İnsanları alaya almayı, ayıplayıp kötülemesini, bunun yanısıra Mü’minlerin birbirlerini kötü lâkapla, sonradan uydurulan adlarla çağırmamalarını, Cenab-ı Hak Kur’anda sarih ayetle nehyetmiş, yasaklamıştır.
“Ey mü’minler, bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da kadınları alaya almasın, belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kendi kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın.”
(Hucurât Sûresi, 11)
Bir rivayette şöyle buyurulmuştur: “İnsanlarla alay edene, Cennetten bir kapı açılır, “haydi gir” denir. O da, telaşla gelir, fakat kapı hemen kapanır. Sonra başka bir kapı açılır. O yine üzgün olarak kapıya gider. Kapı yine kapanır. Bu durum, defalarca tekrar eder, artık, gel denildiği halde, gidemez.”
(Ebu Davud)
Bir başka hadîs-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahcup etmez ve onu küçük düşürmez.
Kişiye kötülük olarak Müslüman kardeşini küçük düşürmesi kâfidir.”
(et-Tefsîrül-Kebir, 28:132)
Bir insanı kolayca tarif etmek maksadıyla, çağırıldığı zaman rahatsız olmayacağı bir isimle anmak ve seslenmek, yasaklanan kısma girmemekle beraber teşvike medar görülmüştür. Zira muhabbeti arttırmaya vesiledir.
Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Mü’min kardeşini güzel lâkaplarla ve isimlerle çağırmak, mü’minin mü’min üzerindeki hakkıdır.”
(Hak Dini Kur’ân Dili, 6:4470).
Bu meselede göz önünde bulundurulması gereken husus, muhatabın hissî durumudur. Onun haysiyet ve izzetinin korunmasıdır.
Bir insan başkaları tarafından takılan bir lâkapla çağrılmaktan rahatsız oluyorsa, onu artık o isimle çağırmak mü’mine eziyet olacağından, dikkatli olmak lâzımdır. Esas olan, “Kendimiz için istemediğimizi, başkaları için de istememektir.”
Meselâ: Peygamber Efendimiz(s.a.v), Hz.Ebû Bekir’e(r.a) “Cehennemden âzad olunmuş” mânâsına “Atîk”, Hz.Ömer’e(r.a) “hak ile bâtılı birbirinden ayırıp adaletle hükmeden” mânâsında “el-Fâruk”, Hz.Osman(r.a) iki kızını nikâhladığı için “Zinnûreyn (iki nur sahibi)”, Hz.Ali’ye(r.a) “Ebû Turab” (toprak babası) ve Halid bin Velid’e(r.a) “Seyfullah” lâkaplarını vererek onları taltif etmiştir.
(Helal-Haram, Mehmed Paksu)
Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek.
Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.
(Mektubat, Hakikat Çekirdekleri 93)
Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur. Bir ülül’emrin makamındaki ciddiyeti vakardır, mahviyeti zillettir; hanesindeki ciddiyeti kibirdir, mahviyeti tevazudur.
Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi na- mına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez.