Nasipsizliğin, yada birşeyden nasibini alamamanın birçok sebebi vardır.
Allah'ın emir ve yasaklarına uymamak, ana babaya saygısızlık sılayı rahimi kesmek, kul hakkına riayet etmemek ve benzeri gibi şeyler.Kısaca özetlersek,insan olamamak hali diyebiliriz.
Hakikatlerin kalbe girmesine engel olan manevî hastalıklar da nasipsizliğe sebep olabilir. Dünya lezzetlerine düşkün olmak, gurur, kibir, hırs, kıskançlık, haset gibi