31 Temmuz 2022 Pazar

ONUNCU RİCA:

  

   Bir zaman esaretten geldikten sonra, İstanbul'da bir iki sene yine gaflet galebe etti.

Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmış iken, bir gün İstanbul'un Eyyüb Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum.

İstanbul etrafındaki âfâka baktım.

Birden, bakıyorum benim hususî dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir halet-i hayaliye bana geldi.

Dedim: "Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazıları mıdır ki, bana böyle hayal veriyor" diye nazarımı çektim.

Uzağa değil, o kabristana baktım, kalbime ihtar edildi ki: "Bu senin etrafındaki kabristanın yüz İstanbul içinde vardır.

Çünki yüz defa İstanbul buraya boşalmış.

Bütün İstanbul'un halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîr'in hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın, sen de gideceksin." Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyyüb Câmisinin mahfelindeki küçük bir odaya çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim.

Düşündüm ki: Ben üç cihette misafirim; bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul'da da misafirim, dünyada da misafirim.

Misafir, yolunu düşünmeli. Nasılki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul'dan da çıkacağım, diğer bir gün de dünyadan çıkacağım.

   İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli elemli bir hüzün ve gam kalbime, başıma çöktü.

Çünki ben yalnız bir-iki dostu kaybetmiyorum; İstanbul'da binler sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi, çok sevdiğim İstanbul'dan da ayrılacağım.

Dünyada yüzbinler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve mübtela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım, diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim.

Arasıra sinemaya -ibret için- gittiğimden; bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi aynen ben de o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm.

Lemalar - 236

30 Temmuz 2022 Cumartesi

AİLEVİ SORUMLULUKLARIMIZ

 SORUMLULUK

Sağlam bir aile,eşlerin sorumluluk duygusunu hissetmeleriyle mümkündür. Eskilerin “mesuliyet” dedikleri sorumluluk ailede eşin önce kendisini yetiştirmesi, koruması, görev bilincinde olması, yükümlülüklerini yerine getirmesi, sonra da eşi, çocukları, büyükleri ve akrabalarına karşı nasıl davranacağını bilip, bunlara karşı yükümlülüklerini yerine getirmesidir.

Ailede maddi sorumluluklarımız vardır, manevi sorumluluklarımız vardır. Birincisi maddi sorumluluklar;Barınma, yeme içme, giydirme, eğitim, meşru ölçüler içerisinde gezme, eğlenme ve dinlenme ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. İkincisi ise

Manevi sorumluluklardır

Bu ise, eşin ve aile bireylerinin ruhen sağlıklı olmaları, manen gelişmeleri, kültürel açıdan seviye kazanmaları, gönül dünyalarını genişletmekdir. Kısacası iyi insan, iyi Müslüman olmanın donanım ve birikimini kazanmaları için elden gelen gayreti sarf etmektir. Biraz açacak olursak, çalışan eşlerin evde birbirine daha çok yardımcı olmaları, çocukların ilmî, imanî, fiziksel ve ruhsal gelişimleriyle birlikte ilgilenmeleri, akrabaları da ilgi çemberine almaları (zira aile ocağı yakınlar ve dostlarla da güçlenir), aile onurunu, namusunu ve sırlarını korumaları, aile kazancını çarçur etmemeleri, güzellikleri paylaşmaları, kötülüklerde birbirlerini engellemeleri, cennete giden yolu birlikte kat etmeye çalışmaları eşlerin sorumlulukları altında olan hususlardır. Bu sorumlulukların hissedilmediği aile dağılır. Onun için “Din de insana sorumluluklarını hatırlatmak için gelmiştir.” desek mübalağa etmiş olmayız. Zira insanların ahirette kendisine, ailesine ve Rabbine karşı görevlerinden sorulmadan bir tarafa ayrılamayacakları haber verilmektedir.

EŞLERİN GÖREV VE SORUMLULUKLARI

 

Aile içerisinde eşlerin görevleri nelerdir?

Aile; nesep ve evlilik yoluyla bir araya gelmiş, bir çatı altında bulunan en küçük ve en önemli bir sosyal gruptur. Aile, toplumun çekirdeği ve temel taşıdır.

Aile, kişinin güçlerinin, kabiliyetlerinin, yeteneklerinin, eğilimlerinin hatta içgüdü ve isteklerinin bir düzen içinde gelişip olgunlaştığı; onun fizikî, ruhî ve kültürel gelişiminin tamamlandığı, kişiliğinin oluştuğu verimli bir ortamdır. Aile, sevincin, mutluluğun birlikte yaşandığı mukaddes bir müessesedir.

Aile, sorumlulukların ve yükümlülüklerin paylaşıldığı, dertlerin anlaşıldığı, fertlerin kaynaştığı, sevinç ve tasanın paylaşıldığı, dinin ve değerlerin birlikte yaşandığı bereketli bir alandır. Bu öneminden dolayı dinimiz evlenmeyi ve aile kurmayı kolaylaştırıcı ve teşvik edici olmuştur.

Yüce dinimiz İslam aile kurmayı teşvikle kalmamış, onun dayanakları ve sağlıklı işleyişi ile ilgili ölçüler koymuş, bu konuda aile fertlerine hak ve sorumluluklar yüklemiştir. Kur’ân’a baktığımızda ailede “gönül huzuru (sekîne), dostluk (meveddet) ve rahmet” arandığı, sorumlulukların paylaşıldığı, “iyilikle yaşama”nın hedeflendiği, eşlerin birbirine tutamak, dayanak ve korunak oldukları; Peygamberimizin (asm) sözlerine, tavırlarına ve uygulamalarına da bakınca sağlıklı bir yuva kurmanın önemi, aileyi korumanın gereği, aile fertlerinin birbirine karşı görevleri, eşler arasında adaletli, ölçülü, sabırlı, anlayışlı, fedakar, sevgi ve merhamet dolu olmanın önemi... ile ilgili zengin malzeme buluruz

MÜSLÜMANLAR NASIL DÜZELİR ?

 Şu yaşadığımız zamanda ümmetin durumu, İslam’ı doğru anlamak, doğru uygulamak ve İttihad-ı İslamın tahakkuk etmesiyle düzelebilir.

- Bu konuda kanaatimizce, en mükemmel rehber, bu asrın bir müceddidi olan ve Kur’an’ın mesajlarını en doğru bir şekilde aktaran Risale-i Nur eserleridir.

Örneğin şu aşağıdaki reçeteler, günümüzde ekmek kadar ihtiyaç duyulan hususlardır:

a) Asıl düşmanlarımız bizim kendi içimizdedir, onlarla savaşmak farz-ı ayındır:

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; san'at, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 15)

b) Dahilde kılıç kullanılmaz: “İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde niza ve husumet istemez”

c) İslam âleminin hayatı, iman kardeşliğini esas alan ittihatla mümkündür:

“Ey Âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen düsturun bu olmalı:

"Hüvel Hakku" yerine "Hüve Hakkun" olmalı. "Hüvel Hasen" yerine "Hüvel Ahsen" olmalı… (Yani:) Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: "İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir."

Dememeli: "Budur hak, başkaları battaldır." Ya "Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir." (Sözler, Lemeat, s. 719)

d) Geleceği bir barış havzasına çevirmek için, özellikle Müslümanların tahkiki imanı elde etmeleri ve bu imanla Allah’ın rızasını gaye edinmeli, hakkın hatırını her türlü hatırların üstünde tutmaları, ahireti kazanma hedefine kilitlenmeleri ve takva dairesinde hareket meleri gerekir. Zira, istikbalin tamir ve inşası bozguncu ve tahribatçı olan ahlaksızların işi olamaz. Önce Müslümanlar fert fert adam gibi adam olacaklar. Bunun en kısa yolu, bu asırda Kitap ve sünnetle birlikte, bu kutsi kaynakların en doğru açıklaması olan Risale-i Nur’un düsturlarını bir pusula gibi kullanmaktır. İslam ahlakını yaşayanlar geleceği inşa edebilirler. İşte seküler ahlakın ortaya koyduğu ahlaksızlığa yapılan bir vurgu:

“Hem de yirmi seneden beri tahribkâr eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş, o derece metanet ve sadakat kaybolmuş ki; ondan belki yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa (İslam adına yapılan hareketeler) akîm kalır, zarar verir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 50)

e) Bediüzzaman Hazretleri bundan bir asır önce İstikbalde İslam’ın hâkim olacağını bildirmiş ve bu davanın sosyolojik delillerini ortaya koymuştur. Bu konuyu oradan okuyabilirisiniz. Aşağıda bir paragrafı numune olarak yazıyoruz:

“Ey Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin kıt'alarında hakikî ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevkedecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur'an'a tâbi olur, ittifak eder.” (Hutbe-i Şamiye, s. 32)

ASIL HÜNER

    Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkattan hilafet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış.

Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş.

O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: "İşte beni anladın." O da dedi: "Madem senin irşadın ile bu makamı buldum, seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım." diye Cenab-ı Hakk'a yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birdenbire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış.

Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor.

Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe'nidir.

Münafıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar; âdi, âciz insanlardır." Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâmı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var.

Buna benzer vukua gelen hâdiseler, ya siyaset-i diniye veya başka sebebler ile umum âlem-i İslâm namına olamadılar.

Şualar - 319

28 Temmuz 2022 Perşembe

EY İNSAN AKLINI BAŞINA AL !

 “İşte ey insan! Aklını başına al.

 Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. ‘Her amel kendi cinsinden bir şeyle karşılık görür’ sırrıyla, sen valideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve serîütteessür kalblerini rencide etmek ile ’O dünyada da, ahirette de ziyana uğramıştır’ (Hac Sûresi: 11) sırrına mazhar olursun. Eğer Rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.”

Bediüzzaman, mezkûr sözleriyle de, hem hastalığı teşhis eder, hem de doğru ilâcını vererek tedavi eder.

Bundan dört yıl önce terhis teskeresini alarak ebedî vatanına göç eden canımdan çok sevdiğim ve her an güzel yüzüne hasret kaldığım babama ve anne babası aslî vatanlarına giden bütün kardeşlerimizin anne babalarına Cenâb-ı Hak’tan rahmet diliyorum. Mekânları Cennet olsun.

Geride kalan evlâtları Rabbe hakkıyla kul, Resulullah’a hakkıyla ümmet ve ebeveynine lâyık bir evlât olur, onların sevap cihetinde amel defterlerini açık bırakır da, ailecek Cennette görüşürler.

Benim sözüm, başta kendi nefsim olmak üzere, halen anne veya babasından biri veya ikisi yaşayıp da onlara lâyık bir evlât olamayanlara…

Vakit geçip ”Keşke!” demeden, dilimizle hayatta söyleyebileceğimiz en tatlı sözümüzü ”Anneciğim, Babacığım!” diye onlara söyleyelim. En güzel gülücüğümüzü onlara sunalım ki, onların serîütteessür nazenin ruhları ve yüzleri cennet gibi gülsün. Onların cennetvârî gül kokulu ellerini ve yüzlerini öpelim ki bahtımız açık olsun. Hatta her gün evimizden ayrılırken ve dönerken onların ellerini öpüp hatırlarını sorarak gönüllerini hoş edelim ki gönlümüz hoş olsun. Onlar için her an duâ edelim ki, onların Allah katında reddedilmeyen hayır duâlarına nâil olalım, bu dualarla gönlümüz gül-gülistan olsun, yuvamızda Cennet âsâ rahmet ve asude bahar çiçekleri açsın. ”Cennet anaların ayakları altındadır” müjdesine Rabbim hepimizi nâil kılsın.

Aşağıdaki dizelerimi de, anne babalarımıza ithaf ediyorum:

Analar yar olur daim, ağyar olmaz

Sana “Öf!” diyemem ki Hak razı olmaz

Hakkın helâl et anam n’olur n’olmaz

Sen tek çiçeğimsin ebedî solmaz

Rabbim seni Resule komşu eylesin

Fatma Anamıza refik eylesin

Hazreti Ayşe’nin hilmini versin

Cennette Rü’yete mazhar ol ANA!!!

VELİNİMETLERİMİZ

 İnsanoğlu yaratılıştan sahip olduğu fıtrî meyli sebebiyle, bir arada yaşamaya mecbur olur. Her işimizde olduğu gibi, sosyal hayatımızda da rehberimiz olan Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Hakim’de, “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.

Allah bilendir, haberdardır.” (Hucurat Sûresi 13) buyrularak, sosyal hayatın gerekliliği ve bunun hikmetlerine işaret edilmiştir. Atalarımız, “Altın kaplı gümüş, eşikliye muhtaçtır” özsözüyle, insanların birbirlerine olan ihtiyacının insan hayatının “olmazsa olmaz” şartlarından birisi ve en önemlisi olduğunu vurgulamıştır. Tabiî ki insanlığın yaratılıştan sahip olduğu topluluk bilinci aile, millet ve insanlık âlemi şeklinde şubelere ayrılmıştır.

Biz, bugünkü yazımızda bu şubelerden, keyfiyet ve kıymetçe en ehemmiyetli şube olan aile müessesesi ve hususan bu müessesenin, bir cihette temel direkleri olan, velinimetlerimiz, şefkat timsâli analarımız ve fedakârlık timsâli babalarımızdan söz edeceğiz.

Analar, Anadolu’ya bile isim olan analarımız. Karşılıksız sevginin, candanlığın, şefkat ve merhamet abidesi, Rabbimizin en kıymetli emaneti olan varlıklarımız. Kültürümüze, “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz”, “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” sözleriyle tat katan, göz nurlarımız analarımız. Başımızın tacı, gönlümüzün ilâcı, dert ortağımız, halden anlayanımız kısacası her şeyimiz analarımız ve dahi babalarımız.

Sosyal çöküntülerin ve huzursuzluğun hat safhaya ulaştığı günümüzde, ferdî ve sosyal hayatta “ideal insan, ideal aile ve ideal toplum” anlayışlarını doğru ve en yüksek seviyede eserlerinde seslendiren Büyük Kur’ân Müfessiri Bediüzzaman, Risâle-i Nur Külliyatı’nın birçok yerinde, hususan Hanımlar Rehberi’nde aileyi, toplumun korunması en elzem temeli ve en muhkem bir kalesi sayar. Hatta onu insanlığın ebediyen mesut olacağı va’d-i İlâhî olan cennete teşbih ederek, “Herkesin hanesi küçük bir cennetidir” der.

Kur’ân medeniyetinin cennete teşbih ederek yücelttiği aile müessesesini, Batı medeniyeti tahrip ederek, aileden başlayarak, bir sârî hastalık gibi, toplumu esir alan yozlaşmanın yegâne müsebbibi olmuştur. Tabiî ki bu yozlaşmadan milletimizin aile yapısı ve çocuklarımız da kötü nasibini almıştır. Türkiye’nin 1950’li yılları öncesinde Avrupa’nın dans ve diğer sefahat ve levhiyâtını ülkemize getirip milleti dinden uzaklaştırıp, zorla millete dayattırarak gençliğin ahlâkını tahrip edenlerin, tahribat levhaları bütün canlılığıyla tarihin kara sayfalarında yer almakta ve Ebedî Hesap Günündeki finalini beklemektedir.

KOMŞU VE KOMŞULUK

 Komşu, ev, iş yeri, arazi, köy, şehir ve ülke bakımından yakın olanların birbirlerine göre aldıkları ad.

Ailemizden sonra en yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. Iyi veya kötü günlerimizde şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme, birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma (şûf`a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağım teşkil etmiştir. Kur`ân-ı Kerim`de komşu ilişkisinden söyle söz edilir:

"Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin." (Nisâ, 4/34).

Komşu deyiminin kapsamı ile ilgili olarak Hz. Ali (r.a) çevrede "sesi işitilenlerin" komşu olduğu görüşündedir. Hz. Aişe (r.a) da her taraftan kırk evin komşu olduğunu ve bunların komşuluk hakkına sahip bulunduklarını bildirmiştir. Ayrıca, komşu tabiri, hiç bir ayırım yapılmadan, Müslüman-kâfir, âbid-fâsık, dost-düşman, yerli-misafir, iyi-kötü, yakın-uzak bütün komşuları içine alır. (Tecrid-i Sarıh Tercümesi, XII, 130).

Hz. Peygamber (s.a.s):

"Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye ederdi. Bu sıkı tavsiyeden, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim." buyurur.(Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr ve Sıla, 140: 141; Tirmizi, Birr, 28; Ibn Mace, Adeb, 4)

Bir Müslümanın başkalarına zarar vermemesi, herkese iyilik yapması en önemli ahlâkî görevlerindendir. Rasûlüllah (s.a.s):

"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kişidir." (Buhârî Imân, 3-4; Müslim, Iman, 64-66)

buyurmuştur. Sürekli karşılıklı ilişkiler sebebiyle komşu güven konusunda daha önceliklıdır. Nitekim Allah elçisi başka bir hadiste bunu şöyle ifade buyurmuştur:

"Şerrinden komşusunun güveninde olmadığı kimse gerçek mü`min olamaz." (Buhârî, Edeb, 29; Müslim Iman, 73; Tirmizî, Kıyame, 60; Ahmed b. Hanbel, I, 387, II, 288, 336, 373, III, 154).

Mü`minin, kendi nâil olduğu nimetlere diğer mü`min komşularının da nâil olmasını, kendisi için istemediği şeyleri mü`min komşusu için de arzu etmemesi esastır (Buhâri, Iman, 5) Bu prensipten hareket edilince komşu komşuyu rahatsız edemez. Burada, herkese uygulanabilen objektif bir ölçü sunulmuştur. Görüntü yaparak veya balkon, saçak vb. yapılarla komşunun arsasına taşarak zarar veren kimse, aynı davranış kendisine yapılsa razı olmayacaksa, kalbine danışarak doğruyu bulabilecektir. Allah Rasulü (s.a.s) bu ölçüyü Vâbisa (r.a)`ya hitabederek şöyle açıklamıştır:

"Ey Vâbisa, insanlar sana fetvâ verse bile bir de kalbine danış. Birr (iyi, güzel olan şey), yaptığın zaman kalbini rahatlatan, günah ise kalbini rahatsız eden şeydir." (Dârimi, Büyû`, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 228)

KOMŞULARIMIZA KARŞI GÖREVLERİMİZ 1

 Komşusunun, kendisinde ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahabeye Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle cevap vermiştir:

"Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse cenazesini kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım edersin. Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden yüksek tutma ki, onun rüzgârını kesmeyesin. Ya senin ne pişirdığını bilmesin, ya da pişirdiğinden ona da ver." (Y.Kandehlevi, Hayâtü`s-Sahâbe, III, 1068).

Bu hadisin ışığında komşularımıza karşı yerine getirmemiz gereken görevlerimizin neler olduğuna gelince:

1) Komşularımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmalı, onlarla karşılaştığımızda selamlaşmayı, hâl hatır sormayı, neş`e ve kederlerini paylaşmayı ihmal etmemeliyiz.

