29 Nisan 2022 Cuma

ÜMİTSİZ OLMA

 

Kur’an insanın hangi zor şartlarda olursa olsun asla ümitsizliğe düşmemesini, mutlaka bir çıkış kapısı olduğunu söyler:

Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz her şeyimizle Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.’ derler.” (Bakara, 156)

En zor zamanda bile kesinlikle ümitsizliğe kapılma.” (Tevbe, 40)

 

HER ŞEYE HAKİM OLAMAZSIN

İnsanın başarıları ve becerileri sınırlıdır. Kişisel gelişim ilkeleri sınırlı olan insanı sınırsızlık çukuruna sürükleyerek çoğu kez psikolojik travmalara sebep olur. Kur’an ise insanın bu dünyaya imtihan için gönderildiğini, bundan dolayı bazı sıkıntılara maruz kalabileceği gerçeğini gözler önüne serer:

Biz insanı bir sıkıntı ve zorluk içinde olacak ve bunlara göğüs gerecek şekilde yarattık. İnsanoğlu, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?” (Beled, 5-6)

İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken (her hâlinde bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiş hoş gösterilmiştir.” (Yunus, 12)

HEVESLERİNİ KENDİNE İLAH EDİNME

İnsan kendisine indirilen kullanma kılavuzunu anlayıp pratik hayatta uygulamazsa birçok sapmalara maruz kalır. Bu da insanı mevhum bir Rububiyete götürebilir ve Firavun edebilir. Bu sebeple insan önce kendi içindeki ilahları, putları kırmalı ve bütün zerrelerine tevhidi hakim kılmalıdır.

Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun söz dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da aşağıdırlar.” (Furkan, 43-44)

ÖLÜM GERÇEĞİYLE YÜZLEŞ

Hayatın en büyük gerçeği ölümdür. Allah ilk insana gönderdiği vahiyle ölüm gerçeğini anlatmış, ölümün bir yok oluş, bitiş olmadığını aksine gerçek âleme, ahiret sarayına girişin kapısı olduğunu iman sayesinde öğretmiştir.

Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk, 2)

Her can ölümü tadacaktır. Sonra yaptıklarınızın karşılığını görmek için bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut, 57)

Ölümden korkmak yerine, ölüm gerçeğiyle yüzleş. (Vakıa 83-87)

İnsanlara hidayet rehberi ve yol gösterici olarak gönderilen Kur’an, baştan sona kişileri geliştirecek ve insanı kâmil yapacak ilkeler bütünüdür. İnanan insana düşen en büyük vazife kitabı olan Kur’an’ı okumak, anlamak ve hayatına tatbik etmektir. Bunu başarabildiği an gerçek kişisel gelişimini tamamlamış olacaktır. Bunu Kur’an’da söyleyen bizzat Rabbimizdir.

Muhakkak ki Allah (cc) doğruyu söyleyendir.

27 Nisan 2022 Çarşamba

NUR-U MUHAMMEDİ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitab nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (A.S.M.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur.

Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur.

Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelibi olur.

Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezel'in makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur.

Bütün insanları davet ediyor.

O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mu'cizeleri tarif ediyor.

Halkı o saray sahibine, sâni'ine iman etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.


Mesnevi-i Nuriye - 116

26 Nisan 2022 Salı

KANAATSİLİK VE TAMAHKÂRLIK

 “‘Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer’ hadisinin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder (netice verir). Hem sa’ye ve çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.”1

“İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı ictimâiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.”2

Yine Bediüzzaman’a göre, sosyal çalkantıların sebebi iki cümledir: Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne.” İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

İslâm âleminde bu iki cümlenin tesirlerinin kırılması da ancak zekât emrinin uygulanması ve faizin kaldırılmasıyla gerçekleşir.

Yeryüzündeki kaynakların sınırlı, insan ihtiyaçlarının ise sınırsız olması sebebiyle, bir bilim dalı olarak iktisat ya da ekonomi; kaynakların daha verimli bir şekilde kullanılabilmesini sağlamak amacıyla kurulmamış mıdır?

Pekâlâ biz, fert, millet ve devlet olarak iktisadî ve ekonomik açıdan sağlıklıbir uygulamanın içinde miyiz? Maalesef hayır!

Dipnotlar:

1-Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a, s. 258-260.

2-Lem’alar, 19. Lem’a, 7. Nükte.

NAMAZA NEDEN ÖNEM VERMİYORUZ ?

 Dinimizin direği, Müslüman ile gayr-ı müslimi birbirinden ayıran ve Kur’ân’da çokca zikir edilen en önemli ibadet namazdır.

Namaz; imanın âlâmeti, vücudun selâmeti, mü’minin istirahati ve kalbin huzurudur.

Cemaatla camide kılınmasının sevabı çok olsa da evde veya başka yerde tekbaşına da kılınabilir.

Güneşin ilk fecriyle sabahı, güneşin zevali yani güneş tam tepeye geldikten sonra batmaya doğru gitmesiyle öğleyi, gölgelerin iki katına çıkarmasıyla ikindiyi, güneşin ilk batışıyla akşamı ve gök yüzünden güneşten eser kalmamasıyla yatsı namazı kılınır.

Bediüzzaman namazı anlatırken şöyle der: “Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi azim bir tasarruf-u İlâhinin ayinesi ve o tasaruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlâhiyenin birer mak’ası olduğundan Kadir-i Zülcelâl’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namazı emretmiştir.”

“Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celâline karşı kavlen ve fiilen “sübhanallah” deyip takdis etmek; hem kemaline karşı lâfzen ve amelen “Allah-u ekber” deyip tazim etmek; hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir.”

“İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlâhide abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.”

“Nasıl ki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fatiha-i Şerife, şu Kur’ân-ı Azimüşşan’ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibadetin envaını şâmil bir fıhriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlûkatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.” (Dokuzuncu Söz)

Müslamanım diyene, kalbin temizliği yetmez. Namaz ibadetiyle; kalbi temizlemek, eğmeyen başımızı Allah huzurunda eğmek gerek.

Günah kirimizi silen, mü’minin Mi’racı olan ve bizleri kotülüklerden uzaklaştıran namazımızı düzgün biçimde kılmaya özen gösterelim. Selâm ve duâ ile.


NAMAZ KÂRLI BİR TİCARETTİR

    Ey nefis!

Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı.

Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin.

Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil.

Lâekal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır.

Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder.

Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var.

Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi'dir.

Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar.

Siyah ise, siyah görünür.

Kırmızı ise, kırmızı görünür.

Hem onun keyfiyetine bakar.

O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir.

Düzgün değil ise, çirkin gösterir.

En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin.

Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.

Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni'-i Zülcelal'ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder.

Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

âyet-i pür-envârından bir nuru, senin kalbine serper.

Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikasıyla ışıklandırır.

Senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

Sözler - 272

KUR'ANDA BEŞ VAKİT NAMAZ

 Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl.

Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir.

Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.

{Tefsircilere göre, gündüzün iki tarafındaki namazlar, sabah, öğle ve ikindi; gecenin yakın saatlerindekiler de akşam ve yatsı namazlarıdır.

Âyette belirtilen iyiliklerden biri 5 vakit namazdır.

Resûlullah (s.a.) buyurmuştur ki: Ne dersiniz, sizden birisinin kapısı önünde bir ırmak bulunsa da, her gün beş defa onda yıkansa kendisinde kir namına bir şey kalır mı?

Ashâp, "hayır" dediler.

Bunun üzerine Resûlullah buyurdu ki: İşte beş vakit namaz da bunun gibidir ki, Allah o sayede bütün hataları arıtır.} 

(11-Hud) (12. Cüz-3. Hizb)

Mealli Kur'an - 233

Diğer tarafdan; gerek insanın ve gerek etrafındaki varlıkların hayatında doğma, büyüme, duraklama, ihtiyarlama, sonra da ölüp gitme gibi BEŞ ayrı safha tecellî etmektedir. İşte bu safhalara mukabil olmak ve insanın maddî varlığı ile mânevî varlığı ve çalışması arasında güzel bir muvazene kurabilmek için Hâlikımız günde BEŞ vakit namazı bizlere emretmiştir.

Böyle mukaddes, maddî ve içine alan faydaları muhtevî bir ibâdetle mükellef olduğumuzdan O'na ne kadar şükretsek azdır. Namazın BEŞ vakte tahsisindeki hikmetler, sadece bu söylediklerimizden ibaret değildir. (bk. Nursi, Sözler, Dokuzuncu Söz)

Selam ve dua ile...

BEŞ VAKİT NAMAZ

 Birinci Makam 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

اِنَّ الصَّلَاةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

   Şüphesiz ki namaz, mü'minler üzerine belli vakitler için farz olarak yazılmıştır.

(Nisâ Sûresi, 4:103) 

   Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: "Namaz iyidir.

Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur.

Bitmediğinden usanç veriyor."

   O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim.

İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor.

O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir.

O zaman ben dahi dedim: "Madem nefsim emmaredir.

Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.

Öyle ise, nefsimden başlarım."

   Dedim: Ey nefis!

Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil "BEŞ İKAZ"ı benden işit.

    BİRİNCİ İKAZ: 

   Ey bedbaht nefsim!

Acaba ömrün ebedî midir!

Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın?

Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir.

Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun.

Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor.

Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur.

Sözler - 269

ÖMÜR KISA,DÜNYA FANİ

    Ey nefis!

Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan kat'iyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır.

O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür.

O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir.

Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır.

Hattâ bir kısım ehl-i tetkik "Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir." demişler.

İşte şu sırdandır ki bazı ehl-i velayet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.

   Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak.

Kalp ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var.

Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayattar ve mevcuddur.

Ey nefsim!

Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

   "Fâniyim, fâni olanı istemem.

Âcizim, âciz olanı istemem.

Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem.

İsterim fakat bir yâr-ı bâki isterim.

Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim.

Hiç-ender hiçim fakat bu mevcudatı birden isterim."

Tılsımlar - 100

25 Nisan 2022 Pazartesi

GAVSI ÂZAMIN KERAMETİ

 Gavs-ı A'zam (ks) dahi Hizbü'l-Kur'an'dan -işarî bir surette- haber verdiği gibi; Hizbü'l-Kur'an'ın bir hâdimi olan bu bîçare Said'i (ra) iki yerde sarahaten haber veriyor.

   Mübhem ve mutlak bırakmadığının sırrı budur ki: Bu bîçare Said, makam sahibi olmamış iken ve büyük değil iken ve mutlak tabiri teşhis edecek bir teşahhus yokken, lütf-u İlahî ile büyük bir makamın hizmetinde bulunmasıdır.

Âdeta bir nefer iken müşiriyet makamı hizmetinde bulunmasıdır.

İşte küçüklüğü ve ehemmiyetsizliği içindir ki Hazret-i Gavs öteki evliyaya muhalif olarak yalnız işaretle kalmayıp -sarahat derecesinde- parmağını onun başına basıyor.

   Sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok hârika vakıalar vardı.

Kendimi hiçbir vecihle keramete lâyık görmediğim için onları bazen tesadüfe, bazen de başka esbaba isnad ediyordum.

Şimdi kanaatim geliyor ki o hârikalar, Gavs-ı A'zam'ın bir silsile-i kerametini teşkil ederler.

Demek onun duasıyla, himmetiyle, ona kerameten ve bize ikram nevinden, bir nevi inayet-i İlahiyeye mazhar olmuşuz.

   Ezcümle: Ben menfî olarak İstanbul'a getirildiğim vakit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârülhikmeti'l-İslâmiyedeki hizmet-i Kur'aniyeye çalıştığım için o alâkadarlık cihetinde "Meşihat Dairesi ne haldedir?" diye sordum.

Eyvah!

Öyle bir cevap aldım ki ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar.

Sorduğum adam dedi ki: "Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel'abegâhıdır." İşte o vakit öyle bir halet-i ruhiyeye giriftar oldum ki dünya başıma yıkılmış gibi oldu.

Kuvvetim yok, kerametim yok, kemal-i meyusiyetle âh vâh diyerek dergâh-ı İlahiyeye müteveccih oldum.

Ve bizim gibi kalpleri yanan çok zatların hararetli âhları, benim âhıma iltihak ettiler.

Hatırıma gelmiyor ki acaba Şeyh-i Geylanî'nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi bilmiyorum.

Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için bizim gibilerin âhlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir.

İşte o gece Meşihat kısmen yandı.

Herkes vâ-esefâ dedi.

Ben ve benim gibi yananlar, elhamdülillah dedik.

Zannederim ki bu fakir millete iki yüz milyon zarar veren adliye dairesindeki yangında böyle bir mana var.

İnşâallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir.

Ateş bazen sudan ziyade temizlik yapar.

   Hakikatli bir latîfe: Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: "Hilaf-ı şeriat kanunları Avrupa'dan getirdiğin cihetle, İstanbul'a öyle bir bok sıçtın ki o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez."

Sikke-i Tasdik[Y] - 158

23 Nisan 2022 Cumartesi

HÜDAY-I KUR'AN(KUR'AN DER Kİ)

 "Ey insan!

Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir.

O emanetin mâliki, herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerim'dir.

O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor.

Tâ senin için muhafaza etsin, zayi' olmasın.

İleride mühim bir fiat sana verecek.

Sen muvazzaf ve memur bir askersin.

Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et.

Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızk olarak gönderiyor ve senin tâkatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder.

Senin şu hayatının gayesi, neticesi; o Mâlik'in esmasına ve şuunatına bir mazhariyettir.

Sana bir musibet geldiği vakit, de: اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

Yani: Ben mâlikimin hizmetindeyim.

Ey musibet!

Eğer onun izin ve rızasıyla geldin ise, merhaba, safa geldin!

Çünki elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız.

Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzad edecektir.

Haydi ey musibet!

O terhis ve o âzad etmek, senin elinle olsun, razıyım.

Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa; benim tâkatim yettikçe, emin olmayana Mâlikimin emanetini teslim etmem!" der.

   İşte binden bir numune olarak, deha-yı felsefînin ve hüda-yı Kur'anînin verdikleri derslerin derecelerine bak.

Evet iki tarafın hakikat-i hali sâbıkan beyan edilen tarz ile gidiyor.

Fakat hidayet ve dalalette insanların dereceleri mütefavittir.

Gafletin mertebeleri muhteliftir.

Herkes her mertebede bu hakikatı tamamıyla hissedemez.

Çünki gaflet, hissi ibtal ediyor.

Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar.

Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.

Ecnebilerin tağutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!

   Ey bu vatan gençleri!

Firenkleri taklide çalışmayınız!

Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz?

Yok!

Yok!

Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i'dam ediyorsunuz.

Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!..

Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!..

هَدٰينَا اللّٰهُ وَ اِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَق۪يمِ

   Allah bizi de, sizi de sırat-ı müstakime eriştirsin.

Ayet-Hadis - 312

Lemalar - 119

MÜLKÜN SAHİBİ ALLAH

 MÂLİKÜ'L-MÜLK

“Bütün mülk âleminin yegâne sahibi.”

“Mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilen.”

“De ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin; hayır senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmrân, 3/26)

Bu âlemde hiç kimse hiçbir mülkün gerçek sahibi değildir. Ne güneş, gezegenlerine mâliktir, ne de ağaçlar meyvelerine.

Yunus Emre: "Mal sahibi mülk sahibi./ Hani bunun ilk sahibi?" diyerek, insanların bu mülk âleminde sırayla nöbetçilik ettiklerini ve kendilerine emanet verilen mülkü geride bırakarak, bu dünya memleketinden göçtüklerini çok güzel ifade eder.

Allah, insanoğluna şuur ve akıl ihsan etmekle, bu mülk âleminden süzülmüş müstesna bir misafir, hassas bir meyve olduğunu ona idrak ettirmiştir.

Bütün âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah, insanda da elbette dilediği gibi tasarruf edecektir. Nitekim ediyor ve onu kendi iradesi dışında nutfe, alâka,.. menzillerinden geçirdiği gibi, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık menzillerinden de geçirerek kabir âlemine gönderiyor.

İnsan şöyle düşünmeli:

Kâinatı tabakalara ve sistemlere ayıran kim ise, bedenimi organlara taksim eden de yine odur. Ben, misafir olduğum bu âlemde hiçbir şeye müdahele edemediğim gibi, bana emanet verilen bu beden mülkünü de kendi keyfimce kullanamam. Her ne kadar bana cüz’î irade verilmişse de, bu bir imtihan içindir. Benim vazifem o iradeyi, bütün mülk âleminin yegâne Mâliki ve sahibi olan Allah’ın rızasına uygun olarak kullanmaktır. Aksi halde, ahirette bunun hesabını çok ağır ve acı bir şekilde veririm.

