kuş, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı dinliyordu, huzurunda temkin ile sükût ederdi.

Zülfikar - 76

25 Şubat 2023 Cumartesi

HİLAFET VE ÂL-İ BEYT

 Eğer denilse: Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî'de takarrur etmedi?

Halbuki en ziyade lâyık ve müstahak onlardı?"

   Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır.

Âl-i Beyt ise hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler.

Hilafet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum olmalı veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın.

Halbuki Mısır'da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika'da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran'da Safevîler Devleti gösteriyor ki saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyt'e yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyet'i onlara unutturur.

Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyet'e ve Kur'an'a hizmet etmişler.

   İşte bak!

Hazret-i Hasan'ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı A'zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Cafer-i Sadık ki her biri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur'aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler.

Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.

Zülfikar - 22

FANİYİM FANİ OLANI İSTEMEM

    Ey nefis!

Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat'iyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır.

O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür.

O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir.

Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır.

Hattâ bir kısım ehl-i tetkik "Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir." demişler.

İşte şu sırdandır ki bazı ehl-i velayet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.

   Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak.

Kalp ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var.

Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayattar ve mevcuddur.

Ey nefsim!

Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

   "Fâniyim, fâni olanı istemem.

Âcizim, âciz olanı istemem.

Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem.

İsterim fakat bir yâr-ı bâki isterim.

Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim.

Hiç-ender hiçim fakat bu mevcudatı birden isterim."

Tılsımlar - 100

MÜ'MİNİN KIYMETİ

 Eyyühel-Aziz!

   İnsan-ı mü'minin kıymeti, ihtiva ettiği san'at-ı âliye ile esma-i hüsnadan in'ikas eden cilvelerin nakışları nisbetindedir.

İnsan-ı kâfirin kıymeti ise, et, kemikten ibaret fâni ve sâkıt maddesinin kıymetiyle ölçülür.

Kezalik bu âlem de, eğer Kur'anın tarif ettiği gibi mana-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakk'ın azametine bir âlet nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymetdar olur.

Eğer felsefenin dediği gibi, mana-yı ismiyle yani hiçbir fâil, Hâlık ile bağlı olmayıp müstakill-i bizzât nazarıyla bakılırsa, kıymeti camid, mütegayyir maddesinde münhasır kalır.

Kur'andan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne derece yüksek olduğu, şu misal ile tebarüz eder:

وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا

Bu hükm-ü Kur'anî esma-i hüsnanın cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor.

Şöyle ki:

   Ey insan!

Bu şems, azametiyle beraber size müsahhardır.

Meskenlerinize nur veriyor.

Yemeklerinizi hararetiyle pişirtiyor.

Sizin öyle Azîm, Rahîm bir Mâlikiniz var ki, bu şems onun bir lâmbası olup misafirhanesinde sâkin misafirlerini ziyalandırıyor.

   Felsefenin hikmetince, şems büyük bir ateştir, yerinde dönüyor.

arz ile seyyarat, ondan uçan parçalardır.

Cazibe ile şemse merbut kalarak medarlarında hareket ediyorlar.

Mesnevi-i Nuriye - 228

24 Şubat 2023 Cuma

ALLAH İNSAF VERSİN

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Gafil olan insan, kendi vazifesini terkeder, Allah'ın vazifesiyle meşgul olur.

Evet insan, gafletten dolayı iktidarı dâhilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zaîf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir.

Ve aynı zamanda bütün istirahatını kaybetmekle âsi, şakî, hain adamların partisine dâhil olur.

   Evet insan bir askerdir.

Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır.

Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir.

Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını vermektir.

Binaenaleyh erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle -meselâ- iştigal eden bir asker, şakî ve hain olur.

Bu itibarla insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir.

Terk-i kebair takvasıdır.

Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.

   Amma gerek nefsine, gerek evlâd ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah'ın vazifesidir.

Evet madem hayatı veren odur.

O hayatı koruyacak levazımatı da o verecektir.

Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem'ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttirdiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem'ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atalet, betalet azabından kurtulsun.

   Ey insan!

Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir.

Baksana!

Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva'-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor?

Senin ağzına getirip sokacak değil ya!

Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir?

Allah insaf versin!    Hülâsa: 

   Allah'ı ittiham etmekle işini terk edip Allah'ın işine karışma ki nankör âsiler defterine kaydolmayasın.

Mesnevi-i Nuriye - 224

ALLAH'A ŞÜKRETMEK

 Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir.

Tesbihat-ı Nebeviyeden olan

سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ الْاَرْضَ عَلٰى مَٓاءٍ جَمَدْ

kat'î delalet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur.

Taş, izn-i İlahî ile toprak olur.

Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir.

Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz.

Taş çok serttir, ondan istifade edilmez.

Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.}

mu'cizat-ı kudretine mazhar etmesi; Güneşin ziyası Güneşi gösterdiği gibi, o Fâtır-ı Zülcelal'i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?

   İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş gör.

Ve belâgat-ı irşadiyeye dikkat et.

Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?

   İşte baştan buraya kadar anladınsa, Kur'an-ı Hakîm'in irşadî bir lem'a-i i'cazını gör, Allah'a şükret.

Sözler - 251

EY İNSANOĞLU

    Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem!

Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha camid ve daha ziyade katılaşmıştır.

Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evamir-i İlahiyeye karşı mutî' ve musahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece suhuletle cereyan ediyor.

Öyle de; tahte'z-zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri

{(Haşiye): Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelal tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur'an'a yakışır.

İşte birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlahiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor.

İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelanına hizmetidir.

Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enharın muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir.

Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.}

ve su damarları, kemal-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor.

Sözler - 248

23 Şubat 2023 Perşembe

MALİKÜL MÜLK

 Mülkün sahibi biz değiliz

Sahiplik, bir malın üzerinde tasarruf yetkisi olmak şeklinde tanımlanabilir.

Buna mülkiyet hakkı da denilir. Ama sahip olduğumuz maddî ve manevî değerlere baktığımız zaman, aslında hiçbirisinin üzerinde mutlak bir tasarruf yetkimiz olmadığını görüyoruz. Her şeyin bize emanet olarak verildiğini anlıyoruz.

