31 Temmuz 2021 Cumartesi

MİMSİZ MEDENİYET

 Medeniyet-i hazıra, beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir:

   1- Nokta-i istinadı, kuvvettir.

O ise, şe'ni tecavüzdür.

   2- Hedef-i kasdı menfaattır.

O ise, şe'ni tezahümdür.    3- Hayatta düsturu, cidaldir.

O ise, şe'ni, tenazu'dur.

   4- Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir.

O ise, şe'ni müdhiş tesadümdür.

   5- Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmindir.

O heva ise, insanın mesh-i manevîsine sebebdir.

   Şeriat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise: Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır ki; şe'ni, adalet ve tevazündür.

Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki; şe'ni, muhabbet ve tecazübdür.

Cihetü'l-vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki; şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı, yalnız tedafü'dür.

Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki; şe'ni, ittihad ve tesanüddür.

Heva yerine hüdadır ki; şe'ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.

   Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört el ile sarıl; yoksa mahvolursun.

Mektubat - 473

29 Temmuz 2021 Perşembe

BENDEN SİZE ZARAR GELMEZ

    Bir vakit ihtiyar bir kadının sekiz oğlu varmış.

Herbirisine mevcud sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadı.

Sonra herbirisi ekmeğinin yarısını ona verdi.

Onun ekmeği dört oldu, ötekiler yarıya indi.

   Kardeşlerim!

Ben de kırkınızın herbirinin musibet hissesinin manevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum.

Kendi şahsıma ait elemi aldırmıyorum.

Bir gün fazla muztar bulundum.

"Acaba hatamın cezası mıdır çekiyorum" diye geçmiş hâleti tedkik ettim.

Gördüm ki, bu musibeti kaynatmaya ve tahrik etmeğe hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilakis kaçmak için mümkün tedbirleri istimal ediyordum.

Demek bu bir kaza-yı İlahîdir.

Ve bil'iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafından aleyhimize ihzar ediliyordu.

Kaçınmak kabil değildi.

Alâküllihal başımıza geçirecek idiler.

Cenab-ı Hakk'a yüzbin şükür ki, musibeti yüzden bire indirdi.

   İşte bu hakikata binaen, "Senin yüzünden bu belayı çektik" diye minnet etmeyiniz.

Belki beni helâl ediniz ve bana dua ediniz.

Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz.

Demeyiniz ki: "Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı." Meselâ, bir kardeşimiz iki-üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zâtları belaya atmak için düşündükleri plânı küçültüp, çoklarını kurtarmış.

Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş.

Çok masumların bu beladan kurtulmasına bir vesile oldu.

  Saidü'n-Nursî 

Latif Nükteler - 60

HAKSIZA YARDIM ETMEK

 Tenbih 

   Bundan onbeş sene evvel Rusya'nın şimalinde esir olduğum zaman doksan esir zabitlerimizle beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk.

Sıkıntı ve ruh darlığından çok münakaşalar, gürültüler oluyordu.

Umumun bana karşı ziyade hürmetleri olduğundan teskin ediyordum.

Sonra, sükûneti muhafaza için dört-beş zabiti tayin ettim.

Ve dedim: "Hangi köşede bir gürültü işittiniz, hemen yetişiniz.

Hangi taraf haksız ise ona yardım ediniz." Hakikaten bu tedbir ile gürültünün önü alındı.

   Benden soruldu: "Ne için haksıza yardım ediniz diyorsun?"

   Cevaben, o zaman demiştim ki: "Haksız insafsızdır.

Bir dirhem menfaatini, kırk dirhem istirahat-i umumiye için bırakmaz.

Haklı adam ise insaflı olur.

Bir dirhem hakkını, sükûnet-i umumiyedeki kırk dirhem arkadaşının menfaatine feda eder, bırakır.

Gürültü kalkar, sükûnet iade edilir.

Bu koğuştaki doksan zât istirahat eder.

Eğer haklıya muavenet edilse, gürültü daha ziyadeleşecek.

Bu nev' hayat-ı içtimaiyede menfaat-i umumiyenin ehemmiyeti nazara alınır."

   İşte ey kardeşlerim!

Bu hayatın, bu içtimamızda "Bu kardeşim bana haksızlık etti diye küstüm" demeyiniz.

Bu pek hatadır.

O arkadaşın sana bir dirhem zarar vermiş ise, sen küsmekle kırk dirhem bizlere zarar veriyorsun.

Belki kırk lira Risale-i Nur'a zarar vermek muhtemeldir.

Fakat lillahilhamd pek haklı ve kuvvetli müdafaatımız, arkadaşların mükerrer isticvaba gitmelerinin önünü aldığından, fesadın önü alındı.

Yoksa birbirinden küsmüş kardeşler, bir sinek kanadı kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahut bir kıvılcımın baruta düşmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.

Latif Nükteler - 58

MEHASİN-İ AHLÂK

 Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.

Ve madem, binler mucizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemâlâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’ân-ı Hakîmin hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir.

Ve madem semere-i ittibâıyla milyonlar ehl-i kemal, merâtib-i kemâlâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır.

Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktidâ edilecek en güzel nümunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır.

Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı Sünnette hissesi ziyade ola.

Sünnete ittibâ etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme, tekzibini işmam eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir.

İşte böyle bir zâtın ef’al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin(Sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.

Evet, Sünnet-i Seniyeye ittiba, mutlaka gayet kıymetdardır. Hususan bid’aların istilâsı zamanında sünnet-i seniyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyenin küçük bir adabına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.

Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir huzur-u İlahî hatırasına inkılab eder.

Hatta en küçük bir muamelede, hatta yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeyi müraat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor.

Çünki o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ittibaını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan şâri-i hakikî olan Cenab-ı Hakk’a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır.

İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.

Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullahın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.

Elhasıl:Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor.Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeye ittibaından hissesi ziyade ola.Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeyi takdir etmeyip, bid’alara giriyor.


SÜNNETE İTTİBA

 “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.”

Sünnet-i Seniyye, edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.”Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat’iyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir.

Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder. “Edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur” kaidesine mâsadak olur, hasâretli bir edepsizliğe düşer.

Örf ve âdât, muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tevatürle malûm olan harekâtına ittibâ etmektir.

Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taallûk eden çok sünnet-i seniyyeler var. Bu nevi sünnetlere “âdâb” tabir edilir.

Fakat o âdâba ittibâ eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdâbdan mühim bir feyiz alır. En küçük bir âdâbın mürââtı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tahattur ettiriyor, kalbe bir nur veriyor.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: akvâli, ef’âli, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir.

Farz ve vâcip kısmında ittibâa mecburiyet var; terkinde azap ve ikab vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir.

Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile, yine ehl-i iman mükelleftir; fakat terkinde azap ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibâında azîm sevaplar var.

Ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalâlettir ve büyük hatadır.

Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev’iye ve içtimaiye itibarıyla onu taklit ve ittibâ etmek gayet müstahsendir. Çünkü herbir hareket-i âdiyesinde çok menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi, mütâbaat etmekle, o âdâb ve âdetler ibadet hükmüne geçer.

Sünnet-i Seniyyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittibâ etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur.

Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkast, taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak, herkesin elinden gelir.

Farz ve vâcip kısımlara zaten ittibâa mecburiyet var.Ve ubudiyetteki müstehap olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde, günah olmasa dahi, büyük sevabın zayiatı var. Tağyirinde ise büyük hata vardır.

Âdât ve muamelâttaki Sünnet-i Seniyye ise, ittibâ ettikçe, o âdât, ibadet olur.

Etmese itab yok; fakat Habibullahın âdâb-ı hayatiyesinin nurundan istifadesi 

EŞLERİN BOŞANMASI ŞEYTANIN BİR TUZAGI

 Kişi ile Karısını Ayırma Fitnesi

İblisin bunca kötülük içinde kişiyi karısından ayırma işini iltifatına değer bulması ilginçtir. Toplumun temeli ve çekirdeği ailedir. Toplumu ayakta tutan ailedir. Ahlâkın temeli ve okulu ailedir. Aile yıkılırsa toplum yıkılır. Neticede insanlık yıkılır ve Şeytan sevinir.  

Yıkılan aileler toplum için faciadır. Şiddet artar. Cinayetler artar. Düşmanlık, fitne ve fesat artar. Kavga ve geçimsizlik artar. Zina artar. Ahlâk düşer. Edep ve terbiye zaafa uğrar.   

Bütün bunlar şeytanın ekmeğine yağ süren bozulmalardır. İçinde bulunduğumuz asır medeniyeti kemendini kadına ve aileye atmıştır. Toplumları kadın ve aile üzerinden yıkmayı planlamıştır. Giyimde, kuşamda, davranışta, görenekte üretilen “moda” mefhumu din yerine ikame edilmiş, insanlar sefahette ve kötülükte model olma yarışına girmiştir. 

Bozulan aile ve yıkılan kadın mefhumu kendi felsefesini de üretmiştir. Kadın hakları gibi hak suretli bir perdeye sarılmış bu vahşî anlayışta anlaşılıyor ki şeytanın telkini hâkimdir. Ve anlaşılıyor ki şeytan ve avanesi işini başarmıştır. 

ŞEYTANIN ÇALIŞMA METODU

 İblisin Çalışma Düzeneği

“Hayır” bir sistemle yapıldığında başarı getirdiği gibi, “şer”rin de şirretliğinin artması bir sistem dâhilinde yapılmasına bağlıdır. Hayırda sebat, şerde hırs; hayırda sabır, şerde acelecilik; hayırda hak, şerde haksızlık ve zulüm vardır. 

Şer ve kötülükler nefse hoş geldiği ve iptale ve ihmale dayandığı için plansız da olsa kolaydır. Sistematik yapıldığında ise o şer yıkar geçer. Hayır ise Allah’ın emri olması, nefse hoş gelmemesi ve vücudî olması haysiyetiyle zordur. 1 Plansız ve disiplinsiz yapılırsa başarı getirmez. 

Peygamber Efendimiz (asm) şeytanın çalışma sistemini şöyle ifade buyurmuştur: “İblis tahtını su üzerine kurar. Sonra kötülük yapmak üzere askerlerini sağa sola gönderir. Makam ve mevkice ona en yakın olan, fitnenin en büyüğünü yapandır. Hepsi yaptıklarını anlatmak üzere İblis’in yanına gelir ve içlerinden birisi: ‘Ben şunu, şunu yaptım’ der. Ancak İblis, ona: ‘Senin yaptığın da bir şey mi?’ der. Sonra bir başkası gelir ve ‘Falan adamı, karısından boşayıncaya kadar onun yakasını bırakmadım’ der. İblis bundan o kadar memnun olur ki, hemen onu yanına çağırır ve ‘Sen ne büyük iş başardın! Aferin!’ diyerek ona iltifat eder.” 2

Bugün şeytan ve avaneleri, helaket ve felaket asrı olarak tarif edilen zamanımızda, fitne ile ve aldatarak insanları yoldan çıkarmaktadır.Bilerek ahireti dünyaya feda ettirmakte imanın mahalli olan kalpleri ifsat ederek insanların imanına zarar vermektedir. Allah şeytanın ve onun emrinde bulunan  kötü niyetli insanların ve nefsin şerrinden bizleri korusun.

YE'CÜC VE ME'CÜC

  ONBEŞİNCİ MES'ELE: 

   Ye'cüc ve Me'cüc hâdisatının icmali Kur'anda olduğu gibi, rivayette bir kısım tafsilat var.

Ve o tafsilat ise, Kur'anın muhkematından olan icmali gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır.

Onlar tevil isterler.

Belki râvilerin içtihadları karışmasıyla tabir isterler.

Evet

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

Bunun bir tevili şudur ki: Kur'anın lisan-ı semavîsinde Ye'cüc ve Me'cüc namı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa'yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir.

Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır.

   Evet, ihtilal-i Fransavîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti.

Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrib ettiğinden, aşıladığı fikir bilâhare bolşevikliğe inkılab etti.

Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette ektikleri tohumlar hiçbir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek.

Çünki kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmez.

Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak.

Ve o şeraite muvafık insanlar ise, Çin-i Maçin'de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acaib-i seb'a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinî'nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki, Kur'an'ın mücmel haberini tefsir eden Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) mu'cizane ve muhakkikane haber vermiş.

Şualar - 588

27 Temmuz 2021 Salı

BİR NEFES SIHHAT


Bir Nefes Sıhhat

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Kanunî Sultan Süleyman

Kanunî Sultan Süleyman Han’ın söylediği gibi: Sağlığımızı koruyalım. Sağlığımızın kıymetini elden gidince anlamayalım, eldeyken anlayalım. Eldeyken onun bir nefesinin bir devlet olduğunu fark edelim.

Sağlığımızın bize verilmiş bir emanet olduğunu unutmayalım. Sağlık devletini korumanın ilk şartının şükür olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Şükrün temelinin iman olduğunu, imanımızı kavi tutarsak, Allah’a dayanağımızın ve güvenimizin güç kazanacağını ve başa gelen her zorlu musîbeti bu güçle yeneceğimizi atlamayalım.

Allah’a dayanıp güvendiğimizde, başa ne gelse O’ndan olduğunu anlarız. Sağlığımız ne kadar bozulsa da, Allah ile aramız bozulmaz. Allah ile aramız bozulmadıkça, O’nun verdiklerine sabrederiz. Allah’ın verdiklerine sabrettikçe, O’ndan gelen her şeye “baş üstüne” deriz. Böylece O sevgisini kalbimize açar, O’nu daha çok severiz. O’nu daha çok sevdikçe, ruhumuzu pozitif enerji doldurur.

Bu da bizim ruhumuza ilâç gibi gelir. Bize güç ve kuvvet verir.

“Musîbet, insanın hakiki mihenk taşıdır.” Beaumont Fletcher

Sabır tedbirsizlik demek değildir. Sabır sağlığını bozmak demek değildir. Sabır sağlığın bozulunca doktora gitmekten sakınmak demek değildir. Sabır, doktor ilâç verince kullanmaktan, doktorun tavsiyesine uymaktan içtinap etmek demek değildir.

Sağlığımız bazen bozulabilir. Allah böyle yazmıştır. Sağlık nasıl O’nun devlet gibi bir nimetiyse, hastalık da farklı bir açıdan bakınca, yine, devlet gibi bir nimeti çıkıyor.

Evet, büyük harflerle söylüyorum: Hastalık bir nimettir, bir ihsandır, bir hediyedir, bir sıhhattir. 3

Gafletten kurtulamaz isek eğer, sıhhat bir hastalık olur. Bu hastalık fani bir dünyayı bize baki gösterir, dalgalı bir dünyayı bize sakin gösterir. Günahla, zulümle, kanla, kinle çirkinleşmiş bir dünyayı bize hoş gösterir.

Hastalandığımızda ise bu hastalığın penceresiyle bakıyoruz. Allah’ı bize ve bizi Allah’a yakın buluyoruz. Allah’ın afiyet ve şifa lütfunu bekliyoruz. Allah’tan bir şey beklemek ne kadar güzeldir! Sağlıktan daha güzeldir. Sağlıkta beklediğimiz bir şey yoktu! Dolayısıyla Allah’a tevekkülümüz de zayıflamıştı.

Ama şimdi hasta olduğumuzdan beri Allah’tan sağlık gibi bir devlet beklemeye başladık. Bu büyük devlete erdiğimizde inşallah kendimizi şükreder bulalım! Hamd eder bulalım!

Sağlığımızın kıymetini fark edelim. Şükrümüzü tamama ve kemale erdirmek için, sağlığımızı bozan şeylerden uzak duralım. Ama hastalık gelirse de, Allah’a darılmayalım. Allah’ın yeniden sağlık ve şifa vereceğinden endişe etmeyelim..

26 Temmuz 2021 Pazartesi

İMAN VE ŞÜKÜR


Hem şükür içinde, safi bir îman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünki bir elmayı yiyen ve “Elhamdülillah” diyen adam, o şükür ile ilân eder ki: “O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir” demesi ile ve itikad etmesi ile her şey’i -cüz’î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor.

Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir îmanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor. İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz.

Şöyle ki: Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor.

Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına, yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor.

Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur.

Şükür ile, zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rızkın akibeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır.”

24 Temmuz 2021 Cumartesi

MEŞVERET VE ŞARTLAR

 Meşveret mes’elesinin tezekkür edilmesinde 4 Şart:

İlk şart: Tecerrüddür. Yani, bir mesele müzakere edilirken enaniyetten, hissiyattan, tarafgirlikten, peşin hükümden, ferdiyet ve şahsiyetçilikten sıyrılmaktır.
İkinci şart: Allah(c.c) için safiyet ve ihlâs ile hak namına, hakikati akla tespit ve teslim ettirmektir.

Meseleleri değerlendirmede merhaleler; evvela esasları kavramak ve belirlemek, sonra tahlil ve tasnif etmek, sonucu mukayese ve muhakeme ile gitmektir.

Hedef, hadiseleri değerlendirmektir. Mantık ve muhakeme disiplini altında insaf ve hakperestlik ile meseleleri elemektir. Bunun içinde, hakikat-ı hale nüfuz etmek şarttır.

Üçüncü şart: Ekseriyetin görüş birliğine vardığı fikri paylaşmaktır. Meşveretten süzülen fikri esas almaktır. O havuzda erimek “Nahnü-Biz” manasını kabullenmektir.

Dördüncü şart: Meşveret neticesi ortaya çıkan görüşü hassasiyetle yaşamaktır, devam ettirmektir. Böylece cemaatin tensibine görüş ve düşüncelerine ayine olmaktır. Müşavere neticesinde ortaya çıkan görüşün tesirini kıracak her türlü ahval ve hissiyattan şiddetle kaçınmak, titizlikle bu fikrin devamına azami 

23 Temmuz 2021 Cuma

GÜLER YÜZLÜ OLMAK


Gülümsemek, güler yüzlü olmak ve ölçülü gülmek sünnettir. Bu tür davranış ve fiiller; kalbe hayat, ruha huzur verir. İnsanları kaynaştırır, insanlar arasında güven, sıcaklık ve yakınlaşma meydana getirir. Dostlukları arttırır, düşmanlıkları öldürür, husûmeti kırar. Kırgınlıkları önleyerek, şeytandan gelen kini, nefreti, öfkeyi, kızgınlığı, küskünlüğü söndürür ve yok eder. Ayrıca bu fiillerde sadaka sevabı da vardır.

Resûl-i Ekrem(a.s.v) genellikle beşûş çehreli, güleç yüzlü, insanların en mütebessimi idi. Yani o, en sıkıntılı anlarında bile umumiyetle üzüntülerini belli etmez ve somurtarak yanındakilere hüzün verecek bir tavır sergilemezdi. Bilhassa çok sevdiği kimselerle karşılaştığında tebessümü bir kat daha artardı. (Tirmizî, Menâkıb 10; Ebû Dâvûd, İstiska 2)

Efendimiz(s.a.v) mevzu ile alakalı müteaddit hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Güzel ahlâk; güler yüzlü olmak, hayırlı işlerde el açıklığı, bir de kimseye eziyet etmemektir.”
(el-Askalâni, Buluğu’l-Meram Trc. A.Davudoğlu, c.IV, syf.321)

“Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır.”
(Tirmizi)

“Allah, yumuşak huylu ve güler yüzlü kimseyi sever.”
(Câmiü’s-Sağîr, 2/503)

“Siz mallarınızla bütün insanları memnun edemezsiniz. Öyle ise, güler yüzlülüğünüz ve güzel huyunuzla onları memnun ediniz.”
(Câmiü’s-Sağîr, 2/661)

“Allah, Müslüman kardeşine surat asan kimseye buğz eder.”
(Câmiü’s-Sağîr, 2/500)

“Allah’tan kork ve hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birisine kovandan su vermek veya Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak dahî olsa.”

GÜLME VE GÜLDÜRME

 Gülme, insana has bir davranış olarak aynı zamanda insan karakterini belirleyici bir nitelik ve beşerî ilişkilerde sıkça görülen bir tavır olmasından dolayı İslâm ahlakıyla ilgili kaynaklar bu kavramı inceleme konusu yapmıştır.

Hz.Peygamber’in(s.a.v) nükteli sözler, ilginç çelişkiler, sürpriz gelişmeler ve diğer bazı hareketler karşısında tebessüm ettiğine ve güldüğüne dair hadisler vardır. Mevzu ile alakalı uyarıcı bu hadisler ise şöyledir:
“Haramlardan sakın ki, insanların en abidi olasın. Allah’ın taksimine razı ol ki, halkın en zengini olasın. Komşuna iyilik yap ki, kâmil mü’min olasın. Nefsin için sevdiğini insanlar için de sev ki, halis Müslüman olasın. Bir de sakın çok gülme. Zira fazla gülmek, kalbi öldürür.”
(Ramûz, c.1/13–7)

“Az gül. Çünkü çok gülmek kalbi öldürür, katılaştırır.”
(Tirmizî, Zühd 2)

“Siz benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yüksek dağlara çıkar, sızlanarak Allah’a yalvarırdınız. Çünkü kurtulup kurtulamayacağınızı bilemiyorsunuz.”
(Câmiü’s- Sağîr, 4/1427)

“Kim gülerek günah işlerse, ağlayarak Cehennem ateşine girer.”
(Câmiü’s-Sağîr, 4/1534)

“Ölüm kendisini kovaladığı halde, dünyayı kovalayan kimseye şaşarım. Kendisinden gafil olunmadığı halde, gaflete dalan kimseye şaşarım. Allah kendisinden râzı mıdır, kızgın mıdır bilmediği halde kahkahayla gülen adama şaşarım.”
(Câmiü’s-Sağîr, 3/1174)

“Bana az önce şu duvarın kenarında Cennet ve Cehennem gösterildi. Hayrın yapılmasının ve şerden kaçınılmasının önemli sonuçları olduğunu bu günkü kadar görmedim. Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.”
(Buhârî, Salât 51)

“Acıkmadan yemek, uyku gelmeden uyumak, şaşkınlık yaşamadan yapmacık olarak gülmek, musîbet ânında feryad etmek, nîmet ânında gayr-ı meşrû şekilde çalgı çalmak Allah katında büyük gazaba sebep olan şeylerdendir.”

SEVGİNİN SEBEBİ İYİLİKLER

 Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir.

Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur” sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir.

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.
(Mektubat, 22.Mektub, 1.Mebhas, 3.Vecih)


ALLAH İÇİN SEVMEK VE BUĞZETMEK

 Allah için Sevmek veya Buğz etmek, beşeri muhabbetlerde kalbi bir ölçü olmalıdır.

Zira Efendimiz(s.a.v); “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir.” buyurmuşlardır.
(Ebû Dâvud, Sünnet 3)

Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Nefsim yed-i kudretinde olan zâta yemin ederim ki, imân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız!”
(Müslim, İmân 93; Ebû Dâvud, Edeb 142; Tirmizî, İsti’zân 1)

Hz.Mu’az İbnu Cebel(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: “Allah Teâla hazretleri buyuruyor ki: Benim celalim adına birbirlerini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıbta ederler.”
(Tirmizî, Zühd 53)

Ebu İdris el-Havlani, Mu’az İbnu Cebel radıyallahu anh’den naklediyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Allah Tebareke ve Teâla Hazretleri şöyle hükmetti:
“Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenler, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vacip olmuştur.”
(Muvatta, Şi’r 16)

Hz.Ömer(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: “Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehitlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehitler de onlara gıbta ederler.”

Orada bulunanlar sordu: Ey Allah’ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!

“Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah’ın ruhu Kur’an adına birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler.”
(Ebû Dâvud, Büyû 78)

Ve şu ayeti okudu: “Haberiniz olsun Allah’ın dostları var ya! Onlara ne korku var, ne de onlar üzülecekler.”

22 Temmuz 2021 Perşembe

ASIL HÜNER İSLAH ETMEK


Asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir.

Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: “İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar âdi, âciz insanlardır.”

Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise ferasetiyle bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem senin irşadınla bu makamı buldum; seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım” diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor.
(Şualar, 13.Şua)

Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir; tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.

Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşan “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder.” dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?
(Yusuf Sûresi, 12/53)

Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.

Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.
(Lem’alar, 13.Lem’a, 13.İşaret, 2.Nokta)

Bediüzzaman hazretleri mevzu ile alakadar şu manidar tespitlerde bulunmuştur: Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakîkat olmak şartiyle- minnetdar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu, fakat garaz ve inad olmamak şartiyle ve bid’atlara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile kabul edip minnetdar oluyoruz.
(Emirdağ Lahikası I, Mektup 25)

Eğer onun tahkiri ve beyân ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevkeder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.

Evet, ben nefsim ile musalâha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse; ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.

KISKANÇLIK HASET

 

Kardeşleri ve dostları birbirine düşman haline getiren hastalıkların başında Hased(kıskançlık) gelir. Ehl-i iman bu hastalığın mahiyetini anlamaya çalışarak Nebevi tedaviyi uygula- malıdır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bahis mevzuu konuya gayet vazıh ve mukni bir açıklama getirerek, bu menfur hastalığı kökünden kesip atacak yerine Muhabbet tohumlarını ekecek tespitlerde bulunmuştur:

Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyâkârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder.
(Mektubat, 22.Mektub)

İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler.

Hâlbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler.

Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir.

Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Hâlbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez.

Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.

Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

KIRGINLIKLARI GİDERMEK

 

“Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek.” İslâmiyet emrediyor.

Evet, hakikat ve maslahat sulhdur. Kur’an’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslâhat ve insaniyet ve İslâmiyetin iktiza ve teşvik ettikleri barışmak ve musalaha etmektir.

Elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmağa, hem maslâhat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye iktiza ediyor.
(Şualar, 14.Şua)

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) müslümanlar arasında üç günden fazla devam edecek küsüşmeleri yasaklamıştır.

Nevevî, ulemâdan naklen der ki: “Müslümanlar arasında üç günden fazla küsüşmek nassla haramdır.” Ancak üç güne kadar küsmenin mübah olduğu, hadîsin mefhumunda mevcuttur.

Umumî olan yasak, küsmesi için meşru bir sebebi olmayan kimselere mahsustur. Öyleyse meşru olan caiz ve hattâ gerekli olan küsmeler de vardır. Câiz olan küsmek, işlenen cürmün miktarına göre farklılıklar arzeder. Ayrıca, “yüz çevirme” denilen bir dargınlık türü de vardır ki, bu asî, fasık, zalim kimselere karşı yapılacak bir davranıştır.

Söz gelimi masiyete(günaha) giren insana, bundan vazgeçmesi için küsülebilir. Buhârî, bu maksadla Tebük seferine katılmayan Ka’b İbnu Mâlik’le elli gün boyunca konuşmayı Resûlullah’ın yasakladığına dair rivayeti kaydeder.
(Kütüb-ü Sitte, c.10, 15.Fasıl)

Ebû Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.m) buyurdular ki: “Bir mü’minin diğer bir mü’mine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz. Üzerinden üç gün geçince, ona kavuşup selâm versin. Eğer o selama mukabele ederse ecirde her ikisi de ortaktır. Mukabele etmezse günah onda kalmıştır.”

Bir diğer rivâyette şöyle buyrulmuştur: “Kim üç günden fazla küs kalır ve ölürse cehenneme girer.”
(Ebû Dâvud, Edeb 55)

Ebu Hırâş es-Sülemi(r.a) anlatıyor: Resülullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim kardeşine bir yıl küserse, bu tıpkı kanını dökmek gibidir.’
(Ebu Dâvud, Edeb 55)

Hz.Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resülullah(a.s.v) buyurdular ki: “Ameller her perşembe ve pazartesi günü arz edilir. Aziz ve Celil olan Allah o gün, Allah’a hiçbir şirk koşmayan kulun günahını affeder. Bundan sadece kardeşiyle arasında düşmanlık olanı istisna eder, onu affetmez ve der ki: “Bu ikisini, barışıncaya kadar terk edin.”
(Müslim, Birr 36)

Başka bir hadislerinde ise Kâinatın Efendisi(s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve hased etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helal değildir”
(Buhârî, Edep 57,58,62; Müslim, Birr 23,24,28)

Beşeriyetin iktizası gereği, dost ve kardeşler arasında meydana gelebilen kırgınlıklarda arayı bulmak ve tarafları barıştırmak, beşerin hayatı içtimaiyesinde, hayırlı neticeleri meyve veren güzel bir sünnettir. Hemen her hususta barışı, insanların arasını ıslaha çağıran İslâm, tabii olarak kendi mensupları arasında vukû bulan dargınlıklarda da diğer müminleri, söz konusu anlaşmazlığı ya da dargınlığı sona erdirmede aktif göreve çağırmaktadır. Bu yönüyle dargınların barıştırılmasının, dinî ve ahlâkî bir görev olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır.
(Bakara, 208; Nisâ, 114; Enfâl, 1,61; Hucurât, 9,10)


ARKADAŞLIKTA ARANAN VASIFLAR

 

Dostluk ve arkadaşlığı tercih edilen bir insanın, sahip olması gereken bazı hasletler vardır. İstikametli bir arkadaşlığın ön şartı olan bu hasletler ise şunlardır; “Akıllı olmak, güzel ahlâklı olmak, fasık olmamak, bid’atçı olmamak ve dünyaya fazla düşkün olmamak.”