2) Sağlık ve hastalıklarında, üzüntü ve sevinçli anlarında, düğün ve bayramlarda kendilerini ziyaret etmek, onlardan biri vefat etmek, onlardan biri vefat ederse yakınlarına başsağlığı dilemek, kendilerine destek olmak, cenazenin kaldırılmasında yardımcı olmak, dâvetlerini kabûl etmek, çocuklarını kendi çocuklarımız gibi sevmek, koruyup gözetmek de komşuluk görevlerindendir.

3) Peygamberimiz (s.a.s):

"Allah`a ve âhiret gününe iman eden komşusuna iyilik etsin." (Buhârî, Edeb, 31; Müslim Imân, 74, 76, 77; Ibn Mâce, edeb, 4; Dârimî, Et`ime, 11).

"Allah katında dostların en iyisi arkadaşına, komşuların en iyisi de komşusuna en iyi davrananıdır." (Buhârî, Iman, 31; Tirmizî, Birr, 28) buyurmuştur.

4) Komşularımıza ikramda bulunmak da ahlâkî görevlerimizdendir. Rasûlüllah (s.a.s):

"Allah`a ve âhiret gününe iman eden komşusuna ikramda bulunsun." demiştir. (Buhârî, Edeb, 31; Müslim, imân 74, 76, 77; Ibn Mâce, Edeb, 4),

Yine Peygamber,

"Ya Ebâ Zerr! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çoğalt ve komşularını da unutma." tavsiyesinde bulunmuş, ayrıca;

"Komşusu açken, tok olarak yatan kimse bizden değildir." Müslim, iman, 74, Birr ve Sıla, 142; Ahmed b. Hanbel, 1,55) buyurmuştur.


KOMŞULARIMIZA KARŞI GÖREVLERİMİZ 2

 5) Fakir ve muhtaç komşuların yardımına koşmak, gerekirse onlara maddi yardımda bulunmak, ödünç para vermek, çalışabilecek durumda olanlara, geçimlerini sağlayacak bir iş sağlamak Müslümanın görevidir. Kimsesiz ve yaşlı komşularımızın, işlerini takip etmek, yapmak veya yaptırma da çok güzel bir davranıştır (bk. Ehû Dâvud, Zekât, 25; Mâlik, Muvatta, Zekât, 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 31, 40).

6) Komşuda olup bitenleri araştırmamak, ayıp ve kusurlarını ortaya çıkarmamak, bize karşı hatalı söz ve davranışlarda bulunmuşlarsa, onları anlayışla karşılayıp bağışlamak, kendilerine dünya ve âhiret işlerinde yol gösterici olmak da komşuluk görevleri arasındadır. Kur`an-ı Kerim`de birbirinin kusurunu araştırmak ve başkasının gizli kalmış yanlarını ortaya çıkarmaya çalışmak yasaklanmıştır. (el-Hucurât, 49/12).

7) Komşulara kötülük yapmamak, zarar vermemek gerekir. Hz. Peygamber  (s.a.s) bunun önemini:

"Komşusu, kötülüklerinden emin olamayan kişi iman etmiş olmaz." (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Iman, 73; Tirmizî, Kıyame, 60) ve

"Allah`a ve âhiret gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin." (Müslim, iman, 73, 75)

buyurarak Müslümanlara komşu hakkının önemini belirtmiştir.

Komşuya ya maddi veya manevî yoldan eziyet yapılır. Maddi kötülük, evine, bahçesine, malına, mülküne tecavüz etmek; onları bozmak, yıkmak, kirletmek, zorla ele geçirmek, kendisini dövmek ve hırpalamaktır. Manevî kötülük ırz ve namusuna tecavüz etmek, âile sırlarını çevreye yaymaktır. Özellikle komşunun namusuna göz dikmek günahın katlanmasına sebep olur. Bir soru üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), Allah`a ortak koşmak ve açlık tehlikesi ile çocuk öldürmekten sonra en büyük günahın, "komşunun hanımı ile zina etmek" olduğunu haber vermiştir. Mikdad b. Esved (r.a) bu konuda Rasûlüllah (s.a.s)`ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Komşusunun karısıyla zina yapanın günahı, on kadınla zina yapan adamın günahından daha ağırdır." (Buhârî, Tefsiru Sûre 2/3, 25/2, Edeb, 20, Diyat, 1; Hudûd, 30; Tevhid, 40; Müslim, Iman, 141, 142; Ebû Dâvud, Talâk 50; Tirmizî, Tefsiru Sûre, 25/1,2).

Abdullah b. Ömer`in anlattığına göre, Hz. Peygamber  (s.a.s) bir savaşa çıkmıştı. Yolda:

"Bu gün, komşusuna eziyet eden kimse bize katılmasın." buyurdu. Adamın biri:

"Ben komşumun duvarının dibine abdest bozmuştum." deyince, Rasûlüllah (s.a.s):

"Bu gün bize katılma." buyurdu. (Y. Kandehlevi, Hadislerle Müslümanlık, III/1068).

Bütün bu âyet ve Hadislerden de anlaşılacağı gibi, çevresindeki insanlarla iyi komşuluk münasebetleri kurmak her Müslümanın görevidir. Bu görevi yerine getirmeyen ve komşularını rahatsız eden insanlara da her zaman rastlanmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s), kötü komşunun fenalıklarına karşı sabırlı olunmasını tavsiye etmiştir.

8) Kötü komşunun, nasıl çevresindeki insanlara zararı dokunuyorsa aksine iyi komşunun da dünya ve âhirette yakınlarına iyilik ve yardımı dokunacaktır. Hadîs-i şerifte;

"Şüphesiz, Allah (c.c) salih Müslüman sebebiyle komşularından yüz evden belâyı defeder." (el-Askalâni, Selâmet Yolları, III, 298) buyurmuştur.

Islam hukukuna göre, bitişik komşu olmak malî bazı hakların da doğmasına sebeb olur. Şuf`a ve irtifak hakları bunlar arasında sayılabilir. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Ev komşusu eve, başkalarından daha fazla hak sahibidir." (Tirmizî, Ahkâm, 31, 33; Ebû Dâvud, Büyû`, 73; Ahmed b. Hanbel, IV, 388-390, V, 8,12, 13,18).

"Komşu komşusunun şuf'asına başkalarından daha fazla hak sahibidir." (Ebû Dâvud, Büyû, 73; Tirmizi, Ahkâm, 32; Ibn Mâce, Şuf`a, I, s.2).

Şuf`a, satılan bir malı, satın alan kimseden, sahip olduğu satın almadaki öncelik hakkına dayanarak, bedelini ödemek suretiyle geri alabilme hakkını ifade eder. Irtifak hakkı ise, komşunun mülkü üzerindeki geçit, su alma veya su geçirme gibi gayrı menkule bağlı olarak geçen haklardır

27 Temmuz 2022 Çarşamba

KARDEŞLER VE KARDEŞ HAKLARI

 Kardeşler, birbirlerini tamamlayan bir bütünün parçaları gibidir. Hiçbir şey, bu birliği bozmamalı, kardeşleri birbirlerinden uzaklaştırmamalıdır. Büyük kardeşler, küçükler için anne-baba gibidir. Peygamberimiz (asm),

“Büyük kardeşin küçük kardeş üzerindeki hakkı, babanın çocuğu üzerindeki hakkı gibidir.”(İhya-i Ulumuddin, II/195)

buyurmaktadır. Bu sebeple küçükler, büyüklerine saygı göstermeli, onlara karşı gelmemeli, kırıcı söz ve davranışlardan kaçınmalıdır. Büyük kardeşler de, küçükleri sevmeli ve şefkatle korumalıdır. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (asm), bizi şöyle uyarmaktadır:

“Büyüklerine saygı göstermeyen ve küçüklerine merhamet etmeyenler bizden değildir.”(age., II/485)

Kardeşler arasında sevgi ve saygıyı azaltan sebeplerden birisi de aralarındaki kıskançlıklardır. Kıskançlık duygularının hiç bir kardeşe yararı yoktur. Bu nedenle, kardeşler birbirlerini kıskanarak hem kendilerini hem de kardeşlerini huzursuz etmemelidir. Kur’an-ı Kerim’de kardeşlerin birbirlerini kıskanmalarının kötülüğü ile ilgili Yusuf suresinde, Hz. Yusuf peygamberin kıssası anlatılmaktadır.

Kardeşlerin birbirlerine karşı bir takım görevleri vardır. Çünkü kardeş demek, aynı bir vücudun iki parçası demektir. Aynı kökten gelen bir ağacın dallarına benzerler. Onun için her insan kendini nasıl severse; kendisinden bir parça olan kardeşini de aynı şekilde sevmek zorundadır.

Aynı çatı altında büyüyen kardeşler, hem kendi aralarında hem de anne ve babaları ile ilişkilerini, sevgi ve saygı üzerine kurarak, aile kurumunun devamına katkıda bulunmalıdırlar.

Selam ve dua ile...

AİLE BİREYLERİ

 Aile bireyleri olarak, ailemizde sevinçlerimizi paylaşır, iyi günlerimizde hep birlikte güler, eğleniriz ve sıkıntılı günlerimizde hep beraber üzülür, sorunlarımıza hep beraber çözümler ararız. Sevinçler paylaşılınca artar, sevinçlerimizi ailece paylaşarak daha çok seviniriz. Aynı şekilde üzüntülerimizi, paylaştıkça daha kolay unuturuz.

