28 Şubat 2024 Çarşamba

FELSEFECİLERİN YOLU

 İkinci vecih ise: Felsefe tutmuştur.

Felsefe ise, ene'ye mana-yı ismiyle bakmış.

Yani kendi kendine delalet eder, der.

Manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder.

Vücudu aslî, zâtî olduğunu telakki eder.

Yani zâtında bizzât bir vücudu vardır, der.

Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu'meder.

Onu bir hakikat-i sabite zanneder.

Vazifesini, hubb-u zâtından neş'et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hâkeza.. çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler.

   O esasat, ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhâssa Sözlerde hususan Onikinci ve Yirmibeşinci Sözlerde kat'î isbat etmişiz.

Hattâ silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; "İnsaniyetin gayetü'l-gayatı, "Teşebbüh-ü bil-Vâcib"dir..

yani Vâcibü'l-Vücud'a benzemektir." deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva'-ı şirk taifelerine meydan açmışlar.

İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler.

Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

   Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, zaafını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.

   İşte diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nev'ine koşmuş.

İşte şu vecihteki ene'nin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.

   İşte o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında, beşerin enzarına verdiği meyveler ise; esnamlar ve âlihelerdir.

Çünki felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir.

Hattâ "Elhükmü lil-galib" bir düsturudur.

"Galebe edende bir kuvvet var.

Kuvvette hak vardır." der.

{(Haşiye-1): Düstur-u nübüvvet "Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir" der, zulmü keser, adaleti temin eder.}

Zulmü manen alkışlamış; zalimleri teşci' etmiştir ve cebbarları, uluhiyet davasına sevketmiştir.

Hem masnu'daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni' ve Nakkaş'ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmeyerek, "Ne güzel yapılmış" yerine "Ne güzeldir" der.

Perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir.

Hem herkese satılan muzahref, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide

{(Haşiye-2): Yani o sanem-misaller perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.}

yapmıştır.

O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş.

Kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.

Sözler - 

27 Şubat 2024 Salı

NÜBÜVVET BİR TUBA AĞACI

 O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene'nin iki cihetindedir.

O iki şecereye menşe' ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene'nin iki vechini beyan edeceğiz.

Şöyle ki:

   Ene'nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.

 Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: 

   Ubudiyet-i mahzanın menşeidir.

Yani ene, kendini abd bilir.

Başkasına hizmet eder, anlar.

Mahiyeti harfiyedir.

Yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder.

Vücudu, tebeîdir.

Yani başka birisinin vücudu ile kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder.

Mâlikiyeti, vehmiyedir.

Yani kendi mâlikinin izni ile; surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir.

Hakikatı, zılliyedir.

Yani, hak ve vâcib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zılldir.

Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir.

İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene'ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikatı anlamışlar.

Bütün mülkü Mâlikü'l-Mülk'e teslim etmişler ve hükmetmişler ki: O Mâlik-i Zülcelal'in ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muîn ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı onun elindedir; herşeye Kàdir-i Mutlak'tır.

Esbab, bir perde-i zahiriyedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.

İşte şu parlak nurani güzel yüz, hayatdar ve manidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki; Hâlık-ı Zülcelal bir şecere-i tûbâ-i ubudiyeti ondan halketmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nurani meyvelerle tezyin etmiştir.

Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir medar-ı envâr ve muhtelif basamaklı bir mi'rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.

Sözler - 539

İKİ CERYAN,NÜBÜVVET VE FELSEFE

 İnsaniyette, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde...

Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor.

Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir.

Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem'olmuştur.

Şimdi şu iki silsilenin menşe'lerini, esaslarını bulmalıyız.    İşte diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır.

Hattâ kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş.

Ve kuvve-i gadabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları

{(Haşiye): Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren, eski Mısır ve Babil'in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır.

Evet tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.}

beşerin başına atmış.

Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş.

Sözler 

KUR'AN OKUNURKEN DİNLEMEK

    Amma Sure-i Kaf'ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acib ve mu'cizanedir.

Çünki kâfirin pek müdhiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılabatında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisata birer birer parmak basıyor.

Şimşek gibi fikri, onlar üstünde gezdiriyor.

O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösterir.

Zikredilmeyen hâdisatı hayale havale edip, ulvî bir selasetle beyan eder.

وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

   İşte ey şeytan!

Şimdi bir sözün daha varsa söyle...

   Şeytan der: Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem.

Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve feylesoflardan çok firavunlar var, enaniyetlerini okşayan mes'eleleri benden ders alıyorlar.

Senin bu gibi sözlerin neşrine sed çekerler.

Bunun için sana teslim-i silâh etmem!

Mektubat - 318

25 Şubat 2024 Pazar

DÜNYANIN ÖLÜMÜ

  Birinci Mes'ele: 

   Şu kâinatın mevti, mümkündür.

Çünki bir şey kanun-u tekâmülde dâhil ise, o şeyde alâküllihal neşvünema vardır.

Neşvünema ve büyümek varsa, ona alâküllihal bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâküllihal bir ecel-i fıtrîsi vardır.Gayet geniş bir istikra ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz.

Evet nasılki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz.

Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz.

O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.

Hem nasılki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrib ve inhilalden başını kurtaramaz.

Öyle de: Şecere-i hilkatten teşa'ub etmiş olan silsile-i kâinat tamir ve tecdid için, tahribden, dağılmaktan kendini kurtaramaz.

Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel irade-i ezeliyenin izni ile, haricî bir maraz veya muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni'-i Hakîm'i dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde hattâ fennî bir hesab ile bir gün gelecek ki: 

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ٭ وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ ٭ وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ ٭ اِذَا السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْ ٭ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ ٭ وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ

manaları ve sırları, Kadîr-i Ezelî'nin izni ile tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata başlayıp acib bir hırıltı ile ve müdhiş bir savt ile fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra emr-i İlahî ile dirilecektir.

Sözler - 529

TATALMA DUYUSU DİL

 İşte bu surette kuvve-i zaika, yalnız maddî cesede bakmıyor.

Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkınde hükmü var, makamı var.

   İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek ve enva'-ı niam-ı İlahiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takib edebilir.

Ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir.

Bu hakikata işaret eden bir hâdise ve bir keramet-i Gavsiye:    Bir zaman Hazret-i Gavs-ı A'zam Şeyh Geylanî'nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş.

O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine; bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor.

O riyazattan za'fiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş.

Ona acımış.

Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekva için gitmiş.

Bakmış ki, Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor.

Nazdarlığından demiş: "Yâ Üstad!

Benim oğlum açlıktan ölüyor.

Sen tavuk yersin!" Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum biiznillah!" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemed ve mevsuk çok zâtlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak manevî tevatürle nakledilmiş.

