30 Nisan 2021 Cuma

İNSAN NEDİR ?

 İNSAN ;

   Şu kâinat ağacının en son ve en cem'iyetli meyvesi.

   Ve hakikat-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi.

   Ve kâinat Kur'an'ının âyet-i kübrası.

   Ve ism-i a'zamı taşıyan âyetü'l-kürsisi.

   Ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri.

   Ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru.

   Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, vâridat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler sanatlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı.

   Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı ezel ve ebed'in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı.

   Ve cüz'î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı.

   Ve sema ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî.    Ve kâinat Sultanı'nın ism-i a'zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi' bir âyinesi.

   Ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı.

   Ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı ve hadsiz fakrıyla ve aczi ile beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı.

   Ve istidatça en zengini.

   Ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde.

   Ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstahak.

   Ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran.

   Ve bütün dünya lezzetleri ona verilse onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen.

   Ve ona ihsanlar eden zatı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat.

   Ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden...

   Böyle yirmi küllî hakikatler ile Cenab-ı Hakk'ın Hak ismine bağlanan ve en küçük zîhayatın en cüz'î ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelal'in Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef'alleri o ismin kâtibîn-i kiramlarıyla yazılan ve her şeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve her halde ve hiçbir şüphe getirmez ki bu yirmi hakikatin hükmüyle, insanlar için bir haşir ve neşir olacak. Ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının mücazatını çekecek. Ve Hafîz ismiyle cüz'î küllî kayıt altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının ve şakavet-i daime hapishanesinin kapıları açılacak. Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazen karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.

Şualar[Y] - 218

NAMAZ TESBİHATININ ÖNEMİ

 NAMAZ TESBİHATININ ÖNEMİ

   

Evet, her mü'min namazlardan sonra, her gün hiç olmazsa yüz elliden ziyade ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ şer'an demesi ve manası da ezelden ebede kadar bir hadsiz geniş hamd ve şükrü ifade etmesi ancak ve ancak saadet-i ebediyenin ve cennetin peşin bir fiyatı ve muaccel bir pahasıdır. Ve dünyanın kısa ve fâni elemlerle âlûde olan nimetlerine münhasır olmaz ve mahsus değil ve onlara da ebedî nimetlere vesile olmaları cihetiyle bakar, şükreder.

   سُبْحَانَ اللّٰهِ kelime-i kudsiyesi ise Cenab-ı Hakk'ı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manasıyla, saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal-i saltanatının haşmetine medar olan dâr-ı âhireti ve ondaki cenneti ihtar edip delâlet ve işaret eder. Yoksa sâbıkan ispat edildiği gibi saadet-i ebediye olmazsa hem saltanatı hem kemali hem celal hem cemal hem rahmeti, kusur ve noksan lekeleriyle lekedar olurlar.

   İşte bu üç kudsî kelimeler gibi بِسْمِ اللّٰهِ ve لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ve sair kelimat-ı mübareke, her biri erkân-ı imaniyenin birer çekirdeği ve bu zamanda keşfedilen et hülâsası ve şeker hülâsası gibi hem erkân-ı imaniyenin hem Kur'an hakikatlerinin hülâsaları ve bu üçü namazın çekirdekleri oldukları gibi Kur'an'ın dahi çekirdekleri ve parlak bir kısım surelerin başlarında pırlanta gibi görünmeleri ve çok sünuhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nur'un dahi hakiki madenleri ve esasları ve hakikatlerinin çekirdekleridirler.

   Ve velayet-i Ahmediye ve ubudiyet-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, namazdan sonraki tesbihatta bir tarîkat-ı Muhammediyenin (asm) virdidirler ki her namaz vaktinde yüz milyondan ziyade mü'minler beraber, o halka-i kübra-yı zikirde, ellerinde tesbihler سُبْحَانَ اللّٰهِ otuz üç, ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ otuz üç, اَللّٰهُ اَكْبَرُ otuz üç defa tekrar ederler.

   İşte böyle gayet muhteşem bir halka-i zikirde, sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hem Kur'an'ın hem imanın hem namazın hülâsaları ve çekirdekleri olan o üç kelime-i mübarekeyi namazdan sonra otuz üçer defa okumak ne kadar kıymettar ve sevaplı olduğunu elbette anladınız.

   Bu risalenin başında Birinci Meselesi namaza dair güzel bir ders olduğu gibi hiç düşünmediğim halde, âdeta ihtiyarsız olarak onun âhiri de namaz tesbihatına dair ehemmiyetli bir ders oldu.

 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى اِنْعَامِه۪

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Şualar[Y] - 236

SOL ELİ KULLANMANIN SAKINCALARI


“Zorunlu haller dışında sol el ile yemek yemenin sakıncaları nelerdir? Bu konu hakkında âyet ve hadis var mı?”

Sol eli taharette, sağ eli yemek ve içmekte kullanmak sünnettir. Zorunlu haller dışında bunun aksi sünnete uygun düşmez.

Konuyla ilgili hadislere bakalım:

Ömer İbnu Ebî Seleme (ra) anlatıyor: “Resûlullah’ın (asm) terbiyesinde bir çocuktum. Yemekte elim, tabağın her tarafında dolaşıyordu. Resûlullah (asm) beni uyardı: ‘Evlât! Allah’ın ismini an, sağınla ye, önünden ye!’ Bundan sonra hep böyle yedim.” 1

Seleme İbnü’l-Ekva’ (ra) anlatıyor: “Resûlullah’ın (asm) yanında bir adam sol eliyle yemek yemişti. Peygamber Efendimiz (asm): ‘Sağınla ye!’ buyurdu… Adam kibri nedeniyle: ‘Yiyemiyorum!’ dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm):

‘Yiyemez ol! Onu böyle demeye kibri sevk etti!’ buyurdular. Bundan sonra adam elini ağzına kaldıramadı.”2

İbnu Ömer (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: ‘Sizden kimse sakın sol eliyle yiyip içmesin. Çünkü şeytan soluyla yer içer.’”3

Ancak şüphesiz sağ elde hastalık, yaralılık, özürlük, sakatlık… vs. gibi engeller söz konusu ise, bu durumda zorunlu olarak her şeyde, var olan sol el kullanılabilecektir.

Dipnotlar:
1-Buhârî, Et’ime 2, 3; Muvatta, Sıfatu’n-Nebiyy, 32, (2, 934); Ebu Dâvud, Et’ime 20, (3777).
2- Müslim, Eşribe 107, (2021).
3- Müslim, Eşribe 106, (2020); Ebu Dâvud, Et’ime 20, (3776).

BAŞA GELEN MUSİBETLER

Sual: Cenab-ı Hak musibetleri veriyor, belaları musallat ediyor. Hususan masumlara hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?

   Elcevap: Hâşâ! Mülk onundur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba sanatkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp gayet sanatkârane yaptığı murassa bir libası sana giydiriyor, hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor; seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana, oturtup kaldırmakla zahmet verdin? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin.

   Aynen öyle de Sâni'-i Zülcelal göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa gayet sanatkârane bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmasının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptela eder, aç eder, tok eder, susuz eder; bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmasını göstermek için seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen: "Beni ne için bu mesaibe müptela ediyorsun?" Temsilde işaret edildiği gibi yüz hikmet seni susturacak.

   Zaten sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.

Mektubat[Y] - 47

DEĞER Mİ ?

 Bak, hakikat-bin olan, Hafi-i Şirazî'yi dinle:

دُنْيَا نَه مَتَاع۪يسْت۪ى كِه اَرْزَدْ بَنِزَاع۪ى

   Yani "Dünya öyle bir meta değil ki bir nizâya değsin." Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın! Hem demiş:

اٰسَايِشِ دُو گ۪يت۪ى تَفْس۪يرِ ا۪ينْ دُو حَرْفَسْتْ

بَادُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بَادُشْمَنَانْ مُدَارَا

   Yani "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir."    Eğer dersen: "İhtiyar benim elimde değil, fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum."

   Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet, gizli bir tövbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu mektubun bu mebhasını yazdık tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Mektubat[Y] - 292

29 Nisan 2021 Perşembe

DUALARIMIZIN KABULÜ İÇİN ÖNCE TEVBE EDELİM

 Duâlarımızın kabul olması için;

Can-ı gönülden bir tövbe edersek, duâlarımızın kabul olmasına sebep olur.

Duâ ruhun gıdası, kalbin nuru, ibadetlerin özüdür. Duâ, ıztırapların, maddî ve manevî dertlerin şifa kaynağıdır. Duâ, hayırlar celp eder, belâ ve zararı defeder.

Duânın kabul olunmasının temeli edeptir ki, o da tövbe etmek, bütün varlığıyla Cenâb-ı Allah’ın ibadetine yönelmektir.

Bu konuda Malik bin Dinar (ra) şöyle demiştir: İsrailoğullarında büyük bir kıtlık meydana geldi. Birkaç defa yağmur duâsına çıkmalarına rağmen, yağmurun yüzünü göremediler. Bunun üzerine Allah (cc), peygamberlerine şöyle vahiy gönderdi: ‘Onlara söyle ki, sizler necis bedenlerinizle benim huzuruma geliyorsunuz. Kana boyanmış ellerinizi benim dergâhıma uzatıyorsunuz. (…) Bu söylediklerimden tövbe eder gelirseniz, o zaman size rahmet ederim. Aksi takdirde rahmetin yüzünü göremezsiniz. 1

Bir Müslüman şartlarını yerine getirerek tövbe ve istiğfar ederse her bastığı yer, yürüdüğü sokak, cadde ve her oturduğu yer onunla övünür.

Cenâb-ı Allah pek çok âyette “Bana duâ edin, size icabet edeyim.” 2 der. Bu emre uyarak, her namazımızda, her bir boş anımızda duâ etsek çok mudur?

KUR'AN ADALET İLE HÜKMETMEYİ EMREDİYOR

 Âyet-i kerîmede: “Allah size, mutlaka emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” 3 buyruluyor.

Peygamber Efendimiz (asm) Mekke’yi fethedince, Kâbe’ye bakan Osman b. Talha kapıyı kilitlemiş, Kâbe’nin üzerine çıkmış ve anahtarı vermeyi reddederek: “Senin peygamber olduğunu bilseydim onu verirdim” demişti. Yani, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâmın peygamberliğini tanımadığını ima etmişti. Hz. Ali (ra) anahtarı zorla ondan aldı, kapıyı açtı. Peygamberimiz (asm) içeri girerek iki rekât namaz kıldı, çıkınca Hz. Ali’ye (ra) “Anahtarı eski görevliye vermesini ve ondan özür dilemesini” emretti. Bu olay Osman b. Talha’nın Müslüman olmasına vesile oldu. Adaletin meyvesine orijinal bir örnek!

İnsanın, adaletle muâmele etmesi, insanlığın temeli olduğu gibi; adaletin tecellisine yardımcı olması da, bir insanî görevdir. Hiçbir korku, hiçbir endişe buna engel olmamalı. Çünkü emr-i İlâhî var. Cenâb-ı Hak: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun” 4 diyor.

Bediüzzaman: “Evet adalet iki şıktır: Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkı vermektir” 5 dedikten sonra: “İkinci kısım menfîdir ki, haksızlıkları terbiye etmektir” tesbitinde bulunuyor.

Rabbimiz, kâinattaki bütün harekât ve deveranla; zerreden küreye kadar bütün mahlûkata, adaletle hükmetmekte; ibâdına da, adalet üzre olmalarını emretmektedir. İnsanın eli, insanın dili, insanın fikri fesada meyletmedikçe, mesele yok. Gel gör ki, çoğu zaman hak yerini bulmuyor.

Demek, birgün, bulacağı bir yer var!

“Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor!”

ADALET, İNSANLIĞIN TEMELİDİR

 “İnnellâhe ye’müru bil adli vel ıhsâni ve itâi zil kurbâ ve yenhâ anil fahşâ vel münkeri vel bağy yeızüküm lealleküm tezekkerûn.” 1

Cenâb-ı Hak böyle buyuruyor.

Yani, “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; fuhşiyâtı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” deniyor, Kur’ân-ı Kerimde.

Lügatta, hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi; hakka riâyet ve hukuk kurallarının eşitlik ilkesine göre uygulanması mânâsına gelen adalet, şu toplum hayatının bir nizamı olmalı. Çünkü adalet, sadece, karşıdaki kişiye hakkı teslim değil ki. Çerçevesi geniş bunun… Her şeye karşı bir cihette mes’ulüz. Önce, bize vedîa olarak, emanet olarak ihsan edilen vücut hanemize; hanemizdeki lâtifelere; lâtifelerin de maddî ve manevî hukukunda âdil olmak esastır. Onlara haklarını teslim etmek gerekir. Midenin ateşine su, ruhun yangınına “Hû” ile koşmak gibi…

Kurdun kuşun, bütün mahlûkatın hukukunu unutmak hiç insafa sığar mı?

Kişi, anasına atasına, evlâdına ıyâline, hayattaki bütün cana; hatta gerektiğinde, düşmanına dahi adaletli olacak.

İdareci, raiyetine, teb’asına yani, halkına adaletle muamele etmek ve onları görüp gözetmek zorundadır; bundan sorumludur. Hazret-i Ömer (ra): “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, / Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!” 2 diyor, Mehmet Âkif’in manzum diliyle.

Demek ki adaletle hükmetmemiz emrediliyor.

Dipnotlar:

1- Nahl Sûresi, 90.

2- Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, 97.

3- Nisa Sûresi, 58.

4- Nisa Sûresi, 135.

5- Said Nursî, Sözler (yt), 82.

6- A.g.e., 54.

MÜNACAAT

 Allah'a yalvarmak. Duâ. Allah'tan necat için dua. * Yalvarmak için yazılan duâ veya manzume. * 

Sürurlaşmak, neşelenmek.Yazılı münâcâta bir misâl:

(Ey Rabb-i Rahimim!

 Resul-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'an-ı Hakim'in dersiyle anladım ki: Başta Kur'an ve Resul-i Ekrem'in olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler bu dünyada nümuneleri görülen celâli ve cemâli isimlerinin tecellileri, daha parlak bir surette ebed-ül âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şa'şaalı bir surette Dâr-ı Saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına bil'icma', bil'ittifak şehadet ve delâlet ve işaret ederler.Hem yüzer mu'cizat-ı bâhiresine ve âyât-ı katıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ı Hakim'in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulub-u nuraniyye aktabı olan Evliyalar ve ukul-ü münevvere erbabı olan Asfiyalar, bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, Senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve Senin, kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî sıfatlarına ve şen'lerine ve izzet-i celâline ve Saltanat-ı Rububiyyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakin itikadlariyle, Saadet-i Ebediyyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalâlet için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar...

Ey Kadir-i Hakim! Ey Rahman-ı Rahim! Ey Sâdık-ul-Va'd-il-Kerim! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl! 

Bu kadar sâdık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını tekzib edip, saltanat-ı rububiyyetinin kat'i mukteziyatını ve sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaatle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibadının hadsiz dualarını ve dâvalarını reddederek, küfür ve isyan ile ve seni va'dinde tekzib etmekle Senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyyetinin haysiyyetine ilişen ve şefkat-i rububiyyetini müteessir eden ehl-i dalalet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüzbin derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlisin! Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten Senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis ediyorum! ş.)

28 Nisan 2021 Çarşamba

AYET-EL KÜRSi VE ÖNEMİ

 {İçinde "kürsî" kelimesi geçtiği için bu âyete "Âyetü'l-kürsî" denilmiştir. Burada kürsî bildiğimiz taht manasında olmayıp Allah'ın şanına lâyık, mahiyetini ancak kendisinin bildiği bir varlıktır. O'nun yüce sıfatlarını ve eşsiz kudretini anlatan bu âyetin azameti, onu okumanın büyük sevabı ve tesirleri hakkında hadisler vardır. Efendimiz bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Kur'an'da en büyük âyet, Âyetü'l-kürsî'dir. Onu okuyana Allah bir melek gönderir, onun hasenâtını yazar. İçinde okunduğu evi, şeytan otuz gün terkeder. O eve kırk gün sihir ve sihirbaz giremez. Yâ Ali! Bunu evlâdına, ailene ve komşularına öğret." Başka bir hadiste de: "Günlerin önemlisi cuma, sözlerin üstünü Kur'an, Kur'an'ın en önemli suresi el-Bakara, Bakara'nın en büyük âyeti de Âyetü'l-kürsî'-dir" denilmiştir. Hayy, lügatte diri, canlı manasına gelir. Allah'ın sıfatlarından olup, devamlı var olan, kesintiye uğramayan, varlığı ezelî ve ebedî olan demektir. Kayyûm ise, bütün mahlûkatın idaresini bizzat yürüten, hepsini hesaba çeken demektir.} 

Mealli Kur'an - 41

OKUMAYANLAR KİTABA DÜŞMANDIR

 Ortaçağ’da ilme, imana ve medeniyete düşman olanlar, insanların kitaplarla ilgisini kesmek için harplerle şehirleri işgal etmişler, kütüphaneleri imha etmişlerdir. Ahirzamanda ise, “harpler”in yerini “harfler” aldı. Kütüphaneler harflerle harab edildi, kitaplar harflerle imha edildi. İslâm’ın en kapsamlı hafızasını teşkil eden kütüphanelerin hafızaları bir günde silindi. İslâm harflerinin yerine ikame edilen Lâtin alfabesi ile, kitapların dili bağlandı, okumak isteyenlerin gözlerine perde çekildi. Bin yıllık bir ilim ve kültür hazinesi, bir günde sıfırlandı.

Fakat “Kitap” sahipsiz değildi. Kitabın Sahibi, “Doğrusu Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz.” diyordu. (Hicr Sûresi, 9) Zaman ahirzaman olduğu için, “Hatem-ül Enbiya’ nın” (asm) “Hatem-ül Varisi” olan “Zamanın Müceddidi Bediüzzaman” ortaya çıkmış, imanın elmas kılıcı ile “Kitap’ın” etrafındaki inkâr ve küfür kalelerini yıkmıştı. “Evham ve hayalât bulutlarını” dağıtarak ilim ve hakikat yüklü eserler telif ederek, perdelenmiş olan hakikat güneşinin tekrar görünmesini sağlamıştı. “Risale-i Nur” denilen bu eserler, kâinat kitabının tecümesinden ibaretti. Nur’un gözlüğü bakan herkes, her varlığın bir kitap olduğunu görüyor, onu okumak için de bir ilim tahsil etmeye ihtiyaç duymuyordu. İster âlim olsun, ister âmi olsun, herkes bu kitaptan bir şeyler okuyabiliyor, istidadına ve ihtiyacına göre istifade ediyordu.

Bir bahçeye bakan bir insan, her yaprağın bir harf, her çiçeğin bir kelime, her dalın bir sayfa, her ağacın bir kitap olduğunu görüyordu. Risale-i Nur, kâinata mâna-i harfi ile bakmayı öğretiyordu. Yani eserden eser sahibini, san’attan san’atkârı, Kitaptan kâtibini gösteren bir pencere açarak her şeyin içini, özünü, hakikatini gösteriyordu. Nur’un gözlüğü ve imanın gözü ile bakanların nazarı, röntgen ışınları gibiydi. Risale-i Nur’u okuyanlar, âdeta kâinatın röntgenini çekiyordu.

Kitap okumanın da, yazmanın da yasak olduğu, kâğıtların saklandığı, mürekkeplerin yok edildiği, yazanların ve okuyanların zindanlara atıldığı bir devirde, âdeta “kanlar mürekkep, deriler kâğıt” olmuş, Risale-i Nurlar altı yüz bin nüsha elle yazılmıştı. Buna ehl-i dünyanın, akıl erdirmesi mümkün değildi. Kitap aşkı, hiçbir engel tanımıyordu. Dağda, bağda, zindanda, zifiri karanlık gecelerde bodrumlarda, kitaplar yazılıyor, nüshalar çoğaltılıyordu.

İşte bu eserler sayesinde yeniden kitaba saygı ve okumaya sevgi gelişti. Gençler, ihtiyarlar, kadınlar, çocuklar, harıl harıl kitap okumaya başladılar. Her hane bir dershane oldu, vatan sathı bir mektep haline geldi. Kur’ân-ı Kerîm ve Risale-i Nur, en çok okunan kitaplar oldu.

ŞAHISLAR FÂNİ

 İyilikle kötülüğün, hastalıkla sağlığın, iman ile küfrün, hayat ile ölümün mücadelesi yeni değil; insanlık tarihi kadar eskidir.

Hz. Âdem ile başlayan mücadele kıyamete kadar devam edecek. Zalimler, mazlumlar, âlimler, cahiller, peygamberler, filozoflar... İlâhlık iddia eden, kendini ölümsüz zanneden Nemrutlara, Firavunlara, Deccallere karşı hakkı, adaleti, tevhidi esas tutan kahraman insanlar.. Kimler geldi, kimler geçti? Hepsi geldi, hayat rolünü oynadı ve sahneden indi.

“Ölüm eski bir şeydir. Fakat insan onunla karşılaşınca yeni bir şey zanneder.”

“SEN DE ÖLECEKSİN!”

Hicretin 12. yılında (M. 632) dünyaya veda eden Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) vefatı Müslümanları derinden üzmüş ve mateme boğmuştu. Öyle ki O’nun (asm) gerçekten öldüğüne inanmayanlar bile olmuş. Ancak bu insanlar kısa sürede kendilerini toplamışlar, gerçeği görüp teslim olmuşlar. “Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer Sûresi, 30)

Cesaret ve adalet timsali Hz. Ömer bile, kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramamış; hattâ herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle bağırmış: “Resûlullah ölmemiştir ve sağdır. Kim Muhammed öldü derse, onu kılıcımla iki parça ederim.”

BAKİ OLAN ANCAK ALLAHTIR

Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir ise:

“Kim ki Muhammed’e (asm) tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (asm) ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy’dır, ölümsüzdür.” demiş sonra da şu âyet-i kerimeyi okumuştu:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti. O ölür veya öldürülürse; gerisin geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah’a en küçük bir zarar vermiş olmaz. Fakat şükredenlere Allah mükâfatını verecektir.” (Âl-i İmran Sûresi, 144)

Hz. Ebû Bekir’in bu konuşması, ashâbın panik ve şaşkınlığını gidermiş, onları yatıştırmıştı. Çünkü her insan doğar, büyür, yaşar ve ölür. Basit, yalın ve değişmez gerçek budur.

HER GELEN GİDER

Peygamberimizin (asm) annesi Hz. Amine de vefatına yakın, aynı gerçeği şiir diliyle ifade etmişti: “Her başlayan biter, her gelen gider, her yeni eskir, her taze bayatlar, her güzel çirkinleşir, her yaşayan ölür. Ezelî ve ebedî olan yalnızca Allah`tır.”

İslâm ve iman dâvâsı Efendimiz’den (asm) sonra da devam etti. Dört halife, Ashab-ı güzin, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn. İslâmın bu günlere gelmesinde onların paha biçilmez emek ve fedakârlıkları var.

KORONAVİRÜSTEN KORUNMA YOLLARI

 Amerika’daki Türk Doktor Vedat Obuz, koronavirüsten korunma yollarını anlattı.

Obuz, “Hastalığı önleme yolları olarak çamaşır suyunu sulandırdıktan sonra paspasla evi silmek faydalı olacaktır. Sirke özellikle sebzelerde, yiyeceklerde etkilidir. Eskiler sirkeyi bir tasın içerisinde kaynatarak havadaki mikrobu kırardı. En önemli yerlerden birisi kapı tokmaklarıdır. Evde en azından bir iki defa dokunduğumuz yerlerin silinmesi gerekiyor.

Burnun temizlenmesi de önemli. 500 ml’lik su şişelerinin içine bir çay kaşığı tuz koyarak hipertonik bir tuzlu su oluşturulmalı. Hipertonik tuzlu su bakteri ve virüs barındırmaz. İslam’da biz 5 defa abdest alıyoruz. Aynı abdest alır gibi günde 6 defa buruna 3er defa çekerseniz orada hasta etmeye hazır olan virüsü etkisiz hale getirmiş olursunuz. Ayrıca hasta olan kişinin maske kullanması gerekiyor. Özellikle ateşi olan kişiler kullanmalı” dedi.

Elimizi sık yıkayacağız

“Bir başka tavsiyem de Paça çorbası” diyen Obuz, “Çiğ sarımsak paça çorbasıyla bağışıklık sisteminin direncini virüse karşı arttırır. Bir başka önerim de kemik suyu. Bunların yanında toz vitamin C ve vitamin D-3 tavsiye ediyorum. D-3 vitaminini daima K-2 vitaminiyle dengelenmesi için birebir oranda tüketilmesini tavsiye ediyorum. Bağışıklığı kuvvetlendiren herkesin düşünemediği bir başka yöntem de var. Terlemeyi yaptıran egzersiz. Egzersiz yaptığımız zaman vücudumuzun lenfatik sistem dolaşımını hızlandırıyoruz. Terlemeyle toksinleri atıyoruz. Her türlü enfeksiyonu önlemede en önemli unsurlardan bir tanesi doğru bir şekilde elleri yıkamak. Yani sıcak su ve sabunla en az 20 saniye elleri yıkamak. Kısaca özetlemek gerekirse korunacağız, hijyene dikkat edeceğiz, toplu olan yerlerden uzak duracağız, akşam gün batımından sonra dışarılarda fazla bulunmayacağız çünkü virüs oranlarının havada en fazla olduğu zamanlardır. Elimizi sık yıkayacağız” şekline konuştu.


İstanbul – Yeni Asya

BİR AHMAK'A VERİLEN CEVAP

 Ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: "Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti."

   "Cevabü'l-ahmaki's-sükût" kaidesince, böylelere karşı cevab sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller bulunduğundan deriz ki:

   Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahid, cenazeleriyle "El-mevtü hak" hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye's-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahu Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.

B.Cevab Veriyor - 148

EHLİ DÜNYA VE SİYASETLERİ

    Risale-i Nur ve ondan tam ders alan şakirdleri, değil dünya siyasetlerine belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur'u âlet edemez ve şimdiye kadar da etmemiş. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

   Evvela: Kur'an bizi siyasetten men'etmiş tâ ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünya nazarında cam parçalarına inmesin.

   Sâniyen: Şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten men'ediyor. Çünkü tokada müstahak dinsiz münafıklar onda iki ise onlarla müteallik yedi sekiz masum, bîçare, çoluk çocuk, zayıf, hasta ve ihtiyarlar var. Bela, musibet gelse o masumlar o belaya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmekten Risale-i Nur'un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak ve hakikat şakirdlerini men'ediyor.

   Sâlisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur'a eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet etmek, en dinsizleri de onun dindarane, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğerki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola. Çünkü bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:

   Birincisi, merhamet. İkincisi, hürmet. Üçüncüsü, emniyet. Dördüncüsü, haram helâli bilip haramdan çekinmek. Beşincisi, serseriliği bırakıp itaat etmektir.

   İşte Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası temin edip asayişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur'a ilişenler kat'iyen bilsinler ki onların ilişmesi, anarşilik hesabına vatan ve millet ve asayişe düşmanlıktır.

Tarihçe[Y] - 303

27 Nisan 2021 Salı

HASEDİN ÇARESİ

 Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattır. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise zaten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa ya kendisi riyakârdır, âhiret malını dünyada mahvetmek ister veyahut mahsudu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

   Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlahiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdeta kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.    Acaba, bir gün adâvete değmeyen bir şeye, bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar? Halbuki mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin.

   Çünkü evvela, kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

   Sâniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp o adama adâvet değil belki nefsine mağlup olduğundan acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

   Sâlisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör; bir hisse de ona ver.

   Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlup edecek af ve safh ile ve ulüvv-ü cenablıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.

Mektubat[Y] - 291

MÜ'MİNLER KARDEŞTİR

    Mesela, her ikinizin Hâlık'ınız bir, Mâlik'iniz bir, Mabud'unuz bir, Râzık'ınız bir, bir bir bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir bir yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir bir.

   Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakiki adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın!

Mektubat[Y] - 289

26 Nisan 2021 Pazartesi

KAİNATTAN PEYGAMBERİMİZİN NURU ÇIKSA GİTSE,KAİNAT VEFAT EDECEK

 Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş hayatın bir hülâsasıdır ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve risalet-i Muhammediye  (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

   Evet, evet, evet!.. Eğer kâinattan risalet-i Muhammediye'nin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Haşir - 135

İNSAN BAŞIBOŞ DEĞİL

 İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.

   Evet hiç mümkün müdür ki; insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa.. hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese.. hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese; cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelal bir dâr-ı mücazat hazırlamasın? 

Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman-ı Rahîm'in kendini tanıttırmasına mukabil; iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?

Haşir - 41

NURLA DEĞİŞEN DÜNYA

 Bediüzzaman Kastamonu sürgünündeydi 1936 dan itibaren altı yıl orada kalmış ve her faninin dayanamayacağı çileler ve işkenceler içinde yaşamıştı Özellikle Avni Doğan isimli vali hem kendisine hem de o ecdat yadigarı şehre ızdırap veriyordu 

Yol ve park yapmak bahanesiyle çok değerli tarihi eser yerle bir ediliyordu Mezarlıklar,camiler,dergahlar,tekkeler yani bütün bir tarih düşmanca yok ediliyordu .

Asil ve mübarek bir hanedanın oğlu Hilmi bey bu olanları önleyebilmek için çok uğraşıyordu.

Ama etkili zatlara laf anlatmak imkansızdı tahrip etmekte kararlıydılar.

Hilmi bey sonunda valiyi öldürmeye kara vermişti. Silah temin etti plan yaptı.Artık bu iş için ruhen de hazırdı. Bu düşüncelerle dalgın olarak gidiyordu.Yolu Bediüzzaman’ın yaşadığı iki odadan ibaret evin önüne düştü.Tam o esnada bir cam tıkırsı duydu. İrkilerek başını kaldırdı. Pencereden bakan Bediüzzaman eliyle işaret ederek onu çağırıyordu. 

Hayırdır inşâallah dedi. Bu yaşlı hoca beni niçin çağırıyor ne diyecek acaba.

Merdiveni merak içinde çıktı .

Bediüzzaman elinde “Tahmidiye” duasını ona vererek kendisi için bundan bir tane yazmasını istiyordu 

Bu isteğe pek bir mana verememişti. Ama kolaylıkla yapacağı bir işdi. Peki dedi.O gece saatlerce çalışıp duayı yazdı, yazarken iç dünyası değişti.Yazıyı bitirip okuduğu zaman ise artık bir adam öldürücek değil bir karınca bile ezemeyecek haldeydi. 

O zaman anladı ki duayı Bediüzzaman için değil kendisi için yazmıştı .

Artık öldürmeye değil diriltmeye talip bir NUR talebesiydi 

(Kaynak: Başkasının Günahına Ağlayan Adam)


TAMAHKÂRLIĞIN CEZASI

 Bir gün adamın biri Hz. Musa (a.s.)'ya geldi:

    - "Ya Musa ne olur dua et de ben hayvanların dilinden anlayayım ve bundan kendime hisseler çıkartarak daha iyi bir insan olayım." dedi.

    Hz. Musa (a.s.):

    - "Yürü işine git, kaldıramayacağın bir yükün altına girmeye çalışma, bu halin senin için daha hayırlıdır." dedi.

    Fakat adam dinlemedi ısrar etti:

    - "Ya Musa ne olur hiç değilse kapımda yatan köpekle horozun dilini anlayayım." dedi.

    Musa (a.s.) her ne kadar bundan vazgeçmesi için çalıştıysa da adam ısrar etti. Bunun üzerine Musa (a.s.) ona dua etti. Adam sevinerek evine döndü. Ertesi sabah hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşarak bunu kaptı. Köpek buna kızdı:

    - "Be horoz bu yaptığın doğru mu? Sen buğday da yiyebilirsin arpa da. Mısır da yiyebilirsin, küçük taneleri de. Bense ekmekten başka bir şey yiyemem, neden benim rızkımı kapıyorsun?" dedi.

    Horoz cevap verdi:

    - "Haklısın fakat hiç tasalanma yarın bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnını iyice doyuracaksın." dedi.

    Bunu duyan adam hemen eşeği pazara götürerek sattı. 

    Ertesi sabah da bakalım köpekle horoz ne konuşacaklar diye onların yanına geldi.

    Köpek horoza sitem ediyor:

    - "Yahu horoz hani eşek ölecekti, biz de karnımızı doyuracaktık." diyordun.

    Horoz:

    - "Eşek ölmeye öldü lakin başka yerde. Çünkü sahibim onu sattı. Fakat hiç merak etme yarın at ölecek, o zaman da daha büyük bir ziyafete konacaksın." dedi.

    Bunu duyan adam hemen ahıra koştu, atı aldığı gibi pazara götürüp sattı. Sevinerek evine döndü:

    - "Bu hayvanların dilini öğrenmem çok iyi oldu. Böylece zarardan kurtuldum." diye düşünüyordu.

    Ertesi sabah yine acaba ne konuşacaklar diye köpekle horozun yanına gitti. Köpek yine horoza sitem ediyor, duruyordu:

    - "Yahu horoz bu sefer de dediğin olmadı, yoksa sen de mi yalana başladın." dedi.

    Horoz:

    - "Hayır ben yalan söylemedim at ölecekti lakin sahibimiz onu da sattı. Fakat merak etme, yarın sahibimizin çok değerli kölesi ölecek o zaman onun hayrına yemekler, helvalar verilecek hepimiz doyacağız." dedi.

    Bunu duyan adam o gün hiç beklemeden, kölesini götürüp sattı:

    - "Bu horozla köpeğin dilini öğrenmem iyi oldu. Böylece birçok zarardan kurtuldum." diye düşünerek sevindi ve ertesi gün yine köpekle horozun yanına koştu. İkisi yine konuşuyorlardı. Köpek bu sefer çok kızgındı:

    - "Yalancı horoz, hani köle ölecek, bu sayede karnımız doyacaktı, günlerden beri yalanlarınla avutuyorsun, bu sana yakışır mı?"

    Horoz:

    - "Ben yalancı değilim ve yalan söylemem, diye başladı. Köle öldü fakat burada değil, başka yerde. Çünkü sahibimiz onu sattı. Fakat hiç iyi etmedi. Çünkü bu sefer sıra kendine geldi. Zira ilkin kaza, bela eşeğe gelecek, böylece sahibimiz beladan-kazadan kurtulmuş olacaktı. Eşeği satınca, onun yerine ata geldi, atı da satınca, köleye geldi. Köleyi de satınca bela ona gelecek. Sıra onda, yarın sahibimiz ölecek, o sayede hepimiz doyacağız." dedi.

    Bunu duyan adam ah vah etti, başına vurdu fakat iş işten geçmişti.

    Böylece tamahkarlığın cezasını hayatıyla ödedi. 

 


ALAH'IN RAHMETİNE BAK !

 Evet zeminde dörtyüzbin muhtelif ayrı ayrı nebatatın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın sîmasında hâtem-i ehadiyeti vaz'eden; bilbedahe belki bilmüşahede rahmettir ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın sîmasındaki mevcudatın vücudları kadar kat'î olduğu gibi, o mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var. 

Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz sîmasındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmasındaki sikke-i uzma-yı rahmetten daha aşağı değil. Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyeti var.

   Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren ve o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz'eden zât, seni başı boş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin; sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın; hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın! Hem hiçbir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiçbir vechile noksaniyeti olmayan, Güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin. Hâşâ..   

 Ey insan! Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi'rac var. O mi'rac "Bismillahirrahmanirrahîm"dir. Ve bu mi'rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitabların ibtidalarına ve umum mübarek işlerin mebde'lerine bak. 

Ve Besmele'nin azamet-i kadrine en kat'î bir hüccet şudur ki: İmam-ı Şafiî (R.A.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: "Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur'anda yüzondört defa nâzil olmuştur."

Gençlik Rehberi - 189

ORUÇ,NEFSİN FİRAVUNLUK CEPHESİNE DARBE VURUR

 Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur kırar; aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Dokuzuncu Nükte

Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis, Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne, kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur kırar; aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!”

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. 

Yine demiş: “Ene ene, ente ente!” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş.

Sonra açlık ile azap vermiş, yani aç bırakmış. 

Yine sormuş: “Men ene ve mâ ente?”

Nefis demiş: “Ente Rabbiye’r-Rahîmü ve ene abdüke’l-âcizü.” Yani “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin; ben Senin âciz bir abdinim.”

“Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e ve onun Âl ve Ashabına, Ramazan ayında okunan Kur’ân harflerinin sevabı adedince, Senin rızanın vasıtası, onun üzerimizdeki hakkının îfâsı olacak salât ve selâm eyle. Âmin.”

İtizar: Şu İkinci Kısım, kırk dakikada sür’atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip, ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.

Mektubat, s. 477


LÛ­GAT­ÇE:

abd: Kul.

Âl ve Ashab: Peygamberimizin aile ferdleri ve Sahabeler.

enaniyet: Benlik; kendini beğenme, kibir, gurur.

ene ene, ente ente: Ben benim, sen sensin.

îfâ: Yerine getirme.

ihvan: Kardeşler.

itizar: Özür, mazeret beyanı.

men ene ve mâ ente: Ben kimim, sen nesin?

mevhum: Vehim ve hayalde meydana getirilen, kuruntu.

müşevveşiyet: Karışıklık.

rububiyet: Rablık, ilâhlık, Cenab-ı Hakk’ın her şeyi idare ve terbiye etmesi sıfatı.

ubudiyet: Kulluk.

KORONA VİRÜS FECR-İ SADIK'IN MÜJDECİSİ Mİ?

 Fecr-i Sadık demek tüm İman, Kuran, İslam ve diğer ulvi ve ahlaki hakikatlerin ortaya çıkıp gözükmesi anlamına geliyor. Bu da “Hayatın fani olduğunu, ölümün en gerçek bir hakikat olarak karşımızda durduğunu, bu dünyanın bir gün terk edileceğini, o geniş zannettiğimiz dünyamızın ne kadar dar olduğunu, ahiret için hazırlanmamız gerektiğini, insana layık bir ahlak ve karaktere sahip olmamızı ve diğer güzel hasletleri” tanımlıyor.

Bu hakikati en iyi anlatan ve ikaz eden ise bu gün için, hiç kuşkusuz, Corona virüs denen ve gözle göremediğimiz Allah’ın görünmez bir ordusu olan küçücük bir canlısı. Virüsün lisan-ı hali ile anlattığı bu hakikatleri, siz,  insanlara bin kez anlatsanız yine de nasihat almazlardı. Ancak hayata hücum eden bir Corona virüsünün ikazı ise sizin bin kez anlattığınızdan daha tesirli. Atalar boşuna dememiş, “Bir musibet bin nasihatten iyidir” diye.

İşte Corona denen Allah’a büyük bir itaat ve sadakatle bağlı olan bir virüs hayatın faniliğini gözler önüne sererek, her eve her an giriverecekmiş gibi bir korku ve tehditle tüm insanlığı uyarıyor.

Bu da kanaatimize göre tüm insanlık için bir Fecr-i Sadıkın kapısını aralıyor. Siz bakmayın o felaket tellallarına ve aklını üst aklın emrine verip zihinlerini bulandıranlara. İnşallah bu musibet sonrası çok güzel günlerin kapısı aralanacak gibi gözüküyor. Allah’a inanan asla ümitsiz olmaz. Bırakın Corona virüs vazifesini yapsın, insanları uyarsın. İnşallah bu vazifeler tamamladıktan sonra güzel ve nurani günlere intizar edebilirsiniz..

Gelelim bu konudaki en ilginç tespitimize:

Peki Corona kelimesinin anlamı nedir, hiç merak ettiniz mi?

Biz etik ve bir İngilizce – Türkçe sözlüğe baktık.

İşte anlamı:

Corona, belirli hava şartlarında güneşin veya ayın etrafında beliren ışık çemberi.

Ya da kraliçelerin başındaki parlak taç.

Yani Corona nur ve ışık halkası demek. Fecr-i Sadık da aynı zamanda ışık ve nur ve aydınlık anlamına geliyor.

Bu bize çok ilginç bir tevafuk gibi geldi, buraya da yazdık.

Peki siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, olabilir mi?

25 Nisan 2021 Pazar

BİR KİTABI NASIL OKUYALIM?

 Siperdeki Asker Gibi

Merhum Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, Gençlerle Başbaşa adlı eserinde, kitap okuyan genci siperdeki askere benzetir. Siperdeki askerin bütün dikkati düşman cephesindedir. Bir anlık dalgınlık ve gafleti, hem kendi hayatına, hem vatanın işgaline mal olabilir. Böyle bir vahamete sebep olmamak için siperde bulunan asker, gözünü ve dikkatini bir an düşman cephesinden ayırmaz. Gözüne uyku da girmez. 

Kitap okuma esnasında nefsimizin ve diğer rahat sever duygularımızın saldırılarına karşı uyanık olmalı, dalgın bulunmamalıyız. Bir anlık dalgınlık veya gafletimiz, bizi yüksek bir hakikati kavramaktan mahrum bırakabilir. Okuduğumuzu anlamayız; ama anladığımızı zannederek geçeriz. Bu ise, hem hayatımızdaki o hakikat nurunun parlayışını geciktirir, hem de zulmete karşı yüksek duygularımızın mağlûbiyeti manasını taşır. Öyleyse, okurken pür-dikkat olunmalıdır.

Düşünelim ki: Bir fırtına sür’atiyle kaçan zamanı yakalamak ve elde tutmak mümkün değil. Elimizdeki her bir “ân” bir daha ulaşılması mümkün olmayan bir define ve bir servet; geri dönüşü imkân harici büyük bir sermaye. Gittiği an, dönüşü yok. Gelenler yeni ânlardır ve onlar da geçmeye namzettirler.

Her yeni ân’ı nurlandırmak dikkatli okumalarla ve okuduklarımızı tefekkürle inşallah mümkün olacaktır.

DUA VE YALVARMA

 DUA VE YAKARIŞ

Ey Rabbimiz!

Kederden,tasadan,acizlikten tembellikten,cimrilkten
,korkaklıktan borç altında ezilmekten düşmanlara yenilmekten sana sığınırım.
Ey Rabımız!
 İbadetlerimizi taetlerimizi kabul et.
Allah'ım!
Kusurlarımı ört,beni korktuklarımdan emin eyle.
Allah'ım!
Önümden arkamdan sağımdan solumdan,üstümden altımdan gelecek tüm kötülüklerden sana sığınırım.Vücuduma sağlık ver,kulağıma sağlık ver senden başka ilah yoktur.
Allah'ım !
Küfürden,fakirlikten isyandan kabir azabından sana sığınırım senden başka ilah yoktur.
Bana olan nimetlerini ve bu nimetlere karşı benim kusur ve günahlarımı itiraf ediyorum beni bağışlamanı diliyorum.
Allah'ım!
 nefsime takviye ver onu temizle .Nefsi en iyi temizleyen sensin.Nefsim velisi ve Mevlası sensin.
Allah'ım !
her işimin koruycusu olan dinimi düzelt.Geçim yeri olan dünyamı düzelt,ahiretmi düzelt.Hayatta iken daha çok iyi işler yapmamı nasip et.
Allah'ım !
Adimı yükselt günahımı at kalbimi temizle namusumu koru.Ruhuma yaratılışıma ahlakıma aileme yaşamıma işlerime kutluluklar ver.iyi amellerimi kabul buyur.Beni anamı babamı ve bütün müslümanlar cehennem ateşinden koru.Bizi kendine kul habibine ümmet eyle. Amin

ÇOK BİLGİ DEĞİL, BİLDİĞİNLE AMEL ETMEK ÖNEMLİ


Peygamberimiz (asm) “bildiğiyle amel edene Allah (cc) bilmediğini de öğretir” buyuruyor.

