İnsan bazen şefkatte o kadar ileri gider ki, her şeye ve herkese yardım etme arzusu duyar. Kazalarda, musibet ve belâlarda, afetlerde, insanların, özellikle de masumların ve çocukların başlarına gelenleri, kendi vicdanına ve sönük aklına sığıştıramaz ve bunu—haşa—Allah’ın zulmü ve adaletsizliği olarak görür. Bunlara ulaşıp yaralarını sarmaya gücü yetmediği için, ruhu azap içinde kalır. “Kalbin dalâletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-i mütenahi elemleri tazammun ediyor.” Eğer insan şefkatinde ifrata gidip, haddini aşarsa kendi kalbine, vicdanına ve ruhuna çektirdiği azabın yanında bir de dalâlete sapma ve isyana girme tehlikesiyle de karşı karşıya kalır.
Böyle bir tehlikeden kurtulmak için her şeyden önce Allah’ın adalet ve şefkatinden asla şüphemiz olmamalıdır. O’nun şefkati tamdır ve adaleti kusursuzdur. Belâ veya musibete uğrayanların elemlerini, bir nevi lezzet veya mükâfata çevirecektir. Birçok musibet çeşidinde musibetzedeye, kâfir bile olsa, hakkında bir nevî merhamet ve mükâfat müjdesi verildiği gibi, masumlar için de şehadet mertebesi vadedilmiştir. Zaten çocuk yaşta ölenler için azap diye birşey olmadığı gibi, meşakkatli ve geçici altmış seneye karşılık ebedî bir cennet hayatı verilecektir. İmanlı insanların çektikleri bütün sıkıntılar günahlarına keffaret olduğu gibi, mallarına gelen zarar da sadaka hükmüne geçecektir. Demek musibetlerde dahi Cenâb-ı Hakk’ın şefkat ve merhameti tam hissedilir.
İslâm’ın öngördüğü şefkat bütün yaratıkları içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Anne babalar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yetimler, kimsesizler, hastalar ve yoksullar başta olmak üzere bütün insanlara şefkat göstermenin yanı sıra, diğer bütün canlılara da şefkatli davranmak mü’minlerin görevidir.
Medeniyetin getirdiği; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” ve “Sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi bahsettiğimiz umumî teavün ve şefkat kanununa zıt olduğu için insanları zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe, kine, hasede, mübarezeye sevk etmiştir.
Sosyal hayatı tarif ederken Bediüzzaman, “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler muvazeneleriyle rahatla yaşarlar” demektedir. “O muvazenenin esası ise havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir.” Yani toplumdaki huzuru sağlayacak olan dengenin, zenginler ve fakirler arasında korunmasıdır. Kur’ân-ı Kerim bu dengeyi “vücub-ı zekât” (zekâtın verilmesi) ve “hurmet-i riba” (faizin yasaklanması) ile sağlar. Yani zekât vasıtasıyla zenginleri fakirlerin yardımına koşturur. Medeniyetin; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” anlayışı yerine “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir” anlayışını getirir.
Bediüzzaman medeniyetin bugününü okurken; “Heyet-i içtimâiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur” ifadelerini kullanır. Ve reçeteyi de şöyle verir: “Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslamiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruâtın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder