30 Mart 2024 Cumartesi

HAYAT VE AHİRET

 Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüz binden ziyade numunelerini gözümüze gösteriyor.

   Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım ve münasib bütün levazımatı ve cihazatı hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz'î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev'-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev'-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennet'in icadıyla kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev'-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin?

Hâşâ yüzbin defa hâşâ!..

Lemalar - 333

HAYATIN ÖNEMİ

 Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-i âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir.

Belki hayatın yirmidokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır.

Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek.. ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak.

Hem en kıymetdar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir bela olur.

Bu ise, yüz derece bâtıldır.

Lemalar - 333

BİR USTA

  İkinci Temsil: 

   Meselâ Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca verebilir.

Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse, herbir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir.

Tâ ki, birbirine başbaşa verip, muallakta durabilsinler.

O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.

Lemalar - 323

BİRLİKTEN DİRLİK DOĞAR

  Meselâ: 

   Bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse.. o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müşkilâtlı olur.

Çünki ona emredenler, birbirine mani olurlar.

Bir keşmekeş ile o nefer hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek.

Hem bir taburdan matlub vaziyet ve netice, bir tek zabite havale edilse; külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir.

Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki başsız, âmirsiz, çavuşsuz neferata havale edilse, o matlub vaziyeti ve neticeyi almak için çok karışıklık içinde münakaşalarla ancak nâkıs bir sureti, müşkilâtla tahsil edilebilir.

Lemalar - 323

28 Mart 2024 Perşembe

İNSANDAKİ BİRLİK MÜHRÜ

  Üçüncü Sikke: 

   İnsanın yüzünde.. belki, insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebeb, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdaniyete icad cihetiyle el uzatamaz.

Evet insanın yüzüne o sikkeyi koyan zât, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki, herbir insanın sîması göz, kulak, ağız gibi a'zâ-yı esasîde birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika ile, hiçbirisine tamam benzemez.

Nasılki o sîmada göz, kulak gibi a'zâların umum efradında birbirine benzediği, o nev'-i insanın Sâni'i bir, vâhid olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de: Hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair enva'ın fevkinde olarak, o sîmalarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftirakları, o Sâni'-i Vâhid'in iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet oluyor ki; bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halketmeyen bir zât, bir sebeb o sikkeyi koyamaz.

Lemalar - 319

27 Mart 2024 Çarşamba

İLHAM-I FITRİ

 Rüya-yı sadıka, hiss-i kable'l-vukuun fazla inkişafıdır.

Hiss-i kable'l-vuku ise herkeste cüz'î küllî vardır.

Hattâ hayvanlarda dahi vardır.

Hattâ bir zaman ben, bu hiss-i kable'l-vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda "sâika" ve "şâika" namıyla aynı "sâmia" ve "bâsıra" gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum.

Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere -hata ederek- ahmakçasına "sevk-i tabiî" diyorlar.

Hâşâ sevk-i tabiî değil belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevk ediyor.

   Mesela, kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilaç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

   Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilü'l-lahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kable'l-vuku ilhamıyla ve o sâika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.

   Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer.

   Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkinde aynı adam gelir.

Mektubat[Y] - 381

İBADETİN MANASI

  İKİNCİ NÜKTE: 

   İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalaletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin.

   Hem de rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za'fını ve mahlukatın aczini görmekle kudret-i Samedaniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu Ekber deyip huzû ile rükûa gidip ona iltica ve tevekkül etsin.

   Hem rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr u ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbının ihsan ve in'amatını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin.

Demek, namazın ef'al ve akvali, bu manaları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlahîden vaz'edilmişler.

Sözler - 41

26 Mart 2024 Salı

BEŞ VAKİT NAMAZ

    Ey birader!

Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun.

Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.

   Evet herbir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma'kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal'e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve ta'zim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.

Şu ince ve derin manayı bir parça fehmetmek için "beş nükte"yi nefsimle beraber dinlemek lâzım...

Sözler - 40

21 Mart 2024 Perşembe

CENNETİN İCADI

    Evet baharımızda yer yüzünü bir mahşer eden, yüzbin haşir numunelerini icad eden Kadîr-i Mutlak'a, Cennet'in icadı nasıl ağır olabilir?

Demek nasılki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi,

لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ

sırrına mazhar oldu.

Onun gibi, ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.

   Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at, misilsiz cemal-i rububiyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin?

Yani en cüz'î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin.

En ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın?

Hâşâ ve kellâ, yüzbin defa hâşâ!

Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz.

Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar.

Sözler - 72


PEYGAMBERİMİZ ÜMMETİ İÇİN NE İSTİYOR ?

    Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp şu Arz üstünde durup, arş-ı a'zama müteveccihen el kaldırıp, nev'-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi' hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (A.S.M.) içinde dua eden şu şeref-i nev'-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim.

Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor.

Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor.

O esmadan şefaat taleb ediyor, görüyorsun.

Eğer âhiretin hesabsız esbab-ı mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm'in kudretine hafif gelen şu Cennet'in binasına sebebiyet verecekti.

Sözler - 72

GÖRMEK VE GÖRÜNMEK İÇİN

 İşte şu derece âlî, nazirsiz, gizli bir cemal ise; kendi mehasinini bir mir'atta görmek ve hüsnünün derecatını ve cemalinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşahede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak için, görünmek de ister.

Demek iki vecihle kendi cemaline bakmak; biri: Herbiri başka başka renkte olan âyinelerde bizzât müşahede etmek.

Diğeri: Müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşahedesi ile müşahede etmek ister.

Demek hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister.

Görmek, görünmek ise; müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister.

Hüsün ve cemal, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücudlarını ister.

Çünki daimî bir cemal ise; zâil bir müştaka razı olamaz.

Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder.

Çünki hodgâm insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıddır.

Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemale karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder.

İşte kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

   Madem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemal-i hüsün, o kusursuz kemalât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler.

Halbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor.

O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar.

İştihası açılır, fakat yemez gider.

O cemal, o kemalin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider.

Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

   Elhasıl: Nasılki şu âlem bütün mevcudatıyla Sâni'-i Zülcelal'ine kat'î delalet eder; Sâni'-i Zülcelal'in de sıfât ve esma-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delalet eder ve gösterir ve ister.

Sözler - 68

20 Mart 2024 Çarşamba

MUHADDİSLERİN ÖNEMİ

 Evet muhaddisînin muhakkikîninden "El-Hâfız" tabir ettikleri zâtlar, lâekal yüzbin hadîsi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işâ' abdestiyle kılan müttaki muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür kat'iyyetinden geri kalmaz.

Evet fenn-i hadîsin muhakkikleri, nakkadları o derece hadîs ile hususiyet peyda etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlîsine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmişler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu'u görse, "Mevzu'dur" der.

"Bu, hadîs olmaz ve Peygamber'in sözü değildir" der, reddeder.

Sarraf gibi hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez.

Yalnız İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler tenkidde ifrat edip, bazı ehadîs-i sahihaya da mevzu' demişler.

Fakat her mevzu' şey'in manası yanlıştır demek değildir; belki "Bu söz hadîs değildir" demektir.

Mektubat - 94

ALLAH BİZE KENDİNİ TANITTIRIYOR

 Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir.

Çünki bir daha dönmemek üzere zeval ise; şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı, meş'um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-i rahmetin intıfası lâzım gelir.

Hem o celal ve izzete uygun bir dâr-ı mücazat olacaktır.

Çünki ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te'hir ediliyor.

Yoksa, bakılmıyor değil.

Bazen dünyada dahi ceza verir.

Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.

   Evet hiç mümkün müdür ki; insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa.. hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese.. hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese; cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelal bir dâr-ı mücazat hazırlamasın?

Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman-ı Rahîm'in kendini tanıttırmasına mukabil; iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?

Sözler - 65

BİZE ACIYAN VAR

 Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün vâlidelerin o rahîm şefkatleriyle

{(Haşiye-2): Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedahe nihayetsiz Rahîm, Kerim, şefik bir zâtın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar.

Evet nebatat ve behimiyat gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki: Gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor.

Onlar, onun namıyla işliyorlar.}

ve süt gibi o latîf gıda ile o âciz ve zaîf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır.

   Bu âlemin mutasarrıfının madem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celal ve izzeti vardır.

Nihayetsiz celal ve izzet, edebsizlerin te'dibini ister.

Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister, nihayetsiz rahmet; kendine lâyık ihsan ister.

Halbuki bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz'den ancak bir cüz'ü yerleşir ve tecelli eder.

Demek o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır.

Sözler - 64

İNSANA YAPILAN İKRAMLAR

    Meselâ, bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların latîf elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit en tatlı, en musanna' meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak; ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.

Hem insan ve bazı canavarlardan başka, Güneş ve Ay ve Arz'dan tut, tâ en küçük mahluka kadar herşey kemal-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması; büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.

Sözler - 64

KERİM VE RAHİM İSMİ

  İKİNCİ HAKİKAT: 

   Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir.

   Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın.

Evet şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki; en âciz, en zaîften tut

{(Haşiye-1): Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat'î: İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücudça zaîfliğidir.

Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile ma'kûsen mütenasibdir.

Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtela olur.}

tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor.

En zaîf, en âcize en iyi rızık veriliyor.

Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor.

Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedaheten gösteriyor.

Sözler - 63

19 Mart 2024 Salı

İNSAN FITRATAN ZAYIF

  BEŞİNCİ NÜKTE: 

   İnsan fıtraten gayet zaîftir.

Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder.

Hem gayet âcizdir.

Halbuki belaları ve düşmanları pek çoktur.

Hem gayet fakirdir.

Halbuki ihtiyacatı pek ziyadedir.

Hem tenbel ve iktidarsızdır.

Halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır.

Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir.

Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor.

Hem akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor.

Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.

   İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelal'in, bir Rahîm-i Zülcemal'in dergâhına niyaz ile namaz ile müracaat edip arzuhal etmek, tevfik ve meded istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinad olduğu bedaheten anlaşılır.

Sözler - 42

17 Mart 2024 Pazar

KABİR NEDİR ?

 Kabir ehl-i dalalet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur'an ve iman için zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i Cinana ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır ve o vahşi arslanın dahi munis bir hizmetkâra dönmesi ve musahhar bir at olması ise, işarettir ki: Mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından elîm bir firak-ı ebedîdir.

Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesiledir.

Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır.

Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı Cinana bir davettir.

Hem Rahman-ı Rahîm'in fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir.

Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.

Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur.

   Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zahiren bir Cennet içinde olsa da manen cehennemdedir ve her kim hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır.

Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet'in intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder...

Sözler - 38

YERYÜZÜ BİR NİMET SOFRASI

 Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvad-ı Kerim'in misafirine fakr u ihtiyaç, nasıl elîm ve ağır olabilir?

Belki fakr u ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır.

İştiha gibi fakrın tezyidine çalışır.

Onun içindir ki: Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler.

Sakın yanlış anlama!

Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir.

Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir.

Ve o bilet, sened ise; başta namaz olarak eda-i feraiz ve terk-i kebairdir.

Öyle mi?

Evet bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebedü'l-âbâd yolunda zâd ve zahîre, ışık ve burak; ancak Kur'anın evamirini imtisal ve nevahisinden içtinab ile elde edilebilir.

Yoksa fen ve felsefe, san'at ve hikmet, o yolda beş para etmez.

Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.


   İşte ey tenbel nefsim!

Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir.

Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın.

Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim.

Yoksa sus.

Kâinat mescid-i kebirinde Kur'an kâinatı okuyor!

Onu dinleyelim.

O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim.

Evet söz odur ve ona derler.

Hak olup, Hak'tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.

Sözler - 32

16 Mart 2024 Cumartesi

İŞİŞTEN GEÇMEDEN

    Risale-i Nur'daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar.

Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.

   Evet gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler.

His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez.

Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder.

Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.

Ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.

   Bunlara kıyasen bîçare gençlerin çok vartaları var ki en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar.

   Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor.

Çünkü âkıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder.

Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder.

Hem serseri ve fakir olanlara, zenginlerin mallarını helâl eder ki bütün beşer bu musibete karşı titriyor.

   İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri, kahramanane davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı Risale-i Nur'un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir.

Yoksa o bîçare genç, hem dünya istikbalini hem mesud hayatını hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve sû-i istimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer.

Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlığında çok ağlayacak.