Hepimiz sevmeyi, sevilmeyi, saygılı olmayı, doğayı, hayvanları, insanları sevmeyi ailemizden öğreniriz. Küçüklerimizi sevmeyi, büyüklerimizi saymayı bize ailemiz öğretir. Toplum içinde nasıl davranmamız gerektiğini, kötülüklerden nasıl korunacağımızı ailemizden öğreniriz.

Aile bir erkek ve kadın ile varsa çocuklardan oluşur demiştik, aile içinde çocukların ayrı bir yeri vardır. Dinimize göre çocuklar, anne babaya Allah’ın bir emanetidir. Çünkü, Allah çocuklar için şöyle buyuruyor:

“Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür;..”(Kehf, 18/46)

diyor. Aynı şekilde, Kur’an-ı kerim’de anne-babaların şöyle dua etmesi istenmektedir:

“(Rabbimiz! Bize, gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl!..”(Furkan, 25/74)

 Çocukları topluma faydalı bir insan olarak yetiştirmek, onların başta gelen görevlerindendir. Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Hiçbir anne baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunamaz.”(Tirmizî, Birr 33.)

Aynı anne babadan ya da anne veya babaları bir olan çocuklara kardeş denilir. Kardeşler arasındaki ilişkilerin temelinde de sevgi ve saygı olmalıdır. Böylece, birbirlerini seven ve sayan kardeşler, kendi aralarında iyi geçinirler.

AİLE; TOPLUMUN ÖZÜ VE TEMELİ

 Aile, evlilik bağıyla bağlı anne, baba ve varsa çocuklardan oluşan en küçük toplum birimidir. Bu bakımdan aile toplumun temel taşı sayılmıştır. Anne baba ve çocukların yanında nine dede, amca hala, dayı ve teyzeler de aileden sayılır.

Toplumun özü ve temeli ailedir. Milletler bir çok ailenin birleşmesinden meydana gelmiştir. Aileler ne kadar sağlam temeller üzerine kurulursa, böyle ailelerden meydana gelen toplumlar da o derece sağlam ve huzurlu olur.

İslâm dini, aile kurmaya önem vermiş, evlenmeyi teşvik etmiş ve onun korunmasını istemiştir. Yüce Allah, Nur suresinde şöyle buyurur:

“Ey müminler! Sizden bekar olanları evlendirin. Eğer fakir iseler, Allah onları lütfuyla zengin yapar.”(Nur, 24/32.)

Peygamber Efendimiz (asm) de, evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı teşvik etmiştir. Bu yüzden, sebepsiz yere evlenmemek hoş görülmemiştir. Gençlik yıllarını, nefsinin arzularına uyarak iyi değerlendiremeyen insanların sonları perişan olur. Böyle kimseler istedikleri makama, paraya ve şöhrete kavuşsalar bile sıcak bir aile yuvasının neşesinden, aile bireylerinin sevgi ve saygı dolu bakışlarından ve öldükten sonra iyi bir şekilde hatırlanmaktan mahrum kalırlar.

Dinimiz aileye ve aile bireyleri arasındaki ilişkilere çok önem vermiştir. İslâm’a göre aile, insanın doğup büyüdüğü kutsal bir ortamdır. Bu kutsallığın temelinde sevgi, saygı, şefkat, merhamet ve acıma duygusu vardır. Hepimizin kaldığı bir yer vardır, orası bizim yuvamızdır. İnsanların kaldıkları yerlere ev deriz. Ancak aile bireylerinin yaşadıkları yerlere yuva denir. Aile yuvalarına, aile ocağı da denilmektedir. Aile yuvası ve aile ocağı gibi deyimler, insana rahatlık ve güven duygusu veren, sıcaklığını hissettiğimiz yerler anlamında kullanılmaktadır. O halde, içinde yaşadığımız binaların maddi yapısına ev derken, içinde yaşadığımız manevi ortama da aile yuvası veya aile ocağı diyoruz.

GÜZELLİKLER BİZİ BEKLİYOR !

 

İnsan yaratılış itibariyle fıtraten iyilik yapmaya, güzel düşünmeye ve güzel görmeye meyyaldır.
Her ne kadar, önüne engeller çıksa da, onu aşmak yada kaldırmak için, çaba sarfeder.Çünkü yaratılışı buna müsait, kabiliyetleri bu şekilde inlişaf etmektedir.Tüm diğer canlılardan farklı ve üstün vasıfta yaratılan insan, kendine yüklenen sorumluluğun farkında olmalıdır.
Bediüzzaman Hazretlerinin, otuzuncu sözde bahsettiği; Emanetin çeşitli yönlerinden birisi, belki de en mühimi, ene yani benliktir.
   Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene'dir.
Evet ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.
Sözler - 535
Demek ki insan bu emanetleri taşıma sorumluluğunun altına girerek, Rabbina karşı kulluk görevini, yerine getirme taahhüdünde bulunmuştur.
Bütün kainatın kendisine hizmet ettiği insan, mahlukat namına onların Rablerine karşı zikir ve şükür görevini  onlar namına takdim edip Halıklarına karşı umumi bir tesbihata lisanen mazhar olmuştur.
Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana "ene" namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder.
Sözler - 536
İnsan eğer yaratılış gayesini bilir ve bu doğrultuda hareket ederse, meleklerin dahi gıpta ettiği bir mevki kazanarak, cennete layık bir değer eldeder.Bunun haricinde insan, yaratılış gayesini unutur, kendisine emanet edilen alet ve duyguları gayesi doğrultusunda kullanmayıp nefsin esiri olup,bu alet ve cihazatı, ene denilen benlik hesabına çalıştırırsa,  o zaman da Cehenneme layık bir vaziyet alır.
Allah bizleri nefsin ve şeytanın şerrinden korusun.Güzellikler ile birlikte cennette mesut ve bahtiyar olanlardan eylesin

26 Temmuz 2022 Salı

BİR GÖZ HATIRI İÇİN...

  ÜÇÜNCÜ VECİH: 

   Adalet-i mahzayı ifade eden

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى  Hiç bir günahkâr başkasının günahını yüklenmez Enam 6:164

sırrına göre; bir mü'minde bulunan câni bir sıfat yüzünden sair masum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adavet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bâhusus bir mü'minin fena bir sıfatından darılıp küsüp, o mü'minin akrabasına adavetini teşmil etmek,

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ Muhak ki insan çok zalimdir. İbrahim suresi 13:34

sîga-i mübalağa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde; nasıl kendini haklı bulursun, "Benim hakkım var" dersin?

   Hakikat nazarında sebeb-i adavet ve şerr olan fenalıklar, şerr ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in'ikas etmemek gerektir.

Başkası ondan ders alıp şerr işlese, o başka mes'eledir.

Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in'ikas etmek, şe'nidir.

Ve ondandır ki; "Dostun dostu dosttur" sözü, durub-u emsal sırasına geçmiştir.

Hem onun içindir ki; "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir" sözü umumun lisanında gezer.

   İşte ey insafsız adam!

Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın, sevimli masum bir kardeşine ve taallukatına adavet etmek; ne kadar hilaf-ı hakikat olduğunu hakikat-bîn isen anlarsın.

Mektubat - 264

25 Temmuz 2022 Pazartesi

KARDEŞ OLALIM !

    Ey insafsız adam!

Şimdi bak ki: Mü'min kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür.

Çünki nasılki sen âdi küçük taşları, Kâ'be'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin.

Aynen öyle de: Kâ'be hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü'mine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı, iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!..

   Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister.

Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Evet inkâr edemezsin ki: Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşane bir alâka telakki edersin.

Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârane bir münasebet hissedersin.

Halbuki imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlahiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

Meselâ:

   Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın!

Mektubat - 263

DÜŞÜN EY İNSAN !

    İşte ey insan!

Aklını başına al.

Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın.

اَلْجَزَٓاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ

sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir.

Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle.

Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin.

Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seriü't-teessür kalblerini rencide etmek ile

خَسِرَ الدُّنْيَا وَ الْاٰخِرَةَ

sırrına mazhar olursun.

Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman'ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

   Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı.

Dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum.

Sırrını bilmezdim.

Sonra anladım ki, o muvaffakıyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş.

İnşâallah âhiretini de tamir etmiş.

Bahtiyar olmak isteyen, ona benzemeli.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ قَالَ اَلْجَنَّةُ تَحْتَ اَقْدَامِ الْاُمَّهَاتِ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَع۪ينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Mektubat - 261

HER CANLININ RIZKINI VEREN ALLAH

 اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُوالْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ ٭ وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ

âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, bütün zîhayatın enva'-ı mahlukları lisan-ı hal ile bağırıp, o hakikat-i kerimaneyi söylüyorlar.

   Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor.

Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel her gün yarım ekmek, -o köyün ekmeği küçük idi- muayyen bir tayınım vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu.

Sonra dört kedi bana misafir geldiler.

O aynı tayınım hem bana, hem onlara kâfi geldi.

Çok kerre de fazla kalırdı.

İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum.

Kat'î bir surette ilân ediyorum: Onlar bana bâr değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.

   Ey insan!

Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve

لَوْلَا الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلَٓاءُ صَبًّا

sırrıyla, yani: "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti." Ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.

Mektubat - 260

RIZIK VE ANA BABA HAKKI

    Ey hanesinde ihtiyar bir vâlide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mânde veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil!. Şu âyet-i kerimeye dikkat et bak: Nasılki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı surette ihtiyar vâlideyne şefkati celbediyor.

Evet dünyada en yüksek hakikat, peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı şefkatleridir.

Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır.

Çünki onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda edip sarfediyorlar.

Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılab etmemiş herbir veled; o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir.

Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.    İşte o mübarek ihtiyarların vücudlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek, ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır bil, ayıl!

Evet hayatını senin hayatına feda edenin zeval-i hayatını arzu etmek, ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!

   Ey derd-i maişetle mübtela olan insan!

Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır.

Sakın deme: "Maişetim dardır, idare edemiyorum." Çünki onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı.

Bu hakikatı benden inan.

Bunun çok kat'î delillerini biliyorum, seni de inandırabilirim.

Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum.

Şu sözüme kanaat et.

Kasem ederim şu hakikat gayet kat'îdir, hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar.

Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli.

   Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latîf ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel'ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latîf bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir.

Onların iaşelerini, tama'kâr ve bahil insanlara yükletmez.

Mektubat - 259

24 Temmuz 2022 Pazar

İHTİYARLIK VE İHTİYARLARA BİR MÜJDE

    İşte, ey benim gibi ihtiyarlık münasebetiyle pek çok dostların firak acılarını çeken ihtiyar ve ihtiyareler!

Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zahiren benden yaşlı ise de, manen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlığımı tahmin ediyorum.

Çünki fıtratımda rikkat-ı cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım.

Ve siz ne kadar firak belasını çekmiş iseniz, benim kadar o belaya maruz kalmamışsınız.

Çünki oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim.

Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâdlarının, hattâ masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkat ile hissediyordum.

Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i İslâmın kıt'asıyla hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım.

Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum!..

   İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak belalarından gelen teessüratıma, bana nur-u iman tam kâfi geldi; kırılmaz bir rica, kopmaz bir ümid, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi.

Elbette sizlere ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflet ve teessürat ve teellümata; iman kâfi ve vâfidir.

Asıl en karanlıklı ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık ve en elîm ve müdhiş firak, ehl-i dalaletin ve ehl-i sefahetin ihtiyarlıklarıdır ve firaklarıdır.

O rica ve ziya ve teselli veren imanı zevketmek ve tesiratını hissetmek için, ihtiyarlığa lâyık ve İslâmiyete muvafık ubudiyetkârane bir tavr-ı şuurdarane takınmakla olur.

Yoksa gençlere benzemeye çalışmak ve onların sarhoşça gafletlerine başını sokup ihtiyarlığını unutmakla değildir.

خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ

-ev kema kal- mealindeki hadîsi düşününüz.

Yani: "Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir.

Ve ihtiyarlarınızın en fenası, sefahette ve başını gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir."

   Ey kardeşlerim ihtiyarlar ve hemşire ihtiyareler!

Hadîs-i şerifte vardır ki: "Altmış yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mü'min, dergâh-ı İlahiyeye elini kaldırıp dua ederken, rahmet-i İlahiye onun elini boş döndürmeye hicab ediyor." Madem rahmet size karşı böyle hürmet ediyor.. siz de rahmetin bu hürmetini ubudiyetinizle ihtiram ediniz.

Lemalar - 252

BU ASRIN ACİP BİR ÖZELLİĞİ

    Bu asrın acib bir hâssasıdır.

{(Haşiye): Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.} Bu asırdaki ehl-i İslâm'ın fevkalâde safderûnluğu ve dehşetli cânileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır.

Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.

Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat'iyye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer'iye var.

Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama' ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder.

Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini afvedebilir.

Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkaların hukukunu çiğneyen cânilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.

Kastamonu - 25

23 Temmuz 2022 Cumartesi

SİNEK RİSALESİ 1

 Büyük bir ayetin küçük bir nüktesidir.

  Şöyle ki:

  Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz’î tacizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüşdü’ye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.” O da, kemal-i ciddiyetle, dedi ki: “Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.” 

  Her ne ise, bu latîfe münasebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki: 

  Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fâtır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş. Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in, 

  يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِجْتَمَعُوا لَهُۜ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لَايَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُۜ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ  574  ۝ 

  yani, “Cenab-ı Haktan başka, bütün esbab ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafından dava edilen âliheler içtima etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mu’cize-i Rabbaniyedir ve bir ayet-i tekviniyedir ki bütün esbab toplansa, onun mislini yapamazlar, o ayet-i Rabbaniyeye muaraza edemezler, taklidini yapamazlar” mealindeki ayetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrut’u mağlûp eden; ve Hazret-i Mûsa (as) onların tacizlerine karşı müştekiyâne, “Yâ Rab, bu muacciz mahlûkları ne için

  bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhamen cevap gelmiş ki: “Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisan ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisan ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı’” diye, Hazret-i Mûsa’nın (as) şekvasına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineğin; hem gayet nezafetperver, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu taifenin elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kàsırdır; daha o vazifeyi ihata edememiş. 

  Evet, Cenab-ı Hak, nasıl ki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvanat-ı bahriye cenazelerini   HÂŞİYE   toplamak ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, müstekreh manzaradan kurtarmak için sıhhiye memurları nev’inden gayet muntazam âkilü’l-lahm bir kısım hayvanatı halk etmiş. Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini ifa etmeseydiler, deniz yüzü âyine gibi parlamayacaktı. Belki hazin ve elîm bir bulanıklık gösterecekti. 

  Hem her günde milyarlarla yabanî hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla rûy-i zemini o taaffünattan temizlemek ve zîhayatları o elîm, hazin manzaralardan kurtarmak için nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misillü, kerametkârâne, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbanî ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkilü’l-lahm kuşları ve vahşî hayvanları halk etmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı. 

  Evet, âkilü’l-lahm hayvanların helâl rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, ceza görürler. 

https://risale.de/lemalar/1546

SİNEK RİSALESİ 2

 حَتّٰى يَقْتَصُّ الْجَمَّٓاءُ مِنَ الْقَرْنَٓاءِ  575   (ev kemâ kàl). Yani,

  “Boynuzsuz olan hayvanın kısası kıyamette boynuzludan alınır” diye ifade-i hadîsiye gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ervahları bâkî kalan hayvanat mabeyninde dahi, onlara münasip bir tarzda, dâr-ı bekada mücazat ve mükâfatları vardır. Ona binaen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.

  Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezafet memurları olarak, hem nimet-i İlâhiyenin küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve hakaretten ve abesiyetten sıyanet etmekle ve küçücük hayvanatın cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi tavzif olunmuşlar.

  Aynen onlardan daha mühim, sinekleri dahi, insanın gözüne görünmeyen, hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi temizlemekle, sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nâkileleri, bilâkis, muzır mikropları mass, yani emmek ve yemekle o mikropları imha, o madde-i semmiyeyi istihaleye uğratırlar, çok sârî hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem tanzifat memurları, hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gayet kesretidir. Çünkü kıymettar, menfaattar şeyler teksir edilir.   HÂŞİYE   

  Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve latif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eden ve ders veren sineği görüyorsun. 

https://risale.de/lemalar/1546

SİNEK RİSALESİ 3

 Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en latifi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da, vahy-i Rabbanîye mazhariyetle serfiraz olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana daima muavenete dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvanata düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def için mücadele olabilir. Meselâ koyunları kurtların tecavüzünden korumak için onlara mukabele edilir. Acaba hararet zamanında

  vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevadd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccamlar olmasınlar mı? Muhtemel... 

  سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ ف۪ى صُنْعِهِ الْعُقُولُ  576   

  Nefsimle mücadele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihara, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: “Bu mülk senin değil, emanettir.” O vakit nefis gurur ve iftiharı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. “Benim malım olmayana ne bakayım? Zayi olsun, bana ne?” dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emanetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mirî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: “Bak!” Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu. 

  Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazen tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihale ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir, belki şe’nindendir. 

  Evet, arıdan başka sineklerin bazı taifeleri var ki   HÂŞİYE   muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemadiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar.

  O semli, müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek, bir istihale makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük ferdlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler. “Küçüklüğümüze bakma. Taifemizin azametine bak, ‘Sübhanallah’ de!” diye lisan-ı hal ile söylerler.

https://risale.de/lemalar/1546

22 Temmuz 2022 Cuma

MÜLKÜN SAHİBİ

  DOKUZUNCU LEM'A: 

   Bakınız!

Âlem-i arz ve bütün cüz'iyat üstünde hâtem-i ehadiyet bulunduğu gibi, dağınık neviler ve muhit unsurlar üstünde de aynen o hâtem-i ehadiyet bulunur.

   Evet bir tarlaya tohum ekilmesinden anlaşılıyor ki, o tarla tohum sahibinin mülküdür.

Ve o tohum da, o tarla sahibinin malıdır.

Yani o buna, bu da ona şehadet ediyorlar.

   Kezalik kâinattaki masnuat, tohum gibidir.

Âlem ve anasır da tarla gibidir.

Her iki tarafın lisan-ı halleriyle ettikleri şehadete göre, masnuat ile âlem-i anasır, yani tohum ile tarla ve muhit ile muhat, (hep) bir Sâni'-i Vâhid'in yed-i tasarrufundadır.

Demek edna bir mahluka yapılan tasarruf-u hakikî ve zaîf bir mevcuda edilen tevcih-i rububiyet, âlem ve anasır kabza-i tasarrufunda bulunan Zâta mahsus olduğu gibi, herhangi bir unsurun da tedvir ve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatı kabza-i rububiyetinde tutup terbiye eden aynen o Zâta mahsustur.

İşte, hâtem-i tevhid dediğimiz budur.