Bir gün Molla Hamid Ağbey; “Üstadım bana istediğim şekilde duâ etmiyorsunuz..” serzenişte bulununca Üstad da, nasıl bir istediğini sorar. Molla Hamid Ağabey; “Okuduğumu anlamayı, ezberine alarak ilim sahibi olmak için duâ istiyorum..” diyor. Üstad da “Âlim mi olmak istiyorsun” deyince Molla Hamid “evet” der. Üstad; ilmin senin hakkında hayırlı olduğunu nereden biliyorsun? Molla Hamid; “İlmin hayırsızı olur mu?” Üstad, herşeyin hayırlısı hayırsızı olur. Birinci Cihan Harbi’nden önce ilmiyle gururlanıp dalâlete giden birini hatırla diyerek kardeşim sen kendi hakkında hayırlı olanı iste diyerek Molla Hamid’i ikaz eder.

Evet çok bilip de gurur ve kibir tuzaklarına düşüp sıkıntılara sebep olmaktan ise; az bilip, mahviyet ve tevazu içinde istikametle hizmetlere devam etmek daha evlâ daha isabetli olsa gerek.

DUA !

Ey Ehad-i Samed! Ben’i biz havuzuna eriştir! Bizi yalnız Sana yönelt, yalnız Sana kul et, yalnız Sana el açtır, yalnız Sana ulaştır! Bizi bizle haşret! Bize lütfunu ve inayetini esirgeme! Bizi ‘ben’ bataklığına düşürme! Bize ihlâs-ı tâmme nasip et! İman ve Kur’ân hizmetkârlarına yardım et! Mahşerde yüzümüzü kara çıkarma! Âmin!

24 Nisan 2021 Cumartesi

SENDEN BÜYÜK ALLAH VAR !

 İNSAN ahlakı ve maneviyatı için gurur, zararlı bir illettir. Gururlu insanların çalışmalarında, gayret ve faaliyetlerinde daima bir menfaat ve riya kokusu bulunduğu için yüce dinimiz “Gururu” kerih görmüş ve insanları sık sık ikaz etmiştir: “Yeryüzünde böbürlene böbürlene yürüme; çünkü sen ne yeri delebilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.”1 ayeti bu ikazlardan birisini teşkil etmektedir. Ayette insanların acizliği, fakirliği nazara verilerek, gururlu olmanın boşluğu ve lüzumsuzluğu anlatılmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz (asm) “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez” buyurmaktadır.2

Halkımız arasında gururlu insanlar sevilmez ve boş başağa benzetilir. Şeytanın gururu yüzünden lanete uğradığı, onun yolunda gidenlerin de aynı akıbete uğratılacağı ayet ve hadislerle izah edilmiştir. İslam âlimlerince gurur ve kibirin insan maneviyatını kemiren bir kurt olduğu; gururun terk edilerek onun yerine, nefisin terbiye edilerek tevazunun yerleştirilmesi tavsiye edilmiştir.

Bediüzzaman gururun zararını veciz bir şekilde ifade etmektedir: “Gurur ile insan maddi-manevi kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkasının kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nakıstır.”3

Selçuklu ve Osmanlı sultanları Cuma selamlığına ve tahta çıktıkları zaman halka ve kendilerine biat edenlere “Mağrur olma padişahım, Senden büyük Allah vardır.” diye bağırtırlardı. Bu söz bütün nimetlerin Allah’ın birer lütfû, mülkü; verenin de, alanın da Allah olduğunu hatırlatması bakımından çok manidardır.

İnsan gururdan kurtulup mütevazı olursa kendisini, nefsinden gelen zaafları, noksanları daha yakından tanıyıp bilmesi, nefis muhasebesi yaparak noksanlarını telafi etmesi kolaylaşır. Kendi aczini idrak eden insan, Allah’ın kudretini ve azametini fark eder. Her şeyin Cenab-ı Hakk’ın emri ve iradesi ile olacağını, bütün mahlûkatın ve hadiselerin onun taht-ı tasarrufunda bulunduğunu idrak eder.

BU GURUR NEYE ?

 Bir hadiseyi tarih sayfaları arasından bizlere vereceği irfan ve ibret dersine beraber göz atalım:

Sultan Alparslan, Horasan’a döndükten sonra hudutlarına tecavüz eden Batı Karahan devleti hükümdarına karşı Maveraünnehir’e sefer açtı. Ceyhun Nehri’ni (Amu Derya) geçtikten sonra, kaleyi inatla savunanlardan kale muhafızı Harzemli Yusuf adlı birisi yanına getirildi. Alparslan huzuruna getirilen düşman muhafızın ellerinin çözülmesini emretti. Kaleyi inatla savunduğu için muhafıza hiddetlenmiş ve okunu gererek muhafıza fırlattı. Ancak Alparslan’ın oku ilk defa hedefine varmamıştı. Bunu fırsat bilen muhafız koşarak çizmesindeki hançeri çıkarıp Sultan Alparslan’a birkaç yerinden sapladı.(1072) Alparslan yaralı iken ölüm döşeğinde şunları söyledi:

“Ben Allah’ımdan yardım istemeden hiç bir şeye kastetmedim ve hiçbir düşman üzerine yürümedim. Dün bir tepeye çıkmıştım, askerimin çokluğundan yer sallanıyordu. Bana bir gurur geldi, kendi kendime: “Ben dünyanın padişahıyım, bana kimse karşı koyamaz” dedim. Ama talihim bana bunun aksini gösterdi. Allah bana, insanların en sefilini gönderdi. O savaşta yenilmiş bir esir, bir mahkûm. Benden güçlü çıkıp beni vurdu. Beni tahtımdan etti, beni canımdan etti. Ben Allah’tan yardım isterim. Böyle hatıra gelen fikirler için Allah’tan mağfiret dilerim.”

Merv’e cenazesi götürülen Alparslan babası Çağrı ve amcası Tuğrul Bey’in yanına gömüldü. 

Mezar taşına şu ibareler yazıldı: 

“Alparslanın göklere yükselen büyüklüğünü görenler, bakınız!.. Şimdi o, şu kara toprağın altında yatıyor.”


BİZ ÜCRETİMİZİ PEŞİN ALMIŞIZ

 İkinci Meyve: Ey nefis! Ubudiyet, mukaddime-i mükâfat-ı lâhika değil belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.

   Çünkü ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelal, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat'umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur.

   Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.

   Sonra manevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.    Sonra nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyet'i ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.

   Sonra imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenahî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.

   Yani, cismaniyetin itibarıyla küçük, zayıf, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüzsün. Onun ihsanıyla cüz'î bir cüzden, küllî bir küll-ü nurani hükmüne geçtin. Zira hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete ve insaniyeti vermekle hakiki külliyete ve İslâmiyet'i vermekle ulvi ve nurani bir külliyete ve marifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.

   İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubudiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi çok büyük şeyleri mütehakkimane istiyorsun. Ve hem "Niçin duam kabul olmadı?" diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenab-ı Hak cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, daima rahmet ve keremine iltica et. Ona güven ve şu fermanı dinle:

قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِه۪ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

Sözler[Y] - 397

BUNLAR CAMİ KAPATTI DİYENLER,CAMİLERE KİLİT VURDULAR


İnsan zulmeder kader adalet edermiş.Yıllarca hep söylendi durdu bu CHP varya camileri kapattı ne zaman kapattı? geçmişte.Doğrudur kapatmıştır.Ama aynı duruma bugün sen düştün.Allah dünyanın başına bir virüs belası verdi çık başa çıkabilirsen.Zengin fakir dinli dinsiz güçlü güçsüz yaşlı genç ayırt etmeden bulaştığına zorgünler yaşattı vadesi dolanları ahırete gönderdi bulaşıp kurtulanları perişan etti.Yakalanmayan kişileri korku girdabına attı ne olacağı henüz belli olmayan bir durumu yaşamak zorunda bıraktı.Aşı bulundu aşılama yapılıyor ama daha kesin bir sonuca ulaşılamadı.Bütün insanlık korku ve endişe içerisinde evlerine hapsoldu.Devletler tedbirler alıyor fakat bazen bu tedbirler ya uygulayanlar ya da insanlar tarafından uygulanmaz hale getirilip uyulmadı.Lebalep kongreler ve toplu düğün ve eğlenceler gibi.Milletler zor durumda ihtiyaç akçesini kullanmak üzere biriktirdikleri hazine dövizleri ile halkını rahatlatırken, malesef bizim yönetcilerimiz hazine birikintilerini boş yere har vurup harman savurdular.paralar nerede diyenlere cevap vermekten kaçındılar, üstelik bir de hukuka aykırı soruşturmalar açtırdılar.Ülkemiz de durum hergün zorlaşırken mübarek ramazanda üstüne üstlük birde insanları teravihten mahrum ederek Cuma günleri cuma namazı kılınacak, camileri ibadet yapılamaz hale soktular.Kısaca eskiden CHP camileri kapattı diye suçladıkları şeyler ile terbiye oldular. Camilere virüs belası nedeni ile kilit vurdular Allah bu milletin yardımcısı olsun.Hani ne demişler; Bir insanın bir başkasını suçladığı bir olay, suçlayan kişinin aynı durum başına gelmeden, canı çıkıp ölmezmiş.Bunların sonu da bu virüs belası ile, cami kapatmaktan olmasın?

23 Nisan 2021 Cuma

YÜZÜNÜ SEMAYA ÇEVİR BAK

 "Bana bak, aradığını sana bildireceğim!" der. O da bakar görür ki:

   Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece süratli yüz binler ecram-ı semaviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevka'l-had çabuk ve beraber gezdiren, yağsız söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lambaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilal çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlukları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevra ile gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakiki ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlukatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkeb bir hakikat, bu azameti ve ihatatı ile o semavat Hâlık'ının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti, semavatın mevcudiyetinden daha zahir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder manasıyla Birinci Makam'ın birinci basamağında  tanıttırır.

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذ۪ى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ 

Şualar[Y] - 104

DÜNYA MİSAFİRİ EV SAHİBİNi TANIMAK İSTİYOR !

    Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârane bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh ve gayet manidarane ve hikmet-perverane bir mütalaagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken; en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür: 

Şualar[Y] - 104

HALK KORKUSUNUN VERDİĞİ ZARAR

 Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), zâlimleri frenleyip endişeli ve hatta ölçülü, istikametli olmaya sevkedecek en müessir vasıtalardan biri olarak insanlardaki Hakk korkusunu gördüğü için gerçekleri dile getirmede halktan korkmamayı başka korkuları Hakk korkusunun üzerine çıkarmamayı ısrarla, tekrarla tavsiye etmiştir. İşte birkaç irşâd:"

Cihadların en efdali, değerce en kıymetlisi zâlim sultana karşı hakkı söylemektir."