Ömrünü bu şuurla geçiren bir kulunu, O Mâlikü’l-Mülk, Cennet memleketine koyacak ve orada ebedî saadete mazhar kılacaktır.

ÇOCUK TAZİYENAMESİ

  Dördüncü Nokta: 

   Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydı ve firak ebedî olsaydı; elîmane teessürat ve me'yusane teellümatın bir manası olurdu.

Fakat madem dünya bir misafirhanedir; vefat eden çocuk nereye gitmişse, siz de biz de oraya gideceğiz.

Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bir caddedir.

Hem madem müfarakat dahi ebedî değil; ileride hem berzahta, hem Cennet'te görüşülecektir.

اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ demeli.. O verdi, O aldı.

"Elhamdülillahi alâküllihal" sabır ile şükretmeli.

    Beşinci Nokta: 

   Rahmet-i İlahiyenin en latîf, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan şefkat; bir iksir-i nuranîdir.

Aşktan çok keskindir.

Çabuk Cenab-ı Hakk'a vusule vesile olur.

Nasıl aşk-ı mecazî ve aşk-ı dünyevî pek çok müşkilâtla aşk-ı hakikîye inkılab eder, Cenab-ı Hakk'ı bulur.

Öyle de şefkat -fakat müşkilâtsız- daha kısa, daha safi bir tarzda kalbi Cenab-ı Hakk'a rabteder.

Gerek peder ve gerek vâlide, veledini bütün dünya gibi severler.

Veledi elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise, hakikî ehl-i iman ise; dünyadan yüzünü çevirir, Mün'im-i Hakikî'yi bulur.

Der ki: "Dünya madem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe..." Veledi nereye gitmişse oraya karşı bir alâka peyda eder, büyük manevî bir hal kazanır.    Ehl-i gaflet ve dalalet, şu beş hakikattaki saadet ve müjdeden mahrumdurlar.

Onların hali ne kadar elîm olduğunu şununla kıyas ediniz ki: Bir ihtiyar hanım gayet sevdiği sevimli tek bir çocuğunu sekeratta görüp, dünyada tevehhüm-ü ebediyet hükmünce gaflet veya dalalet neticesinde; mevti, adem ve firak-ı ebedî tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağını düşünüp gaflet veya dalalet cihetiyle, Erhamürrâhimîn'in Cennet-i rahmetini, Firdevs-i nimetini düşünmediğinden, ne kadar me'yusane bir hüzün ve elem çektiğini kıyas edebilirsin.

Fakat vesile-i saadet-i dâreyn olan iman ve İslâmiyet, mü'mine der ki: Şu sekeratta olan çocuğun Hâlık-ı Rahîmi, onu bu fâni dünyadan çıkarıp Cennetine götürecek.

Hem sana şefaatçi, hem ebedî bir evlâd yapacak.

Müfarakat muvakkattır, merak etme; اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ ٭ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, sabret.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

Mektubat - 79

OKUMALIYIZ AMA NEDEN ?

 1. İnsan dünyaya bilmeden geldiği ve okuyarak insan olduğu için…

2. Allah’ın verdiği akıl ve zekâyı öldürmemek, geliştirmek ve parlatmak için…

3. İnsanın meyvesinin bilgi olduğu, bilginin de okumakla kazanıldığı için…

4. İnsan ruhu ve duyguları okuyarak terbiye olduğu ve geliştiği için…

5. Kendimize, ailemize, çevremize ve ailemize faydalı olmak için…

6. Hayalimizi terbiye etmek ve faydalı hayaller kurabilmek için…

7. Ufkumuzu açmak, önümüzü görmek ve geleceğe bakmak için…

8. Kendimizi ve çevremizi tanımak ve doğru iletişim kurmak için…

9. Hayatımızı kolaylaştıracak olan teknik ve teknolojiden faydalanmak için…

10. Zekâ yaşının takvim yaşı ile beraber büyümesi için…

11. İnsanın yaşaması yemeğe, insanlığı okumaya bağlı olduğu için…

12. İki ayak üzerinde gezen ölüler olmamak için…

13. Kör olmamak, ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı bilebilmek için…

14. Beynimizin ve zekâmızın sınırlarını ve ne kadar güçlü olduğumuzu bilmek için…

15. Çevremizin, internet ve televizyonun her türlü kötü telkinlerinden kurtulmak için…

16. Geleceğin bilgi çağı olduğunu bilerek geleceğe ayak uydurmak için…

17. Hiçbir dostun bize kitaptan daha faydalı olmadığını bildiğimiz için…

18. Yalnızlıktan, can sıkıntısından ve stresten kurtulmak için…

19. İnsanları ve dünyayı anlamak, anlam katmak için…

20. Akıl ve hayalimizin sınırlarını dünyadan daha geniş hale getirmek için…

21. Hayatımıza anlam katmak, ömrümüzü uzatmak ve faydalı kılmak için…

22. Ahlakımızı yüceltmek ve toplumun ahlak ve kültürüne katkı yapmak için…

23. Derslerimizde başarılı olmak, okuduğumuzu daha hızlı anlamak için…

24. Daha iyi bir yaşama layık olabilmek için…

25. Hayatımızın önüne konan binlerce engeli kolayca aşabilmek için…

26. Günahlarımızdan uzaklaşmak ve Allah’a daha yakın olabilmek için…

27. Efendi, hanımefendi ve beyefendi olabilmek için…

28. Topluma örnek iyi bir insan olabilmek için…

29. Yüce Rabbimizi tanımak ve onun sevgisini kazanabilmek için…

30. Sevgili peygamberimizin tavsiyelerine uymak ve sevgisini kazanmak için…

Rafet Özcan

KUR'AN AHLÂKI

 Kitabımız Kur’an-ı Kerim insan için en güzel ahlaki ilkeleri emretmiş, nefse hoş gelse de insana zarar veren kötü ahlaki ilkeleri ise yasak kapsamına almış ve onlardan uzak durmamızı istemiştir. Bu ise yaratılanın kendi menfaati içindir. Çünkü dünya huzurunun yanında ahiret mutluluğu olan cennete girecek olan insan iken, dünya sıkıntısının yanında ahiret azabı olan cehenneme girecek olan da insandır.

Bu sebeple olgun bir insan olmak, kamil bir imana sahip olmak ve ahlaki güzellikler ile bezenmek kendi lehimizedir.

Özetle, bu dünya hayatında Rabbimizin ve insanların rızasını kazanmak için adaletli olmalı, iyilik yapmalı, doğru söz söylemeli, tevazulu, iffetli ve sabırlı olmalı, bizde olanları olmayanlara aktarmak suretiyle yardımda bulunmalı, yalan söylememeli, insanları zan altında tutmamalı, gıybet etmemeli, iftirada bulunmamalı, cana kıymamalı, haksız kazanç yollarının tümünden uzak kalmalı, fuhşiyata ve zinaya düşmemeli, gayri meşru yolların tümünden kaçınmalı, kibri hayatımızdan çekip almalı, insanları alaya almamalı, insanlar arasında fesat çıkarmamalı ve haset etmemeliyiz.

21 Nisan 2022 Perşembe

HIRS VE KANAAT

    Ey ehl-i iman!

Sâbıkan, adavet ne kadar zararlı olduğunu anladın.

Hem anla ki; adavet kadar hayat-ı İslâmiyeye en müdhiş bir maraz-ı muzır dahi hırstır.

Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir ve mahrumiyet ve sefaleti getirir.

Evet her milletten ziyade hırs ile dünyaya saldıran Yahudi Milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i kàtı'dır.

Evet hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz'î bir ferde kadar sû'-i tesirini gösterir.

Tevekkülvari taleb-i rızk ise, bilakis medar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir.

   İşte bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvari, kanaatkârane yerlerinde durup hırs göstermediklerinden, rızıkları onlara koşup geliyor.

Hayvanlardan pek fazla evlâd besliyorlar.

Hayvanat ise, hırs ile rızıkları peşinde koştukları için, pek çok zahmet ve noksaniyet ile rızıklarını elde edebiliyorlar.

Hem hayvanat dairesi içinde zaaf ve acz lisan-ı haliyle tevekkül eden yavruların meşru' ve mükemmel ve latîf rızıkları hazine-i rahmetten verilmesi; ve hırs ile rızıklarına saldıran canavarların gayr-ı meşru ve pek çok zahmet ile kazandıkları nâhoş rızıkları gösteriyor ki: Hırs, sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir.

   Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırs ile dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi Milleti pek çok zahmet ile kazandığı, kendine faidesi az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribaî ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki: Hırs maden-i zillet ve hasarettir.    Hem harîs bir insan, her vakit hasarete düştüğüne dair o kadar vakıalar var ki, اَلْحَر۪يصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ darb-ı mesel hükmüne geçmiş, umumun nazarında bir hakikat-i âmme olarak kabul edilmiştir.

Madem öyledir; eğer malı çok seversen, hırs ile değil, belki kanaat ile malı taleb et, tâ çok gelsin.

Mektubat - 271

BEDÎÜZZAMAN'IN EHLİ ZINDIKAYA İHTARI

    Size ihtar ediyorum: Fâni ve kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeğe ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeğe de lüzum yok.

Fakat Risale-i Nur'la mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz.

Onu mağlub edemezsiniz.

Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz.

Fakat şakirdlerini dağıtamazsınız.

Çünki hakikat-i Kur'aniyenin muhafazası yolunda kırk-elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdadlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-i Kur'aniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarane kahramanlıkları terk ettirilmeyecek.

Zahiren çekilseler de, o hâlis şakirdler ruh u canıyla o hakikata bağlıdırlar.

Ve o hakikatın bir âyinesi olan Risale-i Nur'u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve asayişe zarar vermeyeceklerdir.

Son sözüm:

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ

   Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen, de ki: 'Allah bana yeter.

Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur.

Ben Ona tevekkül ettim.

Yüce Arşın Rabbi de Odur.

(Tevbe Sûresi, 9:129) 

Şualar - 398

20 Nisan 2022 Çarşamba

KUR’ÂN’IN TAKİP ETTİĞİ MAKSATLAR


Kur’ân’ın dört esasını Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor: “Kur’ân’daki anasır-ı esasiye ve Kur’ân’ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.” 1

Kısaca ele alalım:

1- Tevhid: Allah’ın varlığı ve birliği inancıdır. Kur’ân’ın bütün meselelerini üzerine bina ettiği en esaslı dâvâsıdır.

2- Nübüvvet: Peygamberlik demektir. Kur’ân’ın ikinci önemli esasıdır. Bize peygamber eliyle ulaşan Kur’ân, bizi Peygambere iman ve itaat etmeye çağırır.

3- Haşir: Ahirete iman Kur’ân’ın üçüncü önemli esasıdır. Haşir, fizikî olarak diriltildikten sonra bütün insanların adil bir yargılama için toplanacağı gerçeğidir. Ahiret, mahşerden sonra sonsuza kadar devam edeceği Kur’ân tarafından bildirilen fizikî hayatın ve cismanî diyarların adıdır. 

4- Adalet ve ibadet: Adalet sosyal hayatımızı, ibadet de şahsî hayatımızı düzene sokan unsurlardır ki, Kur’ân’ın takip ettiği dördüncü esastır. Sosyal hayatta adaletsiz bir yaklaşım kesinlikle kul hakkını mucip olur. Ferdî hayatta ibadetsiz bir yaklaşım da, kişinin kendine zulmetmesi demek olur. Esasen adalet ibadetle başlar. İbadet de adaletle başlar ve yaşar.

İbadet kişinin ifrat ve tefritten uzak, duygularını ve cihazatını haramdan koruyarak helâl yolda vasat bir şekilde kullanmasıdır.  Bu, kişinin kendisine adaletli davranması demektir. Adalet bu yönüyle ibadetten başlar. Kendine adil olan kul, topluma da adil olur. Topluma adil olmayan insan, bunun hesabını adil olan Allah’a ya bu dünyada, ya da mahşerde çetin öder.

18 Nisan 2022 Pazartesi

BU ÜLKE BİZİM

 HUNEYN SAVAŞI’NDA RESULULLAH’IN (ASM) TAVRI

Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin Müşrikleri arasında meydana gelen savaşta İslâm ordusu 12 bin kişi idi. Bu sayı çokluğu bazılarının gurura kapılmasına sebep oldu.

Hatta içlerinden bazıları işi kibir noktasına kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla yenilemeyeceğini düşündüler. Bunu Resûlullah’a (asm) açıkça söyleyenler bile oldu. Resûlullah (asm) bu sözlerden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ordu ne kadar büyük ve kuvvetli olursa olsun, gurur ve ihmal yüzünden darmadağın olabilirdi. Müslümanları şimdiye kadar zafere ulaştıran sayıları ve kuvvetleri değil, Allah’a olan imanları ve Allah’ın yardımı idi. Bunu unutmak, kulluk bilincinin zedelenmesine ve her zaman felâketlere sebep olmuştu.

Böbürlenerek giderken hiç ummadıkları bir anda müthiş bir saldırıya uğradılar. Askerler ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu ani ve amansız saldırı, Halid b. Velid’in komuta ettiği Süleymoğulları atlıları arasında büyük bir bozguna yol açtı. Geriye dönüp hızla kaçmaya başladılar. Korku ve panik bir anda asıl ordu içinde de yayıldı. Ordu şaşkın bir vaziyette kaçışmaya başladı. Resulullahın (asm) etrafında 8 kişi kalmıştı. Buna rağmen büyük bir kahramanlık ve dayanaklılık örneği göstererek yanında kalan bir avuç Müslümanla birlikte savaşa koyuldu.

Câbir’den yapılan bir rivâyete göre Rasûlullah (asm) kaçışan Müslümanlara, “Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Resûlullahım, Ben Muhammed b. Abdullah’ım” diye sesleniyordu. Fakat develer birbirine giriyor, insanlar alabildiğine kaçışıyordu. Bunun üzerine Resûlullah (asm) yanındaki Hz. Abbas’tan Müslümanları çağırmasını istedi. Hz. Abbas yüksek sesle “Ey Akabe’de biat eden Ensar, gelin! Ey Rıdvan ağacı altında bey’at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır! Nereye gidiyorsunuz?” diye bağırmaya başladı. Bu çağrıyı duyanlar “lebbeyk” diyerek koşup Resûlullah’ın (asm) çevresinde toplanmaya başladılar. Ve zafere ulaştılar.

Allah’ın yardımı bir kere daha yetişmişti. Allah, Müslümanları sınamış, bir anlık gafletlerinin sonucunu onlara acı bir şekilde göstermişti. Bu savaştan sonra nazil olan bir âyette bu durum şöyle dile getirilmektedir:

“Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği, fakat bir faydası olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanızı döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti.” (et-Tevbe, 9/25).

Ülkeyi, okulu, sanayiyi, siperi terk etmek yok. İşimize, okulumuza hizmetimize devam. Allah’ın yardımıyla karanlıklar dağılacak. Güzel ülkemiz, çocuklarımıza da torunlarımıza da Cennet Vatan olmaya devam edecek inşallah.

ÜMİTSİZLİK Mİ ASLA !

 ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESİLMEZ

Çünkü bu vatan hepimizin. Bu gençlik hepimizin. Varlıkta da, darlıkta da bir ve beraber olursak her türlü sıkıntıları aşabiliriz. Dünyaya imtihan için gelen insana elbette bazen zor sorular sorulacak. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez. Ümitsizliğe düşmeden, paniğe kapılmadan, derin bir nefes alıp bir nefis muhasebesi yapalım. Ne haldeydik, ne hale geldik? Bu hale gelmemizin sebebi / sebepleri neler? Gurur ve kibir mi, tembellik mi, ortak akıl ve istişareyi terk etmek mi? Bizi otoban gibi olan düz yoldan çıkarıp patikaya düşüren sebep ne?

NEFİS MUHASEBESİ YAPALIM

Soğukkanlı bir değerlendirmeden sonra hamasete ve kolaycılığa kaçmadan, suçu başkalarına atıp, komplo teorisi ucuzluğuna düş- meden problemlerimizi, dertlerimizi teşhis edelim ve çaresini arayalım. Yanlıştan dönelim. Yanlışta ısrar etmek yerine hatalarımızla yüzleşip tevbe edelim. Çünkü umumun hatasından kaynaklanan umumî musîbet ancak umumun tevbesiyle kalkar. Gereğini yapalım öyleyse. Amiyane tabirle ‘adam gibi bir duruş’ sergileyelim. Eğriye eğri deyip ondan vazgeçelim. Doğruya doğru deyip ona sahip çıkalım. Bir an hayalen saadet asrına gidip bir savaşın seyrine ve Allah Resulünün (asm) tavrına ibretle bakalım. Belki bize bir fikir verebilir.

NEREYE GİDİYORSUNUZ ?

