30 Haziran 2021 Çarşamba

GÖNLÜ TOK OLANI ALLAH MUHTAÇ ETMEZ

 Bediüzzaman bu meseleyi şöyle vecizleştirmiştir: “Şükrün mikyası kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.” 

Bu yüzden bollukta ve darlıkta vermeyi Cenab-ı Allah emrediyor.  Ama darlıkta almayı emreden değil, teşvik eden dahi bir âyet yoktur. 

Bilâkis İlâhî tavsiye, almaktan kaçınmakla ilgili vardır: Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Dilenmekten kaçınan kimseyi Allah iffetli ve gönlü tok kılar. Gönlü tok olanı Allah başkasına muhtaç etmez.” 

Keza bir hadis de şöyledir: “(Hakikî) fakir, kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan bir şey istemeyen kimsedir.” 

Keza Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden kim dilenmeye devam ederse, yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah’a kavuşur.” 

Bu yüzden yardımlaşmak güzeldir, sevaptır. Ama muhtaç olmak güzel değildir.

Muhtaç olan için yardım almaya ruhsat vardır, kanaat etmeye ise emir vardır.

Ama muhtaç olan kimseye yardım etmeye emir vardır, ilgisiz kalmaktan ise nehiy vardır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” buyurmuştur..

AİLENİN VE TOPLUMUN HUZURU

    Nev'-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem'iyetli merkez ve en esaslı zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassungâh ise; aile hayatıdır.

Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır.

Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir.

Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir.

   Meselâ der: "Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır.

Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok.

Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek.

Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım." diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir.

Yoksa kısacık bir-iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık; elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun'î bir hürmet verebilir.

Ve hayvanatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.

   İşte iman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taalluk eder.

Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki: Hakikat-i haşriyenin tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî hâceti derecesinde kat'îdir.

Belki insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delalet ve şehadetinden daha zahirdir ve daha ziyade tahakkukunu bildirir.

Ve eğer bu hakikat-i haşriyenin neticeleri insaniyetten çıksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayatdar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini isbat eder.

Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyatı ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın!

Gelsinler, bu boşluğu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaraları ne ile tedavi edebilirler?

Şualar - 183

ZÜLMÜ DURDURAN CEHENNEM DÜŞÜNCESİ

    İnsanların hayat-ı içtimaiyesinin en kuvvetli medarı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarını tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin eden; yalnız Cehennem fikridir.

Yoksa Cehennem endişesi olmazsa, "El-hükmü lil-galib" kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zaîflere, âcizlere, dünyayı Cehennem'e çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.

Şualar - 183

29 Haziran 2021 Salı

SILA-İ RAHİM

 İslam'ın çokça ehemmiyet verdiği hususlardan biri de sıla-i rahm'dir. Yani akrabalar, yakınlar arasındaki münâsebet... Bunun iyi olması, karşılıklı sevgi, saygı ve yardımlaşma esasına dayanması gerekmektedir.

Rahm, kelime olarak rahmet'ten gelir; rahmet, "acımak", "şefkat duymak" mânalarını taşır. Türkçemizde sıla-i rahm tabiri içerisinde rahm şeklinde kullanılan bu kelime, Arapça aslında rahim şeklinde kullanılır. Akrabalık, hısımlık, yakınlık, kuvvet, karâbet gibi farklı kelimelerle dile getirilen beşeri yakınlığı ifâde eder.

Sıla, ulaşmak, kavuşmak manasına gelen vüsûl kökünden masdardır.

Öyleyse sıla-i rahm, tabir olarak, kısaca akrabalara kavuşmak manasına gelir. Şârihler atiyye (ihsan), şefkat, merhamet, yardım, görüşme, ziyaret gibi değişik mânaları sıla-i rahme izafe ederler. Daha değişik ifade ile yakınlarımıza karşı dinimizin tahmil ettiği bir kısım vazifelerimiz vardır ki, bunların yerine getirilip ifa edilmesine sıla-i rahm denmiştir. Sözgelimi iş ve ikâmet yerimiz akrabalardan uzaklarda ise zaman zaman ziyaretlerine gitmek, mektup yazıp telefon etmek; yakında ise arada sırada görüşmek, yardımımıza muhtaçsa yardım etmek, hastaysa ziyaret etmek, bir meselesi varsa ilgilenmek; sürurunda tebrik, üzüntüsünde teselli ve tâziyede bulunmak, hal hatır sormak, selam vermek vs. hepsi sıla-i rahm'e dâhildir. Bütün bu sayılanlar akrabalar arasındaki mânevi bağları güçlendirir, artırır, insanı hayata daha çok bağlar, ferdleri bencillik, yalnızlık gibi kötü hislerden ve böylesi duyguların getireceği marazi hal ve durumlardan korur. Allah'ın rızasına, rahmetinin tecellisine sebep olur.

SILA-I RAHİM VE DİĞERLERİ

 Sıla-i rahim öncelikle akrabalara karşı talebedilmiş ise de, komşulara, arkadaşlara, meslektaşlara, iş arkadaşlarına, din kardeşlerine ve her çeşit tanıdıklara karşı da vazife ve borç kılınmıştır. Sözgelimi, karşılaştığımız bir mü'mine, tanımasak bile verilen bir selâm, yaşlı bir kimseye yer gösterme, otobüste yer verme, düşen bir çocuğu kaldırma, soran kimseye adres tarif etme, içtimâî münasebetlerde güler yüzlü, tatlı sözlü olma, hayırhah ve yardımsever tavrı takınma vs. vs. hepsi birer sıla-i rahim'dir. Şu halde sıla-i rahmi, bu sayılanlardan sadece biri olarak anlamak büyük bir eksiklik olur. Alimler sıla-i rahm'in dereceleri olduğunu, en yüksek derecesinin nikah düşmeyecek derecedeki yakın akrabalar arasında bulunduğunu, buna riayetin farz olduğunu söylerler. Bu görüşe göre amca, dayı çocukları arasında farz olmaz. En aşağı derecesini de selamlaşma olarak ifade eden olmuştur. Bazı âlimler, miras babında zevi'l-erhâm denen bütün akrabaya farz olduğuna hükmetmiştir.[1]

Cenab-ı Hakk'ın insanlar arasına böyle bir bağı koyup buna vâcib emirler arasında yer vermesi, insanlara olan büyük nimet ve rahmetlerinden biridir. Fert ve cemiyetlerin birbirlerini karşılıklı olarak sevme ve saymalarının mayasını sıla-i rahm teşkil eder. Dinimiz beşerî saadetin vazgeçilmez şartlarından olan sıla-i rahm'in terkini büyük günahlardan addetmiştir. Buna kat-ı rahim de denir, yani rahm'ı (akrabalık bağlarını) koparmak, geniş mânasıyla beşeri bağları koparmak demektir.

Resulullah meselenin ehemmiyetini şu hadisleriyle tesbit eder:

"Allah Teâla hazretleri mahlukatı yaratıp bu işten fâriğ olduğu zaman, rahim ayağa kalkarak dedi ki: "Bu, kat edilmekten (koparılmaktan) sığınanın makamıdır." Cenab-ı Hak cevaben:

"Evet sana sıla yapana, benim sıla yapmam, senden kopup alâkayı kesene benim de kopup alâkayı kesmem yetmez mi, bundan razı değil misin?" buyurdu. Rahm:

"Evet razıyım!" deyince, Cenab-ı Hak:

"Bu sana verildi!" diye hükmetti. Sonra Resulullah: "Dilerseniz şu ayeti okuyun" dedi. (Meâlen): "Geri dönerseniz yeryüzünde bozgunculuk yapmanız ve akrabalık bağlarını kesmeniz beklenmez mi sizden? İşte Allah'ın lanetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği bunlardır. Bunlar Kur'an'ı düşünmezler mi? Yoksa kalbleri kilitli midir?" [Muhammed 23-24]

Müslim'in bu rivayeti, sıla-i rahm'in insanlığın yaratılışıyla birlikte yaratılmış olduğunu gösterir. Yine bu hadisten anlıyoruz ki, Allah'ın insanlara rahmet ve merhametinin tecellisi, sıla-i rahmin edası şartına bağlanmış olmaktadır. Bizzat Kur'an sıla-i rahm'i kesenlere Allah'ın lânetini yani rahmetinden mahrumiyeti haber vermektedir. Buna hangi mü'minin gönlü razı olur?

SILA-I RAHİMİN EHEMMİYETİNİ BİLDİREN HADİSLER

 Sıla-i rahm'in ehemmiyetini belirten hadis çoktur. Birkaçını kaydediyoruz:

"Sıla-i rahm'i kesen cennete giremez."

"Rahim, Arş-ı A'lâ'ya asılı olarak şöyle der: "Kim bana sıla yaparsa Allah ona vâsıl olsun, kim de beni koparırsa Allah da ondan kopsun." Yani: "Sıla-i rahmi yerine getirerek insanlara karşı olan vazifelerini yapan kimseye Allah rahmetiyle muamele etsin, bu vazifeyi yapmayanlar da Allah'ın rahmetinden mahrum kalsın."

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Bir adam aleyhissalâtu vesselam'a gelerek:

"Ey Allah'ın Resulü! Benim akrabalarım var. Ben onlara sıla-i rahm yapıyorum, onlar mukabele etmeyip alakayı kesiyorlar. Ben onlara iyilik yapıyorum, onlar bana kötülük yapıyorlar. Ben onlara yumuşak davranıyorum onlar bana karşı cahillik yapıyorlar!" dedi. Bunun üzerine Efendimiz aleyhissalâtu vesselam:

"Eğer dediğin gibi isen, sanki onlara sıcak kül yediriyor gibisin. Sen bu şekilde devam ettikçe, onlara karşı Allah'ın yardımı seninle olacaktır."

"Sıla-i rahm, güzel ahlâk, başkalarıyla iyi geçinmek, beldeleri mâmur, ömürleri uzun eder."

 "Yakınlara sıla, malda zenginliği, ailede sevgiyi, ömürde uzamayı artırır."

 "Senden kopandan sen kopma, sana kötülük yapana sen iyilik yap, aleyhine bile olsa hakkı söyle.

"Son olarak şu hususu da kaydedelim ki, Resulullah aleyhissalatu vesselam'in daha peygamberlik gelmezden önceki mümtaz vasıflarından biri sıla-i rahme verdiği ehemmiyet idi. Öyle ki Hz. Peygamber, risaletin ilk tezahürleri karşısında ve bilhassa Cebrail aleyhisselam'la ilk karşılaşması akabinde korkmuş ve Hz. Hatice'ye bunu açmıştı. Hz. Hatice, korkmaması, Allah'ın kendisini mahçup etmiyeceği hususunda teselli ederken Resulullah'ı ikna etmek üzere zikrettiği delillerden biri Aleyhissalatu vesselam'ın sıla-i rahm'e riayet etmesi idi.

Peygamberliğin ilk yıllarından itibaren Resûlullah'ın, muhataplarını ısrarla davet ettiği şeylerden biri yine sıla-i rahim'di. Hatta, Herakliyus, peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed hakkında bilgi edinmek üzere ticarî maksadla Şam'a gelmiş olan Ebu Süfyan ve yanındakileri çağırtıp "Size ne emrediyor?" diye sorunca Ebu Süfyan'ın saydıkları arasında sıla-i rahm'i de görmekteyiz:

"Bize namazı, sadakayı, iffeti ve sıla-i rahmi emrediyor."[2]

CENNETTEKİ KÖŞK

 İhlâsa Kuvvet Veren Bir Hassasiyet

Bediüzzaman konuyla ilgili olarak, misal mahiyetinde bir rivayet zikreder. Şöyle ki: Eskiden, eşiyle birlikte büyük bir mânevî makamda bulunan, fakat geçim sıkıntısı çeken bir zat, bir gün bir keramete mazhar oluyor. Bir gün eşi kendisine, “Şiddetli bir darlık içindeyiz.” dediği anda, yanlarına bir altın kerpiç düşüveriyor. Birden ikisi de seviniyor. Fakat bu zat biraz düşünüp murakabeye varınca, eşine diyor ki, “Cennetteki köşkümüzün bir kerpicidir.”

Hanımı birden diyor ki: “Gerçi çok muhtacız ve ahirette de çok böyle kerpiçlerimiz var. Fakat fani bir surette bu zayi olmasın. O kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Duâ et, yerine gitsin. Bize lâzım değil.” Birden o kerpiç yerine gidiyor. Bunu da keşif ile görüyorlar.4

Burada görüldüğü gibi, baki bir altın kerpici fani olarak yemek, cennet meyvelerini dünyada yemek demektir. Buna karşı duyarlı olmalı, cennet nimetlerini cennete bırakmalıyız.

Bu hassasiyetin ihlâsa kuvvet verdiğini açıklayan Bediüzzaman, Risale-i Nur Talebelerinin, hizmetleri esnasında ne kadar darlık çekerlerse çeksinler, hiçbir şekilde ahiretin baki meyvesini dünyada yemek istemediklerini, yani ahirete dönük hizmetlerini hiçbir şekilde dünyaya alet etmediklerini bildiriyor.

Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 25.
2- İşaratü’l-İcaz, s. 198.
3- Sözler, s. 56.
4- Emirdağ Lâhikası, 76,77.

CENNET NİMETLERİ DÜNYADA YENİR Mİ?


Cenâb-ı Allah dünyada da, cennette de bizim için envâ-i çeşit nimetler yaratmış ve ikram etmiştir. Cennet meyvelerini dünyadayken fizikî olarak elde etme imkânı yoktur. Dünya nimetleri dünyada, cennet nimetleri de cennette yenir.

Ne var ki, dünya nimetleri cennet nimetlerinin bir numunesidir. Yani özeti ve fihristesidir. Bu açıdan, dünya nimetlerini şükretmek şartıyla yemek, bir bakıma cennet nimetlerinden yemek demektir. Çünkü asılları cennettedir. Burada tattırmak ve Cennetteki asıllarına işaret etmek üzere Cennetten geliyorlar. Kur’ân, cennet nimetlerinden yiyenlerin şöyle konuştuklarını haber veriyor: “Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ‘Bu bundan önce yediğimiz meyvedir’ derler.”1 Bediüzzaman Hazretlerine göre mü’minlerin bundan önce yedikleri ve cennet nimetlerine benzettikleri nimetler dünya nimetleridir. Yani Cennetin meyveleri birbirine benzediği gibi, dünya meyvelerine de benzerler. Fakat tatları farklıdır.2

Keza, Bediüzzaman Hazretleri duâsında, “Burada tattırdığın leziz nimetleri orada yedir” diyor. Ve dünyada tattığımız meyvelerin yüksek asıllarının Cennette bulunduğunu bildiriyor.3

Bu, bu sözün bir açısı…

AHİRET MEYVELERİNİ DÜNYADA İSTEMEK, ONLARI TELEF ETMEK DEMEKTİR

Bu sözün mecaz olarak kullanıldığı bir açısı da var ve örfen bu açıyla biliniyor.

Bu söz örfte, görünüşte ifade ettiği hakiki mananın dışındaki bir manayı göstermek için, yani mecazi olarak kullanılmıştır. Yani, bu sözle, din hizmetlerinden dünyevî bir makam ve mevki elde etmek kastı anlatılmak istenmiştir. Ki, bu şekliyle bu söz, bir tehlikeye karşı uyarı niteliği taşıyor.

Çünkü, ibadetlerin ve dinî hizmetlerin meyvesini dünyada istemek, yani bu hizmetler yoluyla dünyevî makam, mevki, şan, şeref, rütbe, şöhret, itibar, keşif, kerâmet…vs. gibi sonuçlar elde etmeyi dilemek veya böyle sonuçları din hizmetine hedef olarak görmek, ahirette eli boş kalmak demektir.

Oysa dine hizmet etmek bir ibadettir ve meyvesi ahirette vaad edilmiştir. Yani ahirette koparılacaktır. Ahiretteki meyveleri dünyada yemek istemek, bakî ve tükenmeyen meyveleri, fani ve tükenecek şekilde imha etmek, yani telef etmek demektir. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, paha biçilmeyen elması, kırılgan cam değerine düşürmek demektir.

28 Haziran 2021 Pazartesi

MAL HIRSI


Ka'b İbnu İyâz (radıyallahu anh) anlatıyor; "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı şöyle derken işittim:

"Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır."

Şu halde Allah elçisi, ezelî ve ebedî hakikatların tebliğcisi olan Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)in "mal" ve "madde" karşısındaki uyarılarına iyi kulak vermek, onları iyi anlamak gerektir:

"Allah'a kasem olsun sizin için fakirlikten (darlıktan) korkmuyorum. Sizin için öncekilere genişleyip (bollaştığı) gibi size de dünyanın genişleyip bollaşmasından, onlar gibi sizin de dünyalık yarışına düşmenizden, dünyalığın onları helâk ettiği gibi, sizi de helâk etmesinden korkuyorum."

"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "mal" karşısındaki tutumunu kavramada şu hadisi görmemiz yeterlidir:

"İnsanlar dünyalık karşısında dört kısımdır: Bir kul vardır, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o bu mal hususunda Allah'tan korkar da onu sıla-ı rahimde harcar, malda mevcut olan Allah'ın hakkını bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce mertebeyi elde eder.

Bir diğer kul vardır, Allah ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet sâhibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayır yollarında harcayacaktım. Allah onu niyyetiyle kabûl eder ve ecir yönüyle önceki ile eşit olur.

Bir üçüncü kul vardır, mal sahibidir, ancak Allah ilim vermemiştir, malını şehvet yolunda câhilâne harcar. Ne Rabbinden korkar ne de onunla sıla-i rahimde bulunur. Malda mevcut Allah'ın hakkını da bilmez. Bu en fena bir mertebedir.

Dördüncü bir kimse daha vardır. Allah ona ne mal ne de ilim nasib etmiştir. Ancak, sefihlere gıbta ile: "Eğer param olsaydı der, falanca gibi harcar onun gibi yaşardım." Bu da niyyeti ile o sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar.

27 Haziran 2021 Pazar

UNUTKANLIĞIN FAYDASI

 UNUTKANLIĞIN KEMAL HALİ

Hizmetlerde ön safta koştuktan sonra, neticede, ücrette ve mükâfatların dağıtımı esnasında nefsin unutulması ise unutkanlığın kemal hâlidir. Nitekim tembel insan, kendisine bir iş veya ibadet teklif edildiğinde, başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Fakat mükâfat ve menfaat dağıtımı esnasında bir zerreyi bile terk etmez.

Ehl-i kemal ise, çalışmak, tefekkür, ibadet ve hizmet zamanlarında nefsini herkesten önce ileri atar. Fakat neticelerin alınması, fayda ve menfaatlerin temininde nefsini unutur, kendini en geride bırakır.2

Fâtih’in cengâverlerinden Ulubatlı Hasan’ın, muhasara gecesinde hünkâr çadırına yaklaşarak, “Hünkârım, sizden bir ricam var. Yarınki hücumda ön safta bulunmak istiyorum. Oysa komutanım buna izin vermiyor. İlk hücum edenler arasında bulunamayacağım.” diye sızlanarak, bir dünyevî menfaat aramaksızın hizmet ve mücahede için ön safta bulunmak istemesi konumuza örnek teşkil etmektedir. “İyilik yap at denize; balık bilmezse Hâlık bilir.” Atasözümüzü burada hatırlamalıyız. Yani insan unutkandır ve nankördür. İyiliğini bilmez veya unutursa onu unutmayan ve kadrini bilen bir Rabbin var; endişe etme, demektir.

Unutma! Demişler ki: “Unutma: Omuzlarında taşıdığın iki kameraman hayatını filme almakta. Unutma! Bu gün yaptığın her şey, yarın dev ekranda!”

Lokman Hekim der ki: “İki şeyi asla unutma: Allah’ı ve ölümü.

İki şeyi de derhal unut: Yaptığın iyiliği ve gördüğün kötülüğü.”

İmam Cafer-i Sadık der ki:

“Dört şeye müptelâ olup da dört şeyi unutana şaşarım:

1- “Korkuya müptelâ olup da ‘Hasbünallahü ve nimel-vekil’3 (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir) demeyi unutana şaşarım.

2- İnanların zulmüne maruz kalıp da, “ve üfevvizu emri ile’llah inne’llahe basirun bil’ibad” (İşimi Allah’a havale ettim. Muhakkak Allah kullarını görücüdür.)4 demeyi unutana şaşarım.

3- Hastalandığında, “Rabbi ennî messeniye’ddurri ve ente erhamürrahimin”5 (Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin) demeyi unutana şaşarım.

4- Musîbete düştüğünde, “La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü mine’z-zalimin” (Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.)6 Demeyi unutana şaşarım.”

DUÂ

Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et. Âmin!

UNUTKANLIK

 HAYATIMIZDA UNUTKANLIK

Unutkanlık, insanoğlunun önde gelen sıfatlarındadır. Yerinde kullanılırsa bazen bir nimete, bazen bir rahmete vesile olur. Yerinde kullanılmadığında bazen vahamet ve dalâlete vasıta olur; bazen de en hafif ifadeyle hastalıktan başka bir şey ifade etmez.

Her acımızı, her gün, ilk günkü tazeliğinde hatırlamış olsaydık, hayat çekilmez olurdu. Bu, sevinçlerimiz için de geçerlidir. Her gün yeni tecelliler, karşımızda boy gösterir ve biz dünü, önceki günü, daha önceki günü ve nihayet derece derece geçmişi unuturuz. Eskilerden iz kalmadan, her yeni günün kederini ve sevincini yaşayabilmemiz için unutkanlık bir rahmet ve nimet hükmündedir.

Unutmanın iki halini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri, bunlardan birinin “kemal hâli”, diğerinin de “dalâlet hâli” olduğunu beyan eder. İnsanın nisyandan alınması; insanın her an, her davranışında “unutkanlık hâline” ya kemal şıkkıyla, ya da dalâlet şıkkıyla müptelâ oluşundan kinayedir.

Said Nursî Hazretleri’ne göre unutkanlığın en kötüsü, iş, çalışmak ve hizmet esnasında nefsin unutulmasıdır. Yani nefsin tembelliğe temayüle göstermesi, hizmette kendini geri çekmesi, işte verimsizce oyalanması, tefekkürde malayani şeylere daha çok kayması, iş ve hizmet almak istememesidir. Nefsin, çalışmakta ve hizmette kendini unutması tam bir vahamet ve dalâlet hâlidir. Bunun için çalışmak “ibadet” hükmünde teşvik edilmiş, alın teri ile kazanılan şeyler helâl kılınmıştır. Kur’ân, “İnsan için çalıştığından başkası yoktur.”1 Âyetiyle nefsi tembelliğe ve kendini unutmaya karşı uyarmıştır. Çalışmadan yemek bunun için haramdır.


26 Haziran 2021 Cumartesi

İŞTE ONLAR BÖYLEYDİ

 

Başkasının nefsini, ölüm anında dahi kendi nefsine tercih etmek.

Hz.İkrimenin şehit olması ve isar hadisesi.

Hazreti İkrime, İslâmiyetle şereflenince çok samimi bir müslüman olmuştur. Bu samimiyetinin nişanesi olarak savaştan savaşa at sırtında yıldırım gibi koşmuştur. Cesâretli ve çok iyi bir kumandandı. Müslümanlığa gönülden bağlanmıştı. İbn-i Ebî Müleyke hazretlerinin bildirdiğine göre, Kur’ân-ı kerîmi eline alınca önce alnına koyar sonra ağlamaya başlardı. Başka bir rivâyetde Eshâb-ı kiramın ileri gelenlerinden Hazreti Huzeyfe şöyle anlatıyor: “Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan müslümanlar düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güç belâ kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çare!... Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki:

“Su istiyor musun?” Belli ki istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işâreti ile de “Çabuk, halimi görmüyor musun?” der gibi bana bakıyordu Ben kırbanın ağzını açtım suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötede yaralıların arasında Hazret-i İkrime’nin sesi duyuldu:

“Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun su!”

Amcamın oğlu Haris bu feryadı duyar duymaz göz ve kaş işâretleriyle suyu hemen Hazreti İkrime’ye götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan şehîdlerin aralarından koşa koşa Hazreti İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım, İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken Hazreti Iyaş’ın iniltisi duyuldu.

“Ne olur bir damla su verin. Allah rızası için bir damla su!”

Bu feryadı duyan Hazreti İkrime, elini hemen geri çekerek suyu lyaş’a götürmemi işâret etti. Suyu o da içmedi. Ben kırbayı alarak şehîdlerin arasından dolaşa dolaşa Hazreti Iyaş’a yetiştiğim zaman kendisinin son nefesinde kelime-i şehâdeti söylediğini duydum. Benim getirdiğim suyu gördü. Fakat vakit kalmamıştı... Başladığı Kelime-i Şehâdeti ancak bitirebildi. Derhal geri döndüm, koşa koşa Hazreti İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim! Onun da şehîd olduğunu müşâhede ettim. Bari dedim amcamın oğlu Hazreti Hâris’e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim, ne çare ki o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslim eylemişti.

Hayatımda bir çok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı halde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli halleri gıpta ile baktığım en büyük îmân kuvveti tezahürü olarak hafızama adetâ nakşoldu!...

Hazreti İkrime şehîd olduğunda üzerinde 70’den fazla kılıç ve mızrak yarası vardı.


25 Haziran 2021 Cuma

NELERİ KAYBETTİK ?

 

Kaybettiklerimizden bazıları; 

 Adaleti kaybettik. Geciken adalet, adalet değildir. 

İşlevsel millet meclisini kaybettik. Milletvekilleri kamu vicdanını rahatlatamıyor. 

Güveni kaybettik. Devlet başta olmayınca; kuzgun leşte dolaşıyor, illegal ite racon kesiyor. 

Sevgi ve saygıyı kaybettik. Ya dövüyor, ya sövüyoruz. Olmadı üstünde tepiniyoruz. 

Helâl haram hassasiyetini kaybettik. Açgözlülükle, bulduğumuzu sorgulamadan götürüyoruz. 

Liyakati kaybettik. Her makam, mevki benim. Zinhar benden olmayana su dahi verilmeye! 

Değerleri, ölçüyü ve pusulayı kaybettik. Pusulasız gemilerin akıbetini, denizin derinliklerinde görebilirsiniz. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır. 

Aklımızı kaybetmeden, kaybettiklerimizi bulmalıyız. Bulalım ki; torunlarımız için bırakılan emanete ihanet etmemiş olalım. Tarihe not düşelim ki; kendimizi savunabilelim. 

Ey insan! 

Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva'-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? 

Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve kat'iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir. 

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve safî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o safî hürmetin tercümanı ve unvanı olan "Bismillahirrahmanirrahîm"i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman'ın dergâhında şefaatçi yap.

   Ey insan, eğer insan isen "Bismillahirrahmanirrahîm" de. O şefaatçiyi bul!

Gençlik Rehberi - 18

ÖLMEDEN EVVEL UYANALIM !.. 📢

 

Zülkarneyn Aleyhisselâm ordusuyla gece yolda giderken ordusuna:

- Ayağınıza takılan şeyleri toplayın, diye emir verir.

Ordu bu emri duyunca; 

⭐ 1. grup ;

- Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti ayağımıza takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız. Hiçbir şey toplamayalım, diyerek hiçbir şey toplamıyor.

⭐ 2. grup ;

- Madem Komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordunun komutanına itaat etmek gerekir, diyerek az bir şey topluyor.

⭐ 3. grup ;

- Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez, muhakkak bildiği bir şey vardır, bir hikmet vardır, diyerek bütün abalarını ağzına kadar dolduruyor.

Sabah olduğunda bakıyorlar ki, 

bir altın madeninden geçmişler, ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar.

Bunu anlayınca :

⭐ Hiç almayan 1. grup ;

-Keşke alsaydım, 

niçin almadım,

nasıl dinlemedim komutanın sözünü,  diyerek pişman oluyor.

⭐ Az alan 2. grup ;

- Keşke biraz daha fazla 

alsaydım diye sitem ediyor.

⭐ Çok alan 3. grup ;

- Keşke lüzumu olmayan eşyaları atsaydım, daha çok toplasaydım,

her yerimi doldursaydım diye üzülüyor.

İşte bu misalde olduğu gibi, 

ahirette bütün insanlar 

üzülecek ve pişman olacak.

⭐ Kâfir olan ;

- Keşke iman etseydim, 

keşke inansaydım, 

ebedi cehennemden kurtulsaydım,

⭐ Mümin, sevabı az olan ;

-Keşke daha çok sevab işleseydim, daha çok ikrama mazhar olsaydım,

⭐ Mü’min, sevabı çok olan ;

- Keşke derecemi yükseltseydim,

daha fazla namaz kılsaydım, 

oruç tutsaydım, 

sadaka verseydim, 

salih amel işleseydim diyecek. 

Rabbim bu misallerden 

ders ve ibret almayı nasib eylesin. 

Aminnn... 🤲

Selam ve Dua ile 🤗

24 Haziran 2021 Perşembe

BEN O YÜZDEN AĞLIYORUM


 Behlül Dâne, bir gün Halife Harun Reşid’in huzuruna gelir. Halife o sırada tahtında olmadığı gibi odasında da yoktur. Fırsattan istifade eden Behlül Dâne tahta geçer oturur. Biraz sonra koruma görevlileri bakarlar ki tahtta biri oturuyor, onu hemen aşağıya indirirler ve başlarlar dövmeye... Bir müddet sonra halife gelir ve bakar ki Behlül ağlıyor...

Hemen sorar:

- Niçin ağlıyorsun, ne oldu?

Halife, muhatabından cevap alamayınca, korumalara sorar aynı soruyu:

- Ne oldu buna?


Korumalar şöyle derler:

- Ey müminlerin emiri! Bu adam, sizin makamınızda oturuyordu. Biz de akıllansın diye bir iki vurduk. Ondan ağlar.


Behlül hemen söze karışır:

- Hayır. Ben o yüzden ağlamıyorum, senin için ağlıyorum. Ben ömrümde bir kez bu makama oturduğum için bu dayağı yedim. Sen ki, her gün oturuyorsun, acaba ne kadar dayak yiyeceksin? Ben onun için ağlıyorum

 

 Demek ki herkesin sorumluluğu makam ve  mevkisi nisbetindedir.Maddi makam ve mevki yükseldikçe sorumluluk ve hasap da artmaktadır.

 Hz.Ömer Diclenin kenarında bir koyunu bir kurt kapsa adli ilahi sorar onun hesabını Ömer'den diyerek bulunduğu makam ve mevkinin sorumluluğu karşısında titremektedir.

 Yine aynı Hz.Ömer zaman zaman gezerken kulağını yere dayar ve göz yaşı döker. Yarabbi Ömer'in hali nice olacak diye hüngür,hüngür ağlardı.Durumu gören etrafındaki sahabelerin hayretli bakışları karşısında ise, beni ayıplamayın ben ölümden korkmuyorum ben hesap vermeden korkuyorum.Vallahi okadar korkuyorum ki, Allah dese ki, Ey Ömer dünya büyüklüğünde bir mücevher yaratacağım sen bunu benim yolumda harca ve iman vesikasını elde ederek sorumluluktan kurtulur imanla kabre girersin dese vallahi terettürsüz harcar iman vesikasını elde ederdim, belki hesap vermekten kurtulurdum der.

 Dünya da cennet ile mücdelenen Büyük halife Ömer böyle der ve ağlarsa bizim halimiz ve sorumluluk mevkinde bulunanların hali nice olur?

Rafet Özcan


HERŞEYİ MADDEDE ARAYANLARIN AKILLARI GÖZLERİNDEDİR

 İslamin evrensel çağrısına   rağmen neden  bütün karışıklıklar ve kurbanlık sürü  gibi akan  bütün kanlar hep  müslüman ülkelerde yaşanır?  Dininİn,devletinin ve ırzının  düşmanına niye bu kadar karektersizce aşık olur bu insanlar?  Niye bu kadar hain üretir bu coğrafyalar ?

 Bu sorulara çok acı bir örnek...

Yıl 1917...

Bir İngiliz general Irak'ta yardımcıları ile arazide gezinirken bir çobana rastladı. Çevirmen aracılığıyla çobana:

''Eğer sürüdeki köpeğini öldürürse ona yüz sterlin vereceğini söyledi. Doğaldır ki, çoban için köpek çok değerlidir, sürüyü sevk ve idare eder. Kurtlara ve öteki yabani hayvanlara ve art niyetli insanlara karşı onları korur.

Ama teklif edilen para da çok büyüktür. Çoban köpeği yakalayıp, generalin önünde keser.

General bu kez de çobana; "köpeğin derisini yüzersen yüz sterlin daha veririm" dedi. Çoban köpeğin derisini yüzdü.

General çobana; köpeği parçalara bölersen bir yüz sterlin daha veririm, dedi. Çoban onu da yaptı. General parayı verip oradan ayrıldı.

Çoban generalin arkasından seslendi:

"Yüz sterlin daha verirsen köpeği yerim."

MÜSLÜMANLAR NEDEN SÜRÜ GİBİ, BU HALDEDİR?

General;

"Asla... Ben sizin değer verdikleriniz hakkındaki karakterinizi öğrenmek istedim. Sen para için, yoldaşın, yardımcın ve senin için çok değerli olan köpeğini kestin, yüzdün ve parçaladın. Eğer bir yüz sterlin daha verseydim, yiyecektin de. Benim, ihtiyaç duyduğum ve öğrenmek istediğim bu karakterdi."

Sonra yanındakilere dönerek;

"Bir ülkede bu karakterde insanlar fazla olduğu müddetçe asla korkmayın" dedi. Parayı verir her şeyi yaptırırsınız.

MÜSLÜMANLAR BU HALE NASIL GELDİ ?

Çoban ve köpek işbirliği içinde idi.

Çoban çıkarı için birlikte görevli olduğu arkadaşını yok etti.

Bir toplumda bu tür kişiler çoksa, o toplumda birlik ve dayanışma kolaylıkla ortadan kaldırılabilir. Çıkarcılar dostlarına herzaman ihanet edebilir.

Para her şeyi çözer!" diyorsa bir insan, "Ben para için her şeyi yaparım!" demek istiyordur. Para her şeyi çözmez, para her kapıyı açmaz. Para sadece para için yaşayanların kapısını açar.

Halbuki asrın müceddidi Bediüzzaman,müslümanın ölçüsünü,

"Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir.Göz ise maneviyatta kördür."diyerek belirlemiştir.

Bediüzzaman

TERAKKİYAT VE ASAYİŞİN TEMİNİ

    Ey divane baş ve bozuk kalb!

Zanneder misin ki, "Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar." Zannın yanlıştır, tahminin hatadır.

Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar.

Çünki mü'minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.

اَلْحَر۪يصُ خَٓائِبٌ خَاسِرٌ

durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

   Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur.

Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havâssı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var.

Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır.

Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir.

Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.

   Âyâ zanneder misin; bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neş'et ediyor.

Bu zanda hata ediyorsun.

Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind'deki Mecusi ve Berahime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler.

Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor.

Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.

   Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, kat'iyyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlış yola sevkediyorsunuz.

Çünki itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatın idaresinden daha müşkildir.

İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler.

Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez.

Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.

Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.

B.Cevab Veriyor - 150

BİRKAÇ BÎÇARE GENÇLERE VERİLEN BİR TENBİH, BİR DERS, BİR İHTARDIR

    Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler.

Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risale-i Nur'dan meded isteyen gençlere dediğim gibi dedim ki: Sizdeki gençlik kat'iyyen gidecek.

Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi' olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek.

Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarfetseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.

   Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.

Çünki insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır.

O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir.

Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor.

İnsan ise, eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor.

Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür.

Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasında madumdur, ölmüştür.

Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor.

Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine madumdur.

Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar.

Eğer iman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur.

Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve manevî ezvakı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor.

Sözler - 145

SOHBET MECLİSLERİ ADABI


Bir kimse sohbet meclisinden ihtiyacı için çıkar, sonra geri dönerse, önceki yerine oturmaya herkesten ziyade hak sahibidir. Bunun yanında meclise yeni girmiş biri, mecliste boş bulunan yere oturur.

Zira nebevî terbiye sahibi olan sahabe-i kiram, Efendimiz’in huzuruna vardıkları zaman, buldukları boş yere otururlardı.
(Ebû Dâvûd, Edeb 14)

Vehb İbnu Huzeyfe(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Bir kimse ihtiyacı için çıkar, sonra geri dönerse, önceki yerine oturmaya herkesten ziyade öncelikli hak sahibidir.’ (Müslim, Selâm 31)

Sohbet meclislerinde bir araya gelindiğinde, meclis dağılmadan önce, Kur’andan bir aşir(Asr suresi gibi.) veya dua okunması, müstehab görülmüştür.

Taberânî “Evsat”da ve Beyhakî “Şuab”da Ebu Huzeyfe’den rivayet etmişlerdir: “Resulullah’ın ashabından iki kişi birbiriyle karşılaştıklarında biri diğerine Ve’l-Asrı Sûresi’ni okumadan, sonra da biri diğerine selam vermeden ayrılmazlardı.”

Sahabeler, Asr suresini okuyarak, zamanın gidişini ve ömürlerinin geçişini anlayıp düşünerek birbirlerine Hakkı ve sabrı tavsiye etmişler ve Hak Teâlâ’ya tam iman ile salih ameller için muvaffakiyet temennisinde bulunmuşlardır.

İmam Şafii(r.a) şöyle demiştir: “Kur’ân’dan başka hiçbir sûre nazil olmasaydı şu pek kısa sûre(Asr Suresi) bile, insanların dünya ve âhiret mutluluklarını te’mine yeterdi. Bu sûre Kur’ân’ın bütün öğrettiklerini kucaklıyor.”

Herhangi bir beraberlikten sonra, taraflar vedalaşıp ayrıldıklarında, karşılıklı olarak birbirlerine dua etmeleri, sünnetin talimi gereğidir.

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: Resûl-i Ekrem(a.s.v) yolculuğa çıkacak biriyle vedâlaşırken onun elini tutar, o adam elini çekmedikçe Hz.Peygamber de(s.a.v) elini çekmez ve ona şöyle dua ederdi: “Dinini koruman, emanetlerini ifa etmen ve amellerini hayırla sonuçlandırman için seni Allah´a emanet ediyorum.”

23 Haziran 2021 Çarşamba

ANA BABA HUKUKU

 İslam dini, anne-baba hukukunun önemini; her halûkârda onlara itaatin ehemmiyetini; hangi sebeple olursa olsun onları kırıp, rencide etmenin yasak olduğunu; onların rızalarını ve memnuniyetlerini tahsil etmenin farz-ı ayn olduğunu her müslümana bildirir.

Gerçek ve doğru olan şudur ki; her evlât hiçbir özür beyan etmeden, haklı veya haksız hiçbir sebep öne sürmeden anne ve babanın rızasını tahsil etmenin gayretinde olmakla vazifelidir. Bu yolda azamî şefkatini ve merhametini esirgememelidir.

Evlat haklı bile olsa anne babasına isyan edemez. Onların İslama aykırı olan isteklerini yerine getirmeden, evlatlık görevlerini yapmaya devam ederler. Güzel bir lisanla anne babayı kırmadan isteklerinin yanlış olduğu ifade edilir.

İtaat etmek ayrıdır, isyan etmek ayrıdır. Allah Teâla’ya isyan olmadıkça anne-babaya mutlak itaat emredilmiştir. O halde Allah’ın emrine aykırı olmayan her isteklerini yerine getirmek gerekir. Allah’ın emirlerine aykırı olan isteklerine ise uyulmaz; ama isyan da edilmez. Bu istekleri yerine getirilmez ve sessiz kalınır. Hürmet, saygı ve hizmet devam eder.

Baba ne kadar haksız da olsa, oğul onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli.

(Emirdağ Lahikası, syf.77)

Müşrik bile olsa anne ve babaya hürmet hususunda bir ayette Cenab-ı Hakk(c.c) şöyle buyurmuştur: “Eğer onlar(ebeveyn) sence ilimde (yeni) olmadık herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin yoluna uy…”

(Lokman Sûresi, 15)

Esma Bintu Ebî Bekr(r.a) anlatıyor: Henüz müşrik olan annem yanıma geldi. Nasıl davranmam gerekeceği hususunda Hz.Peygamberden(a.s.v) sorarak : “Annem yanıma geldi, benimle görüşüp konuşmak arzu ediyor, anneme iyi davranayım mı?” dedim. “Evet” dedi, “ona gereken hürmeti göster.”

(Buharî, Hibe 28; Edeb 8)


22 Haziran 2021 Salı

İNSANIN SÎRETİ SURETİNE NASIL YANSIR?


“İnsanın sireti suretine yansır mı?”

SİRET NEDİR?

Siret, kişinin içyapısı, ruhî özellikleri, karakteri, huyu, iç âlemi, ahlâkı, iç derinliği, gönül zenginliği, kişinin iç profili gibi manalara gelir. Cenâb-ı Allah sirete nazar eder, surete değil. Bunu şu âyet ilân ediyor: “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşmaz; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır.”1 Bediüzzaman bu âyeti “batın-ı kalb ayine-i Sameddir”2 sözüyle tefsir ediyor. Yani kalbin içi Allah’ın nazar kıldığı ayna gibidir. Kalbin içi temiz olursa insanın ameli de güzel olur, sureti de hoş olur

Demek, insanın sireti suretine yansıyor. Siret gülerse, suret de gülüyor. İnsanın tebessümü, siretinin şükür, teslimiyet ve rıza halinde olduğunun göstergesidir. İnsan siması günahlarından da, sevaplarından da, saadetinden de, şekâvetinden de haber veriyor. Yani insanın siması ve yüzü, ruhunun aynasıdır.

Kalbin içi insanın siretidir.

KALP NEDİR?

Kalp, insanın göğüs kafesinin altında yer alan ve çam kozalağı gibi olan maddî yapı değildir. Bu maddî kalp, manevî kalbin ruh için önemini kavramamıza yarar. Beden için maddî kalp ne ise, ruh için manevî kalp de odur.

Bediüzzaman Hazretleri bunu şöyle ifade ediyor:

“Kalpten maksat, sanevberi (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalp tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberinin cesede yaptığı hizmet gibidir.”3

Peygamber Efendimiz (asm) şu hadisinde maddî kalbi nazara vermişse de, manevî kalbi tarif etmiştir: “Şunu bilin ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. O düzgün olursa bütün beden düzelir; o bozuk olursa bütün beden bozulur; azalar ona tabidir. Dikkat edin o et parçası kalptir.”4

Meyvenin içi siret, kabuğu surettir. Meyvenin içi, kabuğundan daha güzeldir.

Okyanusun mavi yüzeyi suret, derinliği sirettir.

Gönül gözü sireti de, sureti de görür; baş gözü ise sadece sureti görür.

Kur’ân siret güzelliğini “kalbin selim” (selim kalp) kelimeleriyle ifade ediyor. Selim kalp, günahlardan tövbe ile arınmış, güzel ahlâka ulaşmış sîret güzelliğidir. “O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Ancak Allaha selim bir kalb ile varan başka!”5

GÜNAHLAR KALBİ PASLANDIRIR


Günahlar suret ve kabuk gibi gözükse de, kalbi kirlendiriyor, paslandırıyor, lekelendiriyor. Kalbi kör ediyor. Dolayısıyla sireti olumsuz etkiliyor. Şu âyetlerden bunu anlıyoruz: “Gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” “Hayır hayır! Fakat onların kazançları kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.”

Peygamber Efendimiz de (asm) buyuruyor ki: “Mü’min, bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Eğer o günahı hemen terk edip tövbe ve istiğfar ederse kalbi cilâlanır, eski parlaklığına kavuşur. Günah işlemeye devam ederse, siyah noktalar gittikçe çoğalır ve neticede kalbini büsbütün kaplar.”

Bu âyetleri ve hadisi Bediüzzaman Hazretleri şöyle tefsir ediyor: “Bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler-neûzu billâh-mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler… Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”

Anlaşılıyor ki siretin güzelliği kalbin cilâsı ile mümkündür. Kalbin cilâsı da tövbe ile ve Allah’ı zikretmekle mümkündür.

“Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”


20 Haziran 2021 Pazar

BİLDİĞİN İLE AMEL ET YETER

 

Peygamberimiz (asm) “bildiğiyle amel edene Allah (cc) bilmediğini de öğretir” buyuruyor.

Bir gün Molla Hamid Ağbey; “Üstadım bana istediğim şekilde duâ etmiyorsunuz..” serzenişte bulununca Üstad da, nasıl bir istediğini sorar. Molla Hamid Ağabey; “Okuduğumu anlamayı, ezberine alarak ilim sahibi olmak için duâ istiyorum..” diyor. Üstad da “Âlim mi olmak istiyorsun” deyince Molla Hamid “evet” der. Üstad; ilmin senin hakkında hayırlı olduğunu nereden biliyorsun? Molla Hamid; “İlmin hayırsızı olur mu?” Üstad, herşeyin hayırlısı hayırsızı olur. Birinci Cihan Harbi’nden önce ilmiyle gururlanıp dalâlete giden birini hatırla diyerek kardeşim sen kendi hakkında hayırlı olanı iste diyerek Molla Hamid’i ikaz eder.

Okuduğun senin değil anladığın senindir.Anladığında senin değil yaşadığın senindir.Yaşadığında senin değil yaşattığın senindir.

Evet çok bilip de gurur ve kibir tuzaklarına düşüp sıkıntılara sebep olmaktan ise; az bilip, mahviyet ve tevazu içinde istikametle hizmetlere devam etmek daha evlâ daha isabetli olsa gerek.

DUA !

Ey Ehad-i Samed! Ben’i biz havuzuna eriştir! Bizi yalnız Sana yönelt, yalnız Sana kul et, yalnız Sana el açtır, yalnız Sana ulaştır! Bizi bizle haşret! Bize lütfunu ve inayetini esirgeme! Bizi ‘ben’ bataklığına düşürme! Bize ihlâs-ı tâmme nasip et! İman ve Kur’ân hizmetkârlarına yardım et! Mahşerde yüzümüzü kara çıkarma! Âmin!

ON SEKİZİNCİ DEVA

 

   Ey şükrü bırakıp şekvaya giren hasta!

Şekva, bir haktan gelir.

Senin bir hakkın zayi olmamış ki şekva ediyorsun.

Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın.

Cenab-ı Hakk'ın hakkını vermeden haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekva ediyorsun.

Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekva edemezsin.

Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan bîçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin.

Senin elin kırık ise kesilmiş ellere bak!

Bir gözün yoksa iki gözü de olmayan âmâlara bak!

Allah'a şükret.

   Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekva etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.

Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki şükretsin.

Bu sır bazı risalelerde bir temsil ile izah edilmiş.

İcmali şudur ki:

   Bir zat, bir bîçareyi, bir minarenin başına çıkarıyor.

Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor.

Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor.

O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde; o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp şükretmeyerek yukarıya bakar.

Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım; ne için o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil deyip şekvaya başlarsa ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır.    Öyle de bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp, yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekva etmek, sabırsızlık göstermek "Aman ne yaptım, böyle başıma geldi?" diye rububiyet-i İlahiyeyi tenkit etmek gibi bir halet; maddî hastalıktan daha musibetli, manevî bir hastalıktır.

Kırılmış el ile dövüşmek gibi şikayetiyle hastalığını ziyadeleştirir.

   Âkıl odur ki لِكُلِّ مُص۪يبَةٍ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ sırrıyla teslim olup sabretsin; tâ o hastalık, vazifesini bitirsin gitsin.

Lemalar[Y] - 261

19 Haziran 2021 Cumartesi

BİZE NE OLDU ?


Zihayatın en mükemmeli olarak yaratılan insan, akıl ve vicdan gibi mükemmel cihazlar verilmiş, müslümanlık gibi bir nimetle donatılmışız.Fakat zamanla bu nimetlerin unutup insanlıktan dahi uzaklaşıp vahşi bir duruma gelmişiz.  Niçin bu nimetlerin değerini bilip yerinde kullanmayı unutmuşuz?Sanki bir canı gibi birbirimize düşman olmuşuz.

İman ile müşerref olduktan sonra karıncayı bile incitemez duruma gelen müslümanın cahiliye dönemi vahşetlerini bir düşünelim. 

Bizlerin bugün ne halde olduğumuzu görünce ister istemez aceba imanımız zaafamı uğradı ki çevremizdeki vahşetlere seyirci kalıyoruz? Yoksa biz insanlığıımızı mı kaybettik de bugünkü vahşetlere sessiz kalıp zalimlere alkış tutar hale geldik? Allah'ım bizleri nefis ve şeytanın şerrinden koru.Hakiki imanı elde edip onu muhafaza etmeyi nasip et.Düşmanlarımıza fırsat verme,kalplerimizi sevgi ile birleştir.

Allah başta yöneticilerimiz ve siyasetçilerimiz olmak üzere herkese basiret nasip eylesin.Amin.

19.06.2021

Rafet Özcan

MAHŞERDE İKİ YÜZLÜNÜN HALİ

 

Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurdular:

“Kıyamet günü aleyhinde ilk önce hüküm verilecek olanlar şunlardır: Adam şehid olmuş olarak biliniyor. Huzura getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da ulaştığı nimetleri tanır ve kabul eder. Allah ona: “Bu nimetlere karşı ne amel işledin?” diye sorar. Kul: “Senin yolunda cihad ettim. Nihâyet şehid edildim.” Der. Allah (cc): “Yalan söyledin! Bilakis sen kahramandır denilmek için savaştın ve nitekim hakkında da öyle söylenmiştir.” Buyurur. Sonra emir verilir de bu kimse cehenneme atılır.

Bir adam daha getirilir ki, ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuştur. Allah ona: “Ne amel işledin?” der.

O da: “Senin rızan için ilim öğrendim. Başkalarına ilim öğrettim. Kur’ân okudum.” Der.

Allah: “Yalan söyledin! Sen âlim desinler diye ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun! Gerçekten sana bunlar da söylendi.” Buyurur.

Emir verilir ve adam cehenneme atılır.

Bir başkası daha getirilir. Allah’ın kendisine bol nimetler verdiği ve her çeşit maldan bolca ihsan ettiği bu adama Allah: “Ne amel işledin?” buyurur.

Adam: “Senin verilmesini istediğin yerlere Senin rızan için verdim yâ Rabbi.” Der.

Allah (cc): “Yalan söyledin. Bilakis sen cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim senin için bu da söylenmiştir.” Buyurur.

Sonra emir verilir, adam cehenneme atılır.

Sonra Resûlullah (asm) Ebû Hüreyre’nin dizine vurup: “Ey Ebû Hüreyre! Bu üç zümre, Kıyamet günü, cehennemin üzerlerine kabaracağı kimselerdir!” buyurdu.4

GÜNÜN DUASI

Ey içimizden geçenleri bilen! Ey günahları bağışlayan! Ey ayıpları örten Allah’ım! Bize ihlâs ve istikamet ver! Günahlarımızı bağışla! Ayıplarımızı ört! Hasenatımızı seyyiata çevirme! Âmin.

KAÇ TÜRLÜ ŞİRK VARDIR?

 Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allah’a ortak koşmalarıdır. Ben, güneşe, aya ve puta tapacaklarını söylemiyorum. Fakat Allah rızası dışında yapılan amelleri ve gizli arzuları kast ediyorum.”1 Hadisin izahını yapar mısınız?”

KALP YALNIZ ALLAH’A AİTTİR

Peygamber Efendimiz (asm) riyaya, farkında olunmayan bir şirk olarak dikkat çekiyor. Anlaşılıyor ki, riya ve gösteriş şirkten başka bir şey değildir. Nitekim kalp yalnız Allah’a aittir. Bir kalbe iki “ben” yerleşmez.

Şirk, Allah’a ortak koşmak, Allah’a eş koşmak, İlahın birden fazla olduğunu iddia etmektir ve böyle bir iddia büyük günahların başıdır. Cenab-ı Hak:“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Bundan başka günahları ise, dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşana gelince, artık o haktan pek uzak bir sapıklıkla sapmış gitmiştir.”2 Buyuruyor.

Bahsettiğiniz hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, bilinen açık şirkten başka bir de gizli şirk vardır ve Peygamber Efendimiz (asm) ümmetinin açık şirke düşeceğinden değil, gizli şirke düşeceğinden endişe duyuyor.

Demek oluyor ki, Peygamber Efendimiz (asm) ümmetinin açık şirke düşmeyeceğinden emin bulunmaktadır.

ŞİRK İKİ TÜRLÜDÜR

1-Açık şirk. 2-Gizli şirk.

1-Açık şirk: Doğrudan Allah’a eş koşmak, Allah’ı bildiği halde Allah’tan başka şeylere tapmaktır. Mesela güneşe, aya ve puta tapmak şirktir.

Kimi zaman şirk-i hafinin açık şirke ve küfre kapı açıyor olması kanımızı dondurmaktadır. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafi katılaştığı zaman esbab şirkine inkılâp eder. Bu da devam ederse küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile, yani halıksızlığa incirar eder. El-iyazü billah!”3

2-Gizli şirk ise, riya gibi, gösteriş gibi, iki yüzlülük gibi, amel ve davranışlarımızda yüzümüzü Allah’tan başkasına çevirmek, Allah’ın rızası olmayan bir işte Allah’tan başkasından lütuf ve takdir beklemek, amel ve davranışlarımızda Allah’ın rızasını gözetmemek ve bunu önemsememek, bunun yerine başkalarının rızasını önemsemek olarak tanımlanabilir. Ki, Peygamber Efendimiz’in (asm) ümmetinin düşeceğinden endişe buyurduğu amel budur. Burada, kişi farkında olmadan ameli için çıkış noktası olarak Allah’tan başka birisinin nazarını ve aferinini esas almış olmaktadır.

17 Haziran 2021 Perşembe

DEMİREL'İN UNUTULMAZ SÖZLERİNDEN

 

- Tespih çeken elle, tetik çeken el bir olmaz.

- Bulut buluttur, bulutun akı da buluttur garası da, binaaneleyh, üzerine gonuşmaya değmez.

(Yıldırım Akbulut için ne düşünüyorsunuz? diye soran gazeteciye demişti.)

- Türkeş Türk çocuğu, Ecevit halk çocuğu, Erbakan Müslüman çocuğu, ya biz ne çocuğuyuz?

- Bana Türkiye’nin durumunu bir kelimeyle anlatın derseniz “iyidir” derim. İki kelimeyle anlatın derseniz “iyi değildir” derim.

- Ege bir Yunan gölü değildir. Ege bir Türk gölü de değildir. Binaenaleyh, Ege bir göl de değildir.

- Said Nursî’ye âlim demeyenin alnını karışlarım.

Bugün merhum Demirel’i, arkasından duâlarla anarken, kendisinin de ilmine hayran olduğu Üstad Said Nursî’nin bir sözüyle tarih sayfalarına havale ediyoruz: “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir.”

DALLKAVUKLUK VE YALAKALIK

  GÜNÜMÜZ DALKAVUKLARININ GÖREVLERİ

Dalkavukluk birini övmek ve onun hatalarını görmemektir.Dalkavukluk eski dönemlerde bir meslek iken günümüzde bir meşrep (huy,ahlak) ve yalakalık haline gelmiştir.

Padişahların dalkavukları herşeyi padişahın isteği doğrultusunda över methüsena eder, yerilecekse yine padişahın isteği doğrultusunda yerer ve çirkin gösterirdi.Günümüz dalkavukları ise kendi menfeatleri doğrultusunda birilerini bilhassa yetkili yönetici ve devlet erkanını methüsena edip onların yanlışlarını da alkışlayarak yöneticilerin yanlışta devam etmelerini sağlayıp kendi çıkarlarını ülke çıkarlarının dahi önüne koymakta bir behis görmüyorla.

Zamanın birinde padişahın dalkavuğu padişahın istaği doğrultusunda patlıcanı ve ondan yapılacak yemekleri övmeye başlar. Gün gelir Padişah patlıcan yemeklerinden sıkılıp yemek istemez. O zaman da dalkavuk başlar patlıcanı kötülemeye.Bu durumdan rahatsız olan padişah dalkavuğa çıkışır ve derki,be adam sen dün patlıcanı övüyordun bugün ise yeriyorsun bu ne hal böyle deyince,dalkavuk padişaha,padişahım benim görevim bir şeyi sizin isteğiniz doğrultusunda övmek ve yermektir.Ben sizin dalkavuğunuzum ve sizin dalkavukluğunuzu yapıyorum.Patlıcanın değil der.İşte dalkavukluk böyle bir meslektir. Günümüz dalkavuklarının kulakları çınlasın.

YEMEK ADABI

 Yemeğe besmele ve dua ile başlamak.

Allah’ın Resulü(a.s.v), yemeğe dua ile başlardı. Hz. Peygamber(s.a.v) sofrası kurulduğu zaman şöyle derdi: “Allah’ın ismiyle başlarım! Ey Allah’ım! Bu nimeti şükrü yapılmış ve cennet nimetinin verilmesine vesile yapacağın bir nimet kıl.”
(Nesai)

Yemekten önce ve sonra elleri ve ağzı yıkamak, yemeğin bereketini arttıran güzel bir sünnettir.

Hz. Enes(r.a) naklediyor: Peygamber Efendimiz(a.s.m) şöyle buyurmuştur: “Kim ki Allah’tan evinin hayrını çok etmesini isterse, yemeğe otururken ve kalkınca elini ağzını yıkasın.”
(Ramûz, c.2/396-9)

Yemeğe, Besmele çekerek başlamak gerekir. Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın Lisan-ı hâliyle vird-i zebânıdır.

Mâdem her şey mânen Bismillah der. Allah namına Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız...
(Sözler, 1.Söz)

Hz. Âişe’den(r.a) şöyle rivayet edildi: Peygamber(s.a.v) ashabından altı kişi ile birlikte yemek yiyordu. Bir bedevi geldi ve o yemeği iki lokmada yiyip bitirdi. Bunun üzerine Resûlullah(s.a.v): “Dikkat ediniz! Eğer besmele çekseydi hepinize yetecekti” buyurdu.
(Hadislerle İslâm, c.3/345)

Âişe(Radıyallahu anhâ) rivayet ediyor: Peygamber Efendimiz(s.a.v) buyurdu ki: “Sizlerden biri yemek yemeye başladığında besmele çekmeyi unutursa, o kimse ‘Bismillahi evvelâhu ve âhirehu’ desin.”
(Şemâil-i Şerif, 204)


GİYİM KUŞAM

 

İslâm, belli bir giyimi ve kıyafeti emretmez. Mensuplarını belli bir şeklin içine girmeye zorlamaz. Zira giyim mevsime göre değiştiği gibi, muhite göre de değişebilir. Giyimde, yaşanan iklimin icabı esastır. Ancak burada İslâm’ın emrettiği bir husus hatırdan çıkarılmamalıdır. Hangi renk, moda ve biçimde giyilirse giyilsin, elbise erkekte ve kadında avret yerini mutlaka örtmeli, bakanları tahrik edecek şekilde dar ve kısa olmamalıdır.

Hz.Peygamber(s.a.v)’in hayatına baktığımızda, giyim konusunda şu üç ölçüyü öne çıkardığı görülür: İsraftan sakınmak; Giyinmeyi, kibir, gurur, azamet ve gösteriş vesilesi yapmamak; İçinde bulunduğu sosyal sınıfın imkân ve şartlarına uygun biçimde giyinmek.
(Ali Yardım, Peygamberimizin(s.a.v) Şemaili)

Kıyafetin güzelleşmesi, kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder, hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar.

Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi’ bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin ve san’atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir.

İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükrün bir gereği olarak ta, güzel giyinmelidir. Zira Allah(c.c) verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister.
(Mektubat, 28.Mektub, 5.Risale, Şükür Risalesi)

Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Güzelce giyinip kuşanasınız. Kılık kıyafetinizi düzeltiniz. Ta ki insanlar arasında siyah üzerindeki 

ESERE BAKIP ESER SAHİBİNİ TANIMAK

 Birinci Bürhan:

 Nasılki işlenmiş bir eserin güzelliği işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği ustalığın o san'attan gelen unvanının güzelliğine ve ustadaki san'atkârlık unvanının güzelliği o san'atkârın o san'ata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği kabiliyet ve istidadının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği zâtının ve hakikatının güzelliğine derece-i bedahette gayet kat'î bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de: Bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahluklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemal dahi San'atkâr-ı Zülcelal'deki fiillerinin hüsün ve cemaline kat'î şehadet ve ef'alindeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan unvanların, yani isimlerin hüsün ve cemaline şübhesiz delalet ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin menşei olan kudsî sıfatların hüsün ve cemaline kat'î şehadet ve sıfatların hüsün ve cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zâtiyenin hüsün ve cemaline kat'î şehadet ve şuunat-ı zâtiyenin hüsün ve cemali ise, fâil ve müsemma ve mevsuf olan zâtının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsî kemaline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat'î bir surette şehadet eder.

Demek Sâni'-i Zülcemal'in kendi Zât-ı Akdesine lâyık öyle hadsiz bir hüsün ve cemali var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsün ve cemal lem'alarıyla tezyin edip ışıklandırmış.

Şualar - 74

HER ESER KENDİSİNİ OKUYUP SAHİBİNİ TANIMAMIZI İSTİYOR

    Evet işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi fâilsiz olamaz.

Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir.

Madem bir san'atın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri işleyenin fiiline delalet ve o fiilin vücudu, fâilinin ve unvanının ve eseri intac eden sıfatın ve isminin vücudlarına delalet eder.

Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasib muvafık güzelliğine, o dahi zâtın ve hakikatın -fakat zâta ve hakikata lâyık ve muvafık- kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle delalet eder.

   Aynen öyle de: Bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime fâilsiz olması muhal olduğu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları göz ile görünen isimler dahi müsemmasız hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, şu kâinatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlarıyla, hâlık ve sâni' ve fâillerinin vücud-u ef'aline ve esmasının vücuduna ve evsafının vücuduna ve şuunat-ı zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kat'î bir surette delalet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalât ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni'-i Zülcelal'de olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe'nlerin ve zâtının kendilerine mahsus münasib ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalâtlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkinde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kat'î delalet ederler.

Şualar - 75

16 Haziran 2021 Çarşamba

KRALDA OLSAN ŞAHİT LÂZIM


Şahidin var mı ? Ey Mü’minlerin Emiri   

Hz. Ali (ra), Sıffin Savaşı’ndan dönerken yolda farkına varmadan zırhını düşürür. Küfe’ye dönünce onu bir Yahudinin elinde görür. Yahudiden onu ister. Ancak Yahudi zırhın kendine ait olduğunu, kendisine vermeyeceğini ifade eder. Hz. Ali (ra) durumu kadıya intikal ettirir. Kadı da, devrin meşhur kadısı Kadı Şüreyh’tir. Kadı, dâvâcı ile dâvâlıyı huzuruna aldıktan sonra önce Hz. Ali’ye (ra) sorar: “Ey Mü’minlerin Emiri! Zırhın sana ait olduğuna dair şahidin var mıdır?”
Hz. Ali (ra): “Oğlum Hasan bana şahitlik eder.”

Kadı Şüreyh: “Oğlun Hasan’ın bu dâvâda şahitliği geçerli değil Ya Emire’l-Mü’minin.”

Hz. Ali (ra): “Nasıl olur? Resulullah (asm): ‘Hasan ve Hüseyin Cennet gençlerinin efendileridir’ buyurur.”

Kadı Şüreyh: “Başka şahidin var mıdır ey Mü’minlerin Emiri?”

Hz. Ali (ra): “Yoktur.”

Kadı Şüreyh: “Bu zırh dâvâlıya aittir.”

Dâvânın lehinde tecelli ettiğini gören Yahudi orada: “Madem dininiz bu şekilde adaleti emrediyor. O din haktır” diyerek Kelime-i Şehadet getirip Müslüman olur ve Hz. Ali’ye (ra) dönerek: “Bu zırh size aittir. Siz onu yolda düşürmüştünüz. Ben de onu almıştım.” der. Hz. Ali (ra) de, Müslüman olduğu için zırhı ona hediye eder.

15 Haziran 2021 Salı

NAMAZ HIRSIZI

 Yeni bir hatıra. “Namaz’daki Hırsızları” yakaladım.

Aslında, çocuklarıma bir öğreti prensibinden oluştu bu yazı. Bir yıldır bu cümleyi her namaz öncesi tekrarlıyordum, çocuklarıma! (Kendime de düstur edinmeye çalışıyorum.) Çünkü ben 4 rekât kılmadan onlar, tam vakti kılmış oluyorlar.

Hırsızlık yapma! Namaz’dan çalma!

Yazmaya başlamadan az önce; köyde, çam ağacının altında, ‘Hizmet Rehberi’nden bir bölümü sesli okuyordum, oğlum salıncakta sallanırken beni dinliyordu. “Farzlarını yapan, kebîreleri işlemeyen kurtulur.” (Kastamonu Lâhikası)

Küçük bir açıklama yaptım. Bir tanesi “Hırsızlık” idi. Meselâ dedim, size her namazda, “Hırsız olma”, “Namaz’dan çalma!” diyorum ya; işte bu büyük günahı en başta namaz kılarken yapma, dedim.

Buna ilâveten dün radyoda bir hadis dinledim, çok etkilendim, bir kendime baktım, bir Hz. Ebu Bekir’e (ra) baktım.

“Hz. Ebû Bekir’in (ra) namazda huşû eksikliği yaşadığını ve bunu gidermek için ne yapması gerektiğini Efendimize (asm) sorması üzerine; Rasûlüllah (asm) şöyle buyurur:

“Ey Ebû Bekir! Her namazını son namazın gibi kıl!”

Başka bir Hadis-i Şerifte ise “Namazlarınızı, dünyaya veda eden kişinin kıldığı gibi kılınız. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor!” der. (Albânî, Câmi’, 3776).

Ve şimdi öğle ezan-ı Şerif-i okunmaya başladı.

Risale-i Nur’da, benim bu kadar anlatmak istediğimi tek cümlede halletmiştir.

“Ve bilhassa, namazı tadil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.” (26. Söz)

Allah’ım, bizleri her namazını tadil-i erkân ile son namazını kılar gibi kılanlardan ihsan eylesin, amin.

ALLAH'IN SANAT ESERLERİNİ TEMAŞA ETMEK

   Dikkatle, hayretle ve ibretle bakmak; durup, hoşlanarak seyretmek, manasına gelen temaşanın, bir cihette, dua gibi kuşatıcı yönü var.

Her göze, her gönle girer çıkar; varlığından, bir zerresi eksilmez. Bilâkis hayranının nazarında, müştakına her lâhzada tükenmeyen bir âlem!

Renkler, şekiller, kokular tefekküre, tezekküre; Yaradan’ın kudretini idrak için hudutsuz bir vesile.

Zira “Hiçbir şey yoktur ki O’nu övüp tesbih etmesin.” 1

Cıvıldayan kuşların, ışıldayan taşların; görebilen bakışların arkasında, Allah (cc) var.

“Her bir masnu öyle bir mektub-u Rabbânîdir ki, umum zîşuur onu mütalâa eder.” 2

Mevsim, güzelliğin arz-ı endam eylediği bir mevsim.

Yemyeşil yapraklar, sinesinde hayatları barındıran rahm-ı mader topraklar…

Çiçeklerin rengârengi bu günlerde, en nâdide halı gibi, yerlerde!

Hâl diliyle Mevlâ’sını zikreyleyen çiçekler, böcekler…

Onu gören, gördüğüne; görülen de, gönderene şükreder.

Gökyüzünün rengi bile bir başka.

Bembeyazın beyazından, masmavinin tonlarından hâsıl olan bir derya…

Bir de, güneş, bulutların arkasından göz kırparsa dünyaya…

Nasıl ki duâ, edene, edilene; gönüllerden geçene uzanan, onların herbirini kuşatan kenz-i mahfî bir değer. Aynen onun gibi; temâşâ da, yeryüzüne nesc edilen; ilmek ilmek dokunan güzellikler, özellikler; seslerden, rayihadan hâsıl olan cihan değer bir mana.

Risale-i Nur’da ifade edilen, “Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi” 3 sözünün açılımı işte, bu:

Cenab-ı Hak, güzellikleri temâşâ için göz, güzel sözleri, sesleri ve nağamâtı işitmek için kulak; tutmak için, el; tatmak için, dil; bütün bunların hazzına erebilmek için de gönül vermiş, insana.

İdrak ise, mevcudata vurulan solmaz tevhid mührünü, görebilme hassesi.

Ve dahi temâşâ, varlığını hissetmeye, aczimizi derk etmeye vasıta.

Pınarların şırıltısı, yaprakların hışırtısı, hayvanatın hırıltısı, bazısının mırıltısı, tayerânın cıvıltısı musika-i İlahî.

Yâ Rab!

Va’z ettiğin bunca hikmet, lütfettiğin bunca nimet Cennetlere numune.

Madem istemek duygusunu îtâ ettin, bahşettin; biz kulların, cümlemiz, Cennetini isteriz.

Allah’ım!

Aczimizi idrak edip fakirâne, mahzunâne istemek bizden; vermek ise fazlındandır, Sendendir.

Ver, yâ Rabbi, ver…

14 Haziran 2021 Pazartesi

ELBETTE HERKES ÖLECEK !


İnsan; ölümü bilen, hayatın manasının farkında olabilen tek canlı. Hayvanlar ve böcekler hayatın manasına dair bir sorgulama yapamaz.

İnsan ise, ölüm şuuruna erebildiği nispette diğer canlılardan farklılaşır. Hamlıktan kur- tulur, olgunlaşır. Değersiz şeylere önem vermez. Seçici olur. Geçici sorunları kafaya takıp, kalan ömrünü israf etmez.

Hayat; çıkışlar ve inişler, ümitler ve pişmanlıklar, kederler ve sevinçlerle doludur ve ölüm vardır. İnsanın egosunu hiçlikte eritmesi için belki de en önemli adım, ölüm şuuruna sahip olmaktır.

İnsan ölüm şuuru ile düşünürse ve vicdandan yükselen sese kulak verirse işitir,ölümün manasını anlar;

“Dünya madem fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem ebedî hayat burada kazanılacaktır. Hem madem Dünya sahipsiz değil. Hem madem ne iyilik, ne fenalık karşılıksız kalmayacaktır. Hem madem şu dünya misafirhanesinin gayet Hakîm ve Kerîm bir idarecisi var.

Hem madem  “Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez” sırrınca, kimseye yapabileceğinden fazlasını yüklemek yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola tercih edilir. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

Elbette en bahtiyar odur ki; dünya için ahiretini unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin. Ebedî hayatını dünya hayatı için bozmasın, faydasız şeylerle ömrünü telef etmesin.

Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine uygun hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”

13 Haziran 2021 Pazar

SELAM OLSUN


Doğru yolda karar kılıp,

Gidenlere selam olsun.

Eğri yola demir atıp,

Batanlara kelam olsun.


Demokratlık senin hakkın,

Kaypaklara tavır takın.

Güzel günler gelir yakın,

Bilenlere selam olsun.


Ak dediler kara çıktı,

Millet bunlardan bıktı.

Suçlu suçsuz hepsini tıktı,

Masumlara selam olsun.


Şimdi baktı yıkılacak,

Hemencecik kurdu tuzak,

"Cumba" diye yaptı ittifak,

Bozanlara selam olsun .


"Yeter söz milletin" dedik,

Hizmeti kutsaldır bildik.

Ölmedik yine dirildik.

Yiğitlere selam olsun.


Rafet Özcan

HARAMA BAKMAK KÖRLEŞTİRİYOR

 Bilim adamları yaptıkları araştırmalar sonucu, gayri ahlakî görüntülerin, seyredenleri geçici bir körlüğe sürüklediğini belirledi.

Edepsiz görüntüler bir an için insanın dünya ile ilgisini kesiyor. Bu ilginç tesbit algılama üzerinde araştırma yapan Amerikalı bilim adamlarına ait. Anlaşıldığı üzere edepsiz görüntüleri izleyenler kısa bir süre için tüm dikkatleri dağıldığı için diğer uyarıları algılayamıyorlar.

Araştırmalar sırasında deneklere manzaraların ve binaların bulunduğu yüzlerce resim gösterilmiş. Deneklerin görevi resimlerde belli başlı bir objeyi izlemekti. Bilim adamları bu resimlerden önce iki ile sekiz edepsiz görüntü yerleştirerek, bunların algılama üzerinde etkili olup olmadığını kontrol etmişler. Buna göre normal resimlerin arasındaki edepsiz görüntüler çoğaldıkça, denekler aradıkları objeyi bulmakta o denli zorlanmışlar. Aynı etki bu resimler yerine silah veya yaralı bir kol resmi yerleştirildiğinde de ortaya çıkmış. Bilim adamlarına göre duyguları uyandıran motifler ister pozitif ister negatif olsun hepsi dikkati aynı şekilde etkilemekte. Böylece harama nazar etmenin İslâm’da yasaklanmasının bir hikmeti daha ortaya çıkmış oldu.

{mosquelle}C.Bilim-Teknik{/mosquelle}

OSMANLININ YIKILIŞI VE MÜSLÜMANLARIN GERİ KALIŞ SEBEPLERİ

 Bu sonucu doğuran en önemli sebep ise asırların ihmali ile oluşan “geri kalmışlık” hastalığıdır.

“Cehalet, zaruret ve ihtilâf” olarak formüle edilen temel sebeplerin oluşturduğu istibdat, zulüm, adaletsizlik, bilim ve teknolojideki geri kalmışlık, kırılgan ve zayıf bir bünye ile emperyal güçlere boyun eğme sonucunu doğurmuştur.

Bediüzzaman, Muhakemat adlı eserinde bütün bu gerçekleri derin bir üzüntü ile ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek ifade etmiş, milletin imanına hizmet etme gayretinin yanında, geri kalmışlık zincirinin de kırılması için çaba harcamıştır.

“Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette Kurun-u Vusta’da durduran ve tevkif eden” hastalıkların teşhis ve tedavisinde yol haritası niteliğindeki görüşlerini de ‘Hutbe-i Şamiye’de anlatmaktadır.

“Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum” diyerek, bir yandan anlaşılma beklentisini, diğer yandan da gelişmenin kodlarını ortaya koymuştur. Bediüzzaman, İslâm Âlemi’nin kurtuluşu için gayret ederken insanlık için de tasavvur ve idealleri vardır.

Adalet-i mahza ve hakikî medeniyet vurgusuyla “insanlığı mesud edebilir bir istidatta olan” Nuru Kur’ân’a atıf yaparak “saadet odur ki herkesin, lâakal ekseriyetin saadeti”ni isteyen bir görüşü, bütün beşeriyet için talep eden bir vizyon ortaya koymuştur.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki ölçü ve tesbitler bir “gelişme ve ilerleme” kılavuzu niteliğindedir. Bu kılavuz asırların ihmalinin ortadan kaldırılabilmesi için değerlendirilmeyi bekliyor.

ISLAK İMZA

 Üniversite yemekhanesine giren bir ögrenci tüm yerler dolu olduğundan gidip üniversite profesörünün oturduğu masaya oturmuş.

Profesör kaşlarını çatarak: ” Öküzler ve kuşlar aynı masada oturamaz!

Öğrenci:

 “O zaman ben uçuyorum…

Profesör cevaba çok sinirlenmiş, sınavda öğrenciye takmış ve sınavını başarısız geçmesi için elinden geleni yapmış.Yalnız sınavda öğrenci tüm soruları mükemmel bir şekilde cevaplamış.

Profesör öğrenciye: Sana son bir soru soracağım, demiş.Yolda yürürken iki torba bulduğunu hayal et, birinde akıl var, diğerinde ise para var. Hangi çuvalı alırsın?

Öğrenci: 

Para olan çuvalı seçerdim…

Profesör: 

Ben akil olan çuvalı seçerdim…

Öğrenci:

Normal ! Kimde ne eksikse onu seçer…

Profesör çok sinirlenmiş, öğrencinin not defterini alıp içine “öküz” yazmış.

Öğrenci nota bakmadan odadan cıkmış.

Bir dakika sonra öğrenci kapıyı aralamış : “Sayın profesör,ıslak imzanızı atmışsınız, fakat notumu yazmayı unutmuşsunuz” demiş.

BU HAFTA SONU:


- Kuşlar yem yerken korkup kaçmasınlar diye yolunu değiştirenlere,

- Elindeki çöpü çöp kutusu bulana kadar elinde gezdirenlere,

*- Tanımadığı insanlara nezaket gösterenlere,*

- Bağışlamayı ve özür dilemeyi bilenlere,

*- Yüzünden tebessümü eksik etmeyenlere,*

- Sürekli kendinden bahsetmeyenlere,

- Başkalarının adına utananlara,

- Her şeyi bilmeyenlere,

*- Haddini bilenlere,*

- Her konuda ahkâm kesmeyenlere,

- Her konuda haklı çıkmaya çalışmayanlara,

*- Ben mi kurtaracağım bu dünyayı demeyenlere,*

*- Nerede konuşulacağını bilenlere,*

*- Nerede susulacağını bilenlere,*

*- Yetimin,  öksüzün gözyaşını silenlere,*

- İçindeki fıtrat tohumunu yeşertenlere,

*- Nefsinin değil vicdanının sesini dinleyenlere,*

- İlahi adaletten ayrılmayanlara,

*- Zalime kılıç, mazluma kalkan olanlara,*

- İnsan olarak geldiği dünyadan insan olarak gidenlere,

*- sevgiyi yayanlara,*

- Hırs ile gözü kör olmayanlara,

*- Özüyle sözüyle bir olanlara, *

- Fakir fukarayı gözetenlere,

- Fıtrattan sapmayanlara,

- Hakk ile batılı birbirine karıştırmayanlara,

- Kimseler değil, *Allah ne der* diyenlere, 

*- İyilik yapmaktan,yaptığı iyiliği gizliyenlere  ve iyilik söylemekten bıkmayanlara,*

*- Yalnız Hakka boyun eğenlere,*

*- Hakkı ve Sabrı tavsiye edenlere,*

- Kulluğu ve şükrü hayatının esasına yerleştirenlere, 

*- Gönlü temiz insanlara*

*SELAM OLSUN...*