Eğer bir şeye temellük etmeğe niyetin varsa, meydana çık, kendini tecrübe et, bak ne söylüyorlar!

En cüz'î bir ferd, "Ancak nev'imi yaratan beni yaratabilir." diyor.

Çünki efrad arasında misliyet vardır.

Ve arzın her tarafında dağınık bir surette bulunan en küçük bir nev', "Beni yaratabilen ancak arzı yaratandır" söylüyor.

   Arza bak ne söylüyor?

Sema ile aralarında alış-verişi bulunduğu için "Beni halkedebilen, ancak mecmu-u kâinatı halkeden Zâttır." diyor.

Çünki aralarında tesanüd vardır.

Mesnevi-i Nuriye - 17

MUHTEŞEM SARAY

  YEDİNCİ LEM'A: 

   Bakınız!

Aktar-ı semavat ve arz sahifeleri üstünde hâtem-i ehadiyet göründüğü gibi, kâinatın heyet-i mecmuasının büyük sahifesi üzerinde de pek vâzıh bir surette hâtem-i tevhid görünmektedir.

   Evet bu âlem pek muhteşem bir saray veya muntazam bir fabrika veya mükemmel bir şehirdir.

Bu fabrika-i kâinatın eczası, efradı ve enva'ı, âlât ve edevatı arasında hakîmane bir muarefe ve tanışmak ve dostane bir mükâleme ve konuşmak ve pek kerimane bir muavenet ve yardımlaşmak vardır ki, kemal-i sür'atle pek uzun mesafelerden birbirinin savtını işitir ve ihtiyacını görür gibi derhal imdadına yetişir, ihtiyacını defeder.

Evet semadaki ecram ve yıldızların birbirine ve arza verdikleri ziya, hararet, bilhâssa arza yaptıkları sair yardımlarını görüyorsunuz.

Ve keza bulut ile arz arasında cereyan eden su alış-verişine bakınız ki, arz suyu buhar şeklinde buluta veriyor, bulut da kendi fabrikalarında lâzım gelen ameliyatı yaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor.

Sanki o camid cirmler, lisan-ı halleriyle telsiz telgraf gibi birbiriyle konuşur ve yekdiğerine arz-ı ihtiyaç ediyorlar.

Bilhâssa bütün o ecram âdeta el ele vermiş gibi, kemal-i ciddiyetle zevilhayata lâzım olan şeyleri tedarik etmek hizmetinde sa'y ediyorlar ve bir Müdebbir'in emrine bağlı olup bir gayeye teveccüh ediyorlar.

   Evet şu teavün kanununa ittibaen, şems, kamer, gece ve gündüz, yaz ve kış taraflarından yapılan yardımlar sayesinde, şu hayvanların erzakını yetiştiren nebatat izn-i İlahî ile meydana gelir.

Hayvanat da emr-i Rabbanî ile beşerin ihtiyacatını yerine getirir.

Bal arısıyla ipek böceğinin insanlara yaptıkları yardımlar, bu davayı isbat eder.

   Evet bu gibi eşya-yı camidenin yekdiğerine yaptıkları şu yardımlar, pek aşikâr bir delildir ki; onlar kerim bir Müdebbir'in hademesi ve amelesi olup, onun emri ile, izni ile iş görürler.

Mesnevi-i Nuriye - 16

20 Temmuz 2022 Çarşamba

İSLAM VE HÜRRİYET

 İslamda zorlayıcı hüküm yoktur.

Sözlükte hürriyet her ne kadar “serbestiyet” anlamına gelse de içinde yaşadığımız yaratılış aleminde insanın varlığını devam ettirebilmesi için mutlak anlamda hür ve serbest olması mümkün değildir. Zira insanın yaşayabilmesi için yemek, içmek, uyumak, nefes almak gibi fiziki alemin kurallarını dikkate alması zaruridir. Zaten kimse hürriyeti bu anlamda “sınırsız serbestiyet” olarak gündeme getirmemektedir. Bir de yine yaşadığımız alemde dinî kurallar vardır ki insanlar bu konuda (kendilerine cüz’î irade verilerek) muhtar bırakılmıştır. İsteyen -yani iradesini bu doğrultuda kullanan- bunlara tamamen tabi olur, isteyen kısmen tabi olur, isteyen de tabi olmaz. Esasında İslam da bu konuda zorlayıcı bir hüküm getirmemiş, insanları bu kurallara uymaya, uymaları halinde dünya ve ahirette karşılaşacakları olumlu sonuçlarına, uymamaları halinde karşılaşacakları olumsuz sonuçlarına dikkat çeken bir davette bulunmakla iktifa etmiştir. Bu açıdan bakıldığında hürriyet “ilahî bir sünnet/uygulama”, bir “hükm-i dinî”dir.

SİYASİ OTORİTE VE DAYATMALAR

Hürriyet kavramının fıtrî, dinî, hukukî, iktisadî, felsefî boyutları varsa da kavram, daha çok siyasî alanla ilgili olarak gündeme gelmiş ve tartışılmıştır. Siyasî bir otorite insanların alanlarını daraltabilir mi, fikir ve ifade hürriyetini kısıtlayabilir mi, birtakım resmi ideoloji ve dayatmalara maruz bırakabilir mi? Biraz daha açarak ifade etmek gerekirse, bir devlet mekanizması içinde fertler temel hak ve hürriyetlerini rahatlıkla kullanabilirler mi yoksa söz konusu idarenin kısıtlamasına boyun eğmek zorunda mıdır? Burada, -adı ne olursa olsun-, iki tür yönetim karşımıza çıkmaktadır. Hürriyetçi olan siyasî yaklaşım ve yönetimler, hürriyetçi olmayan yahut müstebit yaklaşım ve yönetimler. Bediüzzaman “seyyidü’l-kavmi hâdimühüm hadisinin sırrıyla, şeriat aleme gelmiş; tâ istibdâdı ve zalimane tahakkümü mahvetsin” diyerek (Divan-ı Harb-i Örfî [ESDE içinde], s. 121) “hürriyet ve adaleti” dinin gönderiliş gayesi olarak açıklamış, İslam’ın “hürriyetçi ve adaletli” karakterine dikkat çekmiştir.

DEMOKRASİ İDEAL YÖNETİM

 İnsanın yaratılışça “hür” olduğu yahut “hür” yaratıldığı gerçeği dikkate alındığında -uyulması zorunlu yaratılış kuralları dışında- dışarıdan, baskı, zorlama ve dayatmaya dayalı her türlü anlayış ve uygulama insan gerçeğine aykırıdır ve fıtrat bakımından red ile karşılık görür. Dinin özünü teşkil eden imanın ve iyiliğin (maruf) tavsiye edilmesi, küfrün ve kötülüğün (münker) yasaklanması ise insanın yaratılış özelliklerine uygun düştüğü için esaret, istibdat yahut dayatma olarak anlaşılamaz. Resul-i Ekrem (asm)’ın İslam’ı “fıtrat/yaratılış dini” olarak açıklamasının (Müslim, “Kader”, 23) sebebi budur. Kaldı ki bu konuda da zorlama söz konusu olmaması gerektiği, “Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin” (Kehf 18/29) gibi ayetlerle kesin hükme bağlanmıştır. Bu nokta göz önünde bulundurularak, fert olan insandan fertlerden oluşan topluma geçilerek bakıldığında, aynı realitenin söz konusu olduğu ya da olması gerektiği rahatlıkla ifade olunabilir. Öyleyse fert gibi toplum için de fıtratına uygun, barış ve güveni sağlayacak temel düstur “hürriyet ve adalet” yahut kısaca “hürriyetçi düsturlar”dır. Yaşadığı bölge, sahip olduğu inanç ve kültür ne olursa olsun bugün dünyada ideal yönetim olarak demokrasiye vurgu yapılmasının sebebi budur. Latince “halk hakimiyeti” anlamına gelen demokrasinin, -pek çok sebebe bağlı olarak- uygulamada farklı versiyonları varsa da, en azından teoride demokrasiyi bu kadar değerli kılan temel unsur hürriyettir. Hürriyetin teminat altına alınmadığı idari mekanizmalar, -hangi isimle anılırsa anılsın-, asla demokrat sayılmayacağı gibi hürriyet ve adaleti bütün kurum ve kuruluşlarıyla gerçekleştirmeyi amaçlayan idarî yapılar da gerçek anlamda demokrat yapılardır.

HİKMETİN BİLMEDİĞİN ŞEYE KARIŞMA

       Dünya hayatı çok sınırlı bir süredir. Hâlbuki ahiret hayatı ebedîdir. Sonsuzdur. İnsan genelde hep dünya hayatını öne alıyor. O hayatının iyi geçmesini istiyor. O bakımdan Allah’ın kâinattaki icraat ve tasarrufundaki hikmetleri anlayamıyor.

Hâlbuki Cenab-ı Hak insanın ebedî hayatının kurtulması için, o insana bir takım musibetler, hastalıklar, arızalar ve üzücü halleri veriyor. Ta ki, Allah’ı ve ahreti unutmasın. O ebedî hayatı için çalışsın. Hastalık ve sıkıntılarla günahları hafiflesin ve cehennemde yanmasın istiyor.

Biz daima İbrahim Hakkı gibi şöyle demeliyiz:

Lütfun da Hoş, Kahrın da Hoş.

"Hak şerleri hayır eyler,

Zannetme ki gayr eyler,

Arif onu seyreyler,

Mevla görelim neyler,

Neylerse güzel eyler."