 Türkiye’yi terk edenler, terk etmeye niyet edenler, gelecekten ümidini kesenler… Dâvâsını, dersini, okulunu bırakanlar… Durun, nereye gidiyorsunuz?

Akademisyenler, öğrenciler, gençler, sanayici ve iş adamları, dinî ve millî değerlere katkıda bulunan kanaat önderleri nereye gidiyorsunuz? Bu mübarek ülke hepimizin. Ülkeyi maddî ve manevî olarak fakir bırakmaya hakkınız yok. Sizi anlıyorum; şartlar zorlaştı, nefes almak bile bazen zor geliyor. Hak veriyorum. Ama bu sıkıntıları hep birlikte aşacağız. Her zaman kış olmaz. Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı vardır.

“MEKKE’DE OLSAM BİLE…”

“Ben acele ettim, kışta geldim. Sizler cennetâsa bir baharda geleceksiniz” diyen Bediüzzaman daha zor ve çetin şartlarda bile –çok âlimlerin gitmesine mukabil- ülkeyi terk etmedi. Sürgün için almaya geldiklerinde ‘engel olalım, seni yurtdışına kaçıralım’ diyenlere; “Ben kendi isteğimle Anadolu’nun bağrına gidiyorum. Mekke’de olsam bile buraya gelmem gerekirdi. Çünkü cephe burasıdır” diyerek tekliflerini kabul etmedi. Mekke dönemi sıkıntısını, zorluğunu ve mücadelesini yaşamadan Medine/Medeniyet saadetini yaşamak mümkün değil. İlâhî kanun böyle.

Bazılarının gitmesi ve çekilmesi sizi ümitsizliğe düşürmesin. Bilâkis onların vazifelerini de yapmak için gayretinizi arttırın. Korkusundan dersi, sohbeti, gayreti, cami ve cemaati bırakanlar dün de vardı; bu gün de var. Hiç şüphesiz yarın da olacak. Halkın normal zamanda teveccüh gösterip, zor zamanda çekilmesi sizin moralinizi bozmasın. Netice üzerine hizmetinizi bina etmeyip, Allah rızası için, vatan ve milletin selâmeti için her türlü sıkıntılara göğüs gerip işinize, dersinize, tahsilinize, hizmetinize devam edin. Karanlığa kızmak, küsmek yerine bir mum yakın.

17 Nisan 2022 Pazar

ASKIDA EKMEK

 VEREN ELDENALAN ELE ...!

 (ASKIDA EKMEK)

Mübarek Ramazanın maddi manevi feyzinden istifade etmek her mümin için bir fırsattır.Ülkemiz insanları bilhassa zenginlerimiz oruç vasıtası ile açlık ve yoksulluğun ne demek olduğunu anlayıp yoksullara yardım ellerini uzatmaktadırlar.Milletimizin bu cömert hali gıpta edilecek şekilde bütün dünya milletlerine tarih boyunca güzel bir örnek olmuştur.Allah bu duygularımızı eksik etmesin.Fakirin ve ihtiyaçlının yanında olup onun elinden tutmak haksızlık ve zulme karşı durmak milletimizin güzel hasletlerindendir.Nerede bir muhtaç görse imdadına koşmak ona maddi ve manevi yardım elini uzatabilmek her insanı mutlu eder.Mülkün sahibi Allah da hazinesinden biz dağıttıkça verir o verdikçe biz veren el olmak için gayret ederiz.Hani atalarımız boşa dememiştir "Veren el alan elden üstündür" diye.Veren el olabilmek darlıkta ve bollukta verebilmek ne güzel bir duygudur.

Bu Ramazan orucumuzun bir kısmını Mersin Tömük'te geçirdim. Namaz için camiye gittiğimde cami girişi ayakkabılıklara poşet poşet ekmek asıldığını  gördüm,sonra cami cemaatinden ihtiycı olanların alabileciği hoca efendi tarafından duyuruldu güzel bir şey.Fakat aklıma hemen şu geldi .Veren el olan cemaat malesef alan el hemde ekmek ihtiyaçlı alan el durumuna gelmiş.Yıllar önce aynı camide bu durum yoktu demek ki millet fakir ve ülke malasef bu durumda.

Allah yardımcımız olsun dedim ama bir hayli düşündüm.

16 Nisan 2022 Cumartesi

İNSAN VE HAYVAN

 

"Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun." 

İnsanların ve hayvanların, birer şifreli tohumla başlayan yolculukları, onların cismanî yönlerini ifade eder. Bu cisimlerden bir kısmına sadece şuur ve his, bir başka grubuna ise bunlara ilâve olarak akıl ihsan edilmiştir. Hayvanlarda sadece his ve şuur vardır. İnsan ise hem his ve şuur, hem de akıl sahibidir.

İnsan, bir çekirdek gibi ana rahmine atılmış ve orada bir fidan gibi büyümeye başlamıştır. O karanlık menzilde, dört ay kadar, bir bitki gibi büyüdükten sonra bedenine ruh ilka edilmiş, böylece hayvanî hayata geçmiştir. Dokuz aylık dönemde bu iki safhayı geçiren insanoğlu, bu yolculuğun sonunda, kendisine verilen akıl sermayesini en güzel şekilde kullanabileceği bu geniş âleme çıkarılmıştır.

Büyümesini sürdürmesine, yemesine, içmesine rağmen onda artık insanî yön ön plândadır. Henüz konuşmaya hazırlandığı bebeklik çağında, eşyanın isimlerini öğrenmeye başlar. Hayvanlar bundan mahrumdurlar. Biraz büyüyünce, isimlerini öğrendiği eşyanın hikmetlerini araştırır; onların neye yaradıklarını sormaya başlar.

Bu sorular onu, “Ben neyim? Kimin mahlukuyum? Nereye yolcuyum? Bu dünya hayatında aslî görevim nedir?” sorularını sormaya götürmelidir. Bunu başaran insanların ruhları iman ile nurlanır. Gerçek insanî hayat da işte o zaman başlar. İnsan cismanî ve hayvanî hayatı ikinci plâna attığı, asıl himmetini kalp ve ruhun inkişafına yönelttiği takdirde “kalp ve ruhun derece-i hayatına” girmiş olur. Allah’ın seçkin kullarında, bu yeni hayat tabakasında bir takım harika haller görülür.

Nur Külliyatı'ndan, kalp ve ruhun nasıl hayat bulacağını ve kemâle ereceğini ders veren bir cümle:

“Hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahîye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.”(1)

Bu cümleden aldığımız derse göre, kalb ve ruhun derece-i hayatına çıkmanın basamakları:

“Marifet-i İlahîye,- muhabbet-i Rabbaniye,- ubudiyet-i Sübhaniye - marziyat-ı Rahmaniye” dir.

O halde, kalp ve ruhun hayat bulması için, “insanın, Allah’ı tanıma ve Ona muhabbet etme vadisinde var gücüyle çalışması, inanç, düşünce ve fiil âlemlerini kulluk şuuruyla tanzim etmesi ve tek gayesinin O Rahman Rabbinin rızasına ermek olması” gerekiyor.

(1) bk. Lem’alar, Üçüncü Lem'a.

Selam ve dua ile...

NİYET ADETİMİZİ İBADETE ÇEVİRİR

 Bir kimsenin olaylara bakış tarzının ve niyetinin, eşyanın mahiyetini değiştireceği ve günahı sevaba, sevabı da günaha çevireceği doğru mudur?

Bakma manasına gelen “nazar” kelimesi, çoğu zaman, “bakış açısı ve akıl” manasında da kullanılır.

Meselâ, hastalıklara bir elem ve keder vasıtası olarak nazar edilebileceği gibi, günahları eriten; insanın dünya sevgisini azaltan, kalbini ahirete teveccüh ettiren, acz ve fakrını kemaliyle hissettirip insanın kulluk şuurunu pekiştiren ilahî bir nimet olarak da bakılabilir.

Adam öldürmek günahtır, kötü bir fiildir, ancak bu iş İslamın nurunu söndürmek isteyen küffara karşı yapılırsa, yani maksat i’la-yı kelimetullah olursa, adam öldürme fiili sevaba inkılap eder.

Aynı örneği, sevabın günaha inkılabı için de kullanabiliriz. Allah için cihat etmek büyük bir fazilet iken, bunun şan ve şöhret kazanmak için yapılması halinde “rıza, riyaya, sevap, günaha” inkılap eder.

