30 Kasım 2021 Salı

BU MİLLET, AKMHP'YE Mİ MAHKUM ?


"Deveye sormuşlar,enişimi seven, yokuşu mu diye? 

Deve demiş; düzün suyu mu çıktı "?

Her seçimde millete tehditvari sorarlar;  AK Parti'ye  oy vermeyip CHP ye mi oy vereceksiniz?  Var mı başka alternatifiniz? 

Evet var Hemde yıllarca bu millete hizmet etmiş DP var,kırat var demokratlar var. Milleti geçmişte yaşananlarla, CHP zulmü ile korkutanlar,kendi zalimliklerini ve dikdatörlüklerini gizlemek için ,her seçim öncesi bir düşman üretirler. Sonrada suçu ona yüklerler.Halbuki milleti ondokuz senedir yöneten sizsiniz. Ülkeyi adalet ve hürriyetlerden mahrum eden demokrasiye hasret bırakan sizsiniz. Tek adam, tek parti zihniyetine mahkum eden,siz AK  parti iktidarı değil mi?..Milletin geleceğini karartan ümitle bakamaz hale getiren sizsiniz. Bu gün sebze meyve kuyruğuna mahkum eden sizlerinn yanlış tarım politikalarıdır.

Dostlarımızı çoğaltıp düşmanlarınızı azaltacağız dünyaya barış ve huzurun gelmesi için çalışacağız diye geldiniz ama herkesin huzurunun bozulmasına sebep oldunuz. Çevrenizde dost ülke bırakmadınız.Bu mudur sizin dış politikanız? 

İçeride birliği bozanlar,dışarıda birlik sağlayabilir mi? Kardeşi kardeşe düşman ettiniz okula,camiye siyaseti soktunuz. Yargıyı siyasal hale getirip devletin geleceğini tehlikeye attınız. Milletin feetleri arasına senelerce silinmeyecek düşmanlık tohumları saçtınız.Fitne uykuda olduğu halde onu uyandırmak için her seçim öncesi düşman ürettiniz.Şimdi de uyguladığınız yanlış politikalarınız sonucu enflasyon arttı.Döviz ve altın fırladı millet hergün biraz daha fakirleşti.Seçimler yaklaştı başarısızlıklarınıza yeni yeni mazeretler bulmanız gerekirdi.Bunun için dış güçleri düşman göstererek ekonomik kurtuluş savaşı ilan ettiniz.Yeter artık bu milleti aldatmaktan vaz geçin çünkü millet size güvenmiyor seçim istiyor. Her seçim sonunda ülkeye kin ve nefretin hakim olmasını sağladınız.

Önce desteğini almak için  yücelttiğiniz değerleri daha sonra algı operasyonları ile milletin gözünden düşürdünüz. Değerleri değersiz hale getirdiniz.Sonra muhalefeti güçsüz  hale getirdiniz. Ülkede muhalefet yok diyerek kendi siseminizi kurup, hem iktidar hem  muhalefet oldunuz.Kurduğunuz bu Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile meclisi dışlayarak demokrasiye en büyük darbeyi vurdunuz. İstibdat  ve tek adamlığınızı  pekiştirdiniz.Daha sonra milleti iki cepheye bölerek savaş konumuna getirdiniz seçim değil savaşa gider gibi ülkede beka sorunu icat ettiniz..Amaç ittifaklar ile saltanatlarınızı devam ettirmek.Ama millet bu sefer kanmayacak. Çünkü aradığı alternatif Demokrat misyon DP kırat ile millet ittifakı içinde hizmet etmek üzere meydanlarda ... Allah bu milletin yar ve yardımcısı olsun.

Rafet Özcan

29 Kasım 2021 Pazartesi

FAKİRLİĞE KARŞI FEN VE SANATLA CİHAD

 Hakikat

26 Şubat 1324 (11 Mart 1909),

Volkan, Sayı: 70, Sayfa: 3.

Biz “Kàlû belâ”dan cemiyet-i Muhammedîde (asm) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Madem ki muvahhidiz; müttehidiz.

Her bir mü’min i’lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir. Zira ecnebîler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silâhıyla, i’lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi Şeriat-ı Garranın berâhin-i kàtıasının elmas kılıçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaîleriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

Cumhuriyet ki (HAŞİYE) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.

Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur. “İnnallâhe hüve’l-kaviyyü’l-metîn”* hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.

İttifak hüdadadır, hevada ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu; Şeriat da hürdür, Meşrûtiyet de. Mesâil-i Şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz.

Yeis mâni-i herkemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın yadigârıdır.

Bu cümlelerin mabeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum.

HÂŞİYE: O zaman “Meşrûtiyet,” şimdi o kelime yerine “Cumhuriyet” konulmuş.

Said Nursî

Dipnot:

* “Muhakkak ki Allah sonsuz güç ve kudret sahibidir.” Üstadımız aynı makaleyi Tarihçe-i Hayat’ta derc ederken Arapça ibare şöyle yer almıştır: “İnnallâhe lekaviyyün azîz” [Şüphesiz ki Allah pek kuvvetli ve pek izzetlidir. (Hac Sûresi: 40.)]

Eski Said Dönemi Eserleri, 45; Beyanat ve Tenvirler, s. 64.

28 Kasım 2021 Pazar

ÖĞRETMENDE ARANAN VASIFLAR

 

Başarılı öğretmen – Başarısız öğretmen

Öğretmenlik kolay değildir.

Her meslekte olduğu gibi, “Öğretmenlik Mesleğinde” de kişilikler farklı olduğundan “başarılı” ve “başarısız” öğretmenin olunabilir. Eğitimcilerin ve öğrencilerin gözüyle “başarılı, iyi bir öğretmen” in özellikleri nelerdir?  Kısaca özetlemek gerekirse;  tespitlerimi sizlerle paylaşmak isterim.

İyi ve başarılı bir öğretmenin vasıfları:

1.    Öğrencilerine konuşma  fırsatı verir, onların derse katılımlarını sağlar.

2.    Öğrencilerinin  daha aktif olmaları için onları cesaretlendir. 

3.    Hata yaptıkları zaman bile öğrencilerine cesaret verir.

4.    Öğrencilerinin hatalarına karşı hoşgörülüdür.

5.    Kendi sorunlarını sınıfa getirmez.

6.    Anne-baba ve arkadaş gibi öğrencileriyle dost olmasını bilir.

7.    Öğretmeyi ve öğrencilerini sever. Öğrencilerini ciddiye alır.

8.    Sınıfta ürününü satmak için profesyonel bir oyuncudur.

9.    Derse uygun araç-gerecini ve teknolojiyi kullanır.

10.Dersine ait öğretim metot ve tekniklerini bilir.

11.Konularının öğretimine ilişkin görsel ve işitsel araçları derste kullanır.

12.Üretken bir çevre yaratır. Alanında uzmanlaşmıştır.

13.İyi davranışlar sergiler. Sabırlı ve öğretmenlik heyecanını asla yitirmez.

14.Sınavlardan önce öğretir. Tahtayı çok kullanmaz.

15. “Neyi? Ne zaman? Nasıl? ve Niçin?”  öğreteceği  konusunda  emindir.

16.Yeterince öğretmeden asla sınav yapmaz.

17.Konuları öğrencilerinin seviyelerine göre anlatır.

18.İşini ve öğrencilerini sever. Bir seferde yalnız bir şey öğretir.

19.İyi bir plâncı ve derse hazırlıklıdır. Öğrenci merkezli öğretimi uygular.

20.Öğrencilerine tanır, isimleriyle hitap eder.

21.Kendini alanında sürekli yeniler. Teknolojiyi kullanmasını bilir.

22.Derste beden dilini kullanır. Sınıfta profesyonel bir oyuncudur.

23.Derste bir yerde sabit durmaz, hareket halindedir.

24.Öğrencilerinin kendisini gözleriyle takip etmesini sağlar.

25.Öğrencileriyle arasında daima bir mesafe bulundurur.

26. Veli ve arkadaş toplantılarını yönetir.

27.Derslerine hazırlanarak, amaca uygun bir plânla girer.

28.Kendisini ve dersini sevdirir. Öğrencilerini notla korkutmaz.

29.Derslerinde öğrencilerini sıkmaz. Zaman zaman sınıfa uygun şaka yapar.

30.Her şeyi bildiğine inanmaz. Öğrencilerinin ihtiyaçlarını bilir.

31.Sınıf yönetimini iyi bilir. Sınıfta boşuna zaman harcamaz.

32.Sevgi ve saygıya dayalı bir otoritesi vardır.

33.Araştırmayı sever. Karar vermesini bilir.

34.Derste öğrencileriyle aynı frekanstadır.

35.Tatlı dil ve güler yüzle başarıya ulaşılacağını bilir.

Bu özellikleri çoğaltabiliriz.


Başarısız  Öğretmen’in özelliklerine gelince;

Sizler de öğrenci oldunuz. Hani derler ya, “En iyi müfettiş öğrencilerdir”. Belki de öğrenme hevesinizi kıran, dersten soğutan ve başarısız olmanıza neden olduğunu düşündüğünüz öğretmenleriniz olmuştur.

Başarısız öğretmenlerin özelliklerini tek tek saymak istemiyorum. Yukarıdaki özellikleri ters-yüz edersek, çıkan olumsuzluklar da “başarısız öğretmenler”in özellikleri olur.

“Öğrencinin beyni paraşüt gibidir. Açık olduğunda işe yarar…”

Tüm öğretmenlerimize  başarılı olmalarını dilerim.

Sevgi ve saygılarımla.  

Ali İhsan ÖZÇAKIR

MEB. Bakanlık Başmüfettişi (E)  

25 Kasım 2021 Perşembe

DERDE DERMAN



Rahmet okuyan dudaklar kapalı kalalı
Ağızlar kilit vurulmuş gibi susar
Feyze muhtaç gönüller var olalı
Emin olabilirsin nefis de susar
Ten canımdan ayrı kalalı,
Ötmez oldu bülbülleri yaralı.
Zafer çığlıkları atan gönül pınarı,
Can evinden gelen bir ses ile inledi.
Acıyın bana, inanın hiç suçum yok.
Niçin dersen? Derdim çok,derman yok.
                                                      
   Rafet ÖZCAN

KÜÇÜK ÇOBANIN CEVABI

 Abdullah bin Mübarek, bir zaman koyun güden çoban çocuğa rastlar. Çocuğa acır, çünkü çocuğun herhangi bir eğitim alması imkansızdır. Kendi kendine:

“Şu çocuğa Allah, din, imanı birisi öğretmezse bu çocuk dağlarda bunları nasıl öğrenecek ? En azından birkaç şey öğretmeliyim şu zavallıya” diye söylendi.
Çocuğa sordu:
-Allah’ı bilir misin ?
-Bilirim tabi insan yaratıcısını bilmez mi ?
-Peki onu nasıl bilirsin ?
-Koyunlarıma bakınca Onu idrak ederim.
-Nasıl yani?
-Ben her gün koyunları güdüyorum. Ben olmasam onları ya kurt kapar, ya çalarlar ya da kaybolurlar. Ben onlara sahip çıkarım. Bizi yaratan, koruyup kollayan da Allah’tır.
-Başka ne bilirsin ?
-Allah’ın verdiği üç nimeti bilirim. Kalp,dil ve beden. Kalp ile Onun sevdiklerine gönül veririm, sevmediği şeylere buğzederim. Dilimle Allah’ı zikrederim, dua ederim. Bedenimle çalışırım.
Abdullah bin Mübârek çocuğa hayran kalmıştı. Ondan nasihat istedi. Çocuk: -Ey yabancı adam. Alim birisi olduğun her halinden belli. Eğer ilmi Allah rızası için öğrendiysen, ilmin karşılığında insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. İlmi dünya nimeti elde etmek için öğrendiysen, ahretten nasibin olmaz.

23 Kasım 2021 Salı

ÖĞRETMEN OLMAK !!

 BU ZAMANDA ÖĞRETMEN OLMAK VE ÖĞRETMENLİK GÖREVİNİ YERİNE GETİREBİLMEK, ÇOK ZOR BİR İŞTİR.


 Neden mi dersiniz? İsterseniz anlatayım size;
Öğretmenlik mesleği kutsal bir meslek,öğretmenler ise, mesleği nedeni ile saygı duyulması gereken insanlardır.Toplumları eğitim ile değiştirecek bu eğitim kadrosunun fertleri öğretmenlerimiz maalesef bugün toplumda istenilen saygıyı görmemekte ve istenilen  yerini almamaktadır.Bu durumun başlıca birkaç sebebi vardır.
1-Öğretmenlerimiz yanlış yönetmelikler ve değerlendirmeler sonucu toplumdaki saygınlığını yitirmiş ve öğrencilerin velilerin gözünde sen de kimsin gerekirse sana görev dahi yaptırmamak  için notunu düşürür seni kendimize kul ederiz.
2-Öğretmen değil mi? aldığı maaş nedir ki? Benim çocuk giyim ve kuşamı ile araba ve harcaması ile öğretmene eyvallah etmeyecek durumda.İster okusun ister okumasın bir diploma alsın yeter demek çok yanlıştır.
3-Ögretmene saygı tamamen ortadan kalkmış öğrenci öğretmeni tehdit eder ve disiplin ve ahlaktan yoksun duruma gelmiştir.Böyle bir ortamda öğretmenlik yapmak ve başarılı olmak mümkün mü?
4-Öğretmen çoğu zaman aceb bir iftiraya kurban gider miyim düşüncesi ile rahat hareket edemeyecektir.Bu da öğrenci öğretmen ve öğretmen veli ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.
Şikayet edilebilirim korkusu ile ders yapan bir öğretmen ne kadar başarılı olacaktır,bunun takdirini sizlere bırakıyorum.
Veliler, aileler, maalesef çocukları gerekli terbiye vererek okula gönderme yerine, okulu vakit geçirilecek yer olarak görmektedir.Bu nedenle çocuklar gerekli eğitimi okulda alamamaktadır.
Okul yönetimi bu durumu bildiği halde çok zaman koltuk sevdası nedeniyle ya da kendi yetersizlikleri sebebi ile vaziyeti idare etme cihetine gitmektedir.Bu demek değildir ki tüm yöneticiler böyle, hayır. Okulunun başarısı için tüm imkanları seferber edip öğretmenlerine değer veren birçok yöneticimiz vardır elbette. Ben öğretmenini koruyup, çalıştırarak ondan en büyük verimi sağlayan yöneticilere teşekkürü bir borç bilirim.
Değerli öğretmen arkadaşlarım;Her türlü sıkıntı olumsuzluklara rağmen bu zor ve kutsal görevde başarılı olmakla görevlisiniz .Zira siz toplumun geleceğinde söz sahibi olacak kişileri en güzel şekilde eğitip yetiştirmek zorundasınız. Allah yardımcınız olsun.
Değerli yöneticilerimiz; unutmamalısınız ki,öğretmenlerimizin huzurlu bir ortamda çalışmaları onları başarılı ve mutlu kılacaktır.Bu başarı sadece onların değil sizin de başarınızdır.Unutmayalım ki,başarı bir ekip işidir. Öğretmenlerimize sahip çıkalım ve onlardan en güzel şekilde faydalanalım.
Bu vesile ile, 24 Kasım öğretmenler gününüzü kutlar, başarılar dilerim.

22 Kasım 2021 Pazartesi

İNSAN OLMAK VE ADAM GİBİ YAŞAMAK...


Hüda-yı Kur'anî der ki: "Ey insan!

Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir.

O emanetin mâliki, herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerim'dir.

O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor.

Tâ senin için muhafaza etsin, zayi' olmasın.

İleride mühim bir fiat sana verecek.

Sen muvazzaf ve memur bir askersin.

Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et.

Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızk olarak gönderiyor ve senin tâkatın yetmediği şeylerden seni muhafaza eder.

Senin şu hayatının gayesi, neticesi; o Mâlik'in esmasına ve şuunatına bir mazhariyettir.

Sana bir musibet geldiği vakit, de:  ﺍِﻧَّﺎ ﻟِﻠّٰﻪِ ﻭَﺍِﻧَّٓﺎ ﺍِﻟَﻴْﻪِ ﺭَﺍﺟِﻌُﻮﻥَ

(İman ve küfür muvazeneleri s.87)

Allah'dan geldik,yine O'na döneceğiz.

İNSAN OLARAK YARATILMAK VE ADAM GİBİ YAŞAMAK

Bütün canlı ve cansız mahlukatı yaratan Allah, İnsanı ayrı bir katagoride değerlendirmekte ve O'nun yaratılışını Ahseni takvim olarak belirtmektedir.

Mükemmel bir şekilde yaratılan insan kendisine verilen akıl, irade ve nefis vasıtası ile alçaltılıp yükseltilerek, değişkenlik arzeden yüce bir varlık haline getirilmiştir.Yani insan olmak yada olmamak durumu...Adam olmak olamamak hali gibi.

İnsan olmak ve bu insanlığı devam ettirmek, daha doğrusu adam olmak ve adamlığı ömür boyu devam ettirebilmek, pek kolay birşey değildir.

Adam evladına, "sen adam olamazsın" diye boşa dememiştir.

Evet Allah insan olarak yaratmıştır ama adam gibi adam olarak, hayatını kaç kişi devam ettirebilmektedir.

Okumak, adam olmak demek değil, cehaleti yok etmek, bilgi elde etmektir.Her insan kendi kendine bir empati yapıp sorgulamalıdır.Ben kimim?nereden geliyorum, vazifem nedir? Nereye gidiyorum?

Başkasından beklediklerimi ben kendim yapıyormuyum?

Aceba ben başta beni yaratan Allah'ıma ve  bana dinimi öğreten peygamberime olmak üzere, sonra anne babama ve topluma karşı görevlerimi, bilhassa insanlık görevlerimi yapıyormuyum?

Kısacası ben adammıyım ,adam gibi davranıyormuyum?

Allah'ım bizi insan olarak yarattın adam olmamızı sağla, adam gibi son nefesimizi teslim etmeyi nasip eyle. Amin.

Rafet Özcan

17 Kasım 2021 Çarşamba

İKİYÜZLÜLÜK VE NİFAKTAN SAKUNMALI


BİR ÂYET, BİR YORUM

“İnsanlardan bazıları vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine Allah’ı şahit tutar. Halbuki o hasımların en yamanıdır.”

(Bakara: 2/204)

Bu âyet, Ahnes bin Şurayk hakkında nazil olmuştur. Ahnes güzel konuşan, endamı güzel bir insandı ve münafıktı. Resulullahın (asm) yanına gelir, kendisinin Müslüman olduğunu, Hz. Peygamber’i sevdiğini söylerdi. Halbuki içi fenalık doluydu. İşi gücü Müslümanlara zarar vermekti. Bir sonraki âyette “O, dönüp gitti mi insanlar arasında bozgunculuk etmek, ekinleri ve nesilleri bozmak için koşar. Allah bozgunculuğu sevmez” buyruluyor. Bu âyet bu tür insanların sözleri ile fiilleri arasında bir tezat olduğuna dikkat çekiyor.

Bu âyet Müslümanları ikaz ediyor. Bu âyetten anlıyoruz ki, bazı insanlar birkaç maske ile dolaşıyorlar. Kimin yanına giderlerse o maskeyi takıyorlar. Bu tip kimseler, ağızlarından bal damlayan kimselerdir. Ancak kalpleri fesattır ve koyun postu giymiş kurtturlar. Kurtlar, kuzuları yemek için koyun postu giyerler. Yani amaçları kuzulara zarar vermektir. Ama asla gerçek kimlikleriyle gözükmezler.

Mü’min ferasetli olur. Kimin samimî, kimin samimî olmadığını, kimin gerçekten Allah rızası için, kimin nefsinin ve menfaatinin rızası için ne gibi maskeler taktığını bilir. Bu âyet kendisini okuyan herkese, hepimize mesajını veriyor. Ben bu âyeti okuduğum zaman şöyle düşünüyorum: “Benim yüzümde kaç tane maske var? Arkadaşlarıma böyle iki yüzlü davranıyor muyum? Dâvâmda, iman ve İslâm dâvâmda samimî miyim? Yoksa insanlara güzel görünüp de menfaat elde etmek için mi yaşıyorum? Bir taraftan konuşurken ağzımdan bal damlarken, diğer taraftan bozgunculuk yapmak için mi uğraşıyorum? Rahmetin gelmesine engel olacak ısrarlı bir şekilde günahlara dalıyor muyum?”

Bu âyet, insanların kusurlarını araştırmayı değil, çuvaldızı kendimize batırmayı, aynayı kendimize tutmayı tavsiye ediyor. Bizler başkalarının kusurlarını araştırmakla yükümlü değiliz. Kendi kusurlarımızı bilmek ve onları düzeltmekle yükümlüyüz. Allah böyle davranan insanları sevmeyeceğini, “Vallahü lâ yuhibbu’l-fesad” âyetiyle beyan ediyor. Bu arada bizi kandırmak isteyen kimselere karşı da uyanık olmak durumundayız. Bu âyet bizlerin bu tür kişilere karşı da uyanık olmamızı tavsiye ediyor. Bunlar, dini feda edip dünyayı tercih eden, dünyayı satın alan insanlardır. Dünya hayatında ufak tefek menfaatler için bu tür maskeler takan kimselerdir. Cenâb-ı Hak bizleri ikiyüzlü eylemesin, nifaktan muhafaza etsin. Bu tür insanların şerlerinden de uzak kılsın. Âmin.

MADEM DÜNYA VAR ÖYLE İSE AHİRETTE VARDIR

 Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmane muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet; acaba haşri getirmemekle umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi' eder mi?

Ve tabiri caiz ise, rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i rububiyet; ve kemalâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz hârika san'atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı uluhiyet, böyle hem umum kemalâtını, hem bütün mahlukatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi?

Hâşâ!

Böyle bir Cemal-i Mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka bilbedahe müsaade etmez.

   Evet âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikıyla inkâr etmeli.

Yoksa, dünya bütün hakaikıyla, yüzbin lisanla onu tekzib ederek bu yalanında yüzbin derece yalancılığını isbat edecek.

Onuncu Söz kat'î delillerle isbat etmiştir ki; âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat'î ve şübhesizdir.

Asa-yı Musa - 180

16 Kasım 2021 Salı

KEYFİ İDARE KANUNSUZ MUAMELE

 ▪︎Rus kafirinin üç senede yapmadığını üç günde yaptılar.

... Bu dostlarım güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebeb yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken.. üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar; ihtilattan men'ettiler.

Vesikam olduğu halde dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men'ettiler; muhabereye sed çektiler.

Hattâ vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men'ettiler.

Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için, -daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim- mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar.

   Hem istemediğim halde, birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor; nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor; âmirlerinden iltifat görmek için beni taciz ediyor.

   İşte böyle vaziyette bir adam, Cenab-ı Hak'tan başka kime müracaat eder?

Hâkim, kendi müddeî olsa, elbette ona şekva edilmez.

Gel sen söyle bu hale ne diyeceğiz?

Sen ne dersen de.. ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var.

Münafık kâfirden eşeddir.

Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar.

   Hey bedbahtlar!

Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum?

İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum!

Demek hizmetim hâlis, lillah için olmamış ki aksü'l-amel oluyor.

Siz ona mukabil, her fırsatta beni incitiyorsunuz.

Elbette Mahkeme-i Kübra'da sizinle görüşeceğiz.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ ٭ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ

derim.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

  Said Nursî 

Mektubat - 75

14 Kasım 2021 Pazar

FİTNELERDEN KORUNMA ÇARELERİ

 •İnsanın hakikî ilim ve fazileti kazanmasının iki temel menbaı, naklî ve aklî delillerdir. Kulak naklî delillerin, göz aklî delillerin iki ana cihazıdır. Fitneye düşmemek isteyen bu mühim iki organı asıl vazifelerinde istihdam edip nefsin âleti olarak kullanmamalıdır. Çünkü İslâm cemiyetinde taklidî iman kâfi olsa da, fitne zamanlarındaki bozuk cemiyetlerde mü’min iman-ı tahkikî ile hak ve batılı ayırıp kendi hayatında iman nuru ile hakkı takib eder. Medeniyet namı altında işlenen günah ve haramı tanır.

•Hadisi Şerif: Âhirzaman fitneleri zuhur ettiğinde: İnsanların akaidleri bozulur, emanetlerini hafife alırlar ve—parmaklarını birbirine geçirip—böyle olduklarını gördüğün zaman; evini tercih et.” Lisanına sahib ol, maruf olanı al, münkeri bırak, kendi işinde meşgul ol ve ammenin işlerini kendilerine bırak.»

•«Risâle-i Nur’un nuru- ile dalâletin tecavüz eden nârı İnşâallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risâle-i Nur’un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu, çok emareler ile hissediliyor.» (Şuâlar sh: 735)

•Risâle-i Nur’dan ders alan, elbette çok masumların kanını ve hukukunu zayi eden fitnelere girmez ve bilhassa tecrübeleriyle, mükerreren akîm ve zararlı kalan fitnelere hiçbir cihetle yanaşmaz. Ve bu on senedeki on fitnelere, Risâle-i Nur’un şakirdlerinin ondan birisi, belki aslâ hiçbirisi karışmadığı gösterir ki, risâleler bu fitnelere zıd ve asayişi temine medardırlar.» (Tarihçe, sh: 232)

•Buradaki ikaz bütün Müslümanlara şamildir. Bu asrın fitnelerini araştırmayan ve gereken tedbirleri almayanın içine düşme tehlikesi çok kuvvetlidir.

AHİR ZAMANIN DEHŞETLİ FİTNESİ

  Sahabe devrinden başlayıp tabiin ve tebei tabiin zamanından başlayarak günümüze kadar gelen zaman içerisinde Müslümanların en fazla çekindikleri, korktukları ve endişe ettikleri “Ahir zaman fitnesi” olmuştur. Cenâbı Hak hepimizi muhafaza etsin. (Âmin.)

Fitnenin çok çeşitli tarifleri var. Vicdanı tamamen tefessüh etmemiş herkesin dehşetini hissettiği bu felâketli devrelere Kur’ân ve Hadis lisanında fitne deniliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: « “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dâhilî olacak» (Mektubat, sh: 107)

Resulullah (asm): “Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne, bir imtihan vesilesi bırakmadım” buyuruyor.

Ahir zaman fitnesinin dehşeti, tehlikeleri, tuzakları ve cazibeleri:

•Nefse hâkim olamamak. “Fitne-i Âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.”

•Başka nefisleri kendisine çekmek.

•İnsanları ihtiyarlarıyla, menhus zevkleri iştahla yapmaya düşürmek.

•Kadınların, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmalarından dolayı, seve seve o fitneye atılmaları.

•Fıtraten cemalperest (güzelliğe tutkun) erkeklerin nefsine mağlûp olup o ateşe sarhoşâne bir sevinçle düşüp, yanmaları.

•«Bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaîyesi dehşetli, câzibeli, elîm, meraklı bir vaziyetle en ulvî lâtifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşmeleri.» (Kastamonu Lâhikası, sh: 104)

•«Fitne-i âhir zamanın en dehşetlisi ve cazibedarlarının, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor olması.

•İnsanın ihtiyarını elinden alıp, pervane gibi sefahet ateşine atması.

•Bir dakika dünya hayatını ve zevklerini, senelerle bâki hayata tercih ettirmesi. (Gençlik Rehberi, sh: 16)

•Bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: «Size benden sonra dört fitne gelecektir. Dördüncüsü geldiğinde, kulağa bir şey girmez, göz görmez ve her tarafı fitne sarar. Ümmet bir belâya mübtela olur, yılanın çöreklenmesi gibi. Öyle ki, onda ma’ruf inkâr edilir, Münker ise maruf sayılır. Ve bu fitnede, insanların bedeni öldüğü gibi kalbleri de ölür.»

•Diğer bir hadîs de özetle şu mealdedir: «Âhirzaman fitnesinde bozuk insanların kalbleri şeytan kalbi gibidir. Kan dökücü (anarşist ve ihtilâlci, fâsık) tırlar.

•Ahirzamanın, Çocukları uram (edebsiz ve hırçın); gençleri hayasız ve vakarsız; yaşlıları emr-i bil-ma’rufu yapmaz; sünneti bid’at gibi, bid’atı sünnet gibi görürler; idarecileri tâgi ve müfsiddir..; İşte o zaman Allah onlara şerlilerini musallat eder. Hayırlıların duâsı (ve dâveti) kabul olmaz.» (Ramuz-ul Ehadîs, No: 502)

•«Âhirzaman fitnesinde kişi mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak akşamlar. Ancak Allah’ın ilim ile ihya ettiği kimseler müstesnadır.»

•Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak.

Dinin şiddetle men’ettiği şey fitne ve anarşidir.

13 Kasım 2021 Cumartesi

NUR TALEBELERİ MANEVİ ZABITA

 "Nur talebeleri manevî bir zabıtadır.

Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar.

İman-ı tahkikî ile; Nur'u okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar."

   Bunun bir numunesi Denizli Hapishanesidir.

Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfında ikiyüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salah-ı hal aldılar ki; üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu.

Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi' bir uzuv olmaya başladı.

Hattâ resmî memurlar, bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular.

Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: "Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız; tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız.

Onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz." İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini, emniyeti ihlâl ile ittiham edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesabına hükûmeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar.

   Biz bunlara karşı deriz: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür'at ve telaşla kafile kafile arkasında, toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız.

Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz.

Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, i'dam-ı ebedî dar ağacına çıkacaksınız.

Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fâni zevkler, bâki ve elîm elemlere dönecek.

   Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon veli makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-i İslâmiyete bazan "tarîkat" namını takıp ve o güneşin tek bir şuâı olan tarîkat meşrebini, o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp, hakikat-i Kur'aniyeye ve hakaik-i imaniyeye tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine "tarîkatçı" ve "siyasî cem'iyetçi" namını vererek aleyhimize sevketmek istiyorlar.

Biz hem onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde dediğimiz gibi deriz:

   "Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun.

Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur'aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!"

Lemalar - 262

12 Kasım 2021 Cuma

HER DİKDATÖR ZALİM VE KORKAKTIR

 Dünyada en çok korkanlar kimlerdir diye sorulsa verilecek cevap elbette hukukun üstünlüğüne inanmayan ihtilâlci dikdatörlerdir olacaktır.Niçin bu dikdatörler çok korkar?

1-Bu dikdatörler hukuk tanımaz.
2-Fırsatçı oldukları için kendilerinden başkasına güvenmez.
3-Kendileri ihanet ettikleri için ihanete uğrama korkusu taşırlar.
4-Milletin iradesini hiçe sayarak milleti hakir görürler.
5-Adalet ve hukuk tanımadıkları için zalimdirler,onun için intikam duygusu ile yaşarlar.
6-Rahat hareket edemezler çünkü koruma ordusu ablukası altında halktan kopuk ve kuşkuludurlar.
7-İktidarlarını korku üreterek ve korkutarak devam ettirmek isterler.
8-Kendileri ihanet içerisinde oldukları için her kesi düşman görürler.
9-Korku duvarının arkasında her an korku içerisinde yaşarlar.
Her devrin dikdatörleri zalimdir çünkü hesap günü gelmeden zulmü ile âbad olur ama ergeç ahırleri berbattır.Bunlar dünyada da ahırette de rahat yüzü görmezler.Zahiren bahtiyar görünseler dahi manen huzursuz ve endişelidirler.Korku içerisinde her tarafa korku salıp korku yayarlar.Bunların tek silahı korkutmak ve insanları kendilerine kul köle etmektir.Etrafında dalkavuk ve mürai  alkışçıları vardır.Korku dağa taşa siner herkes korku içinde riyakarlık ile yalan ve yanlışta olsa başındaki zalimi alkışlar.
Tarihte bu korkak dikdator despotların çok örneği var, fakat hiç birisinin akıbeti iyi olmamıştır.İşte Nemrut,işte fravun işte deccal ve süfyan...vb.
Günümüz zalim ve dikdatörleri de aynı sonu yaşayarak bu dünyadan göçüp gitmişler,geride kalanlarda aynı akıbete uğrayacaklardır inşallah.
Ne diyelim, bu dünya etme bulma dünyasıdır. Zulm ile âbad olanın ahırı berbat olur.
Son söz olarak, yıllarca zalimlerin zulmüne uğramış ,28 sene hapis hayatı ve 19 sefer zehirlemelerine rağmen yine de onlara boyun eğmeyen, Bediüzzaman hazretlerinin,"Zalimler için yaşasın Cehennem" sözleri ile nokta koyalım.
Allah mazlumların yardımcısı olsun.
Rafet Özcan

TECESSÜS NEDİR ?

 Tecessüs, sözlükte “araştırmak, dikkatle bakmak”; ahlâkî terim olarak ise, “bir kimsenin özel durumunu merak edip öğrenmek için onun bilgisi ve rızası dışında gizlice araştırma yapmak” 1 manasını ifade eder.

Bir insanın dününü bugününü, saklısını gizlisini; hasbe’l-beşer içine düştüğü hâlleri araştırmak; -şayet varsa- çirkinliği görmek ve ona vâkıf olmak araştırılar insan için olduğu kadar, araştıran kimse için de bir ahlâkî problem, bir şahsiyet sorunu. 

Hâlbuki herkesin özelinden; çirkininden, güzelinden kime ne? 

Kul kusursuz olmuyor. 

Hata sevap, doğru yanlış o kimseyle Rabbi arasında olan bir durum. 

İnsanoğlu melek değil ya...  

Maâzallah, minarenin basamakları birer birer çıkılır; bir an olur, sonuncudan tepetaklak düşülür. 

Bir başkasını araştıran insanın tenceresinin kapağını şöyle bir kaldıracak olsanız, kim bilir, içinden ne menem şey çıkacak. 

İlim adına, kanun namına araştırmaya kimsenin söyleyeceği bir şey olamaz. Ama insanın özel hâllerini araştırmak örfen, dinen; şer’an yasaktır.  

Rabbimiz, Kitabında şöyle emrediyor: 

“Ey iman edenler! Tecessüs etmeyin.” 2 

Kitapta, gizli kusurların araştırılması kesin bir dille yasak edilmiş, böylesi davranışların Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağının kopmasına, toplum barışının bozulmasına yol açan yıkıcı davranışlar niteliği taşıdığına dikkat çekilmiştir. 

“Taberî, yukarıdaki âyette geçen ‘velâ tecessesû’ ifadesini, ‘Birbirinizin gizli hâllerini gözetlemeyin, kusurlarını ortaya dökmek amacıyla sırlarını araştırmayın’ şeklinde yorumlamıştır.” 3 

Peygamber Efendimiz (asm), tecessüsün zararlı ve kötü bir şey olduğunu “Tecessüste bulunmayın, birbirinizin iç yüzünü araştırmayın” 4 hadis-i şerifleriyle men etmiş, inanan insanlara bundan uzak durmalarını tavsiye etmiştir.   

Araştıran, araştırılanın sevdiği bir insansa ve o araştırılan kimse, araştırıldığından haberdar olursa, koskocaman bir erozyon yaşanır! 

Belki renk vermez, ama birdenbire renk adına her ne varsa, albenisi değişir.  

Bu durumda, uzak yakın fark etmez.   

Doğru olan; kişinin, kendini ilgilendirmeyen ve üzerine vazife olmayan bir konuda, haddi aşıp, bilgi sahibi olmaya çalışmaması. 

Bu kadar! 

Dipnotlar: 

1- TDV İslâm Ansiklopedisi, 40, 246-247. 2- Hucurât Sûresi, 12. 3- TDV, İslâm Ansiklopedisi, 40: 247 (Câmiu’l-Beyan, 11; 394). 4- İbn Kesir, Tefsir 7: 357.

"HER ŞEYİ MADDEDE ARAYANLARIN AKILLARI GÖZÜNDEDİR"...


İnsana en büyük değeri veren Allah onu halifeyi arz olarak yeryüzünde vazifelendirmiş.Bütün mahlukatı insanın emrine vermiştir.

Bir alimin ölümünü bir alemin ölümü olarak gören yüce dinimiz canlıların bilhassa insanın ve ilmin dolayısıyla alimin ne kadar değerli olduğunu ifadeye çalışmıştır.

MÜSLÜMANLAR NEDEN HER ŞEYİ MADDEDE ARAR ?

İslamin evrensel çağrısına   rağmen neden  bütün karışıklıklar ve kurbanlık sürü  gibi akan  bütün kanlar hep  müslüman ülkelerde yaşanır?  Dininİn,devletinin ve ırzının  düşmanına niye bu kadar karektersizce aşık olur bu insanlar?  Niye bu kadar hain üretir bu coğrafyalar ?

 Bu sorulara çok acı bir örnek...

Yıl 1917...

Bir İngiliz general Irak'ta yardımcıları ile arazide gezinirken bir çobana rastlar. Çevirmen aracılığıyla çobana:

''Eğer sürüdeki köpeğini öldürürse ona yüz sterlin vereceğini söyler. Doğaldır ki, çoban için köpek çok değerlidir, sürüyü sevk ve idare eder. Kurtlara ve öteki yabani hayvanlara ve art niyetli insanlara karşı onları korur.

Ama teklif edilen para da çok büyüktür. Çoban köpeği yakalayıp, generalin önünde keser.

General bu kez de çobana; "köpeğin derisini yüzersen yüz sterlin daha veririm" der, çoban köpeğin derisini yüzer.

General çobana; köpeği parçalara bölersen bir yüz sterlin daha veririm, der. Çoban onu da yapar. General parayı verip oradan ayrılır.

Çoban generalin arkasından seslenir:

"Yüz sterlin daha verirsen köpeği yerim."

MÜSLÜMANLAR NEDEN SÜRÜ GİBİ, BU HALDEDİR?

General;

"Asla... Ben sizin değer verdikleriniz hakkındaki karakterinizi öğrenmek istedim. Sen para için, yoldaşın, yardımcın ve senin için çok değerli olan köpeğini kestin, yüzdün ve parçaladın. Eğer bir yüz sterlin daha verseydim, yiyecektin de. Benim, ihtiyaç duyduğum ve öğrenmek istediğim bu karakterdi."

Sonra yanındakilere dönerek;

"Bir ülkede bu karakterde insanlar fazla olduğu müddetçe asla korkmayın" dedi. Parayı verir her şeyi yaptırırsınız.

MÜSLÜMANLAR BU HALE NASIL GELDİ ?

Çoban ve köpek işbirliği içinde idi.

Çoban çıkarı için birlikte görevli olduğu arkadaşını yok etti.

Bir toplumda bu tür kişiler çoksa, o toplumda birlik ve dayanışma kolaylıkla ortadan kaldırılabilir. Çıkarcılar dostlarına herzaman ihanet edebilir.

Para her şeyi çözer!" diyorsa bir insan, "Ben para için her şeyi yaparım!" demek istiyordur. Para her şeyi çözmez, para her kapıyı açmaz. Para sadece para için yaşayanların kapısını açar.

Halbuki asrın müceddidi Bediüzzaman,müslümanın ölçüsünü,

"Herşeyi maddede arayanların akılları gözündedir.Göz ise maneviyatta kördür."diyerek belirlemiştir.

Ne diyelim, iktidara geldikleri günden beri ekenomi de ekenomi diyen ve maddi kalkınmayı manevi kalkınmanın önüne koyan siyasi iktidar mensuplarının ibret alması temennisiyle...Allah yöneticilerimize, akıl, fikir ve iz'an ile, basiret nasip etsin.

Rafet Özcan

8 Kasım 2021 Pazartesi

DİNE GELEN MUSİBET

 Dinî musîbet nedir?”

İnsanın kendi tercihini kendisi yaparak inkâr içinde olması kendisinin bileceği bir iştir. Hesabını kendisi verecektir. Bu alanda, sorumlulukları saklı kalmak kaydıyla, insanlar hürdürler. Kur’ân insanları hakka dâvet ediyor; fakat bu alana müdahale etmiyor. Kur’ân bu alana, “De ki:… Sizin dininiz size, benim dinim bana”1 temelinde yaklaşıyor. Çünkü insan tercih sahibidir ve insan tercihlerinden sorumludur. Kur’ân hakkı ortaya koyar; ama insanın tercihlerine icbar ve ikrahta bulunmaz, insanı inanmak zorunda bırakmaz. Bilâkis: “Dinde zorlama yoktur”2 der. “Hak, Rabbinizdendir. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”3 der.

Bu ilâhî ölçü her peygamberin de elinde olmuştur. Peygamberlerden kral olup toplumu yönetenler ve elinde polisiye güç bulunduranlar da olmuştur. Fakat hiçbir peygamber insana icbarda bulunmamıştır, insanları inanmak zorunda bırakmamıştır. Peygamberlik kurumu, insanların tercih hakkını hiçbir zaman incitmemiştir.

Oysa küfran ve tuğyan kurumu hiç de böyle nazik ve kibar olmamıştır. Her zaman ve zeminde kendi inançsızlıklarının hâkim durumda olması için her türlü baskı unsurunu kullanarak toplumu sindirmeye çabalamışlardır.

Aslında son asırda dinin başına gelen musîbetin yanında, önceki asırlarda bir kısım insanın peygamberi reddetmesi, peygamberin getirdiklerini çürütmeye kalkışması, peygamberle alay etmesi, her türlü baskı ve zorbalık unsurlarını kullanarak toplumu peygamberin aleyhine çevirmeye çabalaması, bunda ne kadar başarılı olursa olsun, dine gelen musîbetten sayılmaz. Çünkü dinin muhalifleri varsa, mücahitleri de olmuştur ve küfür ve küfran komitesi, karşısında hep cihad ruhunu bulmuştur. Esasen her dâvânın muhaliflerinin bulunması “dâvâ olma” niteliğinin de bir gereğidir. Muhalifleriniz çok sert, katı ve güçlü de olabilir. Siz Hak dinin salikleri olarak güçsüz, az ve zayıf da olabilirsiniz. Nitekim nice peygamberler bir veya birkaç kişiden ibaret bir inanır kitlesiyle ömür tüketmişler. Bu bir dinî musîbet değildir. Çünkü azsınız ama ölseniz şehitsiniz! Esasen Allah imtihan sırrı gereği işi serbest bırakıyor. İşte âyetler: “Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı.” 4 “Allah dileseydi, onları hidayet üzere toplardı.” 5 “Allah dileseydi ortak koşmazlardı.” 6 “Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi.” 7 “Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.” 8

Peki; asrımızdaki ve asrımıza mahsus dinî musîbet nedir öyleyse? Tamam; küfür, inkâr, alaycılık bu asırda biraz fazlaca olsa da, önceki asırlarda da vardı. Fakat bu asırdaki inkâr ve nifak, sinsice, fen ve felsefe eliyle ve suretiyle geliyor, kanun ve yasa yolu ile milyonlarca insana tamim ediliyor. Keza münafıklık ve aldatmak, hiçbir asırda, asrımızdaki kadar prim yapmadı ve devletin otoritesini eline geçirmedi!

İnsanlık mertti daha önce, nerede durduğu belliydi, neye inandığı, neye inanmadığı belliydi. Ya münkirdi, ya müşrikti, ya da mü’mindi. Münafıklık, yalan ve aldatmak vardı şüphesiz. Ama etkin değildi. Milletin hayatını ve geleceğini ipotek altına almıyordu. Bir komite halinde toplumu yalan, dolan ve nifak tohumlarıyla ezmiyordu, bunun için kanun gücünü kullanmıyordu, kendine fetvacılar peydahlamıyordu, Allah’ın dininde tasarruf yapmıyordu. Müslüman’ı dininden, peygamberinden ve kitabından soğutmak gibi bir eylemin içinde olmamıştı. Dinin birçok referansını katlederek dine yasa zoruyla bid’at sokmak gibi bir fiilin içinde olmamıştı. Eski münafıklar çok daha korkak, cesaretsiz ve eylemsizdiler.

Oysa bu asırdakiler… Yalanda ve nifakta bir azman ve bir acube çıktılar! Dine bidat karıştırmakta, bu işe fetvacı bulmakta ve bunu kanun zoruyla uygulamakta pek mahir ve pek eylemci çıktılar! İşte dine gelen musîbet budur! Dine sokulan bidatlar ve bu bidatların kanun zoruyla milyonlara tamim edilmesi.

İşte Bediüzzaman bundan feryad ediyor: “Bana ıztırap veren, yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!” 9 “Asıl musîbet ve muzır musîbet, dine gelen musîbettir. Musîbeti diniyeden her vakit dergâhı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.”10

DİPNOTLAR:
1. Kâfirun Sûresi: 6;
2. Bakara Sûresi: 256;
3. Kehf Sûresi: 29;
4. Maide Sûresi: 48; Nahl Sûresi: 93; Şura Sûresi: 8;
5. En’am Sûresi: 35;
6. En’am Sûresi: 107;
7. Ra’d Sûresi: 31;
8. Nahl Sûresi:9; En’am Sûresi: 149;
9. Tarihçe-i Hayat, s. 542;
10. Lem’alar, s. 18

ON BEŞ CÜRÜM,ON BEŞ GÜNAH !

 ON BEŞ CÜRÜM


Peygamber Efendimiz (asm) ahir zamanda insanlık olarak başımıza belâ çeken öyle hatalarımızdan ve dalâlet hallerimizden bahsediyor ve uyarıyor ki, her biri ayrı bir belâ ve musîbet hükmündedir.

Bahsettiğiniz hadiste Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim şu on beş şeyi işlediğinde başına belâlar gelir:

1- Devlet malının ganimet bilinmesi ve haksız olarak yenmesi,

2- Emanetin ehline verilmeyip na-ehil ellere verilmesi ve emanetin istismar edilmesi,

3- Zekâtın angarya kabul edilmesi, israfın artması.

4- Kişinin haksız emirlere hilâfsız itaat etmesi,

5- Annesine isyan etmesi.

6- Arkadaşını kayırması,

7- Babasına cefâ ve eziyet etmesi,

8- Camilerde gürültülerin ve boş sözlerin yükselmesi,

9- Halkın en aşağılık kimselerinin söz sahibi olması,

10- Kişiye şerrinden korkulduğu için iyilik edilmesi,

11- İçkilerin serbestçe içilmesi,

12- İpek elbiselerin giyilmesi,

13- Şarkıcı kızların çoğalması,

14- Çalgı âletlerinin yaygınlaşması,

15- Bu ümmetin sonunun evveline lânet okuması.

İşte o zaman kızıl rüzgâr, yere batma veya suret değiştirme belâlarını beklesinler.”1


5 Kasım 2021 Cuma

DÜNYAYI SEVMEYENLER

 Kimler dünyayı sevmez?

Bediüzzaman’ın tasnifine göre dört sınıf insan dünyayı tahkir eder ve sevmez:

1- Ehl-i mârifettir. Cenâb-ı Hakkı derinden bilmeye, O’nu tanımaya, sevmeye, rızasını kazanmaya ve O’na ibadet etmeye mâni olduğu için ehl-i marifet dünyayı sevmez.

2- Ehl-i âhirettir. Âhiret nimetlerine düşkün, gece gündüz âhiret için hazırlanan, ebedî hayat için çalışan kimseler dünyanın geçim derdi, çoluk çocuk derdi, aşı ve işi gibi bir takım zorunlu çalışmalarından rahatsız olurlar. Âhireti bilen ve âhirete hazırlanan, fakat dünyanın zarûrî işlerinden dolayı âhiret amelinden geri kalan bu kimseler, Cennetin güzelliklerine nisbeten dünyayı çirkin görürler. Nitekim dünyanın bütün güzellikleri, Cennetin güzelliklerine oranla hiç hükmündedir.

3- Ehl-i Dünyadır: Dünyayı sevmeyen üçüncü sınıf insan gurubu aslında ehl-i dünyadır. Bir kısım ehl-i dünya dünyayı aslında sevmez; çünkü eline geçiremez. Fakat bu sevmemek, dünyanın nefretinden değil; dünyanın sevgisinden ileri geliyor ve makbul değildir.

4- Ehl-i dünyadır: Dünyayı sevmeyen dördüncü sınıf insan da aslında yine ehl-i dünyadır. Bu kısım ehli dünya ise, dünyayı eline geçiriyor, yatıyla, katıyla, parasıyla, puluyla dünyayı ayaklarına serilmiş buluyor, dünyayı dolu dolu yaşıyor.

Fakat ne çâre; dünya durmuyor, gidiyor. Onu da beraber götürüyor. O da bunu anlıyor ve kızıyor. Sırf teselli bulmak için dünyadan nefret ettiğini söylüyor. “Pistir!” diyor. Oysa bu sevmemek de dünya sevgisinden ileri geliyor.

Dünya ile ilgili olarak makbul sevmemek ise, ilk iki sınıf olan ehl-i mârifet ve ehl-i âhiretin sevmemekliğidir.2

Kalbin içi Allah’a aittir

Dünyayı âhiretin bir tarlası, Cenâb-ı Hakkın isimlerinin aynası ve geçici bir misâfirhânesi olarak sevmenin, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla Cenâb-ı Hakk’a ait bir sevgi olduğunu bildiren Bedîüzzaman,  bunun için dünyayı ve dünyadaki varlıkları mana-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle sevmemiz gerektiğini söylüyor. Yani Bedîüzzaman’a göre dünya, “Ne güzeldir!” diye değil; “Ne güzel yapılmış ve yaratılmıştır!” diye sevilmelidir, kalbimizin içine Allah’tan başka sevgilerin ve muhabbetlerin girmesine izin vermemelidir, çünkü kalbin içi Allah’a mahsustur.

Bedîüzzaman Hazretleri, dünyayı âhiretin tarlası ve Allah’ın isimlerinin aynası hükmünde görerek sevmenin ahiretteki neticesinin, dünya kadar, fakat fani dünya gibi fani olmayan bâkî bir Cennet olduğunu müjdeliyor.3

Dipnotlar:
1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/14.
2- Sözler, s. 571, 572.
3- Sözler, s. 592.

DÜNYANIN ÜÇ YÜZÜ

 Dünyanın üç yüzü vardır

Bedîüzzaman Saîd Nursî bildiriyor ki, dünyanın üç yüzü vardır:

1- Dünyanın birinci yüzü, Cenâb-ı Hakkın isimlerine bakar. Allah’ın isimlerinin nakışlarını gösterir. Mânâ-yı harfiyle, yani ayna gibi başkasını gösteren vücudu ile Allah’ın isimlerinin aynası hükmündedir. Dünyanın bu yüzü Allah’ın hadsiz isimlerinin hadsiz mektupları mahiyetindedir; bu yüz gâyet güzeldir. Nefrete değil; aşk derecesinde sevilmeye lâyıktır. Çünkü dünyanın bu yüzü sevildikçe, neticede Allah’ın isimleri sevilmiş olur.

2- Dünyanın ikinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennetin fidanlığıdır. Rahmetin çiçekliğidir. Dünyanın bu yüzü de, birinci yüzü gibi güzeldir. Çünkü bu yüzde ekilen her şey Allah’ın izniyle âhirette ebediyen meyve verecektir. Şu halde bu yüz de tahkire değil; muhabbete lâyıktır.

3- Dünyanın üçüncü yüzü, insanın heveslerine bakan, gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın oyuncağı hükmüne geçen yüzüdür. Dünyanın bu yüzü gâyet çirkindir, gâyet tehlikelidir. Çünkü fânîdir. Çünkü yok olucudur. Çünkü, elemlidir. Çünkü keder vericidir. Çünkü aldatıcıdır. İşte âyetlerin ve hadislerin dikkat çektiği ve sevgisine aldanmamak için uyardığı yüz, bu yüzdür. Sevilmemesi gereken, nefret edilmesi gereken, kendisinden Allah’a sığınılması gereken yüz, bu yüzdür.


AKLIN KARIŞMASIN

 DUR BİR DÜŞÜNEYİM!!

Kırkayağa, “Bu kadar çok ayakla nasıl yürüyorsun?” demişler.

Kırkayak: “Dur, bir düşüneyim!” Demiş.

Düşünerek adım atmaya çalışmış, aklı karışmış ve yürüyememiş!

Bu temsil bize her şeyi her işine sevk etmenin akıl işi olmadığını, dolayısıyla sınırsız bir kudretin her şeyde hükmettiğini, bu sınırsız kudretin her şeyi tek bir nizamla idare ettiğini ve her şeyi nizamca birbirine bağladığını gösteriyor. Bu birlik ise Yaratıcının tekliğini, yani Vahid olduğunu gösteriyor.

Bütün âlemde tek ve birbiriyle zorunlu olarak bağlantılı bir sistemden bahsediyorsak, o zaman mecbur olarak tek bir Yaratıcıdan söz edeceğiz.

O zaman Üstad hazretlerinin ifadesiyle; her şey, Allah’ın var ve bir olduğuna iki şahit hükmündedir denilebilir.

SINIRSIZ KÜÇÜKLERİN SINIRSIZ BÜYÜK İŞ YAPMALARI   

Zerrelerden seyyarelere, nakışlardan güneşlere ve yıldızlara her şeyde öncelikle gördüğümüz şey, korkunç bir acz ve fakrdır. Çünkü her şey, kendi cirminden çok daha büyük ölçekte vazifeler yapması gerekmektedir. Oysa cirmine baksanız bir hiç mesabesindedir! Zerreler, fotonlar, kuarklar, protonlar, elektronlar, atomlar, moleküller, mineraller, unsurlar… Gibi gözün değil, mikroskobun da görmediği küçücük cirmlerin ve maddelerin, maddenin temel taşını oluşturmak, maddenin enerji boyutundan madde boyutuna geçişini düzgünce ve bilimsel biçimde sağlamak ve maddenin düzenli biçimde işlerliğini yürütmek gibi kendi cüsselerinin ve cirmlerinin akılları hayrette bırakacak derecede çok üzerinde işler başarması gerekmektedir.

Cirm son derece küçük, vazife son derece büyüktür! Böyle son derece büyük işlerin, son derece küçük cirmlerce yapılması akla ziyandır! Ortada korkunç bir tezat vardır ve gözümüz özünde bu tezat âlemi doldurmuştur. Bir tarafta son derece acziyet içinde olması gereken zerrecikler, diğer tarafta sonsuz bir kudretle ancak yapılan, bir aciz zerreye asla verilemeyecek işler!

Dolayısıyla acziyet lisanıyla bütün zerreler ve her şey, Allah’ın kudretinin vacip olduğuna şahit olmaktadır.

SINIRSIZ FAKİRLİĞİN SINIRSIZ ZENGİNLİĞİ

Öte yandan söz konusu zerrecikler zenginlik namına hiçbir şeye sahip olmamaları gerekirken, dünyanın bütün serveti ve zenginliği ellerinden geçmektedir, elleriyle olmaktadır. Burada da korkunç bir tezat vardır ve bu tezatta zerrecikler ve her şey, fakr lisanıyla Allah’ın gınasını ve zenginliğini göstermektedirler.

Bu hususu Bediüzzaman şöyle ifade ediyor:

Zerrelerden seyyarelere her şey, “acziyle beraber, nizam-ı umumînin bozulmaması için, hamil bulunduğu acip ve mühim vazifeler cihetiyle Sâniin vahdetine delâlet eder.”1

Anlaşılan şu ki, zerrelerden yıldızlara her şey sonsuz bir acizlik içinde olmasına rağmen, kâinatın umumi nizamı için çok büyük vazifeler yüklenmişlerdir ve bu vazifelerini hakkıyla yerine getirmektedirler. Burada tek bir terbiyenin, tek bir disiplinin, tek ve birbiriyle vazgeçilmez derecede bağlantılı bir sistemin varlığı göze çarpmaktadır. Bütün kâinatta zerrelerden yıldızlara ayrı ayrı maddeler, kütleler, âlemler olmasına rağmen, tek ve birbiri ile bağlı bir sistemden bahsediyorsak, bu iş ne zerrelerin, ne büyük kütlelerin işi olamaz. Çünkü ne büyük, ne küçük maddeler âlemdeki nizamı bilip uyamazlar. Farz edelim, kendi nizamlarını bilseler bile, koca âlemin nizamını bilip uymaları imkânsızdır.

Mesela helyum ve hidrojen yumağı olan güneş semada, bin bir mineralin deposu toprak yeryüzünde, hayatın farklı ve vazgeçilmez bir ihtiyacı olan su yerin içinde, varlığı yutan bir eleman olan ateş yerin karnındadır. Bu kadar farklı ve daha nice elemanlar, hepsi hayat için birbirine bağlı olarak lazımdır. Hepsi âlemin nizamında bir boşluğu doldurmakta, bir bütünün parçasını oluşturmaktadır. Bunca farklı elemanı insan aklı ile bir arada tutmak ve yürütmek imkânsızdır.

Dipnot:
1 -Mesnevi-i Nuriye, s. 35

2 Kasım 2021 Salı

HERKESE DUA EDİLİR VE HER DUA'YA AMİN DENİR Mİ ?


İnsanın yaratılış gayesi ibadet ve dua  olduğunu bize haber veren hakikatler doğrultusunda hareket eden herkes ibadet ve dua ile vazifeli olduğunu bilmektedir.Fakat zamanla bu vazifesini unutarak isyan eder bir durumda ibadeti ve duayı unutur.Halbuki ibadetsiz ve duasız bir hayatın hayattan ziyade yaşayan bir ölüden farksız olduğu tercübelerle sabittir.Biliriz ki ölüler ve ibadet sorumluluğu olmayanlar bu görevlerden muaftır.Yine biliriz ki hayvanların ibadet sorumluluğu yoktur.

Yaratılışı mükemmel ve mahlukatın şereflisi olarak diğer mahluklar üzerinde tasarruf yetkisi olan insan elbette bazı şeylerden de sorumlu tutulmaktadır.Görevinin bilincinde olan insan yaratılış gayesi doğrultusunda haraket ederek mahlukatın en şereflisi olarak alâyı illin denen en yüce makama çıkabilmektedir.Hatta sürekli ibadet ile görevli olan melekler dahi o insana gıpta nazarıyla bakmaktadır.

Kul olmanın ve yaratanına ibadet etmenin verdiği mutluluktan mahrum olan yani Allah'ı tanımayan ve ibadet etmeyen daha doğrusu zarara rızası ile giden kimselere acınarak dua edilir mi? Dua muhtaç olan ve dua isteyen kimselere edilir.Son zamanda hayatında hiç bir kulluk esamesi göstermediği ve söz ve yaşantısı ile inkara yönelmiş kimseleri yaptıkları dünyevi işler için dua etmemizi isteyen inançsız ifsat grubuna verilecek cevap olsa olsa Allah müstakınızı versin duası olabilir.Hem de her edilen duaya her zaman amin denilmemelidir.Adam küfür içerisinde yüzüyor ve senden dua istemiyor dualarımıza cevap verecek Rabbimizi inkar ediyorsa o adama dua edilip amin denir mi? 

Yine şunu da bilmemiz gerekir ki, adam meczup ne yaptığını ve ne dediğini bilmiyorsa bu adamın yaptığı dauya amin denmez.Diğer bir husus ibadetimisi ifsad edecek durumlarda da duaya amin denilmez.Cuma hutbesi okunurken edilen duaya amin demek örneğinde olduğu gibi.

Her edilen duaya amin denmemesi gerektiğinin anlaşılması için bir örnek ise, tarihimizda yaşanmış. İstanbul'un fethi sırasında Rum tarafında bulunan ve meczup bir zat olan Cibali baba, Allah'ım benim Rumcuklarımı koru diye dua etmesnin İstanbul'un fethini geciktirdiği anlatılmaktadır.Bu duruma vakıf olan Akşemseddin ise avucunu açarak Ya Rabbi ya onun ya benim canımı al diye yalvarır ve Cibali babanın vefatı sonucu İstanbul feth edilir.

Günümüzde zalimlere destek olan ve onlara dua eden gafil safderunların kulakları çınlasın.İnşallah akıllarını başlarına toplarlar ve zulmü alkışlayıp zalimlere dua etmezler.Ne diyelim Allah basiret ihsan eylesin.Amin

Rafet Özcan

1 Kasım 2021 Pazartesi

AKIL FELSEFE VE KALP

 İnsan aklıyla, kalbiyle, ruhuyla, sırrıyla, hayaliyle, duygularıyla komple bir bütündür. Hakikat arayıcısı insan bütünün bütün parçalarını besler. Yalnız parçanın birini besleyip diğer parçaları ihmal etmez. İhmal ederse kâmil bir iş yapmış olmaz.

Nasıl ki midesini türlü yemeklerle doyuran insan kanının su ihtiyacını yok sayamaz, akciğerinin temiz hava ihtiyacını görmezden gelemez. Eğer bunlardan birini veya bir kaçını yok sayarsa veya görmezden gelirse, bu, hayatının sonu demek olur. Orada hayatı biter!

Akıl, insana hakkı ve hakikati gösterir.
Fakat akıl tek başına bir hakikat rehberi değildir.
Akıl ancak diğer duyguların kontrolünde hakikate ulaşabilir!
Yoksa eğer diğer duygular yok sayılıp, akıl putlaştırılırsa, böyle akıl insana hakikat rehberi olamaz, insanı dalâlete atar, eğriliğe götürür, yanlış sonuca götürür. İnsana doğru yol göstermez.

İşin vahim tarafı; böyle akıl, şaşkınlığının ve yanlışının farkında olmaz. Yanlışı doğru diye alır, başına geçirir.

Çünkü aklın tek başına putlaştırılması veya yüceltilmesi, kalpte hastalık sebebidir.
Kalbin hastalıklarına akıl şifa bulamaz. Nitekim riya, gösteriş, kin, nefret, kendini beğenmişlik, haset, kibir, bencillik… vs. gibi kalbî hastalıkları akıl göremediği gibi, akıl bunlara çare olamaz, bilâkis kalınlaştırır. Kalbin hastalıklarının tedavisi için duyguların terbiye edilmesi, yani ahlâk terbiyesi, yani dînî terbiye şarttır.

Dînî terbiyenin esas ve unsurları ise vahiyle bildirilmiştir.
Kalp buna teslim olmalı, akıl tasdik etmelidir.
Fen ve felsefe ilimleri aklı doyurur. Fakat kalbi aç bırakır.
Çünkü fen ve felsefe bilgileri kalbin hastalıklarına devâ değildir.
Bundandır ki, insan yalnız fen ve felsefe ile yetinmemeli, kalbini doyuracak mânevî bilgileri de elde etmelidir. Kalbini dînin terbiyesine bırakmalıdır.
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bunu veciz bir şekilde şöyle beyan etmiştir: “Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru funûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakîkat tecellî eder. O ki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hîle ve şüphe tevellüd eder.” 1 Yani vicdanın ışığı ve rehberi din ilimleridir. Aklın ışığı ve rehberi de medeniyet fenleridir, yani fen ve felsefedir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Hakikate uçmak isteyen öğrenci iki kanadı da ihmal etmemelidir.

Çünkü ikisi birbirinden ayrılacak olsa, yalnız akıl ilimlerinden, yani yalnız fen ve felsefeden hîle ve şüphecilik doğar. Yalnız din ilimlerinden de taassup doğar.

Şüphesiz, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri felsefeyi ikiye ayırıyor:
Birinci Kısım Felsefe: Sosyal hayata, güzel ahlâka, insanın olgunlaşmasına ve medenîleşmesine hizmet eden, san’atın ve fennin ilerlemesine yardımcı olan felsefedir ki, bu felsefe Kur’ân ile barışıktır. Akıl bu noktada Kur’ân’dan istifade eder. Kur’ân’ın hakikatleri üzerine tefekkür yürütür. Bu tefekkür Kur’ân’da da teşvik edilmiştir. Tefekkür, kalbe hastalık vermez. Kalbi dışlamadığından kalp ile kol kola yürür. Tefekkür, hem kalpten istifade eder, hem kalbi besler.

İkinci Kısım Felsefe ise, kalbi dışladığı ve vahye itimad etmediği için tefekküre değil, dalâlete götürür. İlhad, inkâr, aşırı şüphecilik, dinsizlik ve tabiat bataklığı bu felsefenin ürünüdür. 2 Bu felsefe aslında sâlim aklın da yüz karasıdır.

Salim akıl sahibi, ikinci kısım felsefeyi birincisinden ayırt edebilmeli, aklını kalbi ile barışık şekilde kullanabilmelidir. Yoksa insan sırf aklî ilimleri merak edip, imanı, mânevî ilimleri, dînî eğitimi ve ahlâkî terbiyeyi ihmal ederse kalbi şifâ bulmaz, hastalık bulur.

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 80.
2- Asâ-yı Mûsâ, s. 9.

EŞLERİN BİRBİRİ İLE İSTİŞARESİ

 İstişare ve danışma, hayatın her alanında vazgeçemeyeceğimiz bir İslâmî davranış kültürü ve farz bir emirdir.

Şüphesiz, evli erkek ve kadının, baba ve annenin, karı ve kocanın her konuda birbirlerine danışmaları hem aralarındaki sevgiyi ve güveni her defasında yeniden tesis edecektir, hem birbirlerine karşı saygıyı her zaman ayakta ve diri tutacaktır, hem çocuklarına örnek teşkil edecektir, hem çevreye uyum mesajları verecektir, hem toplum barışına örnek bir aile olarak katkı sağlayacaktır, hem de gerek anneyi, gerekse babayı olası yanlışlardan, muhtemel hatalardan ve günahlardan koruyacaktır. Her iki taraf için de istişare, isabetli ve sıhhati karar almalarında önemli bir mihenk oluşturacaktır.

Hatadan uzak olan Allahü Zülcelâl hazretleri istişâre ederse, hatâ ile mâlûl insan oğlunun istişâreden kaçması ve “ben bilirim!” havasına girmesi akıl ile, insaf ile, vicdan ile, iz’an ile, hikmet ile, irfân ile, maslahat ile izah edilebilir mi?