Cenâb-ı Hak Âyet-i Kerimesinde şöyle buyuruyor: “Bütün mülk elinde yed-i kudretinde (olan) Allah Teâlâ pek yücedir. Ve o her şey üzerine hakkıyla kâdirdir”1 buyuruyor. Demek ki “mülk umumen O’nundur”, insana geçici olarak kullanma yetkisi verilmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri de Risale-i Nur’da bu konuda çeşitli Risalelerde izahta bulunuyor:

“Mülk Allah’ındır; sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccânen zâil olur, gider”.2

“Mülk umumen O’nundur. Sen, hem O’nun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalışıyorsun.

Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin.”3

İşte, aslı bir su damlası olan bir insanın âlem-i ervahtan başlayıp bulunduğumuz ana gelinceye kadar, her biri dünya ölçüleriyle değer biçilemeyen hadsiz zahirî ve batınî duygularla donatılmamızı ve bunları verenin kim olduğunu ve bize ne maksatla verildiğini sorgulayıp, gerçek sahibimizi bulup O’na hakkıyla yönelmemiz gerekmez mi?

Esas sahip olacaklarımız ise, bu geçici âlemde bize emanet olarak verilen vücut ve duygularımızı veriliş maksatları yönünde kullanarak, güzellikleri hayallerimizin bile ötesinde olan Cennet yurdunda, tapusu ebediyyen bizde kalacak olan mülklerimizdir.

Bunların ise hepsi, dünya hayatındaki vazifemizi yapma ölçüsünde, bizi hiç terk etmeyecek olan gerçek sahip olduklarımızdır.

Ne mutlu o adama ki, hiç bitmeyecek olan bu gerçek sahiplik ve lezzetlerde hissesi ziyade ola…

Abdullah Şahin

Dipnotlar:

1- Mülk Sûresi, 1.

2- Mesnevî-i Nuriye. 3- 21. Mektup.


DUA

 GENİŞ ÇAPLI BİR DUA

. Yalnız Sen’i senâ ediyoruz. Bütün hayrın Sen’den olduğunu biliyor ve yalnız Sana teşekkür ediyoruz. Sana nankörlük etmekten Sana sığınıyoruz!

Allah’ım!

Sen; Vacibü’l-Vücud, Vahid’ül-Ehad, Ferdü’s-Samed, Hayyü’l-Kayyûm, Alîmü’l-Hakîm, Kadîrü’l-Mürîd, Semîü’l-Basîr, Rahmânü’r-Rahîm, Adlü’l-Hakem, Muktedirü’l-Mütekellim olan ALLAH’SIN! Ve bütün güzel isimler sana aittir.

Şehadet ederiz ki, Senden başka hiçbir ilah yoktur. Sen birsin! Ve Senin şerikin yoktur. Sen her şeye kâdirsin. Sen her şeyi hakkıyla bilirsin. Senin her şeye gücün yeter. Ve şehâdet ederiz ki, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm Senin âlemler üstünde seçkin kıldığın kulun, peygamberin, halilin, muhabbetinin lisânı, rahmetinin misâli, mahlûkâtının nûru, mevcûdâtının şerefi, kâinâtın gizli sırlarının keşşâfı, saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve Senin râzı olduğun iş ve emirleri bildirmek için gönderdiğin Habibin ve Resûlündür. Sallallahü Aleyhi Vesellem.

Ey Hafîz! Ey Hayru’l-Hâfızîn olan Allah’ım! Haşir ve Mîzan gününe kadar, ihsan ettiğin bu şehadetleri kalbimizde ve gönlümüzde muhafaza eyle! Bizi bu şehadetlerde sâbit kıl! Bizi koru! Bizi himâye et! Nefis ve şeytanın şerrinden, fitne ve fesatçıların şerrinden, âhir zamanın, deccalin, süfyanın, münâfıkların, zâlimlerin ve kâfirlerin şerrinden, dünyanın, kabrin ve âhiretin azabından, deprem, sel, yangın ve sâir bilumum âfetlerden ve belâlardan ve Cehennem ateşinden cümle İslâm âlemini muhafaza eyle!

Allah’ım! Unuttuklarımızdan ve hataya düştüklerimizden bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bize ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işleri yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize merhamet et! Bizi hatâlarımızla ve kusurlarımızla yargılama! Sen Mevlâ’mızsın!

Allah’ım! Âlem-i İslâm olarak bize ilim ve irfan ver! Bize uhuvvet ve kardeşlik ver! Bize güç ve kudret ver! Bize dünyada ve âhirette hasenât ver! Bize dînini anlama nimeti ver! Kalbimizi İslâmiyet’e aç! Bize, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a gönderdiğin vahye topyekûn sarılma lütfu ver! Bu gün, İslâm âlemi olarak başımızdan eksik olmayan âfetlerden ve musîbetlerden dolayı ağlıyoruz! Tazarrû ve niyaz ediyoruz! Bize kardeşliğimize yakışır biçimde birlik, berâberlik, dayanışma ve yardımlaşma anlayışı ver! İslâm âlemi olarak aramızdaki soğuk buzları erit! Bizleri kardeşlikte ve uhuvvette birleştir! Aramıza ihtilâf ve ayrılık verme! Düşmanın fitne ve fesadının aramıza girmesine izin ve imkân verme! Kâfirler ve zâlimler güruhuna karşı bize yardım et!

Yâ İlahenâ! Rabbimiz Sensin! Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin!.. Hem sensin Hâlık! Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak Sensin! Çünkü biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin!.. Hem Sensin Mâlik! Çünkü biz memluküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz Sensin! Hem Sen Aziz’sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek Senin izzetinin âyinesiyiz. Hem Sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünkü biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına ve bir zenginlik veriliyor. Demek gani Sensin, veren Sensin!.. Hem Sen Hayy-ı Bâki’sin! Çünkü biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem Sen Bâki’sin! Çünkü biz, fena ve zevalimizde Senin devam ve bekanı görüyoruz. Hem cevap veren, atiyye veren Sensin! Çünkü biz umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevap veren Sensin!.

Allah’ım! Güzel İslâmiyetini yanlış temsil etmekten Sana sığınıyoruz! Yüksek cihad emrini yanlış tefsir etmekten Sana sığınıyoruz! Senin adını yükseltme çabasıyla hatâ etmekten Sana sığınıyoruz! Müslümanların adlarının kanlı teröre ve insan kıyımına karışmalarına izin verme!