"Deme nedendir bu böyle

O yerindedir öyle,

Bak sonunu sabreyle,

Mevla görelim neyler,

Neylerse güzel eyler."

Selam ve dua ile...

19 Temmuz 2022 Salı

KİMSEYİ HOR GÖRME

 İslâm dininde fakirlerin durumunu iyileştirmeye yönelik olarak çeşitli önlemler alınmış olmakla birlikte hiçbir zaman fakirlik bir horlama ve aşağılama sebebi görülmemiş, mülkün gerçek sahibinin Allah olduğu (Âl-i İmrân, 3/26), dünyada insanların ekonomik yönden farklı seviyelerde olup bazılarının fakirlik ve maddî sıkıntı içinde bulunmasının birtakım amaç ve hikmetlere dayalı olduğu (Bakara, 2/155; Nahl, 16/71; Zuhruf, 43/32), insanların Allah katındaki değerini belirlemede takvanın ölçü alınacağı (Hucurât, 49/13) gibi hususlar dikkate alınarak her toplumda var olan bu sosyal gerçek tabii karşılanmış, böylece konuya başka bir dinî ve ahlâkî boyut kazandırılmıştır.

Sabreden ve olgunluk gösteren fakirlerin cennete ilk giren gruplar arasında yer alacağı, cennet ehlinin çoğunluğunu fakirlerin teşkil edeceği, gerçekte fakirliğin utanılacak bir şey değil insanın manevî hayatı için bazı avantajlar sağlayan bir mertebe sayıldığı, fakirlerin, miskinlerin ve zayıf kimselerin toplumun hayırlı bir tabakasını oluşturduğu yönünde Hz. Peygamber'e kadar uzanan rivayetler (bk. Miftâh, "miskin" md) böyle bir amaca yöneliktir.

Öte yandan Hz. Peygamber sabredip olgunluk göstermeyen, yoksulluğunu bahane ederek taşkınlık yapan, kötülük işleyen, isyan eden fakirleri de şiddetle kınamış, fakirliğin kişiyi birtakım kötülüklere sürükleyebileceği, hatta nankörlüğe sevkedip küfre bile düşürebileceği uyarısında bulunmuştur. (Nesâî, İsti'âze, 14, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 101; Müsned, 2/305, 325; 5/36, 39, 42)

İlk bakışta çelişkili gibi görünen fakirliğin lehinde ve aleyhindeki bu rivayetler aslında İslâm'ın benzer konulardaki tutumuyla da uyumlu olarak haklar ve ödevler, yetkiler ve sorumluluklar arasında denge bulunduğuna işaret etmeyi amaçlar. Her nimetin, her mahrumiyet ve sıkıntının maddî sebeplerinin yanı sıra İslâm'ın yaratılış ve kullukla ilgili genel telakkisi açısından da mâkul bir açıklaması yapılarak hem tevhid inancının hayatın her safhasını kuşatan bütünlüğü hem de kişilerin ruh sağlığı, yaratıcıya ve hayata bağlılıkları, kendilerine saygıları korunmuş olmaktadır.

Bu bakımdan İslâm'ın fakirlikle mücadele ve fakirlerin korunup gözetilmesi konusunda gösterdiği gayretle yoksulluk karşısında sabır ve metanet gösterilmesini öğütlemesi arasında açık bir uyum görülür.

Peygamber Efendimiz çok sevdiği sahâbîsi Sa'd İbni Ebû Vakkâs’ın şahsında ümmetini uyarmış, fakir ve kimsesiz müslümanları hor görmenin, küçümsemenin, onlara karşı kibirli davranmanın aslâ doğru olmayacağını hatırlatarak ümmetine sanki şöyle sesleniyor:

- Fakir, yoksul deyip geçmeyin. Onların arasında Allah’a çok yakın olanlar vardır. O gönlü kırıkların duası, hiçbir engele çarpmadan doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın yüce katına ulaşır. Onlar “paramız, pulumuz yok” diye sızlanmazlar. Dünyada sahip olamadıklarının kat kat fazlasını âhirette elde edeceklerinden şüphe etmezler. Bu sebeple alın yazılarından dolayı şikâyette bulunmazlar. Herşeyin Allah’dan geldiğini ve onun öyle münasip gördüğünü bilirler. Onun asla kuluna zulmetmeyeceğine gönülden inanırlar ve hâllerine hamd ederler.

İşte bu sebeple ey Müslümanlar, fakir ve çâresiz mü’minlerin sizin için bir nimet olduğunu bilin. Onların sevgisini kazanmaya ve dualarını almaya bakın!.. 


Dipnot:(bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Fakir md.; Riyazü's sâlihîn Tercümesi ve Şerhi, Heyet, Erkam Yayınları, hadis no: 273-274)

KUR'ANIN ESASI VE MAKSADI

    Kur'andaki anasır-ı esasiye ve Kur'anın takib ettiği maksadlar; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.

Bu dört unsuru beyan edeceğiz.

   Sual: 

   Kur'anın şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden malûmdur?

   Cevab: 

   Evet benî-Âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti.

"Şu garib ve acib mahluklar kimlerdir?

Nereden geliyorlar?

Nereye gidiyorlar?" diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükûmeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı.

Ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:

   Hikmet: Nereden geliyorsunuz?

Nereye gidiyorsunuz?

Bu dünyada işiniz nedir?

Reisiniz kimdir?    Bu suale, benî-Âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev'-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevabda bulundu:

   Ey hikmet!

Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır.

Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir.

Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz.

Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re'sü'l-malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır.

Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî'den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim.

İşte o Sultan-ı Ezelî'nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur'an-ı Azîmüşşan elimdedir.

Şübhen varsa al, oku!

   Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın verdiği şu cevablar, Kur'andan muktebes ve Kur'an lisanıyla söylenildiğinden; Kur'anın anasır-ı esasiyesinin şu dört maksadda temerküz ettiği anlaşılıyor.

İşarat-ül İ'caz - 12

18 Temmuz 2022 Pazartesi

MATBAA VE KALEM

    Bir kitab el yazısıyla yazılırsa, yalnız bir adama ve bir kaleme ihtiyaç vardır.

Fakat matbaada basılırsa, kalem işini gören pek çok demir kalemler lâzımdır.

Ve o demir harfleri yapmak için ustalar ve âlât ve edevat ve mürettibler gibi çok şeylere ihtiyaç olur.

Kezalik şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vâhid-i Ehad'in kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve makul bir yola sülûk etmiş olur.

Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar.

Çünki bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab' ve bastırılması için ekser kâinatın tab'ına lâzım olan techizat lâzımdır.

Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir.

   Ve keza toprağın, suyun, havanın her bir cüz'ünde nebatat adedince manevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilatını yapabilsinler.

Veyahut o nebatatı o kadar zînet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun herbir cüz'ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarını, cihazlarını ve mizanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır.

Çünki bu üç unsurun her bir cüz'ü, her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir.

Evet bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır.

Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar.

Mesnevi-i Nuriye - 14

ALLAH'I TARİF EDEN DELİLLER

    Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var.

Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem'a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik.

Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü'l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.

Birisi de Kur'an-ı Azîmüşşan'dır.

Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü'l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

   Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber...

O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri...

Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir davasını, mu'cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira o, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der, dava eder.

Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma' ile manen "SADAKTE VE BİL-HAKKI NATAKTE" derler.

Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın.

Sözler - 235

İNSAN ALDANIR

    Eyvah!

Aldandık.

Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik.

O zan sebebiyle bütün bütün zayi' ettik.

Evet şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rü'ya gibi geçti.

Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider...

   Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur.

Sür'atle gidiyor.

Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder.

Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır. 

   Madem hakikat böyledir; gel ey hayata çok müştak ve ömre çok talib ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtela bedbaht nefsim!

Uyan, aklını başına al!

Nasılki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimad eder; gecenin hadsiz zulümatında kalır.

Bal arısı, kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur.

Bütün dostları olan çiçekleri, Güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder.

Öyle de: Kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan; yıldız böceği gibi olursun.

Eğer sen, fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, bal arısı gibi olursun.

Hadsiz bir nur-u vücud bulursun.

Hem feda et.

Çünki şu vücud, sende vedia ve emanettir.

   Hem onun mülküdür, hem o vermiştir.

Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et; tâ beka bulsun.

Çünki nefy-i nefy, isbattır.

Yani: Yok, yok ise; o vardır.

Yok, yok olsa; var olur.

   Hâlık-ı Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor.

Cennet gibi büyük bir fiatı verir.

Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor.

Kıymetini yükselttiriyor.

Yine sana, hem bâki, hem mükemmel bir surette verecektir.

Öyle ise, ey nefsim!

Hiç durma.

Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap.

Tâ beş hasaretten kurtulup, beş rıbhi birden kazanasın.

Sözler - 212

17 Temmuz 2022 Pazar

TOPLUMUN HUZURU AİLE MUTLULUĞU İLE SAĞLANIR

 Millet fertlerin meydana getirdiği aynı topraklar üzerinde yaşayan vatandaşlık bağlarıyla birbirne bağlı topluluktur.Vatan ise bağımsız bayrak ile bütünlüğü diğer ülkelerce kabul edilmiş sınırları belli toprak parçasıdır.Toplum fertlerden oluşur.Bireylerden meydana gelen en küçük birim ailedir.Aile eş ve çocuklar büyük anne ve babadan ibarettir.Çekirdek aile dediğimiz anne baba ve çocuklar bir  erkek ve kadının evlilik ile meydana getirdiği birliketliktir. Bu evlilik sonucu çocukların vücuda gelmesi aile bağlarının güçlenmesini sağlar.