Keza, halk arasında dolaşmakta olan, “Kadınla istişare edilmez!”, “Kadının dediği yapılmaz!”, “Kadına danışın, fakat söylediklerinin aksini yapın!” türü sözler ve söylemler bir sosyal din olan İslâm dînine ait sözler değildir. İslâmiyet bu tür söylemleri kabul etmez. Bunlar anlamsız ve boş sözlerden ibarettir.

Bizim eşsiz örneğimiz Peygamber Efendimiz (asm) mübarek ve pak hanımlarına danışırdı. İşte bir örnek:

Hicretin 6. senesinde, Peygamber Efendimiz (asm) Kâbe’yi tavaf etmek umuduyla sahabelerle birlikte Medine’den Mekke’ye hareket etmişlerdi. Fakat müşrikler Kâbe’yi tavaflarına izin vermeyince Hudeybiye’de, görünüşte ağır şartları da kabul etmiş olarak, müşriklerle barış anlaşması yaptılar. Sahabeler ağır bir anlaşma yapılarak Kâbe’yi tavaftan o yıl vazgeçilmesini İslâm’ın izzeti ile bağdaştıramamışlar, bunu bir yenilgi saymışlar ve buna razı olmamışlardı. Peygamber Efendimiz (asm) sahabelere:

“Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip başlarınızı tıraş ediniz!” buyurdu.

Fakat emir sahabeleri harekete geçirmedi. Peygamber Efendimiz (asm) emri üç defa tekrarladı. Sahabeler, yine cevap vermediler.

Sahabelerden kimsenin kalkmadığını gören Allah Resulü (asm) dönüp muhtereme ve pak hanımı, validemiz, Hazret-i Ümmü Seleme’nin (ra) yanına vardı. Onunla istişare etti.

“Ey Ümmü Seleme!” dedi. “Nedir bu halkın tutumu? Onlara kurbanlıklarınızı kesiniz! Başınızı tıraş ediniz diye tekrar tekrar söylüyorum! Fakat hiçbiri emrime icabet etmiyor!” buyurdu.

Muhtereme hanımı Ümmü Seleme (ra) şöyle dedi:

“Yâ Resûlallah! Bu işi yapmak istiyor musunuz? O halde şimdi hemen dışarı çıkınız! Siz, kurbanlık develerinizi kesinceye ve berbere tıraş oluncaya kadar sahabelerden hiç kimse ile konuşmayınız! Siz, kurbanınızı keser ve tıraş olursanız onlar da öyle yapar!”6

Muhtereme hanımı ile görüş alış verişinde bulunduktan sonra Peygamber Efendimiz (asm) dışarı çıktı. Hiç kimseyle konuşmadan ihramını giydi, kurbanlık develerini kesti ve berberi çağırıp tıraş oldu. Bunu gören sahabeler de kurbanlık develerini kestiler ve başlarını tıraş ettiler.7

Dipnotlar:
1. Bakara Sûresi: 30
2. İşârâtü’l-İ’câz, s. 251
3. Bakara Sûresi: 32
4. Şûrâ Sûresi: 38
5. Âl-i İmrân Sûresi: 159
6. Buhârî, 3/182
7. Peygamberimizin Hayatı, 2/138

İSTİŞARE VE ÖNEMİ

 Akıl akıldan üstündür, derler. İnsan beşerdir. Beşer, şaşar; hatadan beri olmaz, ama aldığı kararlarda istişarenin imzası olursa, hiç olmazsa hatadan azamî derecede korunmuş olur. Çünkü istişare her alanda uygulanırlığı ve geçerliliği bulunan bir ilâhî emirdir. Gerek konunun uzmanlarına, gerekse ilgili çevrelere akıl danışmak, Allah’ın sosyal hayatımızda görmek istediği fazilet ve güzel ahlâktandır.

Cenab-ı Hak, yer yüzüne bir halîfe olarak “insan cinsini” yaratmayı murad ettiğinde durumu meleklerle istişâre ediyor. Bu konuyu Kur’ân şöyle ifâde buyurur:

“Hani, Rabbin meleklere, ‘Yer yüzünde emirlerimi yerine getirip varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak bir halîfe yaratacağım!’ buyurduğunda, melekler şöyle demişlerdi: ‘Yer yüzünde fesat çıkarıp kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz, Seni hamd ile tesbih eder, Seni her türlü noksandan yüce tutarız!’ Allah ise; ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim!’ buyurmuştu.”1

Bu ayeti tefsir eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın bu ayetle danışma ve müşavere üslubunu insanlara benimsetmek istediğini, yoksa Cenab-ı Hakkın müşavereden ve danışmaktan münezzeh olduğunu beyan eder.2

Görüldüğü gibi, Allah, hiç ihtiyacı yokken, meleklerle istişare ediyor. Melekler de “Allah’ın muradına uygun olmasa da- görüşlerini açıklıkla ve medenîce bildiriyorlar. Allah ise kendi yüksek muradına uygun olmayan görüşlerinden dolayı melekleri kınamıyor, suçlamıyor, itham etmiyor, azarlamıyor, rahmetinden kovmuyor. Sadece, gayet net biçimde, gayet açık bir üslupla, gayet şefkatli bir ifade tarzı ile meleklerin itirazlarına da gücenmeyerek, insan yaratma ile ilgili muradındaki yüksek hikmeti bildiriyor. Melekler hemen teslim oluyorlar ve şöyle diyorlar: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz! Senin bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur! Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın!”3

Kur’ân ayrıca, “Onların aralarındaki işleri istişare iledir.”4 Ayeti ve “İşlerinde onlarla istişare et!”5 Ayeti ile istişareyi ve danışmayı her hususta -kadın erkek ayırt etmeksizin-, insana bir İlâhî ferman ve emir olarak duyuruyor.

Demek, hayatın her alanında olduğu gibi, dar manada elbette aile hayatında ve ev yönetiminde de işlerin istişare ile yapılması, anne ve babanın birbirleri ile her konuda istişare etmeleri, birbirlerinin aykırı görüşlerine tahammül göstermeleri, saygı duymaları, farklı düşüncelerini medenîce ortaya koymaları ve yekdiğerini baskı ile değil, bağırıp çağırmakla değil, sindirmekle değil; sabır ile hikmet ile bilgi ile güzellikle, tatlı dil ile ve yumuşak huyla ikna etmeleri Kur’ân’ın emir ve tavsiyeleri arasında yer almaktadır.

HER ÖLÜM ECELİ İLE GELİR

 Öldürülen Kişinin Eceli Gelmiştir

Öldürülen kişiye gelince… Bu adam ile ilgili olarak bir kaza-yı İlâhî meydana gelmiştir. Yani adamın eceli gelmiştir. Yani kaderin hükmü gerçekleşmiştir.

Anlaşılıyor ki, adamın eceli ve ömrü bu kadarmış!

Yani adamın kaderinde bu saatte ölmek varmış.

Eğer eceli gelmeseydi, bin cinayet de olsa ölmeyecekti.

Çünkü ölüm, ister yaşlılıkla gelsin, ister hastalıkla gelsin, ister bir kör kurşunla gelsin, ister kaza ile gelsin, ister bir katilin eliyle gelsin; ecel bakımından fark etmez!

Her ölüm ecel ile gelir!

Allah’ın dilemediği bir canı hiç kimse öldüremez!

Allah dilediği anda ise, ölüm için sebepten çok şey olmaz!

Fakat Maktulün Kanı Yerde Kalmayacaktır!

Peki, bu durum katilin katl suçunu, cinayet günahını affettirir mi?

Hayır!

Çünkü adalet var! Dünyada yoksa mahşerde, katilin hesabı mutlaka sorulur!

Öldürülenin kanı yerde kalmaz!

Çünkü ötekisi katildir. Adamın canına kıyma ve adamı katletme kastıyla silâhını çekip adamı kurşunlayan katil cezasız kalmaz.

Fakat maktulün kanının yerde kalmaması için ne husûmetin devamına ihtiyaç vardır, ne kan ve kin davasına ihtiyaç vardır.

İslâmiyet sulhu ve barışı emrediyor. Bediüzzaman bunu hatırlatıyor.

Adam Tüfek Atmasaydı Ne Olacaktı?

26. Söz’de geçen, adam tüfek atmasaydı maktulün ölüp ölmeyeceği meselesine gelince… Bunu elbette bilemeyiz.

Katil tüfek atmasaydı, maktulün ölüp ölmeyeceğini nasıl bilelim?

Çünkü bu bir vak’a değil, imkândır! İmkânat ise hadsizdir.

Kaza olup bittikten sonra adamın kaderinin öyle olduğu anlaşılıyor. Kaza olmadan adamın kaderini okuyacak bir optik okuyucumuz ise maalesef yoktur! Bu noktada üç mezhep ortaya çıkmıştır. Cebriye, Mutezile ve Ehl-i Sünnet.

Cebriye diyor ki: “Atmasaydı adam yine ölecekti.”

Mutezile diyor ki: “Atmasaydı ölmeyecekti.”

Ehl-i Hak olan Ehl-i Sünnet diyor ki: “Atmasaydı adamın ölüp ölmeyeceğini bilemeyiz. Çünkü bunu nasıl ve ne ile bileceğiz? Biz kaderi önden okuyamayız. Kaderi ancak kaza olduktan sonra, yani kaderin hükmü gerçekleştikten sonra okuyabiliriz.”

Dipnot:
1- Sözler, s. 139.
2- Sözler, s. 431.