Hazret-i Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin."

   İşte Hazret-i Gavs'ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir...

Lemalar - 140

24 Şubat 2024 Cumartesi

ÖLÜM NASIL NİMET OLUR ?

 İnsanın ölümü de nimet ve rahmettir

Amma mevt nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört vechine işaret ederiz.

Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzâd edip,yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs’atli, sürurlu, ıztırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle, Mahbûb-u Bâkînin daire-i rahmetine girmektir.

Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıran birçok esbab vardır ki, mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir. Meselâ, sana ıztırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validenle beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

Dördüncüsü: Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir-hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için. Öyle de, nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevk eden belâlarla müptelâ olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir. Amma ehl-i dalâlet için, müteaddit Sözlerde kat’î ispat edildiği gibi, mevt dahi hayat gibi nikmet içinde nikmet, azap içinde azaptır; o bahisten hariçtir.


22 Şubat 2024 Perşembe

GENÇLİK REHBERİNDEN

 Elhasıl: Gençlik gidecek.

Sefahette gitmiş ise hem dünyada hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.

   Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfat ve sû-i istimalden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz.

Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfe'l-kuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle- ekser azaplar, gençlik sû-i istimalatının neticesi olduğunu bileceksiniz.

   Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz.

Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile "Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik.

Sakın bizim gibi yapmayınız." diyecekler.

Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde اَلرَّاض۪ى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla hiç acınmaya müstahak olamaz.

Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.

   Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmin!

Sözler

KAFA ÇEŞİTLERİ

 Behlül Dana Hazretleri, bir gün pazara üç tane kuru kafa getirerek satmaya başlamış ve her üçüne de ayrı ayrı fiyat takdir etmişti. Bu kafaları kaça satıyorsun diyenlere, birini bir paraya, birini on paraya, birini de ağırlığınca paraya sattığını söyledi. 

Behlül'ün bu tuhaf hareketlerini seyrederlerken biri dayanamayarak: 

— Ey Behlül! Bunların üçü de kurumuş kafalar olduğu halde sen üçüne de ayrı ayrı fiyat biçiyorsun. Bunların birbirlerinden ne farkı var ki? dedi. 

Behlül Dana Hazretleri, bundaki esrarı şöyle anlattı: 

— Şu birincisi, taş kafadır. Bunun değeri hepsinden düşük. Çünkü hu hiç nasihat dinlemez ve ihtiyaç da duymaz, ikincisi, yani on paralık kafa ise nasihat dinler ama tutmaz... Bir tarafından girer öbür tarafından çıkar. Bunun adı da boş kafadır. Üçüncüsü ise tam kafadır. Hem dinler, onunla amel eder, hem de başkasına öğretir, İşte en kıymetli kafa budur. Bunu da ağırlığınca paraya veriyorum, dedi. 

Tabii ki bunda anlayanlar için büyük hikmetler gizlidir. Velilerin hareketi ilk nazarda tuhaf gibi olsa da o çok değerlidir aslında...

RUH BAKİDİR

  BİRİNCİ MENBA': 

   Enfüsîdir.

Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar.

Evet herbir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen bâki kalmıştır.

Öyle ise; madem cesed gelip geçicidir.

Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz.

Yalnız müddet-i hayatta tedricî cesed libasını değiştiriyor.

Mevtte ise birden soyunur.

Gayet kat'î bir hads ile belki müşahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaimdir.

Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir.

Belki ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez.

Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil.

Belki ruhun libası bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir gılaf-ı latîfi ve bir beden-i misalîsi vardır.

Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer.

Sözler - 516

KÜÇÜK AMA BÜYÜK

 {(Haşiye): Evet, küre-i arz küçüklüğüyle beraber semavata karşı gelebilir.

Çünki nasılki daimî bir çeşme, vâridatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir.

Hem bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zahiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvazeneye çıkabilir.

Aynen öyle de: Küre-i arz, Cenab-ı Hak onu san'atına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medar ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlukat âlemlerine ölçek ve mazi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş.

Her sene kat kat ve katmerli yüzbin tarzda, masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddid gömleklerini nazara al; yani, bütün mazisini hazır farzet.

Sonra yeknesak ve bir derece basit semavata karşı muvazene et.

Göreceksin ki: Arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz.

İşte

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ

sırrını anla.}

bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakîm, semavata nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata denk tutuyor.

Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor.

Mükerreren

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ

der.

Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş'et eden sür'atli tahavvülü ve devamlı tagayyürü iktiza eder ki; sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülat olsun.

Hem şu mahdud arz, hadsiz mu'cizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıd konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur.

Enbiyadan, evliyadan tut, tâ nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur.

Madem öyledir, elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semaya ve ehline taş atacaklar.

Sözler - 178

SEMA VE ARZ ARASINDAKİ ALIŞVERİŞ

  İkinci Basamak: 

   Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar.

Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır.

Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semadan geliyor, yani gönderiliyor.

Vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin icmaı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melaike ve ervah semadan zemine geliyorlar.

Bundan, hisse karib bir hads-i kat'î ile bilinir ki: Sekene-i arz için, semaya çıkmak için bir yol vardır.

Evet nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider.

Öyle de: Ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya veya cesedlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlahî ile oraya giderler.

Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler.

Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve latîf bir kısım sekene-i arz ve hava, semaya gidebilirler.

Sözler 

21 Şubat 2024 Çarşamba

BİR MÜSLÜMAN ECNEBİ DİNSİZLERİ GİBİ OLAMAZ

    Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz.

Çünkü onlar, peygamberi inkâr etseler diğerlerini tanıyabilirler.

Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler.

Allah'ı bilmeseler de kemalâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.

Fakat bir Müslüman hem enbiyayı hem Rabb'ini hem bütün kemalâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor.

Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah'ı da tanımaz.

Ve ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez.

Çünkü peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mu'cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usûl-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz.

Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

   İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler!

Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz.

O, keyfinize kâfidir.

Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyanatta elbette anladınız.

   Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi istikbaldeki ahval dahi mesela elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.

   Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek gerektir.

Sözler

20 Şubat 2024 Salı

TOPLUMDA BİR ÇIĞIR AÇAN

Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz.

Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.

Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.

   Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım.

Ve meşreben ve fikren "müsavat-ı hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim.

Ve şefkaten ve İslâmiyet'ten gelen sırr-ı adalet ile burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım.

Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.

   Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır.

Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için az bir şeyden çok mahsulat aldırır ve bir sahifede çok kitapları yazdırır ve bir şey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.

   İşte o sırr-ı azîmdendir ki Cenab-ı Hak, insan nevini binler nevileri sümbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır.

Sair hayvanat gibi kuvalarına, latîfelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

Lemalar





ZELZELE HATALARIN NETİCESİ

  Dördüncü Sual: 

   Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaretü'z-zünubdur.

Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir?

Adaletullah nasıl müsaade eder?

   Yine manevî canibden elcevab: 

   Bu mes'ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةً

Yani: "Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar."

   Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir.

İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler.

Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

   Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor.

Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?    Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var.

Çünki o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir.

Sözler - 172

19 Şubat 2024 Pazartesi

ZELZELE BAHSİ

 Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor.

Bazen de titriyor.

   [Manevî ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz'î suale karşı yine manevî ihtar yardımıyla cevabları kalbe geldi.

Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi.

Yalnız icmalen kısacık yazılacak.]

    Birinci Sual: 

   Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me'yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?

   Yine manevî cevab: 

   Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş'e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıları ve bazen kızların sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.

    İkinci Sual: 

   Niçin gâvurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor?

Bu bîçare müslümanlara iniyor?    Elcevab: 

   Büyük hatalar ve cinayetler te'hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta'cil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a'zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te'hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir.

{(Haşiye): Hem Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp, bunlara hiddet ediyor.}

    Üçüncü Sual: 

   Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

   Elcevab: 

   Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle; ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.

Sözler - 171

DÜNYA BİR İMTİHAN MEYDANIDIR

 Bir yıl içerisinde aramızdan nice dostlar ve akrabalar ayrıldı. Onlar nereye gittiler acaba? Gelecek yıllara kimler kalacak, kimler gidecek?

Bazen kabristanlara gidiyoruz, bir tabutun arkasına düşüp. Orada biraz ölümü hatırlıyoruz, dünyanın fani olduğunu düşünüyoruz. Kabristanda yatanlara bakıyoruz. Onlar da bir zamanlar bizim gibi dünyanın arkasından koşup duruyorlardı. Bazıları çocuklarına “rızık” kazandıklarını söylüyorlardı. Belki ahiret işlerini (ibadetleri) ertelemişlerdi, uzun kış gecelerine veya emekli sonrasına. Dünya işlerini bitireceklerini zannediyorlardı. Ama dünya hayatı bitmiş, dünya işleri daha bitmemişti. Şimdi çocuklarına kimler “rızık” veriyor acaba? Nereden bilecekti ki, “rızık getirici olmayıp rızık tüketici” olduğunu.

Sonra…

Merhumu defnedip dönüyoruz. Oradaki düşüncelerimizi belki de kabristanda bırakarak. Kaldığımız yerden yeniden koşuşturmaya başlıyoruz, bütün hızımızla. Hâlbuki ölüm bizim için en büyük nasihatti.

Mânevî ticaretin yoğun olduğu bir mevsimi yaşıyoruz. Bu günleri ve geceleri fırsatlara dönüştürebiliyor muyuz? Zaman çok değerli, yerini başka şeyler doldurmuyor. Giden zamanı geri getiremediğimize göre, elimizdekini iyi değerlendirmemiz gerekmez mi?

Güzel haberler okuyoruz. Bir araya gelen gençlerimizin okuma programları yaptıklarını duyuyoruz. “Cennet gençleri” de bir araya gelip aynı tarzda okuma programları yapamaz mı? Bir araya gelemeyenler, iman ilimlerini kendi nefsine dinlettirebilirler. Gayret edilse daima bir-iki hakikî kardeş bulunur her halde. Burada Bediüzzaman’dan bir müjde hatırlayalım:

“Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenâb-ı Hakk’ın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemîleriniz çoktur.

“Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: ‘Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.’” 

Demek ki, güzel sözleri dinleyenler yalnızca insanlar değilmiş. Allah’ın şuur sahibi nice varlıkları bunları dinlemek için adeta can atmaktadırlar. Tefekkür dolu iman sohbetleri yeryüzünün manevî süsüdür, şerefidir. Böyle imanî sohbetler dünyaya mahsus olsa gerek ki, gök ehli yeri kıskanıp gıpta etmektedirler.

İman ilimleri, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaçtır. Bir defa anladım, yeter diyemez. Risâle-i Nurlar çoğunlukla İnşaallah o cümledendir. Merhum Zübeyir Ağabeyin dediği gibi demek geliyor içimden:

“Şimdi oku, kabirde okuyamazsın!”

Dünya bir imtihan salonudur. Sınırlı süre içinde önümüze konulan soruları cevaplandırmak zorundayız. Allah bizi dünya imtihanını kazananlardan eylesin. (Âmin)



GÜZEL GÖRMEK

 Çoğumuz bakmak ile görmek arasındaki farkı konuşuruz.

Medeniyetin kesrete mahkum ettiği insanların bir derdi de, yaşadıkları güzelliklerin farkına varamaması olmalı. Mütemadiyen bardağın boş tarafına bakanlar, çoğu kez içine gömüldüğü nimetlerin farkına varamıyorlar. Bu farkı fark etmemiz için de Rabbimiz: “Şükrederseniz size olan nimetlerimi arttırırım.” demiyor mu?

İşte bahar, işte nur ve hararet kaynağımız güneş derken; öte taraftan gelen “zemheri” ile de karşılaşıyoruz. Meyve ağaçlarının türlü çiçekleri ve mimozalar… Çevreyi kuşatan sarı çiçekler… İnsanlar da çiçek çiçek açmış, bu ramazanda… Ramazan öncesinin abus çehreleri gitmiş; beşuş, mütebessim ve muhabbetle bakışan insanlarla karşılaşıyoruz. 

‘Güzellikler’ derken ırağı ile yakını tefrik etmeden yazmamız lazım. Dünyanın birçok meclisinde ve sarayında Kur’an ve ezan seslerinin yükselişinin de farkında olamıyoruz. Demokrasiler kuvvetlendikçe; en muzır idareciler bile, Müslümanlara temennada bulunuyorlar. Müslümanların ramazan sofralarının kıtaları aştığını önceden de söylemiştik. Fakat bu ramazan bir başka… Avrupa’da, Avustralya’da, Amerika’da ve diğer Müslüman kıtalarda milyonlarca sofrada milyonlarca farklı inanış… Gayr-i Müslimleri yemek ziyafeti için mekanlarımıza gelmiş zannedenler, yanılıyorlar. Ramazan’ın müminleri aynı çatı altında, nasıl bir muhabbet ikliminde birleştirdiğinin seyrine geliyorlar; Kur’an ve ezan ziyafetine geliyorlar ve Ramazan’ın bu muhteşem sosyalleşmeyi nasıl ortaya çıkardığını, çok yakından görmeye geliyorlar. Biliyoruz ki, işitmek asla görmek gibi değil. Ramazan’da nazil olan Kur’an’a dayanan Birinci Avrupa’nın “küresel müstebit hegemonyaya” dik duruşunu da bu mevsimde seyrediyoruz. Latin Amerika’da, Macaristan’da, Slovenya’da, Sırbistan’da ve Belarus’ta… İnsaniyeti yok etme projesi sahiplerinin zaferlerini ilan etmeye çalıştıkları Amerika’da; Oklahoma eyaletinin valisi Kevin Stitt, kürtajı cinayet ile eşdeğer sayan bir kanunun altına imza attı. Ve çok ilginçtir ki Texas eyaleti de bu istikamette hazırlık yapıyormuş. Kürtaj yapacak doktorun on sene hapis ve yüz bin dolar para cezasına hazır olması gerekiyormuş.

Deccaliyetin ürettiği ve dünyaya dağıttığı bir virüs sebebiyle iki senedir hüzün içinde ziyaretçilerini bekleyen Beytullah’ın yeni giysisiyle tekrar ortaya çıktığı bu Ramazan, hasretleri de sonlandırıyor. İnşaallah Müslümanlar, koronanın verdiği ders ile bundan böyle kongrelerini ittihada muvafıkça yapacaklar… O halkalardaki sevincin, muhabbetin ve uhuvvetin nuru ve harareti en uzak ve soğuk iklimleri de ışıtarak ısıtacaktır, inşaallah…

18 Şubat 2024 Pazar

İMAN VE KUR'AN TEFSİRİ

 Risale-i Nurlar günümüzde iman ve Kur’ân’ı tanımlayan en mühim bir tefsir mahiyetindedir. 

İşte bu hususa ait bazı ifadeler:

“Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve Risalet-i Muhammediye (asm), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.” 1

“Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâisidir. Ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.”2

Bu konuda Nurlarda bir çok ifade bulunabilir. Eminiz ki bu satırların okuyucusu olan değerli kardeşlerimiz buna benzer bir çok bölümü okumuşlardır. Hatta inanıyoruz ki, bu yazıda konu edilen hususta çok ileri bilgi sahibi olanlar da çoğunluktadır.

Peki “malûmu ilâm” kabilinden olan bu satırları niçin dile getirdik?

Sebebi şu:

Son zamanlarda gözlemlediğimiz bir gevşeklik, bir tembellik var. Günlük hadiseler, geçim zorlukları, siyasî boğuşmalar, dindarları birbirine düşürmeye çalışan fitneler, ellerimizdeki akıllı telefonlar, televizyonlardaki gereksiz ve boş tartışmalar ve diğer bazı sebepler bizi aslî vazifemiz olan iman ve ibadetten alıkoyuyor. Şahsî okumalarımızı engelliyor. Risale-i Nurlar’ın kapağını açıp bir kaç satır okumakta zorlanıyoruz. Belki de en tehlikelisi Nurlar’ın okunduğu, müzakere edildiği, ders verildiği meclislere devam edemiyoruz. Halbuki Risale-i Nur medreseleri kâinatın en büyük hadisesi olan ve yaratılışın en temel maksadı olan iman ve ibadeti ders veren yerlerdir. Nur medreselerinde okunan dersler ve müzakere edilen konular doğrudan kâinatın hayatını alâkadar eder. Bu noktada göstereceğimiz az biraz gevşeklik bile doğrudan hayat-ı kâinatı felç etmeye yeter.

Bakın Nurlar’da bu hususta ne deniyor:

“İşte, ey Risale-i Nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz.”3

Unutmayalım, vazifemiz önemli ve ulvî…

Dipnotlar:
1. Sözler, s. 164.
2. Sözler, s. 180.
3. Lemalar, s. 269.

İMAN VE İBADET

 Cenâb-ı Hak şu uçsuz bucaksız kâinatı ve mükemmel ve harika dünyamızı san’atının inceliklerini, güzelliklerini ve mükemmelliklerini göstermek için yaratmış.

Bu sebeple hayatın neresine bakarsanız bakın bir mükemmellik, bir harikalık ve doyumsuz bir güzellik görürsünüz. Kâinatın bir meyvesi hükmünde olan insanı ise bu mükemmellikleri ve güzellikleri görmek üzere iman ve ibadet için yaratmıştır. İşte insanın en mühim ve aslî görevi iman ve ibadettir. Yani şu harika ve mükemmel san’atın sahibini tasdik etmek, Onun bütün isim ve sıfatları ile Uluhiyetini ve Rububiyetini kabul etmek ve O’na ibadet ve zikirle itaatini göstermektir. Bu sebeple iman ve ibadet hem insan hayatı için, hem cemiyet hayatı için, hem dünya hayatı için, hem de şu koca kâinatın hayatı için en önemli bir değerdir. İman, ibadet, namaz, oruç, zikir, tesbihler, Kur’ân tilâveti, salâvatlar ve diğer ibadet türleri adeta insan ve kâinatın hayatı için en temel enerji kaynaklarıdır. Şu kâinatı ve içinde yaşadığımız dünyayı bir büyük gemiye benzetirsek iman ve ibadet ve zikirler bir ölçüde bu büyük geminin manevî yakıtı hükmündedir. Nasıl ki, yakıtı biten bir gemi veya vasıta hareketine devam edemez ise, kâinat da iman ve ibadet yolu ile gelen enerjisi tükendiği zaman yoluna devam edemez, tıkanır kalır. Bir nevi kıyameti yaşar.

İşte bu noktada hem şahsî hayatımız ve hem de kâinatın hayatı için Kur’ân’ı okumak ve dinlemek, hükümlerine ve emirlerine itaat etmek; Kur’ân’ı bize tebliğ eden Resul-ü Ekrem Efendimizin (asm) Sünnet-i Seniyyesine dört elle sarılmak; O’nun getirdiği nuru hayatımıza rehber etmek ne kadar önemli ve ne kadar kıymetli olduğunu anlamak şu dünyadaki birinci vazifemizdir.

HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ

    1- Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır.

   2- Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tali'siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.

   3- Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez.

Zira herşey, herşeyle bağlıdır.

   4- Haşirde bütün zevi'l-ervahın ihyası; mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihya ve inşasından kudrete daha ağır olamaz.

Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avaik tedahül edemez.

Onda meratib olamaz, herşey ona nisbeten birdir.

   5- Sivrisineğin gözünü halkeden, Güneş'i dahi o halketmiştir.

   6- Pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiye'yi de o tanzim etmiştir.

   7- Kâinatın te'lifinde öyle bir i'caz var ki; bütün esbab-ı tabiiye farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i'caza karşı secde ederek

سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ لَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ

diyeceklerdir.

   8- Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş, vahdet ve celal öyle ister.

Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete perde olmuştur, izzet ve azamet öyle ister.

Tâ nazar-ı zahirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin.

   9- Mahall-i taalluk-u kudret olan herşeydeki melekûtiyet ciheti şeffaftır, nezihtir.

   10- Âlem-i şehadet, avâlimü'l-guyub üstünde tenteneli bir perdedir.

Mektubat - 468

17 Şubat 2024 Cumartesi

MÜHÜRLENMİŞ HER MEKTUP

 Yirmidokuzuncu Pencere 

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

   Bir bahar mevsiminde, garibane, mütefekkirane seyahata gidiyordum.

Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti.

Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri derhatır ettirdi.

Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise; elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir.

Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub; o mühür, o mektubun sahibini gösterir.

Öyle de; şu çiçek, bir mühr-ü Rahmanîdir.

Şu enva'-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâni'inin mektubudur.

Hem şu tepecik dahi bir mühürdür.

Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmanî hey'atını aldı.

İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Herbir şey, bir mühr-ü Rabbanî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder.

Kendi kâtibinin mektubu olduğunu isbat eder.

İşte herbir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad'e mal eder.

Demek herbir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu'cizekâr bir san'at var ki; onu öyle yapan ve öyle manidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan, elbette o olacaktır.

Demek bütün eşyayı yapamayan, bir tek şeyi icad edemez.    İşte ey gafil!

Şu kâinatın yüzüne bak ki: Birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan sahaif-i mevcudat ve her bir mektub üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhir edilmiş.

Bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzib edebilir?

Hangi kuvvet onları susturabilir?

Kalb kulağı ile hangisini dinlesen, اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ dediğini işitirsin.

Sözler - 682

İNSAN VÜCUDU BİR SARAY

Dil kapıcı,mide efendi !

İşte madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir.

O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz.

Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilalcileri saray dâhiline sokmasın.

İşte bu sırra binaen, şimdi iki lokma farzediyoruz.

Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en a'lâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsavidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsavidirler belki bazan kırk paralık peynir daha iyi besler.

Yalnız, ağızdaki kuvve-i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var.

Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "Hâkim benim" der.

Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilal verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek.

   İşte iktisad ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir.

Kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir.

İsraf ise; o hikmete zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikîyi kaybeder.

Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

Lemalar - 140

16 Şubat 2024 Cuma

İKTİSAD ŞÜKÜR

 İktisad Risalesi 

  (İktisad ve kanaate, israf ve tebzire dairdir.) 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا

   Şu âyet-i kerime, iktisada kat'î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor.

Şu mes'elede "Yedi Nükte" var.

    BİRİNCİ NÜKTE: 

   Hâlık-ı Rahîm, nev'-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde ŞÜKÜR istiyor.

İsraf ise şükre zıddır, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır.

İktisad ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet iktisad hem bir şükr-ü manevî, hem nimetlerdeki RAHMET-İ İLAHİYEYE karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir.

İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.

Lemalar - 139

İSMİ HÂFIZIN CİLVESİ

 Herbir tohum, ism-i Hafîz'in cilvesiyle ve ihsanıyla ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti; iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor.

İşte bu hadsiz hârika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde hafîziyetin tecelli-i ekberini göstereceğine kat'î bir işarettir.

   Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyet cilvesi bir hüccet-i kàtıadır ki; ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef'al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.

Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak?

Hâşâ!..

Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir.

Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek.

Ya taltif veya tokat yiyecek.

   İşte hafîziyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şahidler hadd ü hesaba gelmez.

Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir.

Lemalar - 138

HASTALIK VE HASTA ZİYARETİ

 Canım Kardeşim;

Evvela  geçmiş olsun. Allah hastalarımıza şifa, dertlerimize deva  versin.Şunu hemen belirtmek isterim ki, çaresiz hiç bir dert yoktur.Derdi veren Allah dermanını da halk etmiştir.Hastalığı veren mutlaka şifasını da verir.Yeter ki biz sebepleri yerine getirelim doktorun dediklerine uyalım.Şunu hiç aklından çıkarma ki, hepimiz birer hasta adayıyız. Hastalıklar biz insanlar için belki bir ikaz, belki bir hediye, belki de bir imtihan vesilesidir.Bizim yapacağımız ise, sabır içerisinde şükretmek ve geçer ya hu, bunlarda geçer deyip, Allah'a teslim olmak ve O'na yönelip şifa vermesi için yalvarmaktır. Yani halimizi O'na bildirmek,Ondan yardım beklemektir.Bizler asla ümitsizliğe düşmeyiz. Bizim imanımız, inancımız buna müsade etmez.Bilirsin ümitsizlik ve kendimizi çaresiz kabul etmek vücudun bağışıklık sistemini zayıflatarak diğer hastalıklara da davetiye çıkarır.Allah korusun bir hastalığımız varken belki de bir çok hastalıkla karşı karşıya kalırız.Belki de yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir durumla karşılaşırız.Allah çaresiz dert vermesin, verdiği hastalıklara da acilen şifa versin.Allah yâr ve yardımcın olsun gülen yüzün her zaman gülsün yüzünden tebessüm eksik olmasın benim güzel canım kardeşim.Sağlıklı bir şekilde güzel günlerde buluşmak dileklerimle. Dualarımın sizlerle olduğunu bilmeni isterim.Sevgi ve muhabbetle hoşça kal. ❤️🌹🙋🏼‍♂️

Rafet Özcan

15 Şubat 2024 Perşembe

DÜNYAPEREST İNSAN !

  Dördüncü Remiz: 

   Ey dünyaperest insan!

Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir.

Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar genişliyor.

Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi madum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in'ikas edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar.

Hakikat hayale karışır, madum bir dünyayı mevcud zannedersin.

Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş.

O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın.

Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır.

O vakit görürsün ki: O geniş dünyan; kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz.

Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.

   Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.

Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.

İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden "LÂ İLAHE İLLALLAH" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

Lemalar - 136

KUDDÜS İSMİNİN BİR CİLVESİ

 Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtib rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i Arz'ın ve bu tuyur-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki; âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.

   Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, İsm-i Kuddüs'ün bir cilve-i a'zamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkilü'l-lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurdlar ve karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar.

Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip, bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi; nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler.

Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizlemek ve sinekler, kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler.

Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder.

Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır.

Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir.

Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor.

Ve o evamir-i tanzifiyeyi yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar.

Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar.

Mülevves olsalar, çabuk temizleniyorlar.

En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri; en güzel, en saf, en latîf suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevkolunuyorlar.