Evlenmeden önce farklı bireyler evlilikle birlikte eşit şartlarda bir bütün olarak yeni bir biz bir bütün oluştururlar.Yani eskiden iki ayrı fertler, evlilik akdi ile yeni bir oluşum meydana getirmiş olurlar ki bu oluşuma aile adı verilir.İki ben evlilikle fedakarlıklar sonucu bir bütün haline gelir.

Evlilik ile kendi yarısını eşine feda edip  iki yarım şeklinde bir başka yapıda bir bütün olurlar.Artık kendi için değil eşi içinde düşünüp fedakarlıkta daha sonra çocukları içinde fedakarlıkta bulunmak zorundadırlar.

Mutluluk karşılıklı sevgi ve fedakarlığın neticesidir.Allah'ın insanlar  verdiği sevgi sayesinde eşlerin ortak varlıkları olan çocuklar doğar büyür ve gelişir.

Sıcak bir ailede sevgi ile büyüyen çocuklar hem aile hemde toplum için faydalı bireyler olur.Bir bütün  olmanın şuurunda olan aile fertleri sevgi ve hoşgörü sayesinde birbirlerine kenetlenir.Öyle güçlü bağlar ile bağlanırlar ki hiç bir  güç onları birbirlerinden ayırıp koparamaz.

Tıpkı bir aşının tutmasıyla yeni meyveye dönüşen ağaç gibi sağlam meyve veren kırılmaz ve sarsılmaz ağaca dönüşür.Bu aile bireylerini dağıtmaya kimin gücü yeter ki.İşte toplum güçlü aile bağları ile birbirine bağlı fertlerden oluşursa o millet ayakta durur o vatan bayrağı ezanı ve ordusuyla güçlü olarak ayakta dimdik kıyamete kadar baki kalır.

Bundan anlaşılıyor ki,aile içi basit meseleleri büyütüp aile bağlarını koparan insanlar yalnız kendilerine değil çocuklarına çevrelerine ve dolayısıyla ülkesine zarar vermiş olur.İstenmeyen sonuçlarla karşılaşmamak için,ne olur her birimiz, gelin bu konuyu birlikte tekrar düşünüp öyle karar verelim.

16 Temmuz 2022 Cumartesi

MELEKLERE İMAN VE ÖNEMİ

    Hem meleklere iman meyvesinden bir cüz'ü ve Münker ve Nekir'e ait bir numunesi şudur: Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim diye mezarıma hayalen girdim.

Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferidde bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve me'yusiyetten tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler.

Benimle münazaraya başladılar.

Kalbim ve kabrim genişlediler, nurlandılar, hararetlendiler; âlem-i ervaha pencereler açıldı.

Ben de şimdi hayalen ve istikbalde hakikaten göreceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim.

   Sarf ve Nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir'in: "Men Rabbüke"= "Senin Rabbin kimdir?" diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Nahiv ilmi ile cevab vererek: "(Men) mübtedadır.

(Rabbüke) onun haberidir; müşkil bir mes'eleyi benden sorunuz, bu kolaydır." diyerek, hem o melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfe'l-kubur velisini güldürdü ve rahmet-i İlahiyeyi tebessüme getirdi, azabdan kurtulduğu gibi; Risale-i Nur'un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesi'ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatları ile cevab verdiği misillü; ben de ve Risale-i Nur şakirdleri de, o suallere karşı Risale-i Nur'un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevab verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevkedecekler inşâallah.

   Hem meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye medar cüz'î bir numunesi şudur ki: İlmihalden iman dersini alan bir masum çocuğun, yanında ağlayan ve masum bir kardeşinin vefatı için vaveylâ eden diğer bir çocuğa: "Ağlama, şükreyle.. senin kardeşin meleklerle beraber Cennet'e gitti; orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, heryeri seyredebilir." deyip, feryad edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir.

Ben de aynen bu ağlayan çocuk gibi, bu hazîn kışta ve elîm bir vaziyetimde gayet elîm iki vefat haberini aldım.

Biri, hem âlî mekteblerde birinciliği kazanan, hem Risale-i Nur'un hakikatlarını neşreden, biraderzadem merhum Fuad; ikincisi, hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken, tavaf içinde vefat eden Âlime Hanım namındaki merhume hemşirem.

Bu iki akrabamın ölümleri, İhtiyar Risalesi'nde yazılan merhum Abdurrahman'ın vefatı gibi beni ağlatırken; imanın nuruyla o masum Fuad, o sâliha Hanım insanlar yerinde meleklere, hurilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarını manen, kalben gördüm.

O şiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onları, hem Fuad'ın pederi kardeşim Abdülmecid'i, hem kendimi tebrik ederek Erhamürrâhimîn'e şükrettim.

Şualar - 259

14 Temmuz 2022 Perşembe

MAHLUKATIN YARATILIŞ GAYESİ

 Mahlukatın yaratılışında üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var .

   Birinci kısım neticeleri, Sâni'-i Zülcelal'in esmasına bakar.

Meselâ: Nasılki bir usta hârika bir makineyi yapsa; onu takdir eden herkes o zâta "Mâşâallah, bârekellah" deyip alkışlar.

Öyle de: O makine dahi, ondan maksud neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı haliyle ustasını tebrik eder, alkışlar.

Her zîhayat ve herşey böyle bir makinedir, ustasını tebriklerle alkışlar.

   İkinci kısım hikmetleri ise: 

   Zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar.

Onlara şirin bir mütalaagâh, birer kitab-ı marifet olur.

Manalarını zîşuurun zihinlerinde ve suretlerini kuvve-i hâfızalarında ve elvah-ı misaliyede ve âlem-i gaybın defterlerinde daire-i vücudda bırakıp, sonra âlem-i şehadeti terkeder, âlem-i gayba çekilir.

Demek surî bir vücudu bırakır, manevî ve gaybî ve ilmî çok vücudları kazanır.

Evet, madem Allah var ve ilmi ihata eder.

Elbette adem, i'dam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur ve kâfir münkirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur.

İşte bu hakikatı, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der: "Kimin için Allah var, ona herşey var ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir."

   Elhasıl: 

   Nasılki iman, ölüm vaktinde insanı i'dam-ı ebedîden kurtarıyor; öyle de herkesin hususî dünyasını dahi i'damdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor.

Ve küfür ise, hususan küfr-ü mutlak olsa; hem o insanı, hem hususî dünyasını ölümle i'dam edip manevî cehennem zulmetlerine atar.

Hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir.

Hayat-ı dünyeviyeyi âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın.

Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya imana girsinler.

Bu dehşetli hasarattan kurtulsunlar!

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

  Duanıza çok muhtaç ve size çok müştak kardeşiniz 

  Said Nursî 

Şualar - 254

ÖLÜM MÜ,YAŞAM MI ?


Zamanın birinde kendisinden uzakta bulunan iki oğlunun birbirlerine küstüğünü öğrenen baba bu duruma çok üzülür. Çocuklarını barıştırmak amacıyla bir plan yapar.Her iki oğluna da ayrı ayrı şu yazıyı yazar, "Kardeşin trafik kazası geçirdi durumu ağır derhal gel". Bu yazıyı her ikisine de gönderir.Zarfı alan çocuklar içini okuyunca hiç vakit kaybetmeden hemen yola çıkarlar. Önce küçük oğlan baba evine gelir. Onu karşılayan baba, geç kaldın cenazeye yetişemedin der ve onu bir odaya alır.Diğer büyük oğlu da biraz sonra baba evine gelince aynen ona da geç kaldın cenaze kaldırıldı yetişemedin der,onu da başka bir odaya alır.Ayrı odalarda bulunan oğlanlar üzüntü ile ağlarken baba her ikisine ayrı ayrı seslenerek salona gelmelerini söyler.Salona gelince birbirleri ile karşılaşan kardeşler şaşkın bir şekilde koltukta oturan babalarına, niçin bize yalan söyledin demelerine kalmadan baba, oğullarım ölüm mü değerli yoksa yaşam mı der ve ilave eder.Sizin birbirinizle barışmanız için birinizin ölmesi mi gerekirdi deyince iki kardeş  ağlayarak kucaklaşırlar ve bu şekilde barışırlar.

Bizler bu olaydan ibret alıp ders çıkarmalıyız. Eğer kardeşlerimiz, akrabalarımız ve doslarımız ile küs yada dargınsak, derhal barışmamız gerekmez mi ? 

Belki yarın çok geç olabilir,belki pişman oluruz ama, son pişmanlık fayda vermez.Selam ve dua ile herkese barışık huzurlu ve mutlu günler dilerim.

Rafet Özcan

MEDENİYET FARKI

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Kâfirlerin medeniyeti ile mü'minlerin medeniyeti arasındaki fark:

   Birincisi: 

   Medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir.

Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor.

Dışı süs içi pis, sureti me'nus sîreti ma'kûs bir şeytandır.

   İkincisi: 

   Bâtını nur, zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuvvet, sureti muavenet, sîreti şefkat, cazibedar bir melektir.    Evet mü'min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlukatı, bilhâssa insanları, bilhâssa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir.

Çünki iman bütün mü'minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.

   Küfür ise, öyle bir bürudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır.

Ve bütün eşyada bir nevi' ecnebilik tohumunu ekiyor.

Ve her şeyi her şeye düşman yapıyor.

   Evet hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattır.

Ve ezelî, ebedî iftirak ve firak ile muttasıl ve mahduddur.

Mesnevi-i Nuriye - 89