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatıyor: İki dost müminden birisi vefat edip cennetle müjdelenir. Nice sonra hayatta olan kişi, vefat eden dostunu hatırlayarak, “Ey Allah’ım! Şüphesiz filanca benim dostumdur. Bana, Sana ve Resûlüne itaati, hayrı emreder, kötülükten men eder, benim hiç şüphesiz Sana kavuşacağımı haber verirdi. Ey Allah’ım! Benden sonra onu sapıklığa düşürme ki, bana gösterdiğin nimeti ona da gösteresin. Benden hoşnut olduğun gibi ondan da hoşnut olasın” der.

Sonra diğeri de ölür ve ruhları bir araya gelir de, “Her biriniz kardeşi hakkında söyle- yeceğini söylesin” denir. Her ikisi de birbirinden razı olduğunu haber verince Cenab-ı Hak ikisi için: “Ne güzel kardeş, ne güzel arkadaş, ne güzel dost” buyurur.

Bu sefer de iki dost inkârcı insandan biri öldüğü zaman ve yerinin ateş olduğu haber verildiğinde ise dünyadaki dostunu hatırlayarak, “Ey Allah’ım! Benim dostum olan falanca bana, Sana ve Resûlüne isyanı, kötülüğü emreder, hayırdan men eder, Sana kavuşmayaca- ğımı bana söylerdi. Ey Allah’ım! Benden sonra onu hidayete erdirme ki, bana gösterdiğin cezanın bir mislini de ona gösteresin” der.

Cenab-ı Hak da onlardan her biri için, “Ne kötü kardeş, ne kötü arkadaş, ne kötü dost” buyurur. Bunun üzerine onlar birbirine lânet etmeye başlarlar.
(Kurtubi, el-Cami li-ahkâmi’l-Kur’ân, 16/109)

Hz.Alinin(r.a) mevzu hakkındaki şu veciz sözleri ne kadar da manidardır: Görüşü kabul gören ama ameli hoş görülmeyen kimseyle arkadaşlık etmekten sakın. Şüphesiz arkadaş, arkadaşıyla itibar görür.

Fasık, facir ve Allah’a karşı açıkça günah işleyen kimselerle arkadaşlıktan sakın. Şüphesiz kötülük kötülüğe katılır.

Takva sahibi ve dindar kardeşinle arkadaş ol ki güvende olasın. Ondan doğru yola kılavuzluk dile ki ganimete eresin.

Seni gafil ve haris kılan kimseyle arkadaşlıktan sakın. Şüphesiz böyle bir kimse seni yardımsız bırakır ve helak eder.

Eğer selamette olmayı seviyorsan, cahillerle arkadaşlıktan sakın. Zira cahillerle arkadaşlık aklın yokluğundandır.

Hikmet sahibi kimselerle arkadaşlık et, hilim sahibi (yumuşak huylu) kimselerle otur ve dünyadan yüz çevir ki yüce cennette sükûnet edesin.

Ahmakla birlikte olunca, kötü kimseyle muaşeret ettiğinde ve zalimle bir muamelede bulunduğunda ihtiyatlı ol. Aynı zamanda Ahmak kimseyle arkadaşlık, ruhun azabıdır.

Dünya ehliyle oturmak insana imanı unutturur ve şeytana itaate sürükler. Aynı zamanda dünya ehliyle arkadaşlıkta etme. Zira eğer mal açısından azalırsan seni önemsemezler ve eğer mal açısından çoğalırsan sana haset ederler.

21 Temmuz 2021 Çarşamba

İNSANLARI ALAYA ALMAK

 

İnsanları alaya almayı, ayıplayıp kötülemesini, bunun yanısıra Mü’minlerin birbirlerini kötü lâkapla, sonradan uydurulan adlarla çağırmamalarını, Cenab-ı Hak Kur’anda sarih ayetle nehyetmiş, yasaklamıştır.

“Ey mü’minler, bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da kadınları alaya almasın, belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kendi kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın.”
(Hucurât Sûresi, 11)

Bir rivayette şöyle buyurulmuştur: “İnsanlarla alay edene, Cennetten bir kapı açılır, “haydi gir” denir. O da, telaşla gelir, fakat kapı hemen kapanır. Sonra başka bir kapı açılır. O yine üzgün olarak kapıya gider. Kapı yine kapanır. Bu durum, defalarca tekrar eder, artık, gel denildiği halde, gidemez.”
(Ebu Davud)

Bir başka hadîs-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahcup etmez ve onu küçük düşürmez.

Kişiye kötülük olarak Müslüman kardeşini küçük düşürmesi kâfidir.”
(et-Tefsîrül-Kebir, 28:132)

Bir insanı kolayca tarif etmek maksadıyla, çağırıldığı zaman rahatsız olmayacağı bir isimle anmak ve seslenmek, yasaklanan kısma girmemekle beraber teşvike medar görülmüştür. Zira muhabbeti arttırmaya vesiledir.

Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Mü’min kardeşini güzel lâkaplarla ve isimlerle çağırmak, mü’minin mü’min üzerindeki hakkıdır.”
(Hak Dini Kur’ân Dili, 6:4470).

Bu meselede göz önünde bulundurulması gereken husus, muhatabın hissî durumudur. Onun haysiyet ve izzetinin korunmasıdır.

Bir insan başkaları tarafından takılan bir lâkapla çağrılmaktan rahatsız oluyorsa, onu artık o isimle çağırmak mü’mine eziyet olacağından, dikkatli olmak lâzımdır. Esas olan, “Kendimiz için istemediğimizi, başkaları için de istememektir.”

Meselâ: Peygamber Efendimiz(s.a.v), Hz.Ebû Bekir’e(r.a) “Cehennemden âzad olunmuş” mânâsına “Atîk”, Hz.Ömer’e(r.a) “hak ile bâtılı birbirinden ayırıp adaletle hükmeden” mânâsında “el-Fâruk”, Hz.Osman(r.a) iki kızını nikâhladığı için “Zinnûreyn (iki nur sahibi)”, Hz.Ali’ye(r.a) “Ebû Turab” (toprak babası) ve Halid bin Velid’e(r.a) “Seyfullah” lâkaplarını vererek onları taltif etmiştir.
(Helal-Haram, Mehmed Paksu)

Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek.

Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.
(Mektubat, Hakikat Çekirdekleri 93)

Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur. Bir ülül’emrin makamındaki ciddiyeti vakardır, mahviyeti zillettir; hanesindeki ciddiyeti kibirdir, mahviyeti tevazudur.

Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi na- mına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez.

HEDİYELEŞMEK

 Hediyeleşmek, esasen güzel bir sünnet olmakla birlikte, muamelatta beşerin hayatı içtimaiyesinde su-i istimale uğradığından birkaç ehemmiyetli noktayı nazarı dikkatle mütalaa etmek gerekir.

Bediüzzaman hazretleri bu münasebetle hediyeleşmek kaidesine ekseriyetle muhalefet etmesinin, tezehhüd(kendini dindar göstermek) ve sun’î bir istiğna değil, belki dört-beş ciddî esbaba istinâd ettiğini beyan etmişlerdir:

Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. “İlmi ve dini kendilerine medâr-ı maîşet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler: اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ ٭ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sûre-i Yâsîn’de: اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ cümlesi, mes’elemiz hakkında çok ma’nidardır...

Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyân edildiği gibi: Allah nâmına vermek, Allah nâmına almak lâzımdır. Hâlbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi nâmına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakîkiye âid şükrü, senâyı, zâhirî esbaba verir, hatâ eder.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzâk-ı Zülcelâl’e yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinâden, bakiye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.

Beşincisi: Bir-iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat’î kanaatım oldu ki; halkların malını, husûsan zenginlerin ve me’murların hediyelerini almağa me’zun değilim. Ba’zıları bana dokunuyor.. Belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Ba’zan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa ma’nen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabûl edemiyorum. Halkın hediyesini kabûl etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabûl etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor.

Hem tasannu’ ve temellûkten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassa’ libasını giymek ve onların hâtırını saymağa mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.

Altıncısı: Ve istiğna sebebinin en mühimmi; mezhebimizce en mu’teber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana verilen bir şey, sâlih olmazsan kabûl etmek haramdır.”

İşte şu zamanın insanları hırs ve tama’ yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçâreyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar.

Eğer hâşâ! Ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabûl etmek câiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâkî meyvelerini dünyada fâni bir sûrette 

GURUR

 

Gurur; Beşerin hayat-ı içtimaiyesinde dört çeşit manevi hastalıklardan biri “Gurur” ile insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır.

Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Hâlbuki eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.
(Mesnevi-i Nuriye, Katre, Hatime)

Mademki iş böyledir; gurur ve enâniyeti bırak. Dergâh-ı ulûhiyetinde, acz ve zaafını, fakr ve fâkatını istimdat ve lisân-ı tazarru ve ubudiyetle ve duayla ilân et. Zira Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima edemiyor.
(Mesnevi-i Nuriye, Nurun ilk kapısı, 7.Mukaddime)

Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

20 Temmuz 2021 Salı

DÜNYEVİ DOSTLUKLAR VE ARKADAŞLIKLAR

 


Dünyevi dostluk ve arkadaşlıklar, insanların ebedi hayatına mal olabilecek kadar ehemmiyet kesbetmiştir. Ahirette, Kişi sevdiğiyle beraber olduğu gibi, aynı zamanda dostunun dini üzeredir.

Zira Tirmizî’nin bir rivayetinde Hz.Peygamber(s.a.v): “Kişi dostunun dini üzeredir. Kişi sevdiğiyle beraberdir. Öyle ise her biriniz dost edindiği kimselere dikkat etsin!” emri ile kesin bir üslubla bu mes’eleye temas ederler.
(Buhârî, Edeb 96)

Aynı manayı takviye eden bu hadis ise hâlihazır insanlığın sahip olduğu manevi hastalığını ifşa etmesi hasebiyle gayet manidardır. Hz.Ebu Zerr(r.a) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü! Kişi, bir kavmi sever, fakat onların amelini işlemezse, sonu ne olacak?” dedim. Efendimiz de(s.a.v); “Ey Ebu Zerr..! Sen sevdiğinle berabersin!” buyurdu.
(Müslim, Birr 165)

Sahabeden Hz.Enes b.Malik(r.a) rivayet ediyor: Cennet ehli Cennet’e girip ayrılmış yerlerine (köşklerine) oturduklarında, (dünyadaki samimi) din kardeşlerini özlediklerin- den dolayı birbirlerini görmek ister. Bu düşünce esnasında birinin serîri(koltuk) diğerinin serîrine, diğerinin serîri öbürünün yanına (anında) gider.

Onlar buluşunca her ikisi de köşklerine yaslanarak, sohbete ve dünyada aralarında olan şeyleri karşılıklı konuşmaya başlarlar. Birisi şöyle der: “Ey Kardeşim! Hatırlar mısın biz dünyada falan mecliste sohbet yerinde veya camide hâlisane Allah’a dua etmiştik (Kur’ân okumuştuk, sohbet dinlemiştik), işte Allah da bizi (orada) bağışladı.”
(Suyuti, El-Fethu’l- Kebir, 1/79)

Bir insan için âileden sonra, her gün düşüp kalktığı arkadaşlar zümresi, onu saran içtimâî muhitlerin ikinci halkasını teşkil eder. Bu muhit, insanın bir kısım alışkanlıklar kazanmasında âile muhitinden daha da müessir olabilmektedir.

İbn-i Sinâ: “Mektepte çocuk, edebi güzel, alışkanlıkları arzu edilen şekilde olan başka çocuklarla düşüp kalkmalıdır. Zira bir çocuk diğer bir çocuk için daha çok telkin gücüne sahiptir. Çocuk arkadaşıyla ünsiyet eder, (çok şeyi) ondan kapar” der.

Şu halde arkadaşlar zümresinin iyi veya kötü oluşunun, çocukta kesin bir hüküm icra edeceği yeni ve eski bütün terbiyecilerce kabul edilmektedir.

Arkadaş mes’elesine Kur’ân-ı Kerîm: “Mü’minler, mü’minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin. Bunu her kim yaparsa Allah’la ilişiği kesilmiş olur.” âyetiyle dikkatlerimizi çekmektedir.
(Âl-i İmrân 28)

Hz.Peygamber’den(s.a.v) gelen bir rivayette de: “Sâdece mü’minle arkadaşlık et, öyle ki senin yemeğinden sadece müttakî(takva sahibi) olan yesin.” denmektedir.
(Ebu Davud, Edeb 19; Tirmizi, Zühd 56)

Sahih senedle geldiği tasrih edilen bir rivayette de sırf dünyevî maksada yönelen mâlâyânî lehviyatın girdiği meclislerden, arkadaş ortamlarından sakınmak emredilmektedir. Sık sık beraber olunan arkadaşın ehemmiyetini zihinlerde tesbit için bir de teşbihe yer verilir.

Resulullah(s.a.v) iyi arkadaşı misk satıcısına benzetir. Çünkü ondan dünyevî veya uhrevî bir faide, bir nur bulaşacaktır. Hadis böyleleriyle arkadaşlığa teşvik ettiği gibi uzaktan yakından dünyevî veya uhrevî bir zarar dokunacak kimselerle de arkadaşlık etmemeyi emretmiş olmaktadır.

Zikredilen bu hadiste Resulullah(a.s.v) şöyle buyurdular: “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya evini, ya da elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.”
(Buhârî, Büyû 38, Zebâih 31; Müslim, Birr 

ALLAH RIZASI

 Muhabbetlerde karşılık beklemeksizin, Rıza-yı İlâhî esas olmalı.

Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, insanlarla olan muhabbetlerde, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
(Lem’alar, İhlas Risalesi)

Hz. Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: Allah bir kulu sevdi mi Hz.Cebrail aleyhisselam’a: “Allah falanı seviyor, onu sen de sev!” diye seslenir. Onu Cebrail de sever. Sonra o, sema ehline: “Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!” diye nida eder, derken bütün sema ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için arz konur (Halkı arasında hüsn-ü kabule mazhar olur).

Allah Celle Celaluhu, bir kula da buğzetti mi Cebrail aleyhisselam’a: “Ben falancaya buğzettim, sen de buğzet!” diye seslenir. Ona Cebrail de buğzetmeye başlar. Sonra Cibril sema ehline nida eder: “Allah Celle Celaluhu falan kimseye buğzetti, siz de buğzedin!” Sonra yeryüzüne onun için buğz vaz’edilir(Halkı arasında nefret edilen biri olur).
(Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim Birr 157; Muvatta, Şi’r 15)

Yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Evet, insan evvela nefsini sever. Sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir.

Hâlbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırab içinde kalır yahut gaflet ile sarhoş olur.