Bir başka örnek: Din aleyhine yazılmış bir kitabı okumak mutlak manada zararlıdır; kötü bir iştir. Ama, bunda niyetimiz o kitaptaki  yıkıcı fikirlere cevap olursa, bu okuma fiili sevaba inkılap eder.

Bir başa örnek, Allah için yapılan secde ibadettir, Allah’tan başkası adına yapılan secde ise dalalettir.

Niyet de nazara yakın bir kelime; ancak aralarında şöyle bir nüans farkı da var. Nazarda “bakış açısı”, niyette ise “maksat” ön plana çıkıyor.

Buradaki niyeti  en başta “ihlas” olarak anlamamız gerekiyor. Zira en büyük niyet, bir işi Allah rızası için yapmaktır. Namaza “Niyet ettim Allah rızası için” diye başladığımız gibi, konuşurken, ticaret yaparken, sefere çıkarken kısacası bütün işlerimizde de  İlâhî rızaya ermek olmalıdır.

Yeme, içme, konuşma, yatma gibi adet olarak yaptığımız işleri, sünnet niyetiyle  yaptığımızda o adetlerimiz ibadet olurlar. Zira, o Hak Elçisine (asm) uymak, Allah’ın razı olduğu şekilde hareket etmek demektir.

Meselâ, uyumak bir adetimizdir. Sünnet üzere yatıp, namazına kalkmayı da niyet ederek yattığımızda bütün uykumuz ibadet oluyor.

Kalabalık bir caddeden geçen bir insan, haram nazardan sakınma niyetiyle başını önüne eğerek yürüdüğünde yüzlerce vacip sevabı kazanabilir. Bir başkası da birisiyle kavga etmiş olsun;  iç âleminde onunla münakaşa ederek ve ona hakaretler yağdırarak yol alsın. Bu adam da sağa sola bakmadan yürümektedir, onun nazarına da hiçbir haram ilişmez, ama niyeti haramdan sakınmak olmadığı için birinci adamın nail olduğu sevabı bu adam kazanamaz.

Şimdi bu kâinatı inceleyen bilim adamlarının niyeti İlâhî hikmet ve rahmeti insanlara ders vermek olsa, bütün çalışmaları ibadet olur. Ama, niyetleri meşhur olmak, ödül almak, ücretlerini artırmak olduğu takdirde, bu çalışmaların onlara sevap namına bir faydası olmayacaktır.

Niyet, manevî kazanç konusunda büyük bir sermayedir. Bu sermayeyi iyi kullanmak gerekir. İnsan halis bir niyetle bir hayır yapmak istese, fakat elindeki imkânlar buna izin vermediği için o hayrı yapamasa ve bundan üzüntü duysa onun bu halis niyeti ona sevap kazandırır.

İnsan, okuduğu bir hatmi bağışlarken bütün müminleri niyet ettiğinde onların her birine bir hatim sevabı hediye edebilir.

Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Bu da sevabın günaha kalbolmasına misâl oluyor.

Birçok şeyin sebepler eliyle var edildiği bu hikmet dünyasında, sebeplere tesir vermek cehaletten başka bir şey değildir. Meyveyi ağacın, sebzeleri toprağın yaptığını söyleyen bir kişi, bu meyveler ve sebzeler hakkında ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, bu bilgiler onu cehaletten kurtaramaz.

Elementleri birer harf, ağaçları, tarlaları, denizleri, ormanları birer sayfa olarak görüp, Cenâb-ı Hakk’ın bu sayfalarda kudret kalemiyle yazdığı yazıları, yani meyveleri, hububatı, balıkları, ceylanları bu nazarla inceleyen kimsenin, bütün bu bilgileri marifet-i İlâhîye olur.

NANAZIN BEŞ VAKİT OLMASI

 Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl.

Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir.

Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.

{Tefsircilere göre, gündüzün iki tarafındaki namazlar, sabah, öğle ve ikindi; gecenin yakın saatlerindekiler de akşam ve yatsı namazlarıdır.

Âyette belirtilen iyiliklerden biri 5 vakit namazdır.

Resûlullah (s.a.) buyurmuştur ki: Ne dersiniz, sizden birisinin kapısı önünde bir ırmak bulunsa da, her gün beş defa onda yıkansa kendisinde kir namına bir şey kalır mı?

Ashâp, "hayır" dediler.

Bunun üzerine Resûlullah buyurdu ki: İşte beş vakit namaz da bunun gibidir ki, Allah o sayede bütün hataları arıtır.} 

(11-Hud) (12. Cüz-3. Hizb)

Mealli Kur'an - 233

DÜNYA VE AHİRET

 İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli husûsiyet düşünebilmesi ve sorgulayabilmesidir. Bilhassa şuurlu bir Müslüman, hayatın anlamını, niçin yaratıldığını, nereden gelip nereye gideceğini merak ederken, hayvanların böyle bir derdi yoktur. Şüphesiz bu, bizlere Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir ihsânıdır.

Evet, böyle bir ihsâna mazhar olan şuurlu bir Müslümanın öncelikli hedefi, bu sorulara yanıt bulmak olmalıdır. Zîra bu sorulara bulacağı cevaplarla hayata geliş maksadını ve vazifesinin ne olduğunu öğrenecektir. Bu sayede Cenâb-ı Hakk’a yönelecek olan insan, O’nu isim ve sıfatlarıyla daha iyi tanıyacak ve sevecektir. Böylelikle aslî hedefinin Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak olduğunun farkına varacak, O’na olan kulluk vazifesini en güzel şekilde yapmaya gayret edecek ve hayatına da bu hedef doğrultusunda yön verecektir. Böylece “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım”1 âyetine mâsadak olacaktır.

Peki, aslî hedefi âhiret olan bir Müslümanın dünyevî gaye ve hedefleri olmayacak mı? Tabii ki olacak, hem de en güzeli ve en iyisi olacak. En güzel yerlere gelmek ve en iyi mesleklere sahip olmak için çalışacak, bu uğurda kavlî duâsını yaptığı gibi fiilî duâsını da yapacak. Hedefine ulaştıktan sonra da asla durmayacak, bulunduğu yerin ve yaptığı işin en gözdesi olacak. Mühendis ise en çalışkan ve bilgili mühendis, doktor ise işini en iyi yapan doktor, kamuda çalışıyorsa aldığı maaşın hakkını en iyi veren ve çevresine örmek olan bir memur olacak. Bir düşünelim, neden dünya herkese ilerleme ve yükselme dünyası olsun da biz Müslümanlar için gerileme yahut yerinde sayma dünyası olsun? Biz, bırakalım gerilemeye, yerinde saymaya dahi rıza göstermemeliyiz. Hem i’lâ-yı Kelimatullah yani Cenâb-ı Hakk’ın isminin yüceltilmesi, iyiliği emretme ve kötülükten men’etme ile mükellef olan biz Müslümanlar, bu ulvî vazifeyi bu zamanda maddeten terakkî ederek icra edebiliriz. Çünkü i’lâ-i Kelimatullahın en büyük düşmanı olan cehalet ve fakirliği ancak fen, ilim ve san’at silahıyla yenebiliriz.

Evet, İslâm tarihine baktığımız zaman Müslümanların i’lâ-yı Kelimatullahı hakkıyla îfâ ettiği, fen, ilim ve san’atta çok ileride olduğu ve bütün medeniyetlere üstad olduğu dönemleri görebiliriz. Çünkü ilme çok önem veren ve sahabeleri de bu konuda teşvik eden Peygamber Efendimizin (asm) “İlim Çin’de de olsa gidip alınız”2 emrine imtisal ederek, ilme çok önem veren İslâm medeniyetlerinden nice âlim çıkmış, nice keşif ve îcadlar yapılmış ve bugünkü ilimlerin temelini oluşturan nice eseler kaleme alınmıştır.

Buna en güzel örnek, merhum Şaban Döven'in hazırladığı Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisinde geçen alimlerin hayat hikeyeleridir.

DÜNYA VE AHİRETİ DENGELİ GÖTÜRMEK

 Buna en güzel misal olarak İbni Sina’yı verebiliriz. 10 yaşında iken Kur’ân-ı Kerim’i ezberleyip hâfız olan İbni Sina, âhiret hayatına önem veren ve sünnet-i seniyyeyi ihya etmeye çalışan bir âlimken, aynı zamanda tıp, psikoloji, ilaç bilimi, fizik, kimya ve felsefe alanında da bir deha ve bilim adamıdır. Dünyayı değiştiren 100 bilim adamı listesinde ilk sıralarda yer almıştır. Batı’da dört yüz yıl boyunca ders kitabı olarak kullanılan ve farklı dillere çevirisi yapılan “El-Kanun fi’t-Tıp”, metafizik konularını işlediği “Kitâbü’l-Necat” en önemli eserleridir. Batılılar tarafından “Avicenna” adıyla, modern tıbbın babası olarak tanınmıştır. Demek ki bir Müslüman isterse bir yandan hâfız ve âlim, diğer yandan dâhî ve bilim adamı olabiliyor yani hem dünya hedeflerini hem de âhiret hedeflerini bir arada götürebiliyor.