Allah’ım!  Müslümanların üzerinden zâlimlerin ve düşmanların ateş çemberini, hîle ve tuzaklarını kaldır.  Müslümanlarının üzerinden deprem acılarını bertaraf et! Mâsumlara acı! Çoluk, çocuk ve günahsızlara merhamet et! Müslümanları yuvalarından, evlerinden, barklarından, çoluk ve çocuklarından, sağlıklarından ve hayatlarından etme! o­nları koru! o­nlara şefkat et! o­nların acılarını dindir! o­nları ıztırapta bırakma! o­nları ağlatma! o­nlardan râzı ol Rabbim! Ölenlerine şehâdet ver! Mekânlarını Cennet eyle! Kalanlarına sabır, sıhhat ve selâmet ver!

Müslüman olarak hatâmızın büyüklüğünden, cürmümüzün azametinden ve cinâyetimizin dehşetinden endîşe duyuyoruz, ürperiyoruz, korkuyoruz; fakat yine Sana sığınıyoruz Rabbim! Sana karşı mahcûbuz; fakat Sen’den başka kimsemiz yok! Sen Erhamü’r-Râhimîn’sin! Müslüman’ları kader, takdir ve adâlet-i İlâhiye kılıcıyla, ölümle, kanla, musîbetlerle, belâlarla, acıyla, ıztırapla ve gözyaşıyla terbiye etme! Dînini ve Kur’ân’ını hakkıyla anlamada Müslüman’lara kolaylıklar ihsân eyle!

Allah’ım! Müslümanlara, içinde yaşadıkları Cennet vatanlarını bağışla! Müslümanlara imanlarını ve vatanlarını pahalıya satma. Ey Rabb-i Rahîm, Mâlikü’l-Mülk, Settâru’l-uyûb, Erhamü’r-Râhimîn olan Allah’ım! Duâlarımızı kabul buyur!

Âmîn. Âmîn. Âmîn. Bi hürmeti seyyidine’l-murselîn. Ve’lhamdülillahi rabbi’l-âlemîn

YÜZBİNLER ORDU

 Evet Hayy u Kayyum'un hadsiz ordularından, her bahar mevsiminde yeni silâh altına alınmış, gaibden gelen taze bir ordu meydana çıkmış görüyoruz.

Şu orduya bakıyoruz ki: Nebatat taifelerinden ikiyüzbinden ziyade ve hayvanat milletlerinden yine yüzbinden fazla çeşit çeşit muhtelif kavimler görüyoruz.

Herbir milletin, herbir taifenin elbisesi ayrı, erzakı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı, silâhları ayrı, müddet-i askeriyeleri ayrı olduğu halde; bir kumandan-ı a'zam hadsiz kudret ve hikmetiyle ve nihayetsiz ilim ve iradesiyle, bitmez rahmetiyle, tükenmez hazinesiyle, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, karıştırmayarak, geciktirmeyerek.. ayrı ayrı bütün o üçyüz binden ziyade milletleri ve taifeleri kemal-i intizam ile, tamam-ı mizan ile, vakti vaktine ayrı ayrı erzaklarını, ayrı ayrı elbiselerini, ayrı ayrı silâhlarını vererek, ayrı ayrı talimat yaptırarak, ayrı ayrı terhisat ettiğini, gözü bulunan bilmüşahede görür ve kalbi bulunan biaynelyakîn tasdik eder.

   İşte hiç mümkün müdür ki: Şu ihya ve idareye ve şu terbiye ve iaşeye; o orduyu bütün şuunatıyla ihata eden bir ilm-i muhitin ve o orduyu bütün levazımatıyla idare eden bir kudret-i mutlakanın sahibinden başkası karışabilsin, müdahale edebilsin, onda hissesi olsun?

Yüzbinler defa hâşâ!..

Mektubat - 238

İNSAN BİR YOLCUDUR

  İ'lem Eyyühel-Aziz!


   İnsan bir yolcudur.

Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü'l-Mülk tarafından verilmiştir.

Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarfediyor.

Halbuki, o levazımattan lâekal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarfetmek gerektir.

Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmidört lira harcırah alan bir memur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmiüç lirayı sarfederse, öteki yerlerde ne yapacaktır?

Hükûmete ne cevab verecektir?

Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?

Binaenaleyh Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmidört saatlik bir vakit vermiştir.

Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmiüç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatı da beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarfetmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!

Mesnevi-i Nuriye - 223

22 Şubat 2023 Çarşamba

KABİR VAR

 Ve keza bizler uzun bir seferdeyiz.

Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz.

O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır.

Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümid yok.

Ancak Kur'an'ın güneşinden, Rahman'ın hazinesinden tedarik edilebilir.

Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekâlâ.

Ve illâ sükût ediniz, Kur'anı dinleyelim bakalım ne emrediyor:

فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

   Hülâsa: 

   Ayık olan sana tâbi olmaz.

Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-ı cinsiye ile veya felsefenin dalaleti ile veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar senin meşreb ve mesleğine tâbi olurlar.

Fakat insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izale ile ayıltacaktır.

   Ve keza insan hayvan gibi yalnız zaman-ı hal ile mübtela ve meşgul değildir.

Belki müstakbelin korkusu ve mazinin hüzün ve kederi ile hâl elemlerine maruzdur.

Mesnevi-i Nuriye - 220

EĞER DÜNYADAN

 "Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız.

Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.

Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdid ediyor.

Eğer iman kulağıyla Kur'anın sadâsını dinleyecek olursan o ecel arslanı bir burak olur.

Bizleri rahmet-i Rahmana ulaştıracaktır.

Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar.

Bâtıl itikadınız gibi, ebedî bir firak ile dağıtacaktır.

Ve keza önümüzde i'dam sehpaları kurulmuştur.

Eğer iman îkanla Kur'anın irşadını dinlersen, o sehba ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i âhirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.

   Ve keza sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaaf cerihası vardır.

Eğer Kur'anın ilâçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahmanın ziyafetine şevk u iştiyaka inkılab edecektir.

Acz ve za'fımız da Kadîr-i Mutlak'ın dergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

Mesnevi-i Nuriye - 219

O MÜKAFATINI DÜNYADA GÖRÜR

 İ'lem eyyühe'l-aziz!

Hayat-ı dünyeviyeye kasden ve bizzat teveccüh edip bağlanan kâfirin, imhal-i ikabında ve bilakis terakkiyat-ı maddiyede muvaffakıyetindeki hikmet nedir?

   Evet o kâfir, kendi terkibiyle, sanatıyla Cenab-ı Hakça nev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezahürüne -şuuru olmaksızın- hizmet ediyor.

Ve güzel masnuat-ı İlahiyenin mehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor.

Ve kuvveden fiile çıkartmakla garabet-i sanat-ı İlahiyeye nazarları celbediyor.

Ne fayda ki farkında değildir.