   İşte bu tek fiil, yani bir tek hakikat olan tanzif; İsm-i Kuddüs gibi bir ism-i a'zamdan, kâinatın daire-i a'zamında görünen bir cilve-i a'zamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi esma-i hüsnasıyla beraber, Güneş gibi geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir.

Lemalar - 305

14 Şubat 2024 Çarşamba

KUDDÜS İSMİNİN BİR CİLVESİ

 BİRİNCİ NÜKTE: 304

وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ

âyetinin bir nüktesi ve "Kuddüs" İsm-i A'zamının bir cilvesi olup; hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhur ile, hem vahdaniyet-i İlahiyeyi kemal-i vuzuh ile göstermektedir.

Evet şu muntazam kâinat ve şu azametli gayet büyük fabrika; bütün mevcudatıyla hummalı bir faaliyet içinde mütemadiyen çalışmasıyla beraber, kâinatın her tarafını tertemiz tutan, kirli ve bulaşık maddelerden, lüzumsuz olarak hiçbir tarafta hiçbir şey bulundurmayan, şu azametli seyyarattan tut, tâ zerrata kadar her mevcud, Kuddüs-ü A'zam'dan gelen emirlere müheyya ve münkad olarak gayet faal ve gayet hârika bir istihale makinesi haline getirilmekle, şu azametli kâinat ve bütün unsurları baştan başa cennetnümun güzellikleriyle, kendilerini enzar-ı âleme arzediyorlar.

Ve şu kasr-ı âlemdeki masnuatın cebhelerinde müşahede edilen şu dilruba güzellik ve gayet müstahsen temizlik; bütün enzarı istihsanla kendilerine celbediyorlar ve Sâni'lerini takdir ve tahsinlerle medh ü sena ettiriyorlar.

Bu Kuddüs-ü A'zam ism-i şerifinin tecelli-i a'zamından küçük bir cilvesini şaşaalı bir surette gösteren ve şu kışın bârid ve haşin çehresi altından çıkan bahar mevsimine bak: Nasıl çiçekler açmış, huri misali libaslar giymiş, güzelleşmiş, tertemiz olmuş bütün ağaçlar ve zümrüd gibi yeşillenmiş zemin yüzü, bütün heyetleriyle, kendilerini bütün enzara arzediyorlar.

Camid ve şuursuz maddeler, az bir zaman içinde; istihale görmüş, zeminden yükselmiş, nur-u hayatla süslenmiş, sündüs-misal güzelliklerle kendilerini Sâni'lerinin nazarına takdim ediyorlar.

Bu vaziyet karşısında; değil yalnız ins ve cinn, ruhanîler ve melaikeler de hayran oluyorlar.

"Mâşâallah, Bârekellah!

Bu ne hayret verici güzellik ve temizlik!" deyip Sâni'-i Zülcelal'lerini takdis, tahmid ve temcid edip, râki' ve sâcid oluyorlar.

İşte bu fiil-i tanzif, diğer ef'al-i İlahiye gibi, vahdaniyet ve mevcudiyet-i İlahiyeyi bedahet derecesinde isbat edip göstermektedir.

Lemalar - 430

13 Şubat 2024 Salı

ÖLÜMÜ GÖREN KAFİR DÜNYADAN NASIL ZEVK ALABİLİR?

 Kafir nasıl hayattan lezzet alabilir?

   Elcevab: 

   Acib bir mağlata-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar.

Surî bir lezzet alır zanneder.

Meşhur bir temsil ile onun mahiyetine işaret edeceğiz.

Şöyle ki:

   Deniliyor: Deve kuşuna demişler: "Kanatların var, uç!" O da kanatlarını kısıp, "Ben deveyim" demiş, uçmamış.

Fakat avcının tuzağına düşmüş.

Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş.

Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş.

Sonra ona demişler: "Madem deveyim diyorsun, yük götür!" O zaman kanatlarını açıvermiş, "Ben kuşum" demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş.

Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.

Aynen onun gibi; kâfir, Kur'anın semavî ilânatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkuk bir küfre inmiş.

Ona denilse: "Madem mevt ve zevali, bir i'dam-ı ebedî biliyorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde...

Ona her vakit bakan, nasıl yaşar?

Nasıl lezzet alır?" O adam, Kur'anın umumî vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: Mevt i'dam değil, ihtimal beka var.

Veyahud deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!

   Elhasıl: O meşkuk küfür vasıtasıyla deve kuşu gibi mevt ve zevali i'dam manasında gördüğü vakit Kur'an ve semavî kitabların iman-ı bil'âhirete dair kat'î ihbaratı ona bir ihtimal verir.

O kâfir, o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz.

O vakit ona denilse: "Madem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir." O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: "Belki yoktur; yok için neden çalışayım?" Yani: Vaktâ ki o hükm-ü Kur'anın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle i'dam-ı ebedî âlâmından kurtulur; ve meşkuk küfrün verdiği ihtimal-i adem cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur, ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur.

Demek bu nokta-i nazarda, mü'minden ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor.

Çünki tekâlif-i diniyenin zahmetinden ihtimal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden ise ihtimal-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz.

Halbuki bu mağlata-i şeytaniyenin hükmü, gayet sathî ve faidesiz ve muvakkattır.

   İşte Kur'an-ı Hakîm'in küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır ki; hayat-ı dünyeviyeyi onlara Cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şekk vererek, şekk ile yaşıyorlar.

Yoksa âhiret cehennemini andıracak bu dünyada dahi manevî bir cehennem azabı çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı.

   İşte ey ehl-i iman!

Sizi i'dam-ı ebedîden ve dünyevî ve uhrevî cehennemlerden kurtaran Kur'anın himayeti altına mü'minane ve mu'temidane giriniz ve Sünnet-i Seniyesinin dairesine teslimkârane ve müstahsinane dâhil olunuz, dünya şekavetinden ve âhirette azabdan kurtulunuz!

Lemalar - 79

12 Şubat 2024 Pazartesi

SANİ'İN İSBATI

  Dördüncü Hakikat: 

   Ey nefis {(*):(Müellif-i muhterem, kendi nefsine tasrihen, başkalara da ta'rizen söylüyor.)} Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni'in isbatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur.

Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak!

Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mu'cizelerinden ve hârika san'atlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen "Ah!, Oh!" ve enînler lisan-ı haliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyi müştemilâtıyla beraber yaratan Hâlık'ın o âh u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcat ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır.

Zira sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına "Lebbeyk" söyleyen o Sâni'-i Semî' ve Basîr'in, senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevablar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?

   Binaenaleyh ey bu küçük hüceyrelerden mürekkeb ve "ene" ile tabir edilen hüceyre-i kübra!

O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu hârika icadlarını gör, imana gel!

Ve: Yâ İlahî!

Yâ Rabbî!

Yâ Hâlıkî!

Yâ Musavvirî!

Yâ Mâlikî ve yâ men lehülmülkü velhamd!

Senin mülkün ve emanetin ve vedian olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim." de; o bâtıl temellük davasından vazgeç!

Çünki o temellük davası, insanı pek elîm elemlere maruz bırakır.

Mesnevi-i Nuriye - 68

11 Şubat 2024 Pazar

EHLİ SÜNNET VASATTIR

    Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir.

İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.

Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet Ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali'yi (R.A.) tenkid ediyorlar.

Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar.

İşte bunların bu haksız ittihamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.

Halbuki Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas mezhebleri, bu fikirleri iktiza etmiyor belki aksini isbat ediyorlar.

Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz.

Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali'nin (R.A.) tarafdarıdırlar.

Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali'yi (R.A.) lâyık olduğu sena ile zikrediyorlar.

Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet Ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar.

Alevîler, hem Alevîlerin hem Ehl-i Sünnetin adavetine istihkak kesbeden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar.

Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terkediyorlar.

Her ne ise bu mes'elede fazla söyledik.

Çünki ulemanın beyninde ziyade medar-ı bahsolmuştur.

   Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat!

Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler!

Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız.

Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek.

Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak.

Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz'î mes'eleleri bırakmak elzemdir.

Lemalar - 25

FANİ İNSAN

 İnsan çendan fânidir.

Fakat beka için halkedilmiş ve bâki bir zâtın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zâtın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir.

Öyle ise böyle bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî'nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki'ye müteveccih olup gitmektir.

Lisanı يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى dediği gibi; kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi "Hüve'l-Bâki, Hüve'l-Ezeliyyü'l-Ebedî, Hüve's-Sermedî, Hüve'd-Daim, Hüve'l-Matlub, Hüve'l-Mahbub, Hüve'l-Maksud, Hüve'l-Mabud" demeli.

Lemalar - 18

FANİ ÖMÜR BAKİ OLUR

 Ey insanlar!

Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz?

Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî'nin yoluna sarfediniz.

Çünki Bâki'ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.

Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür.

Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek.

İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız.

"Lillah, livechillah, lieclillah" rızası dairesinde hareket ediniz.

O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

Lemalar - 17

10 Şubat 2024 Cumartesi

ACZ VE FAKR

 Hâtime 

   Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir.

Hem hadsiz nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halketmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var.

Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır.

Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var.

Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi nâfi' emirler, nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevkeder.

İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur.

Öyle de: Musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyic ve muharrik ârızalar ile o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyic eder.

Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve za'f ve fakr madenini işlettiriyor.

Bir lisan ile değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir.

Güya insan o ârızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur.

Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî'de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir ilânname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını îfa eder.

Lemalar - 13

ZAMANIN HÜKMÜ

  Üçüncü Mes'ele: 

   Her zamanın bir hükmü var.

Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş.

Bazı zamanda ve bazı eşhasta bela, bela değil, belki bir lütf-u İlahîdir.

Ben şu zamandaki hastalıklı ve sair musibetzedeleri (fakat musibet, dine dokunmamak şartıyla) bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor.

Ve bana, onlara acımak hissini îras etmiyor.

Çünki hangi bir genç hasta yanıma gelmiş ise, görüyorum; emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var.

Ondan anlıyorum ki: Öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlahiyedir.

Çünki çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet îras ediyor.

Fakat onun ebedî hayatına faidesi dokunuyor, bir nevi ibadet hükmüne geçiyor.

Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle elbette hastalık haletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.

Lemalar - 13

MUSİBETİ BÜYÜK GÖRME

  İkinci Mes'ele: 

   Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür.

Meselâ: Gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir.

Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur.

Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayd kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür.

Merak vasıtasıyla o musibet cesedden geçerek kalbde de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder.

Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur gider.

Bu hakikatı ifade için bir vakit böyle demiştim:

   Bırak ey bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

   Zira feryad bela-ender, hata-ender beladır bil.

   Eğer bela vereni buldunsa, safa-ender, atâ-ender beladır bil.

   Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender beladır bil.

   Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

   Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün.

O güldükçe küçülür, eder tebeddül.    Nasılki mübarezede müdhiş bir hasma karşı gülmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya döner, adavet küçülür mahvolur.

Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Lemalar - 12

9 Şubat 2024 Cuma

ASIL MUSİBET

  BEŞİNCİ NÜKTE: 

   Üç mes'eledir.

   Birinci Mes'ele: 

   Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.

Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.

Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler.

Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir.

Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler.

Öyle de çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaretü'z-zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za'fını bildirerek bir nevi huzur vermektir.

Musibetin hastalık olan nev'i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir.

Rivayette vardır ki: "Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor."

   Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm münacatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa taleb eylemiş.

Biz, o münacat ile -birinci maksadımız- günahlardan gelen manevî ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz.

Maddî hastalıklar için ubudiyete mani' olduğu zaman iltica edebiliriz.

Fakat mu'terizane, müştekiyane bir surette değil, belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.

Madem onun rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım.

Kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda "Ah!

Of!" edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkiddir, rahîmiyetini ittihamdır.

Kaderi tenkid eden, başını örse vurur kırar.

Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.

Kırılmış el ile intikam almak için o eli istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor.

Öyle de: Musibete giriftar olan adam, itirazkârane şekva ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.

Lemalar - 11

SABIR KUVVETİ

 Cenab-ı Hakk'ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir.

Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar.

Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk'ı insanlara şekva eder.

Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir.

Çünki geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış.

Bundan şekva değil, belki mütelezzizane şükretmek lâzım gelir.

Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir.

Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes'ud bir nevi ömür hükmüne geçer.

Onlardaki âlâmı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir.

Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır.

"Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım" diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir.

Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatını selbediyor.

   Elhasıl: Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir hem merhamete liyakatı selbeder.

Lemalar - 10

ELHAMDÜLİLLAH DİYELİM

 Her insan geçmiş hayatını düşünse, kalbine ve lisanına ya "ah" veya "oh" gelir.

Yani ya teessüf eder, ya "Elhamdülillah" der.

Teessüfü dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neş'et eden manevî elemlerdir.

Çünki zeval-i lezzet elemdir.

Bazan muvakkat bir lezzet, daimî elem verir.

Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor.

Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevalinden neş'et eden manevî ve daimî lezzet, "Elhamdülillah" dedirtir.

Bu fıtrî haletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevab ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade, şükreder.

"Elhamdülillahi alâküllihal sive'l-küfri ve'd-dalal" demesi iktiza eder.