Sözler[Y] - 161

İŞTE EN BÜYÜK KAZANÖ

    Eğer terbiye-i Kur'aniye ve Nur'un hakikatleriyle kendini muhafaza eylese tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.

   Evet bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve ekser günahlardan hapis mani olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tövbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse hem hayatına hem istikbaline hem vatanına hem milletine hem akrabasına büyük bir faydası olması gibi o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını başta Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat'î haber verip müjde ediyorlar.

   Evet o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse hem ziyadeleşir hem bâkileşir hem lezzetlenir.

Yoksa hem belalı olur hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider.

Hem akrabasına hem vatanına hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.

   Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise farz namazını kılmak şartıyla her bir saati, bir gün ibadet olduğu gibi o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevi salihlerden sayılabilirler.

   Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise farzını yapmak ve tövbe etmek şartıyla her bir saatleri yirmişer saat ibadet olup hapis ona bir istirahathane ve merhametkârane ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer.

Sözler[Y] - 162

EN BÜYÜK ISLAH EDİCİ

    Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise farz namazını kılmak şartıyla her bir saati, bir gün ibadet olduğu gibi o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevi salihlerden sayılabilirler.

   Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise farzını yapmak ve tövbe etmek şartıyla her bir saatleri yirmişer saat ibadet olup hapis ona bir istirahathane ve merhametkârane ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer.

O hapiste durmakla hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir.

Hapisten tam terbiye alır.

Çıktığı zaman bir kàtil, bir müntakim olarak değil, belki tövbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar.

   Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: "Terbiye için on beş sene hapse atmaktan ise on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar daha ziyade onları ıslah eder."

Sözler[Y] - 162

İBRET ALALIM

    Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir.

Ve madem kabir kapanmıyor, kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar.

Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur'aniye ile gösterilmiş ve ehl-i dalalet ve sefahet hakkında göz ile göründüğü gibi bir idam-ı ebedîdir; bütün mahbubatından ve mevcudattan bir firak-ı lâyezalîdir.

   Elbette ve elbette hiç şüphe kalmaz ki en bahtiyar odur ki sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde, imanına ve Kur'an'a hizmete çalışmaktır.

   Ey zevk ve lezzete müptela insan!

Ben yetmiş beş yaşımda binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki:

   Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.

Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var.

Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.

   Ey hapis musibetine düşen bîçareler!

Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı; çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın, hapisten istifade ediniz.

Nasıl bazen ağır şerait altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.

Öyle de sizin bu ağır şerait altında her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.

Sözler[Y] - 163

NAMAZI TERKETMEK

    Evet vasıta-i rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki, acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları muvazene etmek kâfidir.

Demek derd-i maişet için namazını terkeden, o nefere benzer ki: Talimi ve siperini bırakıp, çarşıda dilencilik eder.

Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerim'in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzât gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir.

Hem insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor.

Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez.

Fakat hayat-ı maneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru' ve ibadet cihetinde hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündedir.

   Demek ey nefsim!

Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun.

Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenab-ı Hakk'ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.

   İşte sana iki yol, istediğini intihab edebilirsin.

Hidayet ve tevfikı Erhamürrâhimîn'den iste...

Sözler - 23

15 Mart 2024 Cuma

İNSAN BİR YOLCUDUR

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsan bir yolcudur.

Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü'l-Mülk tarafından verilmiştir.

Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarfediyor.

Halbuki, o levazımattan lâekal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarfetmek gerektir.

Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmidört lira harcırah alan bir memur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmiüç lirayı sarfederse, öteki yerlerde ne yapacaktır?

Hükûmete ne cevab verecektir?

Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?

Binaenaleyh Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmidört saatlik bir vakit vermiştir.

Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmiüç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatı da beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarfetmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!

Mesnevi-i Nuriye - 223

EHLİ DÜNYAYA KARŞI TAVRIMIZ

 Zaruret-i kat'iyye olmadan, bunlarla uğraşmayınız.

"Cevabü'l-ahmaki's-sükût" nev'inden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız.

Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini zaîf göstermek, onu hücuma teşci' ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle za'f göstermek, onları tecavüze sevkeder.

Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.

    İkinci Nokta: 

وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ

âyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdid ediyor. Çünki rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.

   İşte bir ehl-i kemal, kâmilane, şu âyetin çok cevahirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:

   Muin-i zalimîn dünyada erbab-ı denâettir

   Köpektir zevk alan, sayyad-ı bîinsafa hizmetten.

   Evet; bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor.

Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip, güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin mealindeki tokada müstahaktır.

Mektubat - 361

İNSANDA BULUNAN ÜÇ ŞEY

 İnsanda üç şey vardır. Bunlar; Tabiât, Gariza (yani içgüdü) ve Fıtrât. Tabiât, insanın beşerî yönüdür, cismidir, bedenidir, hatta aklıdır, zekâsıdır.

Gariza; yine bedende olan bir takım arzular, istekler, tutkular, açlık, susuzluk ve benzeri duygular garize ile ifade edilir. Bir de fıtrât vardır ki; insan varlığının zübdesi, odak noktasını teşkil eder. Tabiât denince kâinatın bir parçası kasdediliyor. Birde her insanın kendine özgü tabiâtı vardır.

Ancak Allah fıtratı, insanın bedenine, biyolojik yapısına değil, ruhuna yerleştirdi. Beden varlığını topraktan alırken, ruh ise varlığını doğrudan doğruya Cenab-Allâh’tan aldı. Allâh’tan varlığını alan fıtrât, esma-i İlâhiye’de var olan bütün değerler ile fıtrâtı donattı. Yani fıtrât, bu değerlerin hafızası oldu. Aslında insanı gerçek, kâmil bir insan yapan, bu değerlerin bütünüdür. Zira imân burada, Rabbini tanımak burada, ahlâkî erdemlerin tümü, şefkât, merhamet, bütün ihsan ve iyilikler, bu fıtrâtın içine dercedilmiştir. Eğitimde asıl en önemli olan, insanın tabiât olarak eğitilmesi bir yana, mühim olan fıtrât itibariyle, yani ruhsal ve manevi yönden eğitilmesi, terbiye edilmesi gerekir.

İnsanı, iyi bir insana dönüştürmek için; fâtır sıfatiyla, Cenab-ı Hakk’ın ruhuna yerleştirdiği fıtrâtı ve o fıtrâta naklettiği değerleri öne çıkararak, oradaki değerleri imana ve ahlâka dönüştürecek pencereler açmamız lazımdır. Bu insanlığın geleceğiyle ilgili, önemsenmesi gereken en önemli konudur.

İslâm’ın iki türlü insan tasavvuru vardır. Bunlardan biri “Kevser” diğeri “Ebter” insandır. Ebter insan ketumdur, tek yönlüdür. Sadece bedenini, hazzını, nefsanî şehevanî duygularını tatmin etmeyi düşünür. Bu tür insanlar, Kur’an’ın kabul etmediği insanlardır. Zira bu tip insanlar tek yönlü, tek boyutludur, diğergâm değil, egoist insanlardır.

Kevser insan ise; çok yönlüdür. Aklî ve kalbî ve ruhu birleştiren insandır. Dünya ile ahireti birleştirir, daha çoğulcudur, bereketlidir. Zaten, kevserin bir manasıda berekettir.

İslâmın en önemli bir hedefi de; insanı âlet olmaktan çıkarıp, ona bir âyetler topluluğu olarak bakmaktır. (Âyet: İnkârı mümkün olmayan delil demektir.) İnsanın bir tek hücreden, vücudu tam teşeküllü bir insana dönüşünceye kadar, her dakika başında, mu’cizeler mesabesinde deliller yansıtmaktadır. Dolayısıyla, bir âlet insan var, bir de âyet insan vardır. Âlet insan araçsaldır, zevk ve hazzın, yemenin ve içmenin aracıdır. Fakat âyet insan ise; onun içinde bir âyet vardır, bir de âlâmet vardır. Âlâmet bizi Allâh’ın varlığına götürür. Âyet ise; bizi Âllâh’ın vahdaniyetine, yani birliğine ulaştırır. Bu itibarla insan, kişiliği ve evrensel konumuyla bir âyetler topluluğudur, bu âyetlerle kuşatılmış en büyük âyet’tir, diyebiliriz.

İKİ ÂYET:

“Kim huzurumuza bir iyilikle gelirse, mükafat olarak ondan daha hayırlısı verilecektir. Üstelik böyleleri, o günün dehşetinden de, güven içinde olacaklardır. Ama kim de kötü amellerle gelirse; işte onlar yüzü koyun ateşe atılacaklardır. Siz başka değil, ancak yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.” (Neml, 89-90)

Alıntı

İMAN İLMİ

 Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur'an-ı Hakîm'in esrarından manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.

Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur.

   Evet Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok.

Madem Güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı -bâhusus bende bulunmazsa- istemek manasızdır, lüzumsuzdur.

Belki onların bana dua ile, manevî yardım ile, hattâ himmet ile muavenet etmeleri lâzımdır.

Ve ben onlardan istimdad etmem ve meded istemem, benim hakkımdır.

Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.

Mektubat - 358

14 Mart 2024 Perşembe

KIYAMET ÇAĞI

 1999 yılı sona erdiğinde, tüm dünya “milenyum çağına girdik” diye büyük bir şaşaa ile 2000 yılını kutlamıştı.

Milenyum, 2000-3000 yılları arası bin yıllık zaman dilimi kapsıyor. Zamanla daha farklı çağ isimleri kullanmaya başladık. Uzay çağı, bilgi çağı, dijital çağ, robot çağı gibi.

Yıl 2024 oldu. 

Bizim çocukluğumuzda avucumuzun içindeki bir ekrandan dünyada olup bitenleri görebilmek, bilgiye anında ulaşabilmek, ancak bilim-kurgu senaryosu ya da hayaldi. Bu çağ bize böyle muhteşem bir iletişim ağı, bilgi akışı, bir konfor alanı sağladı. 

Maddî cihette hâl böyleyken, mânevî âlemlerin temsilcileri bu asra “felaket ve helâket asrı, fitne-fesat asrı” demişti. Kıyamet alametlerinin çoğunun gerçekleştiği, savaşların biyolojik ve kimyasal savaşlara dönüştüğü, bir insan topluluğunu ortadan kaldırmanın âdeta tek tuşa basmak kadar kolay olduğu acîp bir zamana geldik. 

Gıdaların genetiğinin değiştirilmesi, pandemi, depremler, savaşlar, bize gösteriyor ki; insanlık kendisine verilen nimetleri iyi yönde kullansa, kötülüğü bıraksa, kendi nev’ini ve tüm canlıları, üzerinde yaşadığı dünyayı tahrip etmese, zulmü bıraksa, barış ve adalet olsa; dünyanın ömrü beklenilenden daha uzun olabilir.

Ama insan zalimlikte haddini aşmaya devam ederse, ona verilen her türlü teknolojik gelişmeleri şerde ve tahribatta kullanırsa ve böylece dünyayı yaşanmaz bir hâle getirirse, çabuk bir kıyamet kopması muhtemeldir. 

Bu dünya ve nimetleri bir amaç için insanın hizmetine verilmişti. Eğer bu amaca hizmet etmiyorsa; tıpkı fabrika sahibi bir kâr ya da hizmet üretmiyorsa, fabrikayı kapatması ve dağıtması gibi, herşeyin sahibi Allah da dünyayı kıyamet ile dağıtacaktır.  

En acı olan da, kötülüklere dünyanın baskın bir sesle “dur” diyemeyişi. Diyenlerin de seslerinin duymazdan gelinmesi. Gıdalarla oynayıp bozdular ki, zararlı şeyler yerse insanın sadece sağlığı değil kişiliği ve ahlâkı da bozulur. Ardından ilaçlar verdiler ki, tedavi oluyorum zannederken bir yandan vücuda başka tahribatlar versin. 

Robotların ve yapay zekanın kötüye kullanılması ve insana savaş açacağı da son zamanların endişe verici konuşmaları arasında yer alıyor.

Bir yandan tüm dünyanın seyrettiği, gözü dönmüş İsrail’in ısrarla zulmüne devam etmesi, “dur” diyenlerin etkisinin olmayışı canımızı acıtmaya, yüreklerimizi yakmaya devam ediyor. Ancak zâhire bakınca böyle görünse de, biliriz ki, her işin bir bidâyeti bir de nihayeti vardır. Cenâb-ı Hak mühlet verir. Israrla ve arttırarak zulmünü devam ettirenlerin üzerine gazabını da verir.