Demek o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok.

Amma vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır.

Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür.

Mesnevi[Y] - 214

SANA VERİLEN NİMETLER

 İ'lem eyyühe'l-aziz!

Ubudiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiyatıdır.

Gelecek bir nimetin mükâfat mukaddimesi ve vesilesi değildir.

Mesela, insanın en güzel bir surette yaratılışı, ubudiyeti iktiza eden sâbık bir nimet olduğu ve sonra da imanın i'tasıyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti iktiza eden sâbık nimetlerdir.

   Evet, nasıl ki midenin i'tasıyla bütün mat'umat i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor; hayatın i'tasıyla da âlem-i şehadet müştemil bulunduğu nimetler ile beraber i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor.

   Ve keza nefs-i insanînin i'tasıyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır.

Kezalik imanın i'tasıyla, mezkûr sofralar ile beraber, esma-i hüsnada iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor.

   Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülazım olmak lâzımdır.

Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır.

Mesnevi[Y] - 211

DEVE KUŞU GİBİ

 Remz 

   Arkadaş!

İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir.

Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir.

Çünki İslâmiyet'in telkinatıyla küfr-ü mutlak, inkâr-ı mutlak; şek ve tereddüde inkılab etmiştir.

O telkinatın kâfirlerde de yaptığı in'ikas ve tesirat sayesinde, kâfirlerin, hayat-ı ebediye hakkında ümidleri vardır.

Bu sayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamıyla zehirlenmez.

Bütün bütün o lezzetler elemlere inkılab etmez.

Yalnız tereddüdleri vardır.

Tereddüd ise, her iki tarafa baktırır.

Deve kuşu gibi, tam manasıyla ne kuş olur ve ne de deve olur.

Ortada kalarak her iki tarafın zahmetinden kurtulur.

İ'lem eyyühe'l-aziz!

Senin önünde çok korkunç büyük meseleler vardır ki insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

   Birisi: Ölümdür ki insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

   İkincisi: Dehşetli, korkulu ebed memleketine yolculuktur.

   Üçüncüsü: Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır.

   Öyle ise bu gaflet, nisyan nedir?

Deve kuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin veya sen onu görmeyesin.

Ne vakte kadar zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı daimeden tegafül edeceksin?

Mesnevi[Y] - 216

Mesnevi-i Nuriye - 80

21 Şubat 2023 Salı

MERAK VE TAHRİK

  ONUNCU REŞHA: 

   İşte bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesaili isbat eder.

   Bilirsin ki: En ziyade insanı tahrik eden meraktır.

Hattâ eğer sana denilse: "Yarı ömrünü, yarı malını versen; Kamer'den ve Müşteri'den biri gelir, Kamer'de ve Müşteri'de ne var ne yok, ahvalini sana haber verecek.

Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek." Merakın varsa vereceksin.

Halbuki şu zât, öyle bir Sultan'ın ahbarını söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında döner.

O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder.

Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultan'ın binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.

Hem öyle acaib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılabdan haber veriyor ki: Binler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz.

Bak!

Onun lisanında

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ٭ اِذَا السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْ ٭ اَلْقَارِعَةُ gibi sureleri işit...

Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki: Şu dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir.

Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki; bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir şems-i sermede nisbeti gibidir.

Sözler - 238

20 Şubat 2023 Pazartesi

EY NEFİS

 Ey nefsim!

Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder.

Derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor.

Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor.

Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor.

Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor.

   Hem deme: "Ben de herkes gibiyim." Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.

Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

Hem kendini başıboş zannetme.

Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin.

Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?

   Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.

Mesela, zemine nebatat ve hayvanat envaından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i intizam ile meczup mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki küre-i arzın benî-Âdem'den, bâhusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi {(Hâşiye): İzmir'in zelzelesi münasebetiyle yazılmıştır.} mevt-âlûd hâdisat-ı hayatiyesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz, hebaen mensur gösterip müthiş bir yeise atarlar.

Hem büyük bir hata hem büyük bir zulüm ederler.

   Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir.

Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur.

Hâlık'ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler.

Allah'ın emriyle ehl-i şirki cehenneme döker.

Ehl-i şükre "Haydi, cennete buyurun!" der.

DEPREM

 HÂTİME 

  (Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.) 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ

   Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup dünyaya talip bedbaht nefsim!

Bilir misin neye benzersin?

Deve kuşuna...

Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, tâ avcı onu görmesin.

Koca gövdesi dışarıda.

Avcı görür.

Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.

   Ey nefis!

Şu temsile bak, gör; nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti, elîm bir eleme kalbeder.

   Mesela, şu karyede yani Barla'da iki adam bulunur.

Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar.

Yalnız bir tek burada kalmış, o dahi oraya gidecek.

Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır, orayı düşünür.

Ahbaba kavuşmak ister.

Ne vakit ona denilse "Oraya git!", sevinip gülerek gider.

İkinci adam ise yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler.

Bir kısmı mahvolmuşlar.

Bir kısmı ne görür ne de görünür yerlere sokulmuşlar.

Perişan olup gitmişler, zanneder.

Şu bîçare adam ise bütün onlara bedel yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister.

Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.

   Ey nefis!

Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar.

Burada kalan bir iki tane ise onlar da gidiyorlar.

Ölümden ürküp kabirden korkup başını çevirme.

Merdane kabre bak; dinle, ne talep eder.

Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak, ne ister.

Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.    

Sözler[Y] - 184

MUSİBETLER


Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lâhikası’nda  beşerin şiddetli manevî kış yaşadığı bu hengâmda biçare olanlarına şefkat nevinden gelen bir hüzün ve elem hissettiği bir anda manevî bir ihtar aldığını haber verir. Dünyanın o harb vaziyetindeki durumunda masumların hallerine acıdığı o halette manen gelen bir ihtarın o elim şefkate bir merhem olduğunu beyan eder. Ve beşerin zalim kısmının cinayetlerinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden masumların büyük mükâfatlara nail olduklarını aktarır.

Sonra mahkeme-i kübrada o asilerin cezalarını alacaklarını; masum ve mazlûmların burada çektikleri zahmetlerden on derece ziyade mükâfatlarını alacaklarını düşünmenin önemine değinilmektedir. Hem rahmet-i İlâhiyeden ileri şefkatin olmayacağı hakikati hatırlatılarak bu hadiselere şiddetli teessür duymanın O’nun hikmet ve rahmetini tenkid hükmüne geçebileceği ilân edilir. Ve bizim iktidar dairemiz haricimizdeki hadiselere Cenâb-ı Hakk’ın merhameti, hikmeti, adaleti ve uluhiyeti noktasında bakmamızın ehemmiyeti üzerinde durulur.

Ayrıca Sözler Risalesinde  de, umumî musîbetin ekseriyetin hatasından geldiğini beyan ederken ekser insanın o zalimlerin zulümlerine fiilen, iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla musîbetin umumîleşmesi neticesini verdiği izah edilmektedir. Bunun yanı sıra masumların da o musîbet içinde yanmasının hikmetine gelirsek eğer o zulümlerin ardından gelen o belâ ve felâketler yalnızca zalimlere mahsus olsa ve masumlar sağlam kalsa idi bu teklif, tecrübe ve imtihan meydanı olan dünyanın teklif sırrı bozulacak ve manevî mücahede ile kazanılan manevî terakki kapısı kapanacaktı, böyle olunca da Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olacaktı. Ancak o musîbetlerdeki gazab ve hiddet içinde de, mü’minlere bir rahmet cilvesi bulunmaktadır. “Çünkü, o mâsumların fânî malları, onların hakkında sadâka olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehâdet hükmünde olarak, onlar hakkında, aynı gazab içinde bir rahmettir.”

Ve Mektubat adlı eserde de bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi o herkesi uyandıran azîm hadiselerden sonra hamiyet-i aliyenin feveran edeceğinin hakikati ilân edilerek rahmet-i İlâhiyeden ümitvar olmamız gerektiği ihtar ediliyor. Zira “hayat musîbetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir.” Hem yine unutmamak gerektir ki, “büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.” “Ey Rabbimiz! Bizden evvelkilere yüklediğin gibi bize de ağır vazifeler ve musîbetler verme.” (Bakara Sûresi)

Kaynakça:

Sözler, Şuâlar, Barla Lâhikası, Kastamonu Lâhikası, Emirdağ Lâhikası.


İNSANIN VÜCUDU

 Remz 

   Arkadaş!

İnsanın vücudu, bedeni, emval-i mîriyeden bir neferin elinde bulunan bir hayvan gibidir.

O nefer, o hayvanı beslemeğe ve hizmetine mükellef olduğu gibi, insan da o vücudu beslemeğe mükelleftir.

   Aziz kardeşlerim!

Burada bana bu sözü söylettiren, nefsimle olan bir münakaşamdır.

Şöyle ki:

   Mehasiniyle mağrur olan nefsime dedim ki:

   - Sen bir şeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?

   Dedi ki:

   - Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.

   Dedim ki:

   - Yahu bu sineğe bak!

Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür.

Her işini görür.

sen de lâekal onun kadar vücuduna hizmet etmelisin, diye ikna ettim.

Takdis ederiz o zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar.

Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.

Mesnevi-i Nuriye - 79

19 Şubat 2023 Pazar

KADER ADALET EDER

 Nokta 

   Arkadaş!

Masum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır.

Yalnız meşiet-i İlahiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin.

O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar.

Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir.

Meselâ: Bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur.

İşte bu muhalefetten dolayı, düşüp başı kırılırsa müstehak olur.

Çünki bu musibet, o muhalefete cezadır.

Veya dişi bir kaplan, öz evlâdlarına olan şiddet-i şefkat ve himayeyi nazara almayarak, zavallı ceylanın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar.

Sonra bir avcı tarafından öldürülür.

İşte hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylana yaptığı aynı musibete maruz kalır.

   İhtar: 

   Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır.

Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.

Mesnevi-i Nuriye - 74

RIZIK TAAHHÜD ALTINDA

 Nükte 

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا

âyet-i kerimesiyle, rızk taahhüd altına alınmıştır.

Fakat, rızk dediğimiz iki kısımdır: Hakikî rızk, mecazî rızk.

Yani zarurî var, gayr-ı zarurî var.

   Âyetle taahhüd altına alınan, zarurî kısmıdır.

Evet hayatı koruyacak derecede gıda veriliyor.

Cisim ve bedenin semizliği ve za'fiyeti, rızkın çok ve az olduğuna bakmaz.

Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şahiddir.

Mecazî olan rızk ise, âyetin taahhüdü altında değildir.

Ancak sa'y ve kesbe bağlıdır.

Mesnevi-i Nuriye - 73

ÖNCE ALLAH'I SEV

 Nokta 

   Cenab-ı Hakk'ın masivasına yapılan muhabbet iki çeşit olur.

Birisi, yukarıdan aşağıya nâzil olur.

Diğeri, aşağıdan yukarıya çıkar.

Şöyle ki:

   Bir insan en evvel muhabbetini Allah'a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah'ın sevdiği herşeyi sever ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah'a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

   İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah'ı sevmeğe vesile yapar.

Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır.

Ve bazan da kavî bir esbaba rast gelir.

Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebeb olur.

Şayet Allah'a vâsıl olsa da, vusulü nâkıs olur...

Mesnevi-i Nuriye - 73

RIZKI VEREN ALLAH

 Nokta 

   Arkadaş!

Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebeb olur.

Meselâ: Kelb, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir.

Hattâ sadakat ve vefadarlığı darb-ı mesel olmuştur.

Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmağa lâyık iken, maalesef insanlar arasında mübarekiyet değil necisü'l-ayn addedilmiştir.

   Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler.

Bunun esbabı ise, kelbde hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Mün'im-i Hakikî'den bütün bütün gafletine sebeb olur.

Binaenaleyh vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikî'den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tahir olsun.

Çünki hükümler, hadler günahları afveder.

Ve beyne'n-nâs tahkir darbesini, gaflete keffaret olarak yemiştir.    Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar.

Meselâ: Kedi seni sever, tazarru' eder, senden ihsanı alıncaya kadar.

İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muarefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur.

Ancak Mün'im-i Hakikî'ye şükran hisleri vardır.

Çünki fıtratları Sâni'i bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar.

Şuur olsun olmasın...

   Evet kedinin "mır-mır"ları "Yâ Rahîm!

Yâ Rahîm!

Yâ Rahîm"dir.

Mesnevi-i Nuriye - 71

ADAM OLMAK,İNSAN GİBİ YAŞAMAK

 Bütün canlı ve cansız mahlukatı yaratan Allah, İnsanı ayrı bir katagoride değerlendirmekte ve O'nun yaratılışını Ahseni takvim olarak belirtmektedir.

