29 Temmuz 2018 Pazar

EN TATLI EMANET (PARILTI)

Gece gözlerini kapatmış ve uykuya dalıyordu ki bir kedinin sesi ile uyandı. “Miyav, miyav miyav” aslında kedilerin yaratılış özelliği miyavlamaktı, ama bu kedicik normal değil acı acı sesleniyordu. Sağa döndü hâlâ miyavlıyor, sola döndü hâlâ miyavlıyor. Olacak gibi değildi.
Yatağından kalktı ve babasının yanına gitti. Anlatınca babası da telefonunun fenerini açarak karanlık bahçeye beraber gittiler. Bakındılar, seslendiler, ama cevap yoktu. 
Biraz önce yardım isteyen kedi sanki hiç orada olmamış gibiydi. Osman, eve çıkarak süt ile geri döndü. Penceresinin altına gelecek yönde koydu ve feneri kapatıp beklemeye başladılar. 
Biraz zaman geçince karanlıktan iki pörtlek göz ve parlayan kafa göründü. 
Sanırım yaramaz çocuklar onu ıslatmıştı ve titriyordu. Osman ona yaklaşınca kendini tıslayarak korumaya çalıştı, ama o konuşmaya başlayınca durdu ve bekledi. 
Evlerine misafir ettiler onu ve ertesi gün veterinere götürdüler. Hafif soğuk algınlığı dışında bir şeyi yoktu.
Osman onu bahçesinde baktı. Adına da parıltı koydu. Kediler veya bütün sokak hayvanları arkadaşımızdır. Aslında Allah’ın en tatlı emanet arkadaşlarıdır. 
Benim de bahçede baktığım bir kirpim var meselâ. Her gece geliyor ve o görmeden ben gündüzden yemeklerini bahçeye koymuş oluyorum bile. 

20 Temmuz 2018 Cuma

KUR'AN NEDİR?TARİFİ NASILDIR?


   Kur'an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri.. ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevî hazinelerinin keşşafı.. ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı.. ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı.. ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi.. ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası.. ve zât ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kàtı'ı, tercüman-ı sâtı'ı.. ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi.. ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ' ve ziyası.. ve nev'-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdîsi... ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hâcat-ı maneviyesine merci' olacak çok kitabları tazammun eden tek, câmi' bir kitab-ı mukaddes.. hem bütün evliya ve sıddıkînin ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir kitab-ı semavîdir.
İşarat-ül İ'caz - 10

16 Temmuz 2018 Pazartesi

RİSALE-İ NUR'UN TELİF SEBEBİ NEDİR ?


Risale-i Nur’un çağımıza lutfedilmesinin ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri eliyle telif edilmesinin en mühim sebeplerinden birisi, zındıka komitelerinin dinsizliği yaymak uğruna yüce dinimizi ve imanımızın esaslarını çürütmek planlarına karşı set çekmek ve her nevi dinsizliğin belini kırmak içindir. Ehl-i zındıkanın, yıllardan beri programladıkları ve her daim güncelledikleri “Ya Kur’ânı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.” veya “Din öldürülecektir” gibi dünyada Deccalizm, Türkiye’de Süfyanizm ünvanıyla devam eden dehşetli planlarını bozmak ve akamete uğratmak için Risale-i Nur telif edilmiş, başta ülkemiz ve âlem-i İslâm olarak bütün insanlığın imdadına merhamet-i İlâhiye tarafından gönderilmiştir. “Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyet’i imha için, İslâm memleketlerinde, bilhâssa Türkiye’de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsî metodlar takib etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır. Fakat o musîbetler, Cenâb-ı Hakk’ın imdadı ile tahrik ve istihdam olunan Bediüzzaman Said Nursî gibi, ihlâs-ı tâmmı kazanmış olan bir zât vasıtasıyla, rahmet-i İlâhî ile mededres ve şifaresan ve cihanpesend ve cihanşümul bir mahiyeti haiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebeb olmuştur.” (Sözler)
Merhum Zübeyir Gündüzalp’in bu husustaki tesbiti çok mühim ve dikkat çekicidir. Diyor ki: “Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hâlbuki imanın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şübhe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır. İmanın rükünlerinden en mühimmi, İman-ı Billah’tır; Allah’a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşir’dir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir. İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyet’i dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez. İşte bu hakikatlara binaen, biz de tahkikî imanı ders vererek, imanı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur’ân ve iman hakikatlarını câmi’ bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat’iyyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musîbetler içine düşmek, şübhe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’ân-ı Hakîm’in imanî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir Kur’ân tefsirine sarılmaktır. Hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur’ânî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık. Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nur’la imanını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahiddir.” (Sözler)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, bu manada yegâne çarenin Risale-i Nur olduğunu, başka şeylerin bilhassa siyasetin çare olmadığını şöylece ifade etmektedir: “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılâb eder.” (Lem’alar)
Üstad Bediüzzaman Hazretlerine Risale-i Nur’un yazdırılmasının en mühim sebebi şudur:
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Van’daki ikameti esnasında, âlem-i İslâm’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi: İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir nutukta: Bu Kur’ân, İslâmlar’ın elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş. İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın, bu havadis üzerine: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır. (Tarihçe-i Hayat )

15 Temmuz 2018 Pazar

FİTNE:


Din alimlerince, dinimize umumiyetle sınama ve imtihan olarak aktarılan bu kelime aslında altın ve gümüşü, yabancı maddelerden temizleyip saf olarak elde etmek için ateşe sokup eritmeye denmiştir. İyiliği ve kötülüğü belli olmak için insana edilen muamele ve ibtilaya da bu asıldan alınmış olarak fitne denir. Kelime zamanla çok daha geniş mânalar kazanarak iptila, imtihan, tecrübe mânalarına, insanın ateşe atılıp azap edilmesi vs. mânalarına da kullanılmıştır.