Evet, kıyamet çağındayız. Tam zamanını ancak Allah bilir. Ama o sona doğru yaklaştığımızı, az kaldığını biliyoruz. Herkesin kıyameti öncelikle kendi ecel vaktidir. O vakte kadar imtihanımız devam ediyor. Bize düşen tam bir iman ve teslimiyet ile hak davamızda, müspet bir şekilde şer ile mücadeleye devam emektir.

KUR'ANIN MALI

 Risaleler kendi malım değil, Kur'anın malı olarak, Kur'anın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum.

Evet lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz.

İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.

    Dördüncü Sebeb: 

   Bazan tevazu', küfran-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfran-ı nimet olur.

Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur.

İkisi de zarardır.

Bunun çare-i yegânesi ki; ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun.

Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikî'nin eser-i in'amı olarak göstermektir.

Mektubat - 369

13 Mart 2024 Çarşamba

BİR BİLET LAZIM

 O bilet ise, namazdır.

Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.

Acaba yirmiüç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarfetmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder.

Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse; halbuki kazanç ihtimali binde birdir.

Sonra yirmidörtten bir malını, yüzde doksandokuz ihtimal ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

   Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır.

Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.

Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.

Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir.

Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.

Sözler - 21

12 Mart 2024 Salı

GÜNAHTAN KAÇINMAK VACİP

 YOLLARIN HAKKI NEDİR?

Dünyada en çok nimetlerle donatılan varlık insandır. Yine en sorumlu ve en çok hesap verecek varlık da insandır.

İşte bu bakımdan, bulunduğu her yerde ve her zaman görevi vardır. Sokağa çıktığı anda bile onu bekleyen vazifeleri vardır.

Evden dışarı çıktığı anda; unutkanlığa sebep olan haramlara bakmamak, selâm almak ve vermek ve kimseyi rahatsız etmemek gibi mühim görevleri vardır.

En önemlisi de; âhir zamanda artmış olan müstehcenliklere bakmamak vâcibtir. Eğer insan, yaygın olan bu haramlardan gözünü korursa, yüzlerce vâcib işlemiş gibi sevap kazanır. Yolların ve sokakların hakkını verirse, aleyhine gibi görünen şeyleri bile lehine çevirir ve pek önemli sevap ve ecir kazanmış olur. Böylece günahtan uzak kalır ve büyük bir kâr ve kazançla evine dönmüş olur.

Ebû Saîd-i Hudrî (ra)'den rivâyet edidiğine göre, Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm şöyle buyurmuştur:

"Yollar üzerinde oturmaktan hazer edip sakınınız!"

Ashâb: Yâ Resûlallah! Bizim bundan istiğnâ edip kaçınmamız mümkün değildir. Yol üzerleri bizim meclislerimizdir. Oralarda biz işlerimizi görüşürüz. Mesâlihimizi ve meselelerimizi konuşuruz, diye müsâde istediler.

Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Mâdem ki sizin için oralarda durma,  oturma ve işlerinizi görme zarûreti vardır. O zaman yolların hakkını veriniz, buyurdu.

Ashâb-ı Kirâm: Yâ Resûlallah! Yolların hakkı nedir? diye sordular. 

Sevgili Nebîmiz sallallâhu aleyhi ve sellem bu soruya şöyle cevap verdi:

Yolların hakkı şunlardır.

Gözü haramdan korumak ve haramlara bakmamak.

Halka ezâ ve eziyet edecek şeylerden içtinab edip kaçınmak.

Kimseye zarar vermemek  ve kimseyi rahatsız etmemek.

Selâm vermek ve selâm verenin selâmını almak.

Emr-i bilma'rûf yapmak. Yanî iyiliği emrederek tebliğ görevinde bulunmak.

Kötülüklerden insanları nehyetmek. Yani insanların kötülük işlemelerine engel olmaya çalışmak.

Yol sorana yol tarif edip, yol göstermek.

Zulme uğrayan olursa, zulme uğramış olan mazluma yardımcı olmak."


HAKSIZ MAL EDİNME

 188- Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin.

Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin.

{Bu âyette işaret edilmek istenen mana, daha ziyade rüşvet ve çıkarcılıktır.

Binaenaleyh aldatma ve dalavere ile elde edilen bütün kazançlar haramdır.} 

(2-Bakara) (2. Cüz-2. Hizb)

Mealli Kur'an - 28

KISAS

 Ey iman edenler!

Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı.

Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür).

Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir.

Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir.

Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.

{Bütün dinler, hukuk ve ahlâk sistemleri, haksız olarak adam öldürmenin, cana kıymanın büyük bir suç olduğunda birleşmişlerdir.

Farklılık, bu suçun önlenmesi için alınması gereken tedbirde kendini göstermektedir.

İslâm, suça iten sebepleri azamî ölçüde ortadan kaldırmış, insanı iman, ibadet ve ahlâk terbiyesi ile olgunlaştırmak için gerekli tedbirleri almış, bütün bunlardan sonra da kısas adıyla "cana kıyanın canına kıyılır" kaidesini koymuştur.

Haksız aflarla bir gün hürriyete kavuşmak ümidi içinde beslenen kimselerin bu hali (hapis cezası) hiç de caydırıcı ve suçu önleyici bir tedbir değildir.

Kısası tazminata (diyete) çevirme hakkı, öldürme suçunun acı neticelerine katlanmakta olan ölü yakınlarına (velilere) aittir.

Başkası bu cezayı bağışlayamaz.} 

(2-Bakara) (2. Cüz-2. Hizb)

Mealli Kur'an - 26

İYİLİK VE İYİLER

 İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir.

Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır.

(Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir.

Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir.

Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder.

İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır.

Müttakîler ancak onlardır!

(2-Bakara) (2. Cüz-2. Hizb)

Mealli Kur'an - 26

BEDİR ŞEHİTLERİ

 İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır.

Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.

{Bedir'de şehit düşen 14 kişi hakkında nâzil olduğu rivayet edilen bu âyet, kabir azabına yahut safasına da delildir.

Ölüm, korku, açlık, mal azlığı, fakirlik, hastalık; bunların hepsi birer imtihandır.

Bunlar dünya hayatının ayrılmaz parçalarıdır, hiç kimse bunlardan birisine yakalanmaktan kurtulamaz.

En sonunda herkes ölecektir.