"Aman dikkat edin; HALK KORKUSU, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın."

"- Sizden kimse nefsini hakir görmesin."

"- Ey Allah'ın Resûlü, kişi nefsini nasıl hakir görür?"

"- Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenab-ı Hakk kıyamet günü kendisine sorar. "Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?" O kul cevap verir: "HALK KORKUSU!" Allah o zaman şöyle der: "Asıl benden korkman gerekirdi."

"Eğer ümmetimin, zâlime: "Sen zâlimsin!" demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir."

Şu halde, korku hissi, şuurla, irâde ile kontrol edilmesi, imandan gelen bazı düsturlar çerçevesinde mürâkebe altına alınması gereken bir damardır. Eğer akılla, iman ve irâde ile bu damar üzerinde hakimiyet ve kontrol kuramazsak, hayatın muhafazasında gerekli bir kalkan ve tedbir iken, hayatımızı tahrip edip, saadetimizi zehirleyen, ağzımızın tadını mütemadiyen acılaştıran bir musibete dönüşebilir.Vehme müptela bir kısım insanların hastalığı, büyük ihtimalle, kaynağını korku damarından almakta, bu da söylediğimiz gibi, bu fıtrî duygu üzerinde aklî ve iradî bir kontrol kuramamaktan ileri gelmektedir.

Korku üzerine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan varid olan hadisler, bu meselede orta yolu bulmamızda yardımcı olacaktır.[1]


 

HALKTAN DEĞİL,HAKK'TAN KORKMAK !

 Havf da denen korku, insanda mevcut mühim hislerden biridir. Hayatın muhafazası için insan fıtratına Yaratıcı tarafından konmuştur. İnsan ve hayvanlarda müştereken bulunur. Korku hissi olmayan insan yoktur, denebilir. Bu hissin insan üzerinde büyük etkisi vardır. Birçok yönlenmeler bu his vasıtasıyla gerçekleşir. Bu hususu sathî olarak değerlendiren bir kısım pozitivist ve tekâmülcü espriler, insanlardaki din duygusunun temelinde korkunun olduğunu söyleyecek kadar ifrata kaçmışlardır. Onlara göre insan korktuğu şeylere, onların zararından kurtulmak için tapınmaya başlamıştır. Gerçekten insan dünyevî ve fani şeylerden korkmayı ifrat dereceye götürecek olursa ortaya çıkan durum bir şirk-i hafî olur ve bir taabbüd, bir nevi din mahiyetini kazanabilir. Zâlimler, dikdatörler, tarih boyunca tedhiş, terör gibi şiddetli korkutma vasıtalarını müessir bir silah olarak kullanarak insanları istedikleri gibi yönlendirmeyi başarabilmişlerdir.

İslâm, insanı korku vasıtasıyla zâlimlere esir olmaktan kurtarabilmek için Allah'tan korkmayı esas almış, ruhlarda onu tesbit etmeye çalışmıştır. Bu korkunun gerçek mânada girdiği kalplerde insanlardan korkma olmaz. Böylelerinde dünyevî korkular, hakikî değil, mecâzîdir, bir nevi tedbirdir, daha öteye geçmez. İnsanların korkusu ile inancından, dinî hayatından taviz vermemek bunun miyarıdır. İnsanların vicdan ve inanç dünyalarında istibdad kurmak isteyen ideolojik rejimlerin bütün güçleriyle İslâm'a ve İslâm dininin Allah korkusu prensibine saldırmaları bundandır. Kendileri, çeşitli vasıtalarla korkuyu hâkim kılmayı esas alıp bu maksadla putlarının en korkunç büst ve resimlerini yaygınlaştırırken "Allah'tan korkulmaz, Allah sevilir", "Allah öcü değildir" gibi, mugâlata ve demagojilerle Allah inancına saldırmayı, Allah'tan korkma prensibini istihza konusu yapmayı sistemle, ısrarla yürütürler. İslâm dininde Allah'ı hem sevmek ve hem de O'ndan korkmak esastır. Cenab-ı Hakk, cemâlî sıfatlarıyla sevilir, celâlî sıfatlarıyla korkulur. Hayatı ve hayatın levâzımını vermekle bizde tezâhür eden rahmetleri, lütufları sebebiyle Allah'ı sever, kulluk vazifemizdeki eksikliklerimiz,isyanlarımız sebebiyle de O'ndan korkarız. Allah'dan korkmamız Kur'ân'ın emrine uymak içindir. Zîra Kur'ân Allah'tan korkmayı emretmekte, zâlimler, âsiler için Allah'ın azâbını, cehennemi haber vermektedir.

Âyetlerde sevgiyi tahrik eden "cennet" kelimesi ile, korkuyu tahrik eden "cehennem" kelimesi çoğu kere yan yanadır. Keza, rahmet ve cennetiyle müjdeleyen âyetlerle, azab ve cehennemiyle korkutan âyetler de Kur'ân'da yan yanadır. Kısacası Allah korkusundan tecrid edilmiş bir İslâm düşünülemez.. Halk korkusunun getireceği esâret ve istibdat zehirinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu teşri etmiş, bunda ısrar etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mükerrer hadislerinde "halk korkusu" ile hakkı söylemekten kaçanları kınar, tehdid eder. Mü' min halktan değil Hakk'tan korkmalıdır.

22 Nisan 2021 Perşembe

SEKİNE DUASI

 Sekine 

  سَك۪ينَه‌

 اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ

 بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ‌

فَرْدٌ حَىٌّ قَيُّومٌ حَكَمٌ عَدْلٌ قُدُّوسٌ ٭ سَيَجْعَلُ اللّٰهُ بَعْدَ عُسْرٍ يُسْرًا ٭

وَ عَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَىِّ الْقَيُّومِ ٭ وَ اِنَّ اللّٰهَ بِكُمْ لَرَؤُفٌ رَح۪يمٌ ٭

اِنَّ اللّٰهَ كَانَ تَوَّابًا رَح۪يمًا ٭ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًا ٭

فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَفُوًّا قَد۪يرًا ٭ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ سَم۪يعًا بَص۪يرًا ٭

اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يمًا حَك۪يمًا ٭ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَق۪يبًا ٭ اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُب۪ينًا ٭  وَ يَنْصُرَكَ اللّٰهُ نَصْرًا عَز۪يزًا

اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ ٭ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْعَز۪يزُ

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَم۪يدُ ٭ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَك۪يلُ ٭ لَا يَحْزُنُهُمُ الْفَزَعُ الْاَكْبَرُ

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ ٭ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

‌ـ(بَسْمَلَه‌دَنْ اِعْتِبَارًا ١٩ دَفْعَه اوقُونُورْ‌ـ)

Hizbül Hakaik - 134

BAŞAĞRISI İÇİN ŞİFA DUASI

 Baş ağrısında, bu duâ “Bismillahi hayril esma’- Bismillahi Rabb-il arz ves sema’- Bismillahi ismuhu bereket eş şifa- Bismillah illezi lâ yezurru mee ismihi şey’un fil arzı ve la fissema ve huvessemi.” İzn-i İlâhî ile şifa verir. Duâyı okuyan, elini hastanın alnına koyduktan sonra, 3 veya 7 defa okur.

BEDİÜZZAMAN'IN UZLAŞMA KÜLTÜRÜ

 Bediüzzaman Hazretleri, değişik kesimlere ders verirken de hep müsbet hareketi esas almış ve insanların ancak müsbet hareketle ve iyiye güzele kanalize etmekle sulh-u umuminin tesis edilebileceğini vurgulamıştır. Bu bağlamda, aşağıdaki prensiplerin yerine getirilmesi halinde dâhili emniyetin sağlanacağına işaret etmiştir.1

“Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir

Birincisi: Merhamet

İkincisi: Hürmet

Üçüncüsü: Emniyet

Dördüncüsü: Haramı helâli bilip haramdan çekinmek.

Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir.

Toplum hayatında anarşizmi ortadan kaldırıp emniyet ve asayişi temin edecek şu beş esas lâzım ve zaruridir: “Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmek”. Bu düsturlar toplumda yeterince makes bulmazsa Allah korusun anarşi, terör, şiddet, kin ve nefret toplumu haline dönüşebiliriz. Bediüzzaman, bu vatan ve bu milletin ve milletin seçtiği hükümetlerin Risale-i Nur’un dindarane ve hakperestane düsturlarına muhtaç olduğunu ifade eder.

Bediüzzaman Said Nursî’nin telif etmiş olduğu Risale-i Nurlar’ı okuyan, bununla imanlarını kurtaran insanlar, bu beş esası öğreniyor ve tatbik ediyorlar.


BENLİK ENANİYET VE NARSİZM

 Asrımız benlik, enaniyet ve narsisizmin hakimiyetinde bulunduğundan, nefsin bu afet ve hilelerini tahlil ve analiz eden Bediüzzaman Said Nursî (ra) Mesnevî-i Nuriye’de “A’male güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar. (…) Semavat ve arzın hamlinden korkarak imtina ettikleri cihet, enenin bu cihetidir. Çünkü, dalâletler, şirkler, şerler bu cihetten doğarlar (Ene kendisine müstakil nazarıyla bakmakta, kendisini malik itikat ederse). Eğer, vaktiyle o enenin şiddetli bir terbiye ile başı kırılmaz ise büyür, insanın vücudunu yutar. Eğer milletin de enaniyeti inzimam ederse (eklenirse), Sâniin emrine karşı mübarezeye çıkar, tam manasıyla şeytan olur. (…) Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mayi haline gelir, sonra ülfetle kalınlaşır, sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek, Hâlık’ın evamirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde- yani insanda- ene, büyük insanda- yani kâinatta- tabiata benziyor. İkisi de tağutlardandır.” 

Selâmetli doğru yoldan ayrılarak kibir, gurur, ucub en nihayet enaniyet girdabında narsisizm ve tuğyan derinliklerine batan ENE cevherinin sırlarını çözmüş bulunan Risale-i Nur hakikatleri, hakikat arayıcılarının önünde bütün haşmetiyle, sahil-i selâmete çıkaran bir sefine-i Rabbaniye olarak durmaktadır. Tercih ederek, ihlâs ve sebatla içine dahil olanları, ebedî saadet âlemlerine en kısa yoldan ulaştıran ve insanın bütün sıkıntılı problemlerini çözen emniyetli bir rehbere nihayet derecede muhtacız. Bu rehber çok yakınımızda olup, herkesi şefkat ve muhabbetle beklemektedir.

Not:(Bir kişinin kendisini diğer herkesten üstün olarak görmesi durumuna verilen isim narsizimdir.)

ARI ALLAH'IN BİRLİĞİNİ İSBAT EDER

 وَ اَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ى مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا ... اِلٰى اٰخِره

   Evet, bal arısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu'cize-i kudrettir ki koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat azaları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

   İşte bu üç cihetle mu'cizeli bu sanat-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.

Şualar[Y] - 153

GÜZEL BİR NİYET

 Hüsn-ü niyet öyle bir kimyadır ki, şişeleri elmasa çevirir, toprağı altın yapar.”

İnsanın cüz-ü ihtiyariden başka sermayesi yok. Hasenat ve hayratı meydana getirmeye gücü yetmez. “Yalnız, insan, iman ile, arzu ile, niyet ile sahip olabilir. Ve sahip olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücut ve iman nimetleri gibi, sabık hadsiz niam-ı İlâhiyeye bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Vaad-i İlâhî ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmânî ile verilir. Zâhirde bir mükâfattır, hakikatte fazldır.”

Bu asır, dünyevileşmenin çok ileri gittiği bir asırdır. Duyguları dünya hesabına çokça yaralamış ve heyecanlandırmıştır. Zevk-i hayatı, hayatına hükmeder hale getirmiştir. “…tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı ictimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinapla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir.”“Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır.”

“Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.”

21 Nisan 2021 Çarşamba

KUR'AN'DAKİ 19 SAYISININ SIRLARI

 Âyette geçen 19 ifadesi, Cehennemde görevlendirilmiş 19 saf, sert ve yönetici melek, yani zebanî 5 ile tefsir edilmiştir. Öte yandan 19 rakamı, Kur’ân’ın bütün âyetlerine mührünü vurmuş gizemli bir şifre olarak da ele alınmıştır.

Biz bu gizeme girmeyeceğiz. Ancak bir yıldan beri Covid denen bir canavarın da 19 şifresiyle meydana çıktığını ve dünyayı canından bezdirdiğini teslim ediyoruz.   

Covid Canavarının Uyarısı

Korunmak için örtü gerektiren Covid canavarının 19 şifresine bürünmüş olması tesadüf mü? 19 Rakamı Cehennem zebanîsi gibi, Roma dehasına bağlı iğrenç medeniyet sahiplerine çağrı yapıyor: “Zulmetmeyin!” diyor! “Mazlumu öldürmeyin!” diyor!  

Orada Çin’de bir halk sınıfı ölümcül kamplarda yok ediliyor; buna dur deyin diyor. Beride Arakan’da mazlum bir halk sınıfı ölümün bin bir renginden geçti! Evsiz, barksız, aşsız kaldı! Ne yaptınız diyor! Onları Bhasan Char Adasına ölümün ve kimsesizliğin kıyısına sürmeyin, diyor. Koca BM ne yapıyor, Müslüman dünya ne yapıyor onlar için, diyor? 

Yemen’de koca bir halk sınıfını yaktınız, yıktınız, insanları, aileleri parçaladınız, biçtiniz, öldürdünüz. Şimdi terörist olmadıklarını söylüyorsunuz! Bu lütuf mu oldu? Onları neden öldürdünüz, bunun hesabı yok mu diyor! 

Suriye’yi pis siyasetinizle Cehenneme çevirdiniz, çoluk, çocuk demediniz; halkını öldürdünüz, perişan ettiniz; bunun hesabı yok mu diyor? 

Ülkenizin hapishanelerini, suçunu hukuk ölçeğinde ispatlamadığınız çoluk-çocuk, kadın, genç insanla doldurdunuz; adalet nerede diyor. Adaletten bile bile şaştınız; bunun hesabı yok mu diyor? 

Bunlar sadece birkaçı… Dünyanın zulümle dolduğunu görmemek mümkün mü?  

Ciddî temizlik gerekiyor! Belki 19’un daha çok işi var! Allah beterinden saklasın! Âmin.

SILA-I RAHİM

 Sıla-ı rahim, rahim bağı. Rahim ile cenin arasındaki kordon bağı gibi. İrtibat, ilişki kesilmemeli.

Alâkayı, akrabalarıyla ilişkiyi kesmeme hadislerinde Peygamberimiz (asm): ‘Rızkının bol, ömrünün uzun ve bereketli olmasını arzu eden kimse akrabalarıyla bağlantısını devam ettirmelidir.’ (Buhari, Edep, 12) buyurmaktadır. 

Zaten akrabalarımızla sıcak ilişki kurmak, ilgilenmek, ihtiyaç duyulduğunda onların yardımına koşmak bir insanlık icabıdır. Düğün gibi, doğum gibi sevinçlerinde, sevinçlerine ortak olmak. Ölüm gibi hüzünlerinde hüzünlerine katılarak, üzüntülerini azaltmak, hafifletmek bir vatandaşlık gereğidir. Aslında sıla-ı rahim, insan toplumunu güruh olmaktan, yığın olmaktan çıkarıp, bir topluluk, büyük bir aile ortamına taşır. Cemiyet hayatını güzelleştirir. İnsana insanî bir vasıf kazandırır.

Sıla-ı rahim, insanlara; sevgi, şefkat ve merhamet temelleri atar. Vatandaşın birbiri ile kaynaşmasına vesile olur. Malûmdur ki, insan; sosyal bir varlıktır. Tek başına yaşayamaz. Toplu yaşamak zorundadır. 

Yine Allah resulü (asm) Rahmet Peygamberi (asm): ‘Sıla-ı rahimi kesen Cennete giremez.’ (Buhari, Edep, 11) buyuruyor. Cenneti hak etmenin yolu, sıla-ı rahimden geçer. Cenab-ı Hak kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de (Muhammed-22) Diğer bir ifade ile, ‘Allah korusun, sıla-ı rahimi kesmek, yani akrabalık bağlarını koparmak, parçalamak münafıklık alâmetidir.’ buyuruyor. Önemsiz görünmemeli. Çok önemli bir durum. Zaten büyük günah da sayılmaktadır. Yani akrabasını unutmayan, onlarla ilişkisini sürdüren sevap kazanır. Aksi davranan kimse ise günaha girmiş olur.

Yine Kur’ân’da, (Muhammed-22): ‘Kardeşlerimizle ilişkiyi devam ettirmemizi’ öğütler. 

Bakara Sûresi-27. âyette ise: ‘Fasık, günahkâr insanla; inanan insanı birbirinden ayıran en belirgin özelliğin, sıla-ı rahime uymak, riayet etmek olduğu belirtilir. Cemiyet hayatının temeli fertler, insanlar arasındaki sosyal ilişkilerdir. Hatta 27 derece cemaat sevabının verilmesi, İslâm içinde, Müslümanlar arasında bu ilişkiyi yaymak, teşvik etmek içindir. Hatta Yüce Resül (asm): ‘Kim Cennetin en güzel yerini istiyorsa cemaatle beraber olsun.’ (Tirmizi, Fiten, 9) buyurmuştur. Selâmlaşmak. Birbiri ile karşılaşınca gülümsemek. Hep bu amaca matufdur. Yöneliktir. Çünki hepimiz dünyada gurbetteyiz. Bu acı, ancak birbirimize destek olmakla azalabilir. Öncelikle akrabalarımıza, darda kalana yardım, insanlık gereğidir. Yine bir kutsî hadis de Yaradan: ‘Ben Rahman’ım. Akrabalığı, Ben yarattım. Kendi ismimden (Rahim) ismimi ona verdim. Yakınları ile ilgilenip akrabalığın hakkını verene lütufta bulunurum. Akrabalarıyla ilişkisini kesenden Ben de rahmetimi keserim.’ (Ebu Davut, Zekât, 45) buyurmaktadır.  

21.04.2021

Yeni Asya

Cahit Erdoğ

20 Nisan 2021 Salı

VEFA VE VEFASIZLIK

 İşini gördüren, işi görene vefalı gözüküyor veya kendisini buna mecbur gibi gösteriyor.

Makamını, mevkiîni elde etmek veya kaptırmamak isteyen hem münafıkane hem de riyakârane hallere tavırlara giriyor. Ta ki kendisini destekleyecek, kendisine evet “Odur” dedirtecekleri bulsun, toplasın.

Böyle vefasız ve vefayı yanlış işlerde kullanan adam ve adamlar gibi gözükenler için en kötü şey ise siyaseten ve yapmacık hal ve hareketlerle; dini, imanı, inancı ve her türlü mukeddesatı, kendilerine taraftar bulmak ve toplamak için basamak ve adım yapmalarıdır.

Vefanın kaynağı Allah’a olan ahddir. Bu kulluk ister ve ihsanen de  kendisine vefa ve sadâkatle ameller ikram edilir. Vefasızlığın ilâcı ise; dinin emirleriyle Allah’a olan ahdin arasında zikzaklar yapmadan dosdoğru ameli sadâkat göstermek, riyasız, gösterişsiz, teslimiyetle ve ihlâsla kulluğunu yapabilmekle olur.

Allah’a olan vefasını ve Allah’ın vefasını kaybeden adamdan korkulur. Çünkü böyleleri bozulmuş yağ misali veya serseri mayın gibi her an, her zaman, beklenilmedik vakitte çevresine zarar verir ve bu zararı vermekte de hiçbir sakınca, beis görmez.

Vefa, vefalıları arar. Vefalılar daima vefalarıyla çoğalırlar. Çoğalan vefalılar her zaman en büyük vefanın; Allah’ın emir ve yasakları, Resullullahın (asm) sünnetinde olduğunu bilirler, öğrenirler, öğretirler ve yaşarlar. Hem Allah’a, hem Resulüne, hem din-i İslâma, hem de hizmetkâr iman ehline vefalı olan ve vefa bekleyenlerden eylesin bizi Rabbimiz inşallah.

DÜNYANIN ÜÇ YÜZÜ

 İkinci Nükte: Dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü var.

   Birinci Yüzü: Esma-i İlahiyeye bakar, onların âyineleridir. Bu yüze zeval ve firak ve adem giremez, belki tazelenmek ve teceddüd var.

   İkinci Yüzü: Âhirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlası hükmündedir. Bu yüzde bâki semereler ve meyveler yetiştirmek var; bekaya hizmet eder, fâni şeyleri bâki hükmüne getirir. Bu yüzde dahi mevt ve zeval değil, belki hayat ve beka cilveleri var.

   Üçüncü Yüzü: Fânilere, yani bizlere bakar ki fânilerin ve ehl-i hevesatın maşukası ve ehl-i şuurun ticaretgâhı ve vazifedarların meydan-ı imtihanlarıdır. İşte bu üçüncü yüzündeki fena ve zeval, mevt ve ademin acılarına ve yaralarına merhem için o üçüncü yüzün içyüzündeki beka ve hayat cilveleri var.

   Elhasıl: Şu mevcudat-ı seyyale, şu mahlukat-ı seyyare, Vâcibü'l-vücud'un envar-ı icad ve vücudunu tazelendirmek için müteharrik âyineler ve değişen mazharlardır.

Mektubat[Y] - 318

19 Nisan 2021 Pazartesi

YAKARIŞ 2

 İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi'ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce' ve mence' yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib'in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum. Ey Hâlık-ı Kerim'im ve ey Rabb-i Rahîm'im! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi', hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru' ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimîn'sin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!.."