Mâdem öyledir, ey nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul.

Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eşyâyı Onun nâmıyla ve Onun âyinesi olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinata sarfedilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm bir nıkmet olur.
(Sözler, 24.Söz, 5.Dal)

Gayr-î meşru dâiredeki haram bir sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalar ile o cüz’î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer. (Asay-ı Musa, 

SEVDİKLERİN İLE CENNETTE BERABER OLMAK

 


Dünyada “Elhubbu fillâh” hükmünce Sâlih ahbablara muhabbetin neticesi:

Cennette عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tâbir edilen karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup hoş, şirin, güzel, tatlı bir sûrette, dünya maceralarını ve kadîm olan hâtıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri sûretinde; firaksız, sâfi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbablarıyla görüştüreceği, Kur’anın nassıyla sabittir.(Sözler, 32.Söz, 3.Mevkıf, 4.Nükte)

Müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan meded beklenilemez.

Ancak حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” diye Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek lâzımdır.
(Âl-i İmrân Sûresi, 3:173)

Kâfirlerin, müslümanlara ve ehl-i Kur’âna düşman olmaları küfrün iktizâsındandır. Çünkü küfür îmana zıttır. Maahazâ Kur’ân, kâfirleri ve âba ve ecdâtlarını i’dam-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.
(Mesnevi-i Nuriye, Hubab, syf.89)

Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

KARDEŞLİK VE DOSTLUK ADABI

 Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir.

Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur” sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir.

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.
(Mektubat, 22.Mektub, 1.Mebhas, 3.Vecih)

Allah için Sevmek veya Buğz etmek, beşeri muhabbetlerde kalbi bir ölçü olmalıdır.

Zira Efendimiz(s.a.v); “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir.” buyurmuşlardır.
(Ebû Dâvud, Sünnet 3)

Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Nefsim yed-i kudretinde olan zâta yemin ederim ki, imân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız!”
(Müslim, İmân 93; Ebû Dâvud, Edeb 142; Tirmizî, İsti’zân 1)

Hz.Mu’az İbnu Cebel(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: “Allah Teâla hazretleri buyuruyor ki: Benim celalim adına birbirlerini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıbta ederler.”
(Tirmizî, Zühd 53)

Ebu İdris el-Havlani, Mu’az İbnu Cebel radıyallahu anh’den naklediyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Allah Tebareke ve Teâla Hazretleri şöyle hükmetti:
“Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenler, benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vacip olmuştur.”
(Muvatta, Şi’r 16)

Hz.Ömer(r.a) anlatıyor: Resûlullah(a.s.v) buyurdular ki: “Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehitlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehitler de onlara gıbta ederler.”

Orada bulunanlar sordu: Ey Allah’ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!

“Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah’ın ruhu Kur’an adına birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler.”
(Ebû Dâvud, Büyû 78)

Ve şu ayeti okudu: “Haberiniz olsun Allah’ın dostları var ya! Onlara ne korku var, ne de onlar üzülecekler.”

18 Temmuz 2021 Pazar

CUMA NAMAZI VE KEYFİ MUAMELE


Bugün (29 Mayıs 2020) Cuma namazı kılmak için sevinçle Kayseri Yahyalı İsmet Mahallesi’ndeki yeni yapılan 15 Temmuz Şehitler Camii’ne gittim. Cami avlusunda Cuma kılınma hazırlıkları yapılıyordu.

Sosyal mesafe ve maske gibi kurallara uyarak seccademi de elime aldım. Avluya girer girmez bir polis memuru ‘Sen namaz kılamazsın’ dedi. “Niçin” diye sordum. Kaç yaşındasın dedi. 65 dedim. “Size yasak” dedi.

Dedim ki “Memur bey ben üç aya yakındır evdeyim. Müsaade et, açık avluda bir kenarda bu hafta olsun Cuma namazını kılalım.” “Hayır olmaz, kimliğini ver.” Ben de “kimliğim üzerinde değil” dedim. “Öyleyse kimlik numaranı söyle” dedi. Ben de söylemedim. O zaman ‘Sen burda bulunamazsın’ dedi.

Ben de döndüm evime üzgün bir şekilde gittim, öğle namazını evimde eda ettim. Ama ne yazıkki bana bu muameleyi yapan polis memuru benden sonra gelen kaç tane 65 yaşı ve üstünde olanlara müsaade etmiş. Benden önce de bir 85’lik ihtiyarı evine göndermiş. Bu keyfîlik karşısında ‘Hasbinallahu venimelvekil’ demekten başka birşey yapamadım. Onları Allah’a havale ettim. Hatta “Ben bir emir kuluyum” diyen memura da “Allah’ın kulu ol yeter” diye karşılık verdim.

Ne diyelim istibdat devam ediyor.

Rafet Özcan

16 Temmuz 2021 Cuma

TEVBENİN MAKBUL OLMASININ ŞARTLARI

 

Yaptığımız tevbenin makbul olması için ülemânın koyduğu dört şartı Nevevî'den naklen kaydettik. Burada şunu da ilave etmemiz gerekmektedir: Tevbe, duanın bir çeşididir. Öyleyse dua bahsinde belirtilen şartlara da tevbe sırasında riayet etmek, tevbemizin makbul olma şansını artıracaktır.

* Önce maddi sadaka vermek.

* Mübarek mekanlarda (Ravza-i Mutahhara, Ka'be, Mescid-i Aksa, camiler, ön saf... gibi) yapmak.

Mübarek zamanlarda (Ramazanda, Kadir gecesinde, diğer mübarek gün ve gecelerde, cuma gününde, saat-ı icabe'de, her gün seher vaktinde, ilk vaktinde kılınacak farz namazların arkasında, abdest alınca  kılınacak iki rekat nafilenin peşinde... vs.) yapmak.

Tevbeye salavatla başlamak, salavatla bitirmek.

Kur'an ve hadiste gelen (me'sur) tevbelerle tevbe etmek.

Abdestli olarak tevbe etmek... vs.[5]

ـ414

15 Temmuz 2021 Perşembe

İNSAN VE TEVBE

 İyilik ve kötülük,sevap ve günah

İnsan bu iyilik-kötülük cepheleri arasında bir saat rakkâsesi durumunda olduğu için, Cenâb-ı Hakk tevbe emretmiştir. Kötülük yapınca tevbe etmelidir, Allah tevbeleri kabul eder, affeder, Allah'ın bellibaşlı sıfatları arasında rahmet (kullara acıma) vardır. Tevvâb, yani tevbeleri kabul edici olmak O'nun bir diğer vasfıdır.

Gafûr (günahları örtücü) olmak, Afuvv (bağışlayıcı, cezayı terkedici) olmak gibi, Allah başka sıfatlara da sahiptir.

Şu halde, bu sıfatlarıyla da Cenâb-ı Hakk'ın kullar tarafından idrak edilebilmesi için, o sıfatlarıyla Allah'a müracaatlarımızı gerektirecek hallere düşeceğiz demektir. Tıpkı hastalanınca Şâfi, rızka muhtaç olunca Rezzâk, âciz kalınca Kadîr... isimlerine müracaat ettiğimiz ve o sıfatlarıyla Allah'ı tanıdığımız gibi...

Şu halde günah, Allah'ın, insanlar tarafından bütün sıfatlarıyla tanınmasında zaruri olan vâsıtalardan biridir. İslâm'ın günah görüşünün hristiyanlarınki ile karıştırılmaması gerek. Onlar, insanoğlunun, Hz. Âdem'le Havvâ'nın cennette yasak meyveden yemekle işledikleri günahı tevarüs ettiğine ve bu sebeple günahkar olarak doğduğuna inanır. İslâm böyle demez, "Her insan günahsız doğar ama günah işleyecek fıtrattadır. Büluğa kadar günahsız sayılsa da, günah işlemesi kaçınılmazdır" der. Bu telakkinin devamında, hristiyanlar doğuştan gelen aslî günahtan kurtuluşu vaftiz (hristiyan) olmaya bağlar. İslâm işlenen günahın tevbe ile affedilebileceğini söyler. Ayrıca tevbe doğrudan Allah'a yapılmalıdır, araya hiçbir mahluk konmaz, kişi her zaman her yerde tek başına tevbe edebilir. Şu günah affedilir, bu günah affedilmez diye bir ayırım yoktur. İhlasla, sıdkla, azimle, kesin kararla yapılan tevbe ile en büyük günahlar dahi affedilir. İslâm'a göre en büyük günah, küfür veya şirktir. Küfür ve şirk'ten dönüş, tevhîde geliş demek olan tevbe en makbul tevbedir, mutlaka kabul edilebileceğine inanılan tevbedir. Şu halde İslâm'a göre, af dışı tutulan bir günah yoktur. "...Ey kendilerine kötülük edip (günahta) aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir" (Zümer 53).[1]

İNSANIN YARATILIŞI

 Yaratılış: İnsanoğlu, hayvan ve melek dediğimiz iki sınıf şuur ve hayat sahipleri arasında orta bir mevkidedir: Hayvanlar, şehvet (arzular)  sahibi fakat aklı olmayan bir tabaka  teşkil ederler. Akılları olmadığı için davranışlarını tabiî insiyaklarla -ki buna içgüdü diyoruz- yürütürler, bu yüzden sorumlulukları yoktur. Melekler ise, şuur ve hayat sahibi olmakla birlikte şehvetleri yoktur. Merlin şerre kabiliyetleri de yoktur.Verilen vazifeleri yaparlar. Dereceleri ne düşer ne de yükselir, hep sâbit kalır. İnsanlar ise, orta bir tabakadır. Hayvanlarla müşterek olan şehvetlere de sahip, meleklerle müşterek olan akla da... Kendisine içgüdüye bedel şeriat verilmiştir, irade verilmiştir. İradesi ile şeriata uyarak aklını o yolda kullanırsa melekleri geçebilir. İradesi ile şehvete uyar aklını o yolda kullanırsa hayvanlardan aşağı düşer. Şu halde Cenâb-ı Hakk insana sonsuzca  alçalma ve sonsuzca yükselme imkanı tanıyan bir fıtrat, bir mertebe vermiştir. Yükselmenin yolu, ihtiyar da denen irade-i cüz'iyyesini kullanarak, şuurla dinin emrettiği şeyleri tercih etmekten, aklını bu yolda kullanmaktan geçer. Alçalmanın yolu ise, şeriata değil, şehvetlere uymaktan, aklını o yolda kullanmaktan geçer. İnsanoğlunun bu kaçınılmaz kaderi en  veciz şekilde Tîn suresinde beyan edilmiştir: "Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip de güzel güzel amellerde, bulunanlar başka. Çünkü onlar için kesilmez mükâfatlar vardır" (4-6).

İnsanın, hayır-şer arasında imtihana maruz bir fıtrata sahip olduğunu Gazali şöyle ifade eder: "Şer, insanın yaratılış toprağına katılıp yoğurulmuştur, çok nadir hallerde onu terkeder. Öyleyse insanın gayretlerinin hedefi, hayrını şerrine gâlib kılmak olmalıdır."

Diğer mahluklar arasında böyle bir durumda yaratılan insan, şehvete uymakla şeriata uymak, inanmakla-inanmamak, hayır yapmakla şer yapmak, iradesini iyi veya kötü istikamette kullanmak arasında imtihan edilecektir.

Bu imtihan onun kaçınılmaz kaderidir. Zira o, ne hayvandır ki, sadece şehvetine tabi olsun, ve ne de melektir ki sâdece hayra va akla tâbi olsun.

İmtihan müddeti, yani hayatı boyunca, insan, kötülük işlemekle imtihanı ebediyyen kaybetmiş olmadığı gibi, iyi iş yapmakla da kurtuluşu garanti etmiş değildir. İyilikten sonra kötülüğe düşebileceği gibi, kötülükten sonra da tekrar iyiliğe geçebilir.

11 Temmuz 2021 Pazar

MARİFETULLAH'IN ŞAHİTLERİ

    Marifetullahın şahitleri, bürhanları üç çeşittir.

   Bir kısmı: Su gibidir, görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz.

Bu kısımda hayalattan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir.

Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar.

O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

   İkinci kısım: Hava gibidir, hissedilir fakat ne görünür ne de tutulur.

Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut.

Tenkit elini uzatma, tutamazsın.

Ruhunla teneffüs et.

Tereddüt eliyle baksan, tenkit ile el atsan o yürür, gider; senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

   Üçüncü kısım ise: Nur gibidir, görünür fakat ne hissedilir ne de tutulur.

Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir.

Çünkü nur; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz belki o nur ancak basîret nuruyla avlanır.

Eğer harîs ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan sönmese de gizlenir.

Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi kayda da giremez, kesifi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.

Lemalar[Y] - 153

EKMEK İSRAFI

 Türk Kızılayı Genel Başkanı Dr.Kerem Kınık yıllık 500 bin ton ekmeğin çöpe atıldığını söylüyor.Bu demektir ki yıllık çöpe atılan ekmek ile 80 Hastahane yapılabilir.

Günlük ekmek israfı ise 1.370 ton demektir.Yani ülkemizde hergün bu kadar ekmek israf edilerek çöpe gidiyor.

Müslüman bir ülkede ekmek gibi en değerli bir nimetin çöpe atılması ne dinimize ne de değer ölçülerimize uygun bir davranıştır."Yiyiniz içiniz,fakat israf etmeyiniz" diyen Yüce Rabimiz bizden nimetlere karşı şükür istemektedir.Her şeyde olduğu gibi ekmekte de büyük bir israf edilmekte geçmişte atalarımızın kıtlık ve yokluk çektiği yıllarda ekmek yerine ot ve meyve bulursa meyve yediği bir devri unutmayalım.Aç ve susuz günlerce at üstğnde savaşan ecdadın çektikleri sıkıntıların binde birini çekmeyen bizim nesil malesef nimetin kıymetini bilmemekte ekmek gibi hürmete layık bır nimeti çöpe atmaktadır.Yazık hem de çok yazık.Nimet şükür ile ziyadeleşir.İsraf ise şükürsüzlüğün sebebidir.Bize verilen bu kadar kıymetli nimetlerin elimizden çıkmaması ve boş yere gitmemesi için nimetin kıymetini bilip nimeti bize veren Rabbimize şükür ile teşekkür etmemiz gerekir.

Her türlü israftan kaçınarak kıt olan ülke nimetlerini eşit paylaşıp şükür ile ziyadeleşmesine çalışmalıyız.Başkasına muhtaç olmamak için çalıştığımız gibi nimetlere saygı göstererek insan olmanın ve yardımlaşma duygusunun güzelliklerini gönlümüzde yerleştirmeli ve yeşertmeliyiz.Ülkemizin  ve tüm insanlığın buna ihtiyacı vardır.