Mükemmel bir şekilde yaratılan insan kendisine verilen akıl, irade ve nefis vasıtası ile alçaltılıp yükseltilerek, değişkenlik arzeden yüce bir varlık haline getirilmiştir.Yani insan olmak yada olmamak durumu...Adam olmak olamamak halı gibi.

İnsan olmak ve bu insanlığı devam ettirmek daha doğrusu adam olmak ve adamlığı ömür boyu devam ettirebilmek pek kolay birşey değildir.

Adam evladına, "sen adam olamazsın" diye boşa dememiştir.

Evet Allah insan olarak yaratmıştır ama adam gibi adam olarak, hayatını kaç kişi devam ettirebilmektedir.

Okumak, adam olmak demek değil, cehaleti yok etmek, bilgi elde etmektir.Her insan kendi kendine bir empati yapıp sorgulamalıdır.Ben kimim?nereden geliyorum, vazifem nedir? Nereye gidiyorum?

Başkasından beklediklerimi ben kendim yapıyormuyum?

Aceba ben başta beni yaratan Allah'ıma ve  bana dinimi öğreten peygamberime olmak üzere, sonra anne babama ve topluma karşı görevlerimi, bilhassa insanlık görevlerimi yapıyormuyum?

Kısacası ben adammıyım ,insan gibi davranıyormuyum?

Allah'ım bizi insan olarak yarattın adam olmamızı sağla, adam gibi son nefesimizi teslim etmeyi nasip et. Amin.

Rafet Özcan

NİYET

 Nükte 

  (Mukaddemede zikredilen dört kelimeden, niyet hakkındadır.) 

   Arkadaş!

Bu niyet mes'elesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür.

Evet niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir.

   Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.

   Ve keza niyette öyle bir hâsiyet vardır ki; seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder.

Demek niyet, bir ruhtur.

O ruhun ruhu da ihlastır.

Öyle ise necat, halas ancak ihlas iledir.

İşte bu hâsiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir.

Buna binaendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanılır.

Ve niyet ile insan, daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.

   Ve keza dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakılır:

   Bir cihette, o nimetlerin bir mün'im tarafından verildiği düşünülür.

Ve nazar, o lezzetten in'am edene döner; onu düşünür.

Mün'imi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.

   İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını ona hasrederek, o nimeti ganîmet telakki ederek minnetsiz yer.

Halbuki birinci cihette lezzet, zeval ile zâil olsa bile ruhu bâkidir.

Çünki Mün'im'i düşünür.

Mün'im ise merhametlidir, daima bu nimetleri bana verir diye ümidvar olur.

İkinci cihette, nimetin zevali ölüm değildir ki, ruhu kalsın.

Ruhu da söner, ancak dumanı kalır.

Musibetlerin ise; zevalinden sonra dumanları söner, nurları kalır.

Lezzetlerin zevalinden sonra kalan dumanları, günahlarıdır.

Mesnevi-i Nuriye - 70

YALVARALIM ALLAH'A

 Evet bütün mevcudat, güya lisan-ı hal ile, Veysel Karanî gibi şöyle münacat ederler; derler ki:

   "Yâ İlahenâ!

Rabbimiz sensin!

Çünki biz abdiz.

Nefsimizin terbiyesinden âciziz.

Demek bizi terbiye eden sensin!..

Hem sensin Hâlık!

Çünki biz mahlukuz, yapılıyoruz.

Hem Rezzak sensin!

Çünki biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor.

Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin.

Hem sensin Mâlik!

Çünki biz memluküz.

Bizden başkası bizde tasarruf ediyor.

Demek mâlikimiz sensin.

Hem sen Aziz'sin, izzet ve azamet sahibisin!

Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var.

Demek senin izzetinin âyinesiyiz.

Hem sensin Ganiyy-i Mutlak!

Çünki biz fakiriz.

Fakrımızın eline yetişmediği bir gına veriliyor.

Demek gani sensin, veren sensin.

Hem sen Hayy-ı Bâki'sin!

Çünki biz ölüyoruz.

Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz.

Hem sen Bâki'sin!

Çünki biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz.

Hem cevab veren, atiyye veren sensin!

Çünki biz umum mevcudat, kàlî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz.

Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor.

Demek bize cevab veren sensin.

Ve hâkeza..."

   Bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karanî gibi, bir münacat-ı maneviye suretinde bir âyinedarlıkları var.

Acz ve fakr ve kusurlarıyla, kudret ve kemal-i İlahîyi ilân ediyorlar.

Mektubat - 241

18 Şubat 2023 Cumartesi

FAKİRLERİ DÜŞÜNMEK

 وَاَمَّا مَنْ اُو۫تِىَ كِتَابَهُ وَرَٓاءَ ظَهْرِه۪ۙ‌ـ﴿١٠‌ـ﴾ فَسَوْفَ يَدْعُوا ثُبُورًاۙ‌ـ﴿١١‌ـ﴾ وَيَصْلٰى سَع۪يرًاۜ‌ـ﴿١٢‌ـ﴾ اِنَّهُ كَانَ ف۪ٓى اَهْلِه۪ مَسْرُورًا‌ـ﴿١٣‌ـ﴾

10-11-12-13- Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir.

Zira o, (dünyada) ailesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarmıştı.

{Bu âyetlerde, dünyada zengin olup etrafına yardım etmeyen, egoist olarak yaşayan, zenginliği kendisi için bir imtiyaz sayarak fakirleri, yoksulları hiç düşünmeyen kimselerin ahiretteki acıklı hali sergilenmektedir.

Bu âyetten gerekli ibret dersini almayanlar, ölümle kendilerini azabın ve ateşin içinde bulacaklardır.

Halbuki onlar zenginlik ve refah halinin devam edeceğini, yeniden dirildikleri takdirde dünyadaki durumlarına göre dirileceklerini sanıyorlardı.

Sonuç umdukları gibi olmayacaktır.} 


(84-İnşikak) (30. Cüz-2. Hizb)

Mealli Kur'an - 588

17 Şubat 2023 Cuma

ÇİÇEKLERE BAK

    Şimdi çiçeklere, meyvelere bak!

Bunların gülümsemeleri ve tatları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri; bir Sâni'-i Kerîm'in, bir Mün'im-i Rahîm'in sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak muhtelif renk ve koku ve tatlarla her nev'e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir.

   Şimdi kuşlara bak!

Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni'-i Hakîm'in intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat'î ise hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.

   Şimdi bulutlara bak!