İbnu'l-Arabî bu kelimenin "tecrübe" (ihtibar), mihnet, mal, evlad, küfür, insanların fikir ayrılıklarına düşmeleri, ateşte yakmak gibi çeşitli mânalara geldiğini belirtir.

Fitne kelimesinin, gerek Kur'an'da gerekse hadislerde, söylenenlere ilaveten günah, saptırma, sapıtma, cünun (delilik) rezalet (faziha), insanların birbirlerini öldürmesi, katl, ateşte yakarak azab vermek gibi çok değişik mânalarda kullanıldığı muteber kaynaklarda şahitleriyle belirtilir. Aliyyü'l-Kârî, bozuk akideye de fitne dendiğini ayrıca belirtir.

Hülasa bu kelime, lügat açısından bidayette, tecrübe ve mihnet mânalarını taşıdı ise de, zamanla her çeşit fena ve mekruh şeye ıtlak edilmiştir.

Bu kelime üzerine İmam Birgivî'nin kaydettiği açıklama, onun ifade ettiği mânanın genişliğini daha iyi gösterir. Der ki: "Fitne, insanları meşru bir faide olmaksızın ızdıraba, ihtilale, ihtilafa, mihnet ve belaya düşürmektir. Kalbin afetlerinin 48'incisidir. Cemaat imamının namazı uzatması, halka anlayamayacağı çapraşık ve kapalı dil ile hitap etmesi fitnelerdendir.

"Fitne kelimesinin buraya kadar sayılan mânaların birçoğuna delalet ettiğini Kur'an-ı Kerim'de görmekteyiz, mesela:[3]

Saptırma:"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) için (Kur'an'ın) müteşabih âyetlerine tabi olurlar" (Âl-i İmran 7, İsra 73).[4]

İmtihan:"Biz onlardan (insanlardan) kimini kimi ile.. işte böyle imtihan ettik" (En'am 53. Ayrıca Bak. Taha 85; Sâd 34, Ankebut 3.)[5]

AZAB: "Davud sandı ki, biz kendisine bir azab hazırladık..." (Sad 24)[6]

Yakmak:"Mü'minler, münafıklara: "...Siz kendinizi kendiniz yaktınız" derler" (Hadid 14).[7]

İşkence:"Rabbin, işkence edildikten sonra hicret edip sonra cihad ve sabır edenlerin lehindedir" (Nahl 110).[8]

Fenalık Yapmak:"Kafirlerin size fenalık yapmalarından korkuyorsanız..." (Nisa 101).[9]

Belaya Uğratmak:"Hakikat, erkek mü'minlerle kadın mü'minleri belaya uğratanlar..." (Bürûc 10).[10]

Delilik:"Delilik hanginizde imiş?" (Kalem 6).[11]

Şirk Ve Tefrika:"Fitneden yani (şirk ve tefrikadan) eser kalmayıncaya din de (şunun bunun değil,yalnız) Allah'ın (dini tanınmış) oluncaya kadar onlarla savaşın..." (Bakara 193).[12]

Kargaşa (Ölümü Temenni Ettiren Hal):"Onları (size harp açanları) nerede bulursanız öldürün, onları, sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) çıkarın. Fitne (ölümü temenni ettiren hal) katilden beterdir" (Bakara 191).[13]

İman Zayıflığı-Küfür:"Kafir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır, eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne (iman zayıflığı, küfür) ve büyük bir fesad olur" (Enfal 73).[14]

İsyan-Muhalefet:"Onlardan kimi de: "...Bana izin ver, beni fitneye (isyana, muhalefete) düşürme" diyecektir. Haberin olsun ki, onlar zaten fitne çukuruna düşmüşlerdir" (Tevbe 49).


KİŞİNİN FİTNESİ :


Fitne kelimesinin taşıdığı bu çeşitli mânalar, aslında, birbirinden tamamen uzak değildir. Birçoğu birbirine yakındır ve ebedî bir hayat içinde ve tekamülden geçmek üzere yaratılmış bulunan insanın imtihanında düğümlenmektedir. Yani insan bir imtihan için yaratılmıştır (Mülk 2). O, çeşitli şekillerde, hayırlaşerle (Enbiya 35); bollukladarlıkla, hastalıklasağlıkla (Bakara 155), dünyevî derece ve nimetlerde üstünlük ve alçaklıkla (En'am 165) vs. imtihan edilmektedir. Maruz kaldığı imtihanların hepsi, Kur'an ve hadisin dilinde "fitne"dir, yani imtihandır. "(Ey iman edenler) mallarınız, evladlarınız herhalde sizin için bir fitnedir (imtihandır) ..." (Tegâbün, 15). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de şöyle buyurur: "Kişinin fitnesi, ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bu fitneyi, oruç, namaz, sadaka, emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünker (yani iyiliği emir, kötülükten men etmek) yollarıyla örter (telafi eder)."
Burada fitne olarak tavsif edilen mal, nefis, evlad gibi şeyler diğer hadislerde düşman ve hatta en büyük düşman olarak tavsif edilir: "Öldürdüğün takdirde, senin için bir nur olan, seni öldürdüğü takdirde (şehadetine sebep olarak) cennete gönderen düşman değildir. Hakiki ve en büyük düşmanın kendi sulbünden gelen evladın, sonra tasarrufun altında bulunan malındır."
Şu hadiste ise bu sayılanlar arasında birinci planda nefsin yer aldığı, kişinin afaki, dış hadisatta boğularak kendini unutmaması, ruhunu güzel ahlak, iyiniyet, hayırhahlık gibi faziletlerle tezyin edip, kötü huylarını baskı ve kontrol altına alması için mücadeleye çağırır: "Senin en büyük düşmanın, içindeki nefsindir."
Allah'ın verdiği her çeşit nimet (sağlık, mal, mülk, evlad...) mü'minin vermekte olduğu imtihanı kazanmasına vesile olursa, bunlar gerçek mânada nimet olur. Aksi takdirde, düşmandır. İnananların bu mühim hakikattan gafil olmamaları için, Kur'an ve hadiste çok çarpıcı ifadelerle dikkatler çekilir. Mesela bir ayette: "Ey iman edenler, eşlerinizin, evlatlarınızın içinde hakikaten size düşman (olanlar) da var. O halde onlardan sakının" (Tegâbün, 14) denmektedir.
Şu ayet de mal ve evladın nasıl düşman olabileceğini açıklar: "Ey iman edenler, sizi ne mallarınız, ne evladlarınız Allah'ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir" (Münafıkûn 9).
Bu bahsi, Abdullah İbnu Ömer'in bir sözü ile noktalayabiliriz: "Sizden hiç kimse "Ya Rabbi, fitneden (imtihandan) sana sığınıyorum" demesin. Zîra, sizden hiç kimse fitnenin (imtihanın) dışında kalmaz. Ancak istiazede bulunan kimse fitnenin şerrinden (muhtemel maddî ve manevî zararlarından) istiazede bulunsun. Nitekim Cenab-ı Hak: "Mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir fitnedir" buyuruyor." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu hadisinde de kaçınılması mümkün olmayan, ancak alınacak tedbirlerle zararı asgariye düşürülebilecek bir fitneden söz edildiği görülmektedir: "Ben, arkamda, erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmıyorum."
Kişinin nefsî meseleleriyle alakalı bu açıklamalar, esas mevzumuzdan uzaklaşma sayılmamalıdır. Zîra ileriki bahislerde daha iyi görüleceği üzere, cemiyeti kasıp kavuran asıl fitnenin sebebini, kişinin ailesindeki fitneyi (imtihanı) hafife alması ve bu küçük dairedeki imtihanı kaybetmesi teşkil etmektedir.
[16]

13 Temmuz 2018 Cuma

BEDİÜZZAMAN'A GÖRE SIDK VE KİZB :


Sıdk ve kizbin İslam içtimaiyyatındaki yeriyle ilgili bir tahlili Bediüzzaman merhumdan aynen iktibas ediyoruz. Tahlilin sonunda göreceğiz ki merhum, zamanımızda hiç bir suretle yalana fetva vermemekte, ya sıdk ya sükut demektedir.
"Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülasa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki, sıdk, İslamiyet'in üssü'l- esasıdır ve ulvî seciyelerinin râbıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.
Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyet'in hayat-ı içtimâiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifâk ve münâfıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise: Sâni-i Zülcelâl'in kudretine iftirâ etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.
Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak, Asr-ı saadette sıdk vâsıtasiyle Muhammed aleyhissalâtu vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i mânîye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimâiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revâçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş.
Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzab'ın emsâli, esfel-i sâfiline sükût etmiş ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîmgösterdiğinden kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revâçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler; elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzab'a kendilerini benzetmezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revâçlı mal ve en kıymettâr meta ve hakikatların anahtarı Muhammed aleyhissalâtu vesselâm'ın âlâ-yı illiyyine çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdk'tan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i Hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan "Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtu vesselâm) rivayet ettikleri hadisler, bütün sahihdir" diye ehl-i şeriat ve ehl-i Hadisin ittifakına kat'î hüccet ve mezkûr hakikattir.
İşte Asr-ı Saadet'teki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyâset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenâlık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki Sahabelere kimse yetişemez...
Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvetü'l-vüska" sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim "muvakkat" fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilmez. Çünkü, o kadar su-i istimal edilmiş ki yüz zararı içinde bir menfaatı olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez. Meselâ: Seferde namazı kasretmenin sebebi, meşekkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Su-i istimale düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. çünkü muayyen bir haddi yok, su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise:اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُكُوتُ.yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.
İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asâyişlerinin zir-ü zeber olması kizble ve maslahatın su-i istimâli ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşeri mecbur ediyor ve kat'î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâblar ve sükutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyâmeti koparacak.
Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sukut etmek, yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur."[3]

SIDK (DOĞRULUK)

Sıdkla ilgili bölümde, iki hadis yer almaktadır. Halbuki, gerek Kur'an ve gerekse Sünnet, yani yüce dinimiz İslamiyet sıdk ve kizb meselesine müstesna bir yer vermiştir. Sıdkın güzelliği ve ona teşvik, kizbin çirkinliği ve ondan sakındırma hususunda beyanlar çokça gelmiştir. Bu mevzuda okuyucularımızı aydınlatmak için, mahdut sayıdaki hadisler ve onların gerektirdiği açıklamalarla yetinmeyerek, derli-toplu bazı bilgileri ön açıklama şeklinde burada sunmayı gerekli gördük.
Sıdk: Sözün öze ve kendisinden haber verilen şeye mutabakatı diye tarif edilmiştir. Bu şartlardan biri eksik olursa söz, sıdk sayılmaz, ya kizb (yalan) olur, ya da bu iki şey arasında mütereddid kalır. Tıpkı münafığın "Muhammed Allah'ın Resulüdür" demesi gibi... Bu söz, kendisinden haber verilene nisbetle sıdk'tır dense sahih olduğu gibi, Söz'ün öz'e uymaması yönüyle kizb dense bu da doğrudur. Kendisinden hep sıdk sâdır olan kimseye sıddîk denir.
Sıdk sadece sözde olmaz; niyet, irade, azm ve amelde de olur.
Sıdk'ın zıddı kizb'dir. Birini anlamak için diğerini de bilmek, beraber mütâlaa etmek gerekir.
Gazâli der ki: "Kizb, günahın çirkin olanlarındandır. Li-aynihi haram değildir. Çirkinliği, onda bulunan zarar sebebiyledir. Bu sebeple, maslahata götüreceği ayan beyan belli ise yalana cevaz verilir." Onun bu yorumuna itiraz edilmiş ve: "Bu sözden, yalandan zarar hâsıl olmadığı hallerde yalanın mubah olması neticesi çıkar, böyle bir mubah yoktur" denmiştir. Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: "Yalan, asıl itibariyle kesinlikle yasaktır, ancak bir maslahata sebep olanına cevaz verilmiştir, başkasına değil."
Sıdk, İslam'ın en ziyade övdüğü hasletlerden biridir, kizb de en ziyade reddettiği...
Birkaç hadis:
"Yalanın her çeşidi günahtır, bir müslümana fayda sağlayanla, borç defedileni hâriç";
"Yalan yüzü karartır, nemime (söz taşımak)kabirde azabtır";
"Mü'minde her huy bulunabilir, yalan ve hıyânet hâriç."
Münâvî der ki: Yalanın çirkinliği, peşinden bütün fevâhişi (çirkinlikleri, yasakları) getirmesi sebebiyledir. Yalanın terkiyle fevâhiş de terkedilir. Yalanın çirkinlikle münasebeti, sıdk'ın güzellikle olan münasebeti gibidir. Bu sebeple yalanın -bir zaruret ve maslahat dışında- haramiyeti hususunda ulemâ icma etmiştir.
Gazali yalan için "Büyük günahların analarındandır" demiştir. Yine der ki: "Kişi yalancı bilinirse sözüne güven kalmaz, gözlerden düşer, nazalarda değersiz olur. Yalanın çirkinliğini anlamak istersen, başkalarının yalanının çirkinliğine bak, nefsin ondan ne kadar nefret duyacak gör; yalanın sâhibini ne kadar istihkar edeceğine, söyleyeceği yalanını ne kadar çirkin bulacağına dikkat et..."
Bazı hakîm kişiler: "Bütün günahların tevbe ile terkedileceği ümid edilir, kizb hâriç. Nice hırsızın düzeldiğini, nice ayyaşın rücû ettiğini görürüz de, yalancının vazgeçtiğini görmeyiz" demiştir. Belki de bu telâkkinin sevkiyle, hadîsciler, Resulullah hakkında bir kere de olsa yalan vaki olan bir kimseden artık ebediyen hadis rivayeti kabul etmezler. Tevbe edip ıslah-ı hal etse bile. Nazarlarında bütün günahlardan tevbe makbuldür, kizb ale'r-Resûl hariç.
Beyhakî yalanın beş mertebesinden bahseder.
*Çirkinlikte ve haramlıkta en yüce mertebesi Allah adına söylenen yalandır.
*İkinci mertebeyi Resulullah adına söylenen yalan tutar.
*Üçüncü mertebedeki gözüne, diline, ve diğer organlarına karşı söylediği alandır.
*Dördüncü mertebede valideynine karşı yalanı gelir.
*Beşinci mertebe de yakınlarına yaptığı yalandır. Yakınlarına söylediği yalan başkalarına söyleyeceğinden daha ağırdır.
Râğıb, yalan olabilecek sözleri şöyle açıklar: "Yalan ya hiç aslı olmayan bir kıssayı uydurmaktır, yahut kıssaya ilâvede bulunmaktır, yahut kıssayı eksiltmektir yahut tahrîftir. Söz konusu olan tahri ibâreyi değiştirmek suretiyle yapılır.[1]Yoktan uydurmaya iftira, uydurma, eksiltme, artırma denir.
Başkasına yalan söylemek isteyen, bunu ya kişinin huzurunda ya da gıyabında söyler. Yalanın en büyüğü, kişinin huzurunda yapılan uydurmadır. Buna bühtan da denir.
Kişiyi yalana sevkeden âmil, dünya menfaatine olan sevgi, reislik sevdasıdır. Bir hadiste, "Üç tanesi hariç bütün yalanların kişinin aleyhine olduğu" belirtilmiştir:كُلُّ الْكَذِبِ يُكْتَبُ عَلَى اِبْنِ آدَمَ اَّ ثََثٌ الرَّجُلُ يَكْذِبُ فِي الْحَرْبَ فَاِنَّ الْحَرْبَ خُدْعَةٌ وَالرَّجُلُ يَكْذِبُ الْمَرْأَةَ فَيُرْ ضِيهَا وَالرَّجُلُ يَكْذِبُ بَيْنَ الرَّجُلَيْنِ لِيُصْلِحَ بَيْنَهُمَا.
Ruhsat verilen bu üç yalan şunlardır:
*Harb esnasında düşmana karşı söylenen yalan. Burada yalan câizdir çünkü "Harb bir hîledir."
*Erkeğin, gönlünü hoş ederek, âile dirliğini sağlamak maksadıyla hanımına karşı söylediği yalan.
*İki kişi arasında sulh ve antlaşma sağlamak maksadıyla söylenen yalan.

YALAN HAKKINDA

Kizb, yalan demektir. Dilimize kizb kelimesi aynen girmiştir. Tekzib şekliyle yalanlama manasında daha çok kullanırız. Dinimiz yalancılığı kötü huyların başında kabul eder ve şiddetle reddeder. Kur'an-ı Kerim'de  küfr bazan kizble ifade edilir. Mükezzib yani  yalancı, "kâfir"  manasındadır.
"Allah adına yalan söyleyen ve hak kendisine geldiği zaman onu yalanlayan kimseden daha  zalim kim vardır? Kâfirler için cehennemde yer mi yok?" (Zümer 32) ayetinde kizb küfür manasında kullanılmıştır.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir müslümanın hırsızlık, zina, içki gibi hakkında had cezası gelen  en ağır suçları işleyenlerin bile cennete gidebileceğini belirtir, fakat yalanı Müslümana bir türlü yakıştıramaz. Aleyhissalâtu vesselâm'ın ifadelerinden, yalanın sayılan bu günahlardan çok daha çirkin,  çok daha alçaltıcı bir cürüm, en bayağı bir ahlaksızlık olduğunu anlamaktayız: "Mü' minde  her huy bulunabilir, yalan ve hıyanet hariç."
Kizb, sıdkın zıddıdır. Sıdkla ilgili olarak gerekli açıklamaları yaparken, kizbten de bahsedilmiştir.

11 Temmuz 2018 Çarşamba

AKIL BAŞKALARINA EMANET EDİLMEZ

Birisi paha biçilmez, pırlanta değerinde kıymetli bir eşyasını emanet olarak verse ve bu emanete sahip olması noktasında sıkı sıkıya tembihte bulunsa siz de bu söylenenleri kulak ardı ederek, bu çok değerli emaneti mal sahibinin izni ve müsaadesi haricinde kullansanız veya başkalarına hibe etseniz gerçek mal sahibinin öfkesini celbeder ve peşinen emanete hıyanet cesasını hak etmiş olursunuz.
Aynen öyle de Allah (cc) bütün bütün duygularımızı, bütün lâtifelerimizi temlik için, gerçek mal sahibi olmak için değil; birer emanet olarak tevdi etmiş. Kendi tarif ettiği şekilde, izni ve rızası dahilinde kullanmamız hususunda emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. Birer emanetçi konumunda olan insanlar Allah’ın emir ve yasakları istikametinde duygularımızı, lâtifelerimiz istimal ettiğimizde karşılığında Cenneti vereceğini dikkate almayıp, emanetlerin zayi olması halinde Cehennem azabı olacağını bilmiyor mu?
Malik-i hakikinin kullarına emanet olarak verdiği lâtife ve duygularının başında akıl, kalp, göz, kulak, dil olmak üzere daha bir çok duyguları vermiş. Her birisi birer pırlanta kıymetinde duyguları emanet olarak vermiş. Ve bu emanetleri meşrû bir şekilde O’nun rızası dahilinde istimal edilmesini emretmiş.
Bu duygu ve lâtifelerin hepsi değerli olmakla beraber, bunların içinde birisi var ki çok daha kıymetlidir. İnsanı insan eden, insanı hayvandan ayıran bu lâtife akıldır.
Cenâb-ı Hakk’ın bize bir nimet olarak, bir ikram olarak lütfettiği akıl sayesinde iyi ile kötüyü, zararlı ile faydalıyı, güzel ile çirkini ayırdederiz. Çevremizde vukua gelen olayları, meydana gelen hadiseleri akıl süzgecinden geçirerek doğru ve isabetli değerlendirmelerde bulunuruz.
“Aklı olmayanın dini de olmaz” tesbiti bize aklı olmayan insanların doğru ile yanlışı; zararlı ile faydalıyı ayırdetme basiretinden, ferasetinden mahrum olduklarından, herhangi bir sorumlulukları yoktur, manevî mesuliyetleri de söz konusu değildir.
Ama akıl sahipleri oldukları halde, bu nimeti gerektiği şekilde istimal etmeyip, yanlış yollara sapanlar mutlaka manada sorumludurlar. Bu noktada aklın vasat mertebesi olan hikmetin gereği olan hakkı hak bilip, imtisal etmek; batılı batıl olarak ondan içtinap etmek varken; aklın tefrit kısmı olan bir nevi gabavet olan olup bitenlerden tamamen habersiz bir şekildeki yaşantıya sapmak; veya aklın ifratı olarak bilinen cerbezeye saparak, hakkı batıl; batılı da hak olarak gösterebilme demagojisine  sapmak aklın suistimalidir. Ve bir çeşit emanete hiyanettir.
Bir de Yüce Allah’ın; “Hiç akıl etmez misiniz?” “Hiç düşünmez misiniz?” “Tefekkür etmez misiniz?...” gibi suallerle kuluna aklını doğru istimal etmeyi ihtar ve ikaz eden mesajlarını kulak ardı ederek, aklını devreden çıkararak veya deyim yerinde ise aklını birilerinin cebine koyarak veya “bu gibi şeylere aklım ermez... Ağam herşeyi bilir..” anlayışıyla hayatını sürdürmeyi alışkanlık haline getiren insanlar da akıl gibi kıymetli bir emaneti gereği şekilde kullanmamanın sorumluluğundan kurtulamazlar.

8 Temmuz 2018 Pazar

DÜNYA MADEM FANİ...!

 Beşinci Mes'ele:
   Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahibsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem
 ﻟﺎَ ﻳُﻜَﻠِّﻒُ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻧَﻔْﺴًﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻭُﺳْﻌَﻬَﺎ

sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.
   Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.
{(Haşiye): Bu mademler içindir ki; şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. "Meraka değmiyor" diyorum ve dünyaya karışmıyorum.}
  *-*-*
Mektubat - 71

7 Temmuz 2018 Cumartesi

BİRLİK BAĞLARI

Evet, tevhid-i imânî, elbette tevhid-i kulûbu ister.
Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin; ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esma-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.
Meselâ, her ikinizin Hâlık’ınız bir, Malik’iniz bir, Ma’bud’unuz bir, Râzık’ınız bir; bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir; bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra, köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir; ona kadar bir, bir. Bu kadar “bir, bir”ler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.
Mektubat, Yirmi İkinci Mektub (Uhuvvet Risalesi), s. 310
LÛ­GAT­ÇE:
adavet: Düşmanlık, husûmet.
esbab-ı muhabbet: Sevgi sebepleri.
Esma-i İlâhiye: Allah’ın isimleri.
Hâlık: Yaratıcı.
istihfaf: Hafife alma.
i’tisaf: Doğru yoldan ayrılma, haksızlık.
ittifak: Birlik.
Ma’bud: İbadete lâyık olan ve ibadet edilen, Allah.
Malik: Her şeyin sahibi, Allah.
muhabbet: Sevgi.
münasebat-ı uhuvvet: Kardeşlik ilişkileri.
nifak: İki yüzlülük, bozgunculuk.
rabıta: Bağ.
Râzık: Rızık veren, Allah.
şikak: Uyuşmazlık, ayrılık.
tevhid-i imânî: İman birliği.
tevhid-i kulûb: Kalplerin birliği.
uhuvvet: Kardeşlik.
uhuvvetkârâne: Kardeşçesine.
vahdet: Birlik.
vahdet-i içtimaiye: Sosyal hayatta birlik.
vahdet-i itikad: İnanç birliği.

vifak: Aynı düşüncede olma, uyum

5 Temmuz 2018 Perşembe

HACCACI ZALİM


Müslüman görünümlü zâlimlerin pîri: Haccâc-ı Zalim

Adını çok duymuşsunuzdur Haccâc-ı Zalim’in. Zulmüyle meşhur Emevî Valisi. Asıl ismi Ebû Muhammed el-Haccâc b. Yûsuf b. el-Hakem es-Sekafî (ö. 95/714). Yargılamadan infaz etmek en büyük özelliği. “Olgunlaşmış kelleler görüyorum” diyerek muhalif gördüğü insanların kellelerini kesen bir kan içici.
41 (661) yılında Tâif’te doğdu. Emevîler’e sadakatle bağlı olduğundan “Küleyb” (it yavrusu) lakabıyla da tanınır. Okuma yazma bildiği, küçük yaşlarda Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediği ve Tâif’ten ayrılıncaya kadar babasının yanında kardeşiyle birlikte çocuklara Kur’an öğrettiği rivayet edilir.
Mekke’yi mancınıklarla taşa tuttu
Ailesiyle birlikte Tâif’ten ayrılıp Dımaşk’a yerleşen Haccâc, ilerleyen zamanlarda iyice güvenini kazandığı dönemin Emevi halifesi tarafından, halifeliğini ilan eden Abdullah İbn-i Zübeyr’le mücadele için Hicaz’a gönderildi. Karargâhını doğum yeri olan Tâif’te kuran Haccâc Mekke’ye giden yolları keserek şehre gıda sevkiyatını engelledi. Üç ay sonra istediği 5 bin kişilik yardım kuvvetinin gelmesi ve Mekke’yi kuşatma izninin verilmesi üzerine, Allah Resûlü’nün doğduğu, vahyin beşiği olan mukaddes beldeyi kuşattı. Efendilerinin iktidarı ve şahsi hırsları uğruna vazgeçmeyeceği hiçbir kutsalı olmayan Haccâc, Kâbe dâhil olmak üzere bütün şehri mancınıklarla taşa tuttu. Altı buçuk aydan fazla süren kuşatma sonucunda Abdullah b. Zübeyr şehit edildi ve hilâfetine son verilmiş oldu.
Haccâc gösterdiği bu başarıdan (!) sonra Hicaz, Yemen ve Yemâme valiliğine getirildi. Üç yıl bu görevde kaldıktan sonra stratejik önemi yanında isyan merkezi haline gelen Irak’a vali tayin edildi. Haccâc, Irak’ı çok sert tedbirler alarak idare etti.
Her muhalif hareketi kanla bastırdı
En ufak bir farklılığa tahammülü olmayan Haccâc Emevîler’e muhalif her hareketi kanlı bir şekilde bastırdı. Onun bu Allah’tan korkmayan, hak hukuk tanımayan hoyrat tavırları Hicaz Valisi Ömer b. Abdülazîz’i çok rahatsız ediyordu. Haccâc’a tepkisini her fırsatta dile getiren ve onun zulmünden kaçanlara kapısını açan Ömer b. Abdülazîz Emevî yönetimi tarafından Medine valiliğinden azledildi.
Bütün gücünü Emevî saltanatının ayakta kalması için harcayan Haccâc, yirmi beş yılı aşkın bir mücadeleden sonra Küfe ile Basra arasındaki kendi kurduğu Vâsıt şehrinde öldü. (Ramazan 95 / Haziran 714) Mezarının tahrip edilmesi ihtimaline karşı sapa bir yere gömülerek üzerinden akarsu geçirildi.
Enes b. Mâlik’e zulmetti
Haccâc, muhaliflerine karşı çok sert ve acımasız davrandı. Aralarında büyük sahabi, Efendimiz’in can yoldaşı Enes b. Mâlik’in de bulunduğu pek çok kişiye zulmetti. On binlerce insanı hapsetti, zincire vurdu, sürgüne yolladı, mallarını, mülklerini yağmaladı. Aralarında meşhur muhaddis ve müfessir Saîd b. Cübeyr’in de bulunduğu pek çok âlim, zindanlarda onun işkenceci askerlerinin elinde şehit oldu.
Haccâc kendisine mutlak itaat istiyordu. Herkes ona kayıtsız şartsız biat etmeliydi. Biatlarında insanlara yemin ettiriyordu. Yemin etmeyenlere mürted muamelesi uyguladı.
Haccâc, Saîd b. Cübeyr’i zulm ile şehit ettikten birkaç ay sonra kendi ölümünü isteyecek kadar büyük ruhî sıkıntılara mâruz kaldı. Sonunda dayanılmaz mide ağrıları ve elem içinde bağıra bağıra öldü. Ölüm haberini alan âlimler ona rahmet dilemedi. Tâbiûnun büyük imamlarından Hasan-ı Basrî, “Allah’ım, onu ortadan kaldırdığın gibi siyasi geleneğini de kaldır” diye dua etti. Hulefa-i Râşidîn’in beşincisi olarak bilinen Ömer b. Abdülazîz şükür secdesine gitti. Yine büyük imam İbrahim en-Nehaî sevincinden ağladı.
Tribünlere oynamayı iyi biliyordu
Kaynaklarda hiç şaşırtmayan detaylardan biri de Haccâc’ın Kur’an ehline çok cömert davrandığına dair rivayetler. Bütün münafık zalimler gibi Haccâc da avam halkı siyaseten arkasında tutmak adına tribünlere hoş gelecek manevralar yapmış ama hakikatte ne Allah’tan korkmuş ne de kuldan utanmış.
Haccâc’ın bugünün zalimlerinden bir farkı var. O da mala mülke düşkün olmaması. Ne sarayları olmuş Haccâc’ın ne petrol şirketleri. Gemiciklerden filolar oluşturmak ve devlet adına yapılan her işten humus talep etmek de aklına gelmemiş. Başka bir zalimin lüks uçağını almayı da düşünememiş! Öldüğünde geriye sadece bir kılıç, bir at eyeri, bir mushaf, bir rahle ve 300 dirhem para bırakmış. Haccâc tarihe zulümde zirve olarak geçecek kadar zalimmiş ama en azından hırsız değilmiş.
‘Çirkin paralar’
Haccâc Arapça’nın resmî muamelelerdeki kullanımını yaygınlaştırdı ve Arap para sistemine geçti. O güne kadar Bizans ve Sâsânî sikkesi şeklinde basılan paraların üzerine “bismillâh el-Haccâc” ibaresini yazdırdı. Sikkelerin üzerindeki bu ifadeleri onurlarını siyasetin ayaklarına pas pas etmeyen hakperest ulema hoş karşılamadı ve sikkelere “ed-derâhimü’l-mekrûhe-çirkin paralar” adını vererek tepkisini gösterdi. Ancak bütün zalimler gibi Haccâc da bildiğini okudu ve bu paralar tedavülde kalmaya devam etti.
Haccâc’ı “zalim, cebbar ve kan dökücü” gibi sıfatlarla zemmeden Zehebî, onun Kur’an’a çok hürmet ettiğini söyler. Kur’an’ın harekelenmesi ve noktalanması işini de yaptıran Haccâc aynı zamanda iyi bir hatipti. Çok fasih ve beliğ bir dille kitleleri etkiliyordu.
Son bir not: Kütüb-i Sitte’nin en büyük muhaddisi İmam Buhari, Haccac-ı Zalimden hiç hadis rivayet etmedi.

4 Temmuz 2018 Çarşamba

DİKKAT EKSİKLİĞİ

Dikkat Eksikliği Belirtileri Nelerdir?

Dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğu ile birlikte genellikle çocuklarda görülen bir rahatsızlık olarak düşünülse de yetişkinleri de aynı oranda etkilemektedir. Ayrıca çocukluk döneminde dikkat eksikliği sorunu yaşayanlarda bazı belirtiler yetişkinlik döneminde de görülmektedir.

Öte yandan çocukluk döneminde dikkat eksikliği yaşanmaması, yetişkinlikte yaşanmayacağı anlamına gelmez.

Çocukluk döneminde yaşanan dikkat eksikliği bozukluğunun belirlenmesi genellikle pek kolay değildir.

Dikkat eksikliği bozukluğunun belirtileri; konsantrasyon eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak 3 ana kategoride toplanabilir.

Konsantrasyon eksikliği ya da yapılan işe, anlatılanlara özen göstermeme, çocuk okulun zorlayıcı ortamına girmeden fark edilemeyebilir. Bu durum yetişkinlerde ise iş ve sosyal hayatta kendini belli edebilir.

Konsantre olmakta zorlanma ile ilgili belirtileri şu şekilde sıralayabiliriz;

1) Okulda veya iş yerinde önemli olan detaylara dikkat etmeme, kolay hatalar yapma, yapılan işin dağınık ve dikkatsiz yapılması.

2) Bir işle uğraşırken diğer insanların ilgisini çekmeyen bir ses veya olay nedeniyle yapılan işin bırakılması.

3) Uzun dönemli konsantrasyon gerektiren işlerde yaşanan başarısızlıklar.

4) Konsantrasyon gerektiren ev ödevleri, kağıt işlerini tamamlamakta zorlanma.

5) Sık sık bir oyundan veya işten bir diğerine geçme.

6) Yapılması gereken işleri sürekli ağrıdan alma, geciktirme, erteleme.

7) Randevuları, yapılması gerekenleri sık sık unutma, günlük aktiviteleri zamanında yapamama.

8) Konuşma sırasında karşısındakini dinlemekte zorlanma, konuşmaları akılda tutamama, sosyal durumlarda detaylara ve aktivitelere dikkat etmeme.

[ PAYLAŞARAK ÇEVRENİZDEKİLERE FAYDA SAĞLAYABİLİRSİNİZ ]

İMANSIZ İSLAM,İSLAMİYETSİZ İMAN OLUR MU?

   Ulema-i İslâm ortasında "İslâm" ve "iman"ın farkları çok medar-ı bahsolmuş. Bir kısmı "ikisi birdir", diğer kısmı "ikisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz" demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:
   İslâmiyet, iltizamdır; iman, iz'andır. Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur'aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; "dinsiz bir müslüman" denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur'aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar.. "gayr-ı müslim bir mü'min" tabirine mazhar oluyorlar.
   Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?
   Elcevab:
   İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Felillahilhamdü velminnetü, Kur'anın i'caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâmın ve hakaik-i Kur'aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki; dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kabil değil. Hem iman ve İslâmın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki; gayr-ı müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir. Gayr-ı müslim kaldığı halde, iman eder. Evet Sözler, Tûbâ-i Cennet'in meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir.
İman ve Küfür Müvazeneleri - 202

DÜNYA BİR ASKERİ MİSAFİRHANEDİR

   Görüyorum ki: Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz'an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâki elmas fiatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki:
   Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiatına değmediği için bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.
   İşte insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazî, biri hakikî. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir.. bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mal-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılab eder.
   Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşey'e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey'e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.
   İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe', hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.
   İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: "Hased etme! Hırs gösterme! Adavet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!" Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.
İman ve Küfür Müvazeneleri - 200