Meşhur bir söz var ki: "Musibet zamanı uzundur." Evet musibet zamanı uzundur.

Fakat örf-ü nâsta zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil, belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.

Lemalar - 10

8 Şubat 2024 Perşembe

EMANETTE HIYANET CEZASI !

 İnsan dünyaya geldiği günden itibaren, önünde hazır bulduğu nimetlerden dolayı, bu nimetleri kendine veren Rabbine karşı, sorumludur.Bu emanetler; Etrafını saran hava, kendisini ısıtan ve aydınlatan güneş, ayağını bastığı yeryüzü, hatta ay ve gökyüzündeki bütün cisimler.  Annesini ona  hizmetkar eden Allah'ın  şefkat ve merhameti.O sevgi dolu anne yüreği. Ve yine doğum ile hazır bulduğu memeler musluğu. İnsan, bunları  en muhtaç olduğu bir zamanda, kendine sunan Rabbini unutabilir mi? Bunlar hepsi Allah'ın,  kullarına sunduğu, en büyük bir lütuf değil mi?

Ey insan ! aklını başına al. Sana bu simayı veren, seni insan olarak yaratan ve çeşit çeşit nimetlerle donatan rabbine karşı kulluk vazifeni unutma.Eğer unutur ve sana verilen o mükemmel cihaz ve aletleri yerinde kullanmazsan,

Bediüzzaman Hazretlerinin altıncı sözde dediği gibi,   Emanette hıyanet cezasını çekeceksin.

Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.

(Sözler - 28)

Geçen gün bir yerde sokakta giderken iki kişiye rastgeldim durdum baktım müthiş bir münakaşa ediyorlar.Yaklaştım kavga eder duruma gelmişler.Sordum sebebi nedir diye? Biri diğerinden bir emanet almış ve aldığı emaneti muhafaza edememiş zarar vermiş.

 Diğeri haklı olarak kızıyor ve yazıklar olsun sana, ihanet ettin diyerek kavga ediyor.Adam haklı ben kavgayı aralaştırdım ama sonunda ne oldu bilemem.Sonra kendi kendime dedim.

 Ey insan ! Sana verilen bu aza ve cihazların birer emanet olduğunu unutma.Seni yaratanı tanı ve  yapman gereken  vazifeni yerine getir.Yoksa hem emanete ihanet cezasını çeker hem de asiler defterine kaydolursun.

Aynen askerlik görevini yapan bir askerin kendine emanet edilen silah ve techizatı hem korumak hem de yerinde kullanmakla görevli olduğu gibi. İnsan da Rabbinin kendisine verdiği ömür sermayesini ve vücuduna yerleştirilen, başta akıl, göz kulak, ağız gibi alet ve cihazları yerinde kullanmakla vazifelidir. Öyle ise vazifeni yap gerisine karışma.

Allah hepimizi, Hak'kı hak bilip sarılan, batılı da batıl bilip kaçınan ve kendisine verilen emanetleri yerinde kullanan, kullarından eylesin.Amin.

Rafet Özcan

HUSUSİ DÜNYAMIZ

  İkinci Hakikat: 

   Ey nefs-i emmare, kat'iyyen bil ki, senin hususî ama pek geniş bir dünyan vardır ki; âmâl, ümid, taallukat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir.

En büyük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır.

Halbuki o direk kurtludur.

O temel taşı da çürüktür.

Hülâsa, esastan fasid ve zayıftır.

Daima harab olmağa hazırdır.

   Evet bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil.. ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir.

Âni olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun.

Bak zaman-ı mazi senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır.

Bugün sen iki kabrin arasındasın; artık sen bilirsin!...

Mesnevi-i Nuriye - 67

7 Şubat 2024 Çarşamba

ALLAH'A İTİMAT ET

    Hem mü'mine der: "İhtiyarın cüz'î ise; kendi mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak.

İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlak'ın kudretine itimad et.

Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün.

Ömrün kısa ise; ebedî bir ömrün var, merak etme.

Fikrin sönük ise; Kur'anın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'an, birer yıldız misillü sana ışık verir.

Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevab ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor.

Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muztarib olma.

Onlar bu dünyaya sığışmaz.

Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır."

   Hem der: "Ey insan!

Sen kendine mâlik değilsin.

Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal'in memluküsün.

Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; Çünki hayatı veren odur, idare eden de odur.

Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; Çünki onun sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir.

Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.

Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değiller; belki vazifedar memurdurlar.

Bir Hakîm-i Rahîm'in nazarındadırlar.

Onların âlâm ve meşakkatlerini düşünüp, ruhuna elem çektirme.

Ve onların Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.

Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler.

O Hakîm'dir, abes iş yapmaz.

Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur.

Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var."

   Hem der: "Şu âlem çendan fânidir, fakat ebedî bir âlemin levazımatını yetiştiriyor.

Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtın bâki esmasının cilvelerini gösteriyor.

Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahman-ı Rahîm'in iltifatatı, zevalsiz hakikî lezzetlerdir.

Elemler ise sevab cihetiyle manevî lezzet yetiştiriyor.

Madem meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir.

Gayr-ı meşru daireye girme.

Çünki o dairedeki bir lezzetin bazen bin elemi var.

Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-ı Rahmaniyeyi kaybetmeğe sebebdir."

Sözler - 635

KUR'ANIN CADDESİ

 "Tuh onların aklına!" de...

   Amma Kur'anın cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.

Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır.

Bütün dalalet ve helâket kapılarını kapatır.

Şöyle ki:

   İnsanın zaaf ve aczini ve fakr u ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîm'e tevekkül ile tedavi eder.

Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim edip; kendine yüklemeyip belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur.

Kendisinin "nâtık bir hayvan" değil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahman olduğunu bildirir.

Dünyayı, bir misafirhane-i Rahman olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcudat ise, esma-i İlahiyenin âyineleri olduklarını ve masnuatı ise, her vakit tazelenen mektubat-ı Samedaniye olduklarını bildirmekle, insanın fena-i dünyadan ve zeval-i eşyadan ve hubb-u fâniyattan gelen yaralarını güzelce tedavi eder ve evhamın zulümatından kurtarır.

Hem mevt ve eceli, âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekada olan ahbablara visal ve mülâkat mukaddemesi olarak gösterir.

Ehl-i dalaletin nazarında bütün ahbabından bir firak-ı ebedî telakki ettiği ölüm yaralarını böylece tedavi eder.

Ve o firak, ayn-ı lika olduğunu isbat eder.

Hem kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bağistan-ı cinana ve nuristan-ı Rahman'a açılan bir kapı olduğunu isbat etmekle, beşerin en müdhiş korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir.

Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar.

Yani kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bağistan-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.

Sözler - 635