Yağmurun şıpıltıları, manasız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi, boş bir gürültü olmadığına kat'î delil ise hâlî bir boşlukta o acayibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek, gösteriyor ki o şırıltı, o gürültü gayet manidar ve hikmettardır ki bir Rabb-i Kerîm'in emriyle, müştaklara o yağmur bağırıyor ki "Sizlere müjde, geliyoruz!" manasını ifade ederler.

Sözler[Y] - 745

BAK GÖR

    Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara...

Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir.

Çünkü onlara terettüp eden âsâr-ı rahmet olan faydaların ve semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki bir Rabb-i Hakîm'in teshiriyle ve iddiharıyladır.

Ve kaynamaları ise onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.

   Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevahirlerin ve madenlerin envaına bak!

Bunların tezyinatları ve menfaatli hâsiyetleri bir Sâni'-i Hakîm'in tezyini ile tertibi ile tedbiri ile tasviri ile olduğunu, onlara müteallik hakîmane faydaları ve mesalih-i hayatiye ve levazımat-ı insaniye ve hâcat-ı hayvaniyeye muvafık bir tarzda ihzarları gösteriyor.

Sözler[Y] - 745

İNSAN RABBİNİ ARIYOR

    Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârane bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh ve gayet manidarane ve hikmet-perverane bir mütalaagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken; en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür: "Bana bak, aradığını sana bildireceğim!" der.

O da bakar görür ki:

   Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece süratli yüz binler ecram-ı semaviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevka'l-had çabuk ve beraber gezdiren, yağsız söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lambaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilal çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlukları vazifelerle çalıştıran kimdir.?

Şualar[Y] - 104

YUNUS (AS) KISSASI

 Hz. Yunus kıssasını, içinde bulunduğumuz şartlara tatbik ederek bir ders-i ibret halinde yorumlayan nefis bir parçayı Bediüzzaman'dan kaydediyoruz:

"İşte Hz. Yûnus aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, su sergerdân küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler  cenaze bulunuyor. Onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâyı nefsimiz, hûtumuzdur (balığımızdır), hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hût, onun hûtundan bin derec daha muzırdır. Çünki, onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüzmilyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus aleyhisselâm'a iktidâen umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbibü'l Esbâb olan Rabbimize iltica edip   َ اله اَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِين  demeliyiz ve ayn-elyakin  anlamalıyız ki, gaflet ve delâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevayı nefsin zararlarını defedecek yalnız o zât olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz  taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlik-ı Semâvât  ve Arzdan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, ahiretin icadiyle ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin  boğucu emvâcından kurtaracak, haşa Zât-ı Vâcib-ül-Vücud'dan başka hiçbir şey,  hiçbir cihette O'nun izni ve idâresi olmadan imdat edemez ve halaskar olamaz. Madem hakikat-ı hal böyledir. Nasıl ki Hz. Yunus aleyhisselâm'a o münâcatın neticesinde hutu ona bir merkub (binek), bir taht elbahir (denizaltı) ve denizi bir güzel sahra; ve gece, mehtabı bir latif suret aldı. Biz dahi o münâcâtın sırriyle   َ الهَ اَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّى كُنْتُ مِن الظَّالِمين   demeliyiz,   َ اله اَِّ اَنْتَ   cümlesiyle istikbalimize   سُبْحَانَك   kelimesiyle dünyamıza,   اِنِّى كنْتُ مِن الظَّالِمين  fırkasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur'ân'ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılâb etsin. Ve  mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar (çağlar) emvâcı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'ân-ı Hakim'in tezgahında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi  bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur'an'la, o terbiye-i Fürkâniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkubumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanılmasına kuvvetli bir vâsıtamız olsun."[10]


MED VE CEZİR

  İ'lem Eyyühel-Aziz!


   Denizlerde vukua gelen med ve cezir gibi, evliya arasında da bast-ı zaman,

{(Haşiye): Bast-ı zaman sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mi'rac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor.

Mi'racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'ati ve ihatası ve uzunluğu vardır.

Çünki Mi'rac yoluyla beka âlemine girdi.

Beka âleminin birkaç dakikası, bu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.

Hem bu hakikata binaen bazı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş.

Bazıları, bir saatte bir senelik vazifesini yapmış.

Bazıları, bir dakikada bir hatme-i Kur'aniyeyi okumuş oldukları gibi, Risale-i Nur'un te'lifinde de bu bast-ı zaman hakikatı çok defa vukua gelmiş.

Ezcümle:

   Ondokuzuncu Mektub yüzelli sahifedir.

Üçyüzden fazla mu'cizatı, kitablara müracaat edilmeden ezber olarak dağ, bağ köşelerinde dört gün zarfında her gün üçer saat meşgul olmakla mecmuu oniki saatte te'lif edilmesi.. Ramazan Risalesi, kırk dakikada te'lif edilmesi.. Yirmisekizinci Söz, yirmi dakikada te'lif edilmesi.. bast-ı zamanın vukuunu isbat etmiştir.

قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ

âyeti tayy-ı zamanı gösterdiği gibi

اِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

âyeti de bast-ı zamanı gösterir.}

tayy-ı mekân mes'elesi şöhret bulmuştur.

Ezcümle Kitab-ı Yevakit'in rivayetine göre, İmam-ı Şa'ranî bir günde iki buçuk defa kocaman Fütuhat-ı Mekkiye namındaki büyük mecmuayı mütalaa etmiştir.

Bu gibi vukuat, istiğrab ile inkâr edilmesin.

Zira bu gibi garib mes'eleleri tasdike yaklaştıran misaller pek çoktur.

Meselâ rü'yada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun.

Eğer o saatte o işlere bedel Kur'an okumuş olsa idin, birkaç hatim okumuş olurdun.

Bu halet evliya için halet-i yakazada inkişaf eder.

Zaman inbisat eder.

Mes'ele ruhun dairesine yaklaşır.

Ruh zâten zaman ile mukayyed değildir.

Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri sür'at-ı ruh mizanıyla cereyan eder.

Mesnevi-i Nuriye - 197

HUSUSİ DÜNYAMIZ

  İkinci Hakikat: 

   Ey nefs-i emmare, kat'iyyen bil ki, senin hususî ama pek geniş bir dünyan vardır ki; âmâl, ümid, taallukat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir.

En büyük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır.

Halbuki o direk kurtludur.

O temel taşı da çürüktür.

Hülâsa, esastan fasid ve zayıftır.

Daima harab olmağa hazırdır.

   Evet bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil.. ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir.

Âni olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun.