İnanan akıllı kişi, bunları Kur'an'a göre anlayıp değerlendirendir.} 

(2-Bakara) (2. Cüz-1. Hizb)

Mealli Kur'an - 23

KIYÂMET

  DEHŞETİNDEN İNSANLAR BAYILIR

Hac sûresinin ilk iki âyetinde Cenâb-ı Hak kıyamet depreminin dehşetini şöyle anlatıyor: "Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyâmet vaktinin depremi müthiş bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur. Her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azâbı çok şiddetlidir."

Şu âyetler de kıyamatin dehşetini ve dünyânın sekerât ânını anlatıyor: "Güneş dürülüp toplandığında ve yıldızlar döküldüğünde." (Tekvir, 1,2) "Gök yarıldığında." (İnşikak,1)

Kâinat apartmanının yıkılması çok hasas ve ince nizamlara tabidir. "Eğer bir duvarı veyâ bir taşı, "Yerinden çık!" emrine hedef olsa, derhal âlem ölüm hastalığına düşer, sekerâta başlar. Yıldızlar arasında müsâdemeler, ecram arasında muhârebeler vukûa gelir; şu gayr-i mütenâhî boşluk, pek şiddetli sayhalar, pek dehşetli sâikalar, pek korkunç sesler, sadâlar, gürültüler ve gümbürtülerle dolar. Evet insân-ı kebîrin ölümü küçük bir ölüm değildir. Sekerâta başladığı zaman, milyarlarca kürelerin çarpışmasından  husûle gelen fırtınanın ne tasavvuru ve ne târifi ve ne de görülmesi imkân dâiresinde değildir.

İşte bu şiddetli ölüm ile hilkat bayılır, kâinât yayılır, hilkatin yağı ayranı birbirinden ayrılır. Cehennem, maddesiyle, aşîretiyle bir tarafa çekilir. Cennet de letâfetiyle, lezâiziyle ve bütün güzel unsurlarıyla tecellî ve incilâ eder." (İ.İ'câz, s.194)

11 Mart 2024 Pazartesi

KÂBENİN YAPILIŞI

 {Kâbe'nin yapılışı hakkındaki rivayetlere göre, Hz.

Âdem ile Havva cennetten çıkarıldıkları vakit yeryüzünde Arafat'ta buluşurlar, beraberce batıya doğru yürürler, Kâbe'nin bulunduğu yere gelirler.

Bu esnada Âdem, bu buluşmaya şükür olmak üzere Rabbine ibadet etmek ister ve cennette iken, etrafında tavaf ederek ibadet ettiği nurdan sütunun tekrar kendisine verilmesini diler.

İşte o nurdan sütun orada tecelli eder ve Hz.

Âdem, onun etrafında tavaf ederek Allah'a ibadet eder.

Bu nurdan sütun Hz.

Şît zamanında kaybolur, yerinde siyah bir taş kalır.

Bunun üzerine Hz.

Şît, onun yerine taştan onun gibi dört köşe bina yapar ve o siyah taşı binanın bir köşesine yerleştirir.

İşte bugün Hacer-i Esved diye bilinen siyah taş odur.

Sonra Nuh tufanında bu bina kumlar altında uzunca bir süre gizli kalır.

Hz.

İbrahim Allah'ın emriyle Kâbe'nin bulunduğu yere gider, oğlu İsmail'i annesiyle birlikte orada iskân eder.

Sonra İsmail ile beraber Kâbe'nin bulunduğu yeri kazar.

Hz.

Şît tarafından yapılan binanın temellerini bulur ve o temellerin üzerine bugün mevcut olan Kâbe'yi inşa eder.

Âyette "Beytullah'ın temellerini yükseltiyor" cümlesi bunu ifade eder.} 

(2-Bakara) (1. Cüz-4. Hizb)

Mealli Kur'an - 19

9 Mart 2024 Cumartesi

YARATILIŞIN GAYESİ

 Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır.

Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır.

Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır.

Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

   Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır.

Onlar, onsuz olamaz.

Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır.

Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur.

   Evet şu perişan dünyada, âvâre nev'-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahibsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder.

İşte bu âvâre nev'-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar.

Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder.

O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.

Mektubat - 222

ACİZ İNSAN

    Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde...

Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde bir şey...

Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır.

Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.

Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.

Malûmdur ki: Zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih edilir.

Halbuki mes'elemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır.

Fısk ve sefahet yolu ise; -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediye helâketi bulunduğu; icma ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir.

Ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır.

   Elhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah'a asker olmaktadır.

Öyle ise, biz daima

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْف۪يقِ

demeliyiz.

Ve müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.

Sözler - 19

8 Mart 2024 Cuma

ALLAH RIZASI ESAS OLMALI

  BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: 

   Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı.

Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.

Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.

O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.

Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.

    İKİNCİ DÜSTURUNUZ: 

   Bu hizmet-i Kur'aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev'inden gıbta damarını tahrik etmemektir.

Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.

Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne takaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa'ye şevkini kırıp atalete uğratmaz.

Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler.

Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak.

Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.

   İşte ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur'anın hizmetkârları!

Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin a'zâlarıyız.. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet olan Dârü's-Selâm'a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.

Elbette dört ferdden bin yüz onbir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlası kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.

Evet üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var.

Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz onbir kıymet alır.

Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, onaltı kıymeti var.

Lemalar - 160

İHLAS HAKKINDA

 Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarım!

Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.

Madem ihlasta mezkûr hâssalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız.

Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi' olur, devam etmez; hem şiddetli mes'ul oluruz.

وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ى ثَمَنًا قَل۪يلًا

âyetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfüruşane, sakîl, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi'-i cüz'iyenin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

   Ey kardeşlerim!

Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur.

Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.

Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir.

İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ى

demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilmez.

Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.

İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.

Lemalar - 159

7 Mart 2024 Perşembe

HIRS VE AYRILIĞIN ZARARLARI

    Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm'ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev'-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.

   EY EHL-İ İMAN!

Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız!

İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz.

Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir.

Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa; bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.

İşte ey ehl-i iman!

İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.

Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa,

اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا

düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..

Mektubat - 270

BİRBİRİNİZE KARŞI DÜŞMANLIĞI BIRAKIN

    İŞTE EY MÜ'MİNLER!

Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz?

Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır.

Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?

O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var.

Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an: Uhuvvet-i İslâmiyedir.

Bu kal'a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..

Mektubat - 269

6 Mart 2024 Çarşamba

KUR'AN ANA BABAYA İTEATİ EMREDİYOR !

    Hem peder ve vâlideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine aittir.

O muhabbet ve hürmet, şefkat lillah için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ

âyeti beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet etmesi; Kur'anın nazarında vâlideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir.

Madem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister.

Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dava edemez.

Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok.

Zira münakaşa, ya gıbta ve hasedden gelir.

Pederde oğluna karşı o yok.

Veya münakaşa, haksızlıktan gelir.

Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dava etsin.

Pederini haksız görse de, ona isyan edemez.

Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.

Sözler - 639

5 Mart 2024 Salı

TARAFGİRLİK

  Eğer dersen: 

   "İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var.

Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum."

   Elcevab: 

   Sû'-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez.

Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun.

Senin manevî bir nedamet, gizli bir tövbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman; onun şerrinden seni kurtarır.

Zâten bu mektubun bu mebhasını yazdık, tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

   Cây-ı dikkat bir hâdise: 

   Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti.

Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti.

İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.

Mektubat - 267

İLAHİ SOFRA

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Kur'an, semadan nâzil olmuştur.

Ve Onun nüzuluyla semavî bir maide ve bir sofra-i İlahiye de nâzil olmuştur.

Bu maide, tabakat-ı beşerin iştiha ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir.

O maidenin sathında, yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avama aittir.

Meselâ:

اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا

âyet-i kerimesi, beşerin birinci tabakasına şu manayı ifham ve ifade ediyor:

   Semavat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kupkuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir.

Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izale ve fetk ettik.

Birisinden sular inmeğe, ötekisinden nebatat çıkmağa başladı.

Mezkûr âyetin ifade ettiği şu manaya delalet eden 

وَ جَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ

âyet-i kerimesidir.

Çünki hayvanî ve nebatî olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semanın izdivacından tevellüd edebilir.

   Mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: Nur-u Muhammediye'den (A.S.M.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir.

Bu safhayı delaletiyle teyid eden

اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُور۪ى

olan hadîs-i şerifidir.

   İkinci misal:

اَفَعَي۪ينَا بِالْخَلْقِ الْاَوَّلِ بَلْ هُمْ ف۪ى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَد۪يدٍ

olan âyet-i kerimenin tabaka-i avama ait safhasında şu mana vardır:

   "Onlar, daha acib olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar." 

Mesnevi-i Nuriye - 120

NEFİS VE TEVEKKÜL

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Nefis daima ızdırablar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor.

Hükm-ü Kadere razı olmuyor.

Halbuki şemsin tulû' ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulû' ve gurubu ve sair mukadderatı, kalem-i kader ile cebhesinde yazılıdır.

İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin; fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz hâ!

   Ve illâ muhakkak bilsin ki: Semavat ve Arz'ın haricine kaçıp kurtulamayan insan, Hâlık-ı Külli Şey'in rububiyetine muhabbetle rıza-dâde olmalıdır.

TEVEKKÜL: İşi başkasına ısmarlamak. Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini Allah'tan istemek. Kadere razı olmak. Hakka güvenmek. Ye'is ve kederden uzak olmak.


YARATILIŞ VE HAŞİR

 "Onlar, daha acib olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar." Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir bürhan vardır.

   Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız!

Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun.

Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her senede bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır?

Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir.

Bunu hiç düşünemiyorsun.

Çünki kafan boştur.

Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce numuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin.

Doktora git, kafanı tedavi ettir.

Mesnevi-i Nuriye - 121

4 Mart 2024 Pazartesi

ALLAH'I SEVEN ANA BABASINA İSYAN ETMEZ

    Hem peder ve vâlideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine aittir.

O muhabbet ve hürmet, şefkat lillah için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ

âyeti beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet etmesi; Kur'anın nazarında vâlideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir.

Madem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister.

Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dava edemez.

Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok.

Zira münakaşa, ya gıbta ve hasedden gelir.

Pederde oğluna karşı o yok.

Veya münakaşa, haksızlıktan gelir.

Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dava etsin.

Pederini haksız görse de, ona isyan edemez.

Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.

Sözler - 639

İHTİYAR ANA BABA

    Ey hanesinde ihtiyar bir vâlide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mânde veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil!. Şu âyet-i kerimeye dikkat et bak: Nasılki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı surette ihtiyar vâlideyne şefkati celbediyor.

Evet dünyada en yüksek hakikat, peder ve vâlidelerin evlâdlarına karşı şefkatleridir.

Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır.

Çünki onlar, hayatlarını kemal-i lezzetle evlâdlarının hayatı için feda edip sarfediyorlar.

Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılab etmemiş herbir veled; o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnud etmektir.

Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.    İşte o mübarek ihtiyarların vücudlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek, ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır bil, ayıl!

Evet hayatını senin hayatına feda edenin zeval-i hayatını arzu etmek, ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu 

Mektubat - 259

GEÇİM SIKINTISI ÇEKEN İNSAN

    Ey derd-i maişetle mübtela olan insan!

Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır.

Sakın deme: "Maişetim dardır, idare edemiyorum." Çünki onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı.

Bu hakikatı benden inan.

Bunun çok kat'î delillerini biliyorum, seni de inandırabilirim.

Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum.

Şu sözüme kanaat et.

Kasem ederim şu hakikat gayet kat'îdir, hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar.

Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli.

   Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latîf ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelali Vel'ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latîf bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir.

Onların iaşelerini, tama'kâr ve bahil insanlara yükletmez.

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُوالْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ ٭ وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ

âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, bütün zîhayatın enva'-ı mahlukları lisan-ı hal ile bağırıp, o hakikat-i kerimaneyi söylüyorlar.

   Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor.

Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki-üç sene evvel her gün yarım ekmek, -o köyün ekmeği küçük idi- muayyen bir tayınım vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu.

Sonra dört kedi bana misafir geldiler.

O aynı tayınım hem bana, hem onlara kâfi geldi.

Çok kerre de fazla kalırdı.

İşte şu hal o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum.

Kat'î bir surette ilân ediyorum: Onlar bana bâr değil; hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.

Mektubat - 260

MAHLUKATIN EN MÜKERREMİ

    Ey insan!

Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alîl ihtiyareler ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık muhib olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve

لَوْلَا الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلَٓاءُ صَبًّا

sırrıyla, yani: "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti." Ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle.