Ne yazık ki son zamanlarda ise biz Müslümanlar, cehalet içinde olduğumuz ve gaflete daldığımız için dünyevî hedef ve gayelerden uzaklaşmış durumdayız. Şahsî menfaatlerimizi düşünüp günü kurtarmaya çalıyor, ileriyi düşünmüyoruz. Himmetimizi, millete değil kendimize sarf ediyoruz. Bu sebeple İslâm âlemi eski ihtişamlı günlerini arar olmuştur. Eğer özlem duyduğumuz ve iftihar ederek anlatmaya doyamadığımız o eski zamanları tekrar yaşamak istiyorsak, İbni Sina ve onun gibi âlimleri örmek alarak hem dünya hem de âhiret hedeflerimize emin adımlarla ilerlemeliyiz.

Hem Peygamber Efendimiz (asm) “Kendini hiç ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğini zanneden kişinin korkması gibi (günahlardan) kork”3 buyurmuşlardır. Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere hiç ölmeyecekmişiz gibi bu dünya hayatına ve yarın ölecekmişiz gibi âhiret hayatına ciddî bir şekilde çalışmamız gerekiyor.

Hem bizler, “İki günü aynı olan ziyandadır”4 diyen bir Peygamberin (asm) ümmetiyiz. Her günümüz bir öncekinden farklı olmalı; bilgi, birikim ve donanım olarak kendimizi geliştirmeye devam etmeliyiz. Bunları yaparken de önceliğimiz olan âhiret hedefimize emin adımlarla ilerleyeceğiz. Yani hem dünyevî hedefimizi hem de âhiret hedefimizi bir arada götüreceğiz. Ayrıca dünyevî hedefimiz ve yaptığımız iş her ne olursa olsun bunu âhiret hedefimize ulaşmak için basamak yapabilme fırsatımız var. Nasıl mı? “Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı”5 düsturuyla hareket ederek ve farz olan namazlarımızı asla ihmal etmeyerek. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “Namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü, bir cihette ibkâ eder.”6

Evet, şu dünya misafirhanesine hikmet nazarıyla baktığımızda hiçbir şeyi mîzansız ve gayesiz göremeyiz. Nasıl olur da biz Müslümanlar gayesiz ve hedefsiz kalırız? Rabbim bizleri hem âhiret hem de dünyevî hedefine ulaşıp saadet-i dareyne mazhar olan kullarından eylesin. Âmin.

Dipnotlar:

1. Zâriyât Sûresi, 56. âyet
2. Beyhâki
3. Münavi. Feyzü’l-Kadir, II/12
4. İmam-ı Gazâlî, İhya, 4/335
5. Lem’alar, Said Nursî, 21. Lem’a, Birinci Düstur
6. Sözler, Said Nursî, 4. Söz

UBUDİYET

  Beşinci Meyve: 

   Ey nefis!

Mükerreren söylediğimiz gibi; insan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi' ve umuma bakar ve umumun cihetü'l-vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenaya, dünyaya bakan bir mahluktur.

Ubudiyet ise, onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakk'a, kesretten vahdete, müntehadan mebde'e çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde' ve münteha ortasında bir nokta-i ittisaldir.

Nasılki tohum olacak kıymetdar bir meyve-i zîşuur, ağacın altındaki zîruhlara baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi bir tek meyve gibi zayi' olacak.

Eğer o meyve, nokta-i istinadını bulsa, içindeki çekirdek, bütün ağacın cihetü'l-vahdetini tutmakla beraber ağacın bekasına ve hakikatının devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde bir tek çekirdek, bir hakikat-i külliye-i daimeye, bir ömr-ü bâki içinde mazhar oluyor.

Öyle de: İnsan, eğer kesrete dalıp kâinat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasarete düşer.

Hem fena, hem fâni, hem ademe düşer.

Hem manen kendini i'dam eder.

Eğer lisan-ı Kur'andan kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubudiyetin mi'racıyla arş-ı kemalâta çıkabilir.

Bâki bir insan olur.

   Ey nefsim!

Madem hakikat böyledir ve madem Millet-i İbrahimiyedensin (A.S.), İbrahimvari لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ de.

Sözler - 363

15 Nisan 2022 Cuma

TUZAĞA DÜŞME(ME)K !

 

Hayatta insanın başına gelen ve gelebilecek tehlikelerin en büyükleri, insanın nefsi yüzünden geliyor.

Tuzağa düşmek ya da düşmemek de yine ekseriyetle nefisle ilgilidir. Fakat tuzak deyince akla hep başkası tarafından kurulan ve işletilen bir tezgâh algısı oluşuyor. Ben bununla ilgilenmiyorum.

Burada önemli olan nefsimin bana kurduğu tuzaklar. “Kendim ettim, kendim buldum” cinsinden. Ben kendimi Nur Talebesi zannediyorum, en azından öyle olmayı ümit ediyorum. Ama bir bakmışsın nefis sana tuzak kurmuş, farkında bile değilsin. Nasıl mı? Kendini beğenen, beğendiğinde ifrat eden, kardeşini hakikî sevemeyen, bencil ahmağın biri olmuşsun.

İhlâs ve uhuvvet düsturlarını hiç dilinden bırakmıyorsun. Her zaman her yerde ‘en iyi ben bilirim’ diyorsun. Hâlbuki ‘ben varım’ dedikçe küçülüyorsun. Etrafta herkes senin küçük olduğunu görüyor, ama nefis seni aldatıyor. Kendini muslih sanıyorsun, ama sen kendini ıslah edememişsin. Farkına varacak erdemin de yok. Ne olacak senin halin?

Birilerini güya takdir ediyor görünüyorsun, ama işine gelen tarafta, yerine göre de durumdan vazife çıkarıyorsun. ‘Ben de varım, bak ben bu işi daha iyi yaparım ve yapıyorum’ diyorsun. Ama her şeyi berbat ettiğini gördüğün halde görmezlikten geliyorsun.

Sana verilen kabiliyetlere ve lütfedilen meziyetlere karşı şükretmen gerekirken, hava atmaya yelteniyorsun ya. Bu huyuna bayılıyorum, çünkü hataya düştüğünün resmi görünüyor. Yol yakınken aklını başına alsan iyi olur. Son tren kalkarsa yolda kalırsın. Benden söylemesi.

Bir de madalyonun öteki tarafı var. Kafanda idol oluşturuyorsun güzel, her ne hikmetse aynı zamanda başkaları da seni idol kabul ediyor sanıyorsun. Hâlbuki fıtrî kara gözlülük ayrı, yapmacık hareketler farklı. Ne taraftan baksan elle tutulur yanı yok vesselâm. ‘Sana acıyorum ey nefsim artık beni yorma, başkasını da kandırma.’ Gerçi sen hariç, herkes meselenin farkında.

Her neyse bu hamur çok su götürür. Çok da seni kale almıyorum, ya haddini bilir oturursun ya da haddini bildirirler.

Allah yardımcın olsun. Âmin.



14 Nisan 2022 Perşembe

JAPONLAR VE İKTİSAD

Japonlar son derece sade basit ve mütevazi yaşayan insanlardır.

Evlerini mobilya ile, eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekâmül edememiş, hayatın mânâsını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Böyleleriyle, “Evini mezat salonuna çevirmiş zavallı” diye eğlenirler. Bir insanın gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.

Vaktiyle Japon ekonomisinin darboğazdan geçtiği, iç borçlar ve dış borçlar gırtlağa ulaştığı sırada, zamanın başbakanı meclisi toplar. Kürsüye çıkar, durumu açık açık ve tehlikeleri ile anlatır. Son olarak da tarihe mal olacak şu beyanda bulunur: “Şu andan itibaren, Allah şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka birşey yemeyeceğim, şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.”

Evet, böyle der ve dediklerini de yapar. En üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır. Japonya bütün borçlarını öder. Bu durum, toplumun bütün kesimlerini, tek istisna olmadan kapsama alanına alır.