Bak zaman-ı mazi senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır.

Bugün sen iki kabrin arasındasın; artık sen bilirsin!...

   Arkadaş!

Bildiğimiz, gördüğümüz dünya bir iken, insanlar adedince dünyaları hâvidir.

Çünki her insanın tam manasıyla hayalî bir dünyası vardır.

Fakat, öldüğü zaman dünyası yıkılır, kıyameti kopar.

Mesnevi-i Nuriye - 67

Mİ'RAC-I NEBEVİ

 Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mi'racı, onun seyr ü sülûkudur, onun unvan-ı velayetidir.

Ehl-i velayet nasılki seyr ü sülûk-u ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.

   Öyle de: Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havâssıyla, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan Mi'racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mi'rac merdiveniyle Arş'a çıkmış, "Kab-ı Kavseyn" makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan İman-ı Billah ve İman-ı Bil'âhireti aynelyakîn gözüyle müşahede etmiş, Cennet'e girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Mi'racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi'racın gölgesi içinde gidiyorlar.

Mektubat - 306

ALLAH BİZE ŞAHDAMARIMIZDAN YAKIN

    Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız.

Nasılki Güneş, elimizdeki âyine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur.

Eğer Güneş'in şuuru olsaydı, bizimle âyinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi.

Fakat biz ondan dörtbin sene uzağız.

Bilâ-teşbih velâ-temsil; Şems-i Ezelî, her şey'e herşeyden daha yakındır.

Çünki Vâcibü'l-Vücud'dur, mekândan münezzehtir.

Hiçbir şey ona perde olamaz.

Fakat herşey nihayet derecede ondan uzaktır.

   İşte Mi'racın uzun mesafesiyle,

وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vâhidde yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor.

Mektubat - 306

16 Şubat 2023 Perşembe

SERSEM NEFİS

 Nefs-i emmareme bir sille-i te'dib:

   Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim!

Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.

Halbuki sen, daim zemme müstehaksın.

Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin.

Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun.

Senin vazifen fahr değil, şükürdür.

Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir.

Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir.

Senin kemalin hodbinlik değil, hudâbinliktedir.

   Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin.

İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız.

Yani fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz.

Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır.

Hem siz birer perde yaratılmışsınız.

Tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlahiyenin tenzihine vesile olasınız.

Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir suret giymişsiniz.

Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz.

Demek nefisperest, tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.

   Hem deme ki: "Ben mazharım.

Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.

   Hem deme ki: "Halk içinde ben intihab edildim.

Bu meyveler benim ile gösteriliyor.

Demek bir meziyetim var." Hâyır, hâşâ!

Belki herkesten evvel sana verildi; Çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.

Sözler - 230

15 Şubat 2023 Çarşamba

NEDEN HELAK OLMUYORUZ ?

  İ'lem Eyyühel-Aziz!


   Cenab-ı Hakk'ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır.

Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

   Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir.

O kararın infazı, kaza demektir.

O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.

Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler.

Kaza da ok gibi kader kararlarını deler.

Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir.

Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır.

Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracdır.

Bu hakikate vâkıf olan ârif:

   "Yâ İlahî!

Hasenatım senin atâ'ndandır.

Seyyiatım da senin kaza'ndandır.

Eğer atâ'n olmasa idi, helâk olurdum." der.

Mesnevi-i Nuriye - 206

İNSAN VE HAYVAN

  İ'lem Eyyühel-Aziz!


   İnsanı hayvandan ayıran şeylerden:

   Biri, mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır.

Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake mâlik değildir.

   İkincisi, gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dâhilî ve haricî şeylere taalluk eden idraki, küllî ve umumîdir.

   Üçüncüsü, inşaata lâzım olan mukaddemeleri keşf ve tertib etmektir.

Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.

   Binaenaleyh insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir.

Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in'amlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sâni'i hamd ü sena etmektir.

Mesnevi-i Nuriye - 206

KUR'AN İNSANA DER

 Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir.

Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar.

Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git.

   Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrefatını at, ehemmiyet verme.

   Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır.

Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.

   Hem seyyar bir ticaretgâhtır.

Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.

   Hem muvakkat bir seyrangâhtır.

Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil; belki Cemil-i Bâki'ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.

   Hem bir misafirhanedir.

Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret.

Kanunu dairesinde işle, hareket et.

Sonra arkana bakma, çık git.

Herzekârane fuzulî bir surette karışma.

Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma." gibi zahir hakikatlarla dünyanın içyüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe'ninde bir izi bulunduğunu gösterir.

İşte Kur'an şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur'aniye işaret ediyor.

   Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya...

14 Şubat 2023 Salı

DÜNYA BİR MİSAFİRHANE

 Şimdi, o haleti intac eden vecihlerden, numune olarak beşini beyan edeceğiz.

   Birincisi: 

   İhtiyarlık mevsimiyle; dünyevî, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor.

   İkincisi: 

   İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbablardan yüzde doksandokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet saikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor.

   Üçüncüsü: 

   İnsandaki nihayetsiz zaîflik ve âcizliği, bazı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahata ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor.

   Dördüncüsü: 

   İnsan-ı mü'mine nur-u iman ile gösterir ki: Mevt, i'dam değil; tebdil-i mekândır.

Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır.

Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir.

Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz'iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman'a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.

   Beşincisi: 

   Kur'anı dinleyen insana, Kur'andaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliği ile dünyaya aşk ve alâka pek manasız olduğunu anlatmaktır.


   Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya...

Sözler - 203

ALLAH'IN KAHHAR VE MÜMİT İSMİNİN TECELLİSİ

 Bir ciheti şudur ki:    Sâni'-i Kerim, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor, istirahata bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.

Hem o Rahman'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.

Öyle de, sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın.

Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

   Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemmiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtela olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir halet verir.

Kendi insaniyeti dalalette boğulmayan insan, o haletten istifade eder.

Rahat-ı kalb ile gider.

Sözler - 202

ALLAH MERHAMET SAHİBİDİR

    Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni'-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvi süflî herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehasin ve in'amattan istifade etmeğe muvafık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir.

Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt'alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt'ayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır.

Ve bilhâssa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sağirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir.

Fakat bu ziyafet-i İlahiye ve bayram-ı Rabbaniyedeki İsm-i Rahman ve Muhyî'nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar.

Şu ise

وَسِعَتْ رَحْمَت۪ى كُلَّ شَيْءٍ

rahmetinin vüs'at-i şümulüne zahiren muvafık düşmüyor.

Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı vardır.

Sözler - 202