   İşte ey insan!

Aklını başına al.

Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın.

اَلْجَزَٓاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ

sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir.

Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle.

Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin.

Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seriü't-teessür kalblerini rencide etmek ile

خَسِرَ الدُّنْيَا وَ الْاٰخِرَةَ

sırrına mazhar olursun.

Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman'ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Mektubat - 260

ANGLİKAN KİLİSESİNE CEVAP

    Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı'nın toplarını tahrib ve İstanbul'u istila ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu.

Ben de o zaman Dârü'l-Hikmet-il İslâmiye'nin a'zâsı idim.

Bana dediler: "Bir cevab ver." Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevab istiyorlar.

Ben dedim: "Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevab veriyorum!

Çünki o devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor.

Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.." demiştim.

Şimdi diyorum:

   Ey kardeşlerim!

İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istila ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur'anî bana kâfi geldiği halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.

   Hem ey kardeşlerim!

Çoğunuz askerlik etmişsiniz.

Etmeyenler de elbette işitmişlerdir.

İşitmeyenler de benden işitsinler ki: "En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır.

En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!" قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذ۪ى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلَاق۪يكُمْ mana-yı işarîsiyle gösteriyor ki: "Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar!"

Mektubat - 417

KİMSENİN ELİNİ AYAĞINI ÖPME

    Madem hakikat budur.

Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür.

Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur.

Hem o canavar vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci' eder.

Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur.

Evet tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!..

Mektubat - 416

2 Mart 2024 Cumartesi

NARGİLE VE ZARARLARI

 Nargile, sigaraya göre daha mı az zararlıdır?

Nargiledeki arsenik, nikel, kobalt, krom ve kurşun miktarı, sigara dumanındaki miktarlara göre çok daha yüksektir. Bir nargile içiminde alınan nikotin miktarı, bir sigaradan alınan nikotin miktarının %70 fazlasıdır. Sigara içen bir kişi ortalama 8-12 kez dumanı içine çekerken bir nargile içiminde ise ortalama 20-200 kez duman çekilir. 1 saatlik bir nargile içiminin ortalama 50 sigaraya denk olduğu düşünülmektedir. Bu bilgiler doğrultusunda nargilenin sigaradan daha zararsız olduğunu düşünmek yanlıştır. Ayrıca nargile hijyen açısından da ciddi tehlike yaratmaktadır. Tek kullanımlık ağızlıklar (sipsi) takılsa bile marpucun duvarında bulunan tabakadan, koronavirüs, tüberküloz, herpes simpleks virüsü, bazı viral enfeksiyonlar, egzama ve mantar enfeksiyonlarının bulaşma riskinin olduğu görülmüştür.

İKTİSAD VE İZZET

    İktisad, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delalet eden bir vakıa:

Bir zaman, dünyaca sehavetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor.

Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor.

Bakar ki: Bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş; cesedine batıyor, kanatıyor.

Hâtem ona dedi: "Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor.

Sen de oraya git; beş kuruşluk bu çalı yüküne bedel, beş yüz kuruş alırsın." O muktesid ihtiyar demiş ki: "Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım.

Hâtem-i Tâî'nin minnetini almam." Sonra, Hâtem-i Tâî'den sormuşlar: "Sen kendinden daha civanmerd, aziz, kimi bulmuşsun?" Demiş: "İşte o sahrada rast geldiğim o muktesid ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmerd gördüm."

Lemalar - 142

RIZIK İKİDİR

 onunla yaşayacak.

Bu âyetin hükmü ile o rızk, taahhüd-ü Rabbanî altındadır.

Beşerin sû'-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir.

Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.

   İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, sû'-i istimalât ile hâcat-ı gayr-ı zaruriye hâcat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup, terkedemiyor.

İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için; bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır.

Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor.

Böyle acib bir zamanda, şübheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.

Çünki

اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا

sırrıyla: Haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz.

Evet muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez.

Belki, ölmeyecek kadar yiyebilir.

Hem yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.

Lemalar - 142

1 Mart 2024 Cuma

ZİYARETÇİLER

    Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır.

Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir.

O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir, o kapı dahi kapalıdır.

Çünkü ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.

Cenab-ı Hakk'a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.

İkinci cihet, sırf Kur'an-ı Hakîm'in dellâlı olduğum cihetledir.

Bu kapıdan girenleri, ale'r-re'si ve'l-ayn kabul ediyorum.

   Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur ya kardeş olur ya talebe olur.

   Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat'iyen, Sözler'e ve envar-ı Kur'aniyeye dair olan hizmetimize ciddi taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalalete kalben taraftar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.    Kardeşin hâssası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler'in neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.

   Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.

   İşte şu üç tabaka benim üç şahsiyetimle alâkadardır.

Dost, benim şahsî ve zatî şahsiyetimle münasebettar olur.

Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur.

Talebe ise Kur'an-ı Hakîm'in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebettardır.

   Şu görüşmenin de üç meyvesi var:

   Birincisi: Dellâllık itibarıyla mücevherat-ı Kur'aniyeyi benden veya Sözlerden ders almak.

Velev bir ders de olsa.

   İkincisi: İbadet itibarıyla uhrevî kazancıma hissedar olur.

   Üçüncüsü: Beraber dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olup rabt-ı kalp ederek, Kur'an-ı Hakîm'in hizmetinde el ele verip tevfik ve hidayet istemek.

   Eğer talebe ise her sabah mütemadiyen ismiyle, bazen hayaliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar olur.

   Eğer kardeş ise birkaç defa hususi ismiyle ve suretiyle dua ve kazancımda hazır olup hissedar olur.

Sonra umum ihvanlar içinde dâhil olup rahmet-i İlahiyeye teslim ediyorum ki dua vaktinde "ihvetî ve ihvanî" dediğim vakit onlar içinde bulunur.

Ben bilmezsem rahmet-i İlahiye onları biliyor ve görüyor.

   Eğer dost ise ve feraizi kılar ve kebairi terk ederse umumiyet-i ihvan itibarıyla duamda dâhildir.

   Bu üç tabaka dahi beni manevî dua ve kazançlarında dâhil etmek şarttır.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مَنْ قَالَ ‌ـ﴿اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا‌ـ﴾ 

Mektubat