Bir de ülkemize bakınız; yöneticilerin, toplumdan israftan kaçınmayı ve iktisada riayeti istemeye yüzleri bile yok. Zira kendileri boğazlarına kadar israfa batmışlardır.

KANAAT VE İKTİSAD

 Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer’ hadisinin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder (netice verir). Hem sa’ye ve çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.”1

“İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı ictimâiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de tedennî edip sukut eder, fakir düşer.”2

Yine Bediüzzaman’a göre, sosyal çalkantıların sebebi iki cümledir: Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne.” İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

İslâm âleminde bu iki cümlenin tesirlerinin kırılması da ancak zekât emrinin uygulanması ve faizin kaldırılmasıyla gerçekleşir.

Evet, bu da gösteriyor ki, manevî buhranlar gibi, maddî buhranlar da Batı kaynaklıdır.

Yeryüzündeki kaynakların sınırlı, insan ihtiyaçlarının ise sınırsız olması sebebiyle, bir bilim dalı olarak iktisat ya da ekonomi; kaynakların daha verimli bir şekilde kullanılabilmesini sağlamak amacıyla kurulmamış mıdır?

Pekâlâ biz, fert, millet ve devlet olarak iktisadî ve ekonomik açıdan sağlıklıbir uygulamanın içinde miyiz? Maalesef hayır!

13 Nisan 2022 Çarşamba

NAMAZ DİNİN DİREĞİDİR

 Dinimizin direği, Müslüman ile gayr-ı müslimi birbirinden ayıran ve Kur’ân’da çokca zikir edilen en önemli ibadet namazdır.

Namaz; imanın âlâmeti, vücudun selâmeti, mü’minin istirahati ve kalbin huzurudur.

Cemaatla camide kılınmasının sevabı çok olsa da evde veya başka yerde tekbaşına da kılınabilir.

Güneşin ilk fecriyle sabahı, güneşin zevali yani güneş tam tepeye geldikten sonra batmaya doğru gitmesiyle öğleyi, gölgelerin iki katına çıkarmasıyla ikindiyi, güneşin ilk batışıyla akşamı ve gök yüzünden güneşten eser kalmamasıyla yatsı namazı kılınır.

Bediüzzaman namazı anlatırken şöyle der: “Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi azim bir tasarruf-u İlâhinin ayinesi ve o tasaruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlâhiyenin birer mak’ası olduğundan Kadir-i Zülcelâl’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namazı emretmiştir.”

“Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celâline karşı kavlen ve fiilen “sübhanallah” deyip takdis etmek; hem kemaline karşı lâfzen ve amelen “Allah-u ekber” deyip tazim etmek; hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir.”

“İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlâhide abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.”

“Nasıl ki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fatiha-i Şerife, şu Kur’ân-ı Azimüşşan’ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibadetin envaını şâmil bir fıhriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlûkatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.” (Dokuzuncu Söz)

Müslamanım diyene, kalbin temizliği yetmez. Namaz ibadetiyle; kalbi temizlemek, eğmeyen başımızı Allah huzurunda eğmek gerek.

Günah kirimizi silen, mü’minin Mi’racı olan ve bizleri kotülüklerden uzaklaştıran namazımızı düzgün biçimde kılmaya özen gösterelim. Selâm ve duâ ile.


12 Nisan 2022 Salı

ALTI TUZAK

 Altı desisey-i siyasiyye

Mektubat’ın Yirmi Dokuzuncu Mektub bölümündeki “Altıncı Kısım”da, şeytanın altı çeşit desisesi üzerinde duruluyor. (NOT: Desise, aldatmak demektir.)

Siyaset, her zaman değil, ama bazı zamanlarda veya bazı hallerde şeytanlaşabiliyor. Meselâ: Bir siyasetçinin, kendi taraftarını şeytan gibi olsa melek görüp, melek gibi muhalifini şeytan görmesi gibi… İşte, o gibi durumlarda “Euzubillahimineşşeytâni vessiyâseti” diyerek, “Şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçınmak” gerekiyor.

İşte, son yıllardaki siyaset, maalesef böylesi bir şeytanlaşma vetiresi içine girmiş görünüyor. Üstelik, aşağıda sıralanmış dehşet veren desiseleri de bütünüyle devreye sokmaya, yani tatbik sahasına koymaya çalışıyor. 

Aynı zamanda İhlâs Risâlesi’nin (21. Lem’a) devamı mahiyetinde olup “ihlâsı kıran mâniler” listesinde yer alan bu altı desiseyi, isim, tesbit, tesir, ikaz ve itharları ile özetlemeye çalışalım.

1. Desise: Hubb-u câh (makam-mevki, şân-şöhret sevgisi) vasıtasıyla aldatarak, kudsî hizmetten ve mânevî cihaddan vazgeçirmek.

TESBİT: Siyasî güç-irade, makam, mevki, rütbe, şân-şöhret basamaklarını göstererek, bazılarının gözünü karartıyor, başını döndürüyor.

İKAZ: Ey kardeşlerim! Bu hubb-u cah cihetinden gelen dessaslara deyiniz: Rızâ-yı İlâhî öyle bir makamdır ki, insanların teveccüh ve ihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, o yeter.

2. Desise: Hiss-i havf, yani korku damarı. Dessas zalimler, bu damardan çok istifade ederek, onunla korkakları gemlendiriyorlar.

TESBİT: Bazılarının korku damarını tahrik ile “Aman sinek ısırmasın” dedirterek, onları aslında yılanların, çiyanların ağzına iterler.

SİPER: Kardeşlerim! Böyle durumlar karşısında, şu iki âyetin siperine giriniz: 1- Şüphesiz ki Kur’ân’ı Biz indirdik; onu koruyan da Biziz. (Hicr: 9) 2- Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Â. İmrân: 173)

3. Desise: Tamah, yani cimrilik, hasislik yüzünden çoklarını avlıyorlar.

TESBİT: Yüksek maaş, ballı ihale ve başka türlü maddî desteklerle bazılarını avlıyorlar.

İKAZ: Ey kardeşlerim! İnsaniyetin şu zayıf damarı olan tamah yüzünden yakalamasınlar. Binler maaşın dahi yerini dolduramadığı bir boşluğa düşmeyin. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder.

4. Desise: Asabiyet-i milliyeyi, yani ırkçılık mânasındaki milliyet (Türkçülük) fikrini tahrik etmek sûretiyle aldatmak ve ehl-i iman kardeşlerini birbirinden soğutmak, ayırmak, en-nihayet birbirine düşürmek.

TESBİT: Dinî siyasete âlet edenleri bekleyen bir desise de “Türkçülük” tuzağı idi. Ne yazık ki, fenâ halde tezgâha gelip bu tuzağa da düştüler. İçinde çırpınıp duruyorlar.

İHTAR: Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfurûş mülhidlere derim ki: Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım ve İslâmiyet hesabına muhabbettarım… Sen ise, ey hamiyetfuruş! Ben senden uzak duruyorum; sen de benden kaçabilirsin.

5. Desise: İnsanda en tehlikeli damar enâniyettir. En zayıf damarı da odur. Onu okşamak ve istimâl etmekle, çok fenâ şeyleri yaptırabilirler.

TESBİT: Bazı enaniyetli hocalar ve “ulemâissû” etiketli ulemâ, senelerdir Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nur’a karşı taarruza geçtiler. Tenkit, tahrif veya itiraz ediyorlar. Derinlerden kuvvet alarak karalamaya çalışıyorlar. Şeytanlaşan bir siyasetin maskarası olmuş durumdalar. Safi kalpli kardeşleri de aldatıyorlar, tereddüt hasıl ediyorlar.

TENBİH: Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. En tehlikeli olan, içinden ve ahbabınızdan, Nur’a ve Nur Üstad’a karşı gizli muarız, sinsî muhalif çıkaramasınlar.

6. Desise: İnsî ve cinnî şeytanlar, insandaki tembellik, tenperverlik ve vazifedarlık (bazılarına fazla iş vererek) damarından istifade ederek, kardeşlerin aslî vaziflerine sekte vurup onları Kur’ân hizmetinden alıkoymaya çalışırlar.

TESBİT: Baskın siyaset, bazılarının tembellik ve vazifedarlık damarından istifade eder. Haberi olmadan, bir kısmına fazla iş verir. Tâ ki, hizmet-i Kur’âniyeye yeterince vakit bulamasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösterir ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin.

TENBİH: Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.