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَر۪يكَ لَكَ اٰخِرُ الْكَلَامِ فِى الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ الْكَلَامِ فِى الْاٰخِرَةِ وَ فِى الْقَبْرِ اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ تَعَالٰى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ

Lemalar - 130

YALVARMA

    Ey Rabb-i Rahîm'im ve ey Hâlık-ı Kerim'im! كُلُّ اٰتٍ قَر۪يبٌ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kàliyle bağırarak derim: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar! İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle! 

Lemalar - 129

YAKARIŞ 1

  Ey Rabb-i Rahîm'im ve ey Hâlık-ı Kerim'im! 

   Benim sû'-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi' olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gayet sür'atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden firak-ı ebedî ile ebedü'l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat'î bir yakîn ile anladım ki; hêliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Lemalar - 129

DUA VE YAKARIŞ

  ONİKİNCİ NOTA: 

   Ey bu Notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki; ben hilaf-ı âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen Rabbime karşı kalbimin tazarru' ve niyaz ve münacatını bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü rahmet-i İlahiyeden rica etmektir. Evet kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tövbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte onüç sene

{(Haşiye): Bu risalenin te'lifinden onüç sene evvel.}

evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said'in gülmeleri, Yeni Said'in ağlamalarına inkılab edeceği hengâmda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meali şudur ki:

Lemalar - 129

18 Nisan 2021 Pazar

ARI VE İPEK BÖCEĞİ VASITASI İLE ALLAH'IN İKRAMI

 İkinci Hakikat: 

   Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir.

   Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın. Evet şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki; en âciz, en zaîften tut

{(Haşiye-1): Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat'î: İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücudça zaîfliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile ma'kûsen mütenasibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtela olur.}

tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zaîf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedaheten gösteriyor.

   Meselâ, bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların latîf elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit en tatlı, en musanna' meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak; ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır. 

Haşir - 38

AFFEDİCİ OLMADA ÖRNEK

 Said Nursî ahd etmiş ve ilân etmiş ki: "Benim idamıma çalışanlar dahi eğer Risale-i Nur'la imanlarını kurtarsalar, Risale-i Nur'a sarılsalar; kardeşlerim, siz şahit olunuz, ben onlara hakkımı helâl ediyorum." Evet onu mahkûm etmek isteyenlerden çoğu ve ekser aleyhinde bulunanlar bugün ona dost olduğu gibi, tezvir ve iftirada bulunan sizler de nedamet etseniz, Nur derslerine kulak verseniz, ümit edilir ki, o şefkat kahramanı, sizin için, affınız için dua eder, niyaz eder. Evet, Said Nursî öyle eşsiz bir kahramandır ki, bu kahramanlığını harp meydanında, mahkeme sandalyesinde müstebitlere karşı gösterdiği halde, gelin, siz düşmanları ve onu yok etmek için çalışanlardan Nura müteveccih olanların selâmet ve kurtuluşu için el açıp gözyaşlarıyla nasıl niyaz ettiğini görün ve onun yüksek bir tevazu ile, milletin her tabakasıyla nasıl kemal-i şefkatle muamelede bulunduğunu anlayın, insanlığın ulvî mertebesini bu zatta seyreyleyin. Onun hakkında senakâr sözler, takdirler, ehl-i dünyanın alkışlanması nev'inden değildir; hakikat-i kâinatın, bu ekmel insana ve insanın yüksek kıymetini, Müslümanlığın hakikî tezahürünü temsil eden mânevî şahsiyetine karşı olan takdir ve tebrikine bir iştiraktir. Evet, Said Nursî'yi, temsil ve terennüm ettiği envar-ı hakikat itibarıyla, yalnız insanlık değil, belki âlem bütün envâ ve ecnâsıyla alkışlıyor, tebrik ediyor. Evet, hizmet-i imaniyesini mâzi, müstakbel takdir ediyor…

Bediüzzaman Said Nursi
Tarihçe-i Hayat

HAŞİR

 Dördüncü Hakikat: 

   Bâb-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevvad ve Cemil'in cilvesidir.

   Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehavet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemal, kusursuz ebedî kemal; bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler? Evet dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnuatıyla süslendirmek, Ay ile Güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat'umatın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kab yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek; hadsiz bir cûd u sehaveti gösterir. Böyle nihayetsiz bir cûd u sehavet; öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ve mahall-i saadet ister. 

Haşir - 46

17 Nisan 2021 Cumartesi

BEN DEME BİZ DE, SONRA BEN OLURSUN

    Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, onun zatına karşı muhabbet-i zatiyedir ki sen sû-i istimal edip kendi zatına sarf ediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, onun esma ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen sû-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmanu'r-Rahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismanî hevesatına ihzar eden ve sair esmasıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letaifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o cennette sana müheyya eden ve her bir isminde manevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî'nin elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat onun bir cüz'î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise o Mahbub-u Ezelî'nin kendi Habib'ine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittiba et:

اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

Sözler[Y] - 397

YILDIZ BÖCEĞİ GİBİ OLMA

    Demek ey nefis! 

Nefsine muhabbet değil belki adâvet etmelisin veyahut acımalısın veyahut mutmainne olduktan sonra şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen -çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir, sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun- o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi, nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem'acık ile iktifa eder. Zira nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin ve saadetleriyle mesud olduğun mevcudatın ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tabi bir Mahbub-u Ezelî'yi sevmekliğin lâzımdır. Tâ hem kendinin hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem Kemal-i Mutlak'ın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Sözler[Y] - 396

DUA VE YAKARIŞ

   Ey Allah’ım! 

Kıldığımız namazlarımızı, yaptığımız ibadetlerimizi kusurları ile beraber kabul eyle! Sonumuzu hayreyle. Son nefesimizde Kelime-i Şahadet söylememizi nasip eyle. Bizi, anamızı-babamızı ve hocamı, ölmüş ve hayatta olan bütün Mü’minleri ve Mü‘mineleri hesap gününde af ve mağfiret eyle!

Ey Allah’ım! Ümmeti Muhammedî (asm), şeytan şerrinden ve düşman şerrinden ve nefs-i emmârenin şerrinden muhafaza eyle! Evlerimize iyilikler, bize helâl ve hayırlı rızıklar ihsan eyle!

Ey Allah’ım! Ehl-i İslâm’a selâmet ihsan eyle! İslâm düşmanlarını kahr-u perişan eyle! Kâfirlerle cihad etmekte olan Müslümanlara İlâhî yardımınla yardım eyle!

Ey Allah’ım! Müslümanları, memleketimizi ve bütün İslâm ülkelerini yoksulluktan ve pahalılıktan, korona ve diğer bulaşıcı hastalıklardan, her türlü musîbetlerden muhafaza eyle!

Ey Allah’ım! Evlerinde ve hastanelerde yatan hastalarımıza şifalar, dertli olanlarımıza devalar ihsan eyle! Borçlu olanlarımıza edalar nasip eyle! Ey Allah’ım! Şahs-ı manevimizi güçlendir. Şahs-ı manevimize karşı fitneleri fesatları sonuçsuz eyle!

Ey Allah’ım! Annelerimize, babalarımıza ve evlâtlarımıza ve akraba ve ahbaplarımıza ve bütün din kardeşlerimize hayırlı ömürler ve sıhhat ve âfiyetler ihsan eyle. Âmin!

Dipnotlar:

1. İhya-i Ulum’id-Din., 2. Mü’min Sûresi: 60.

DUALARIN KABUL OLMASI

  Can-ı gönülden bir tövbe edersek, duâlarımızın kabul olmasına sebep olur.

Duâ ruhun gıdası, kalbin nuru, ibadetlerin özüdür. Duâ, ıztırapların, maddî ve manevî dertlerin şifa kaynağıdır. Duâ, hayırlar celp eder, belâ ve zararı defeder.

Duânın kabul olunmasının temeli edeptir ki, o da tövbe etmek, bütün varlığıyla Cenâb-ı Allah’ın ibadetine yönelmektir.

Bu konuda Malik bin Dinar (ra) şöyle demiştir: İsrailoğullarında büyük bir kıtlık meydana geldi. Birkaç defa yağmur duâsına çıkmalarına rağmen, yağmurun yüzünü göremediler. Bunun üzerine Allah (cc), peygamberlerine şöyle vahiy gönderdi: ‘Onlara söyle ki, sizler necis bedenlerinizle benim huzuruma geliyorsunuz. Kana boyanmış ellerinizi benim dergâhıma uzatıyorsunuz. (…) Bu söylediklerimden tövbe eder gelirseniz, o zaman size rahmet ederim. Aksi takdirde rahmetin yüzünü göremezsiniz. 1

Bir Müslüman şartlarını yerine getirerek tövbe ve istiğfar ederse her bastığı yer, yürüdüğü sokak, cadde ve her oturduğu yer onunla övünür.

Cenâb-ı Allah pek çok âyette “Bana duâ edin, size icabet edeyim.” 2 der. Bu emre uyarak, her namazımızda, her bir boş anımızda duâ etsek çok mudur?

O halde gelin hep birlikte ellerimizi semaya açıp duâ edelim.

16 Nisan 2021 Cuma

ACIKMADAN YEME,MİDENİ KORU

 Acıkmadan yemek hem sağlığımıza ve hem de şükrümüze bakan pek çok cihetleri vardır. Mısır meliki Mukavkıs’ın özel doktorunu Medine’ye göndermesinden 1,5 yıl geçmesine rağmen kimse hastalık sebebiyle kendisine başvurmamıştır. Bu durumu Efendimiz (asm) şu şekilde izah etmiştir: “Biz hasta olmayız. Çünkü biz asla acıkmadan yemek yemeyiz. Yemek yediğimizde de sofradan doymadan kalkarız ve senede bir hacamat yaptırırız.” 1Görüldüğü üzere acıkmadan yememek ve doymadan kalkmak çoğu hastalıktan korunmamıza vesiledir.

Tıbbın özeti

Hıristiyan bir tabibin Kur’ân-ı Kerîm’de tıpla ilgili bir şey olmadığını iddia etmesi üzerine Hz. Hüseyin’in (ra) “Allah-ü Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de tıp ilmini yarım âyette özetler” diye cevap verir. Hıristiyan tabibin hangi âyet olduğunu da sorması üzerine Hz. Hüseyin (ra) “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz…”  âyetini okur. Bunun üzerine aynı hekim “Peki Peygamberiniz tıpla ilgili bir şey söylemiş midir?” diye sorar. Hz. Hüseyin bu kez de, “Mide hastalıkların evidir. Perhiz ise tedavi ve ilâçların başıdır. Her vücuda alışık olduğu şeyleri veriniz!” buyurmuştur dediğinde Hıristiyan tabip şu çarpıcı itirafta bulunmak zorunda kalır: “Sizin Kitabınız ve Peygamberiniz tıp konusunda Câlinus’a  hiçbir şey bırakmamıştır.” 

Efendimiz (asm) çok sayıda hadisi şerifiyle çok yemek ve şişmanlık hususunda ümmetini uyararak açlığın önemini vurgulamıştır. Birkaçını hatırlamaya çalışalım: “Öyle bir topluluk gelecek ki, tıka basa yemek, içmek hayatın gayesi olacak şişmanlık ortaya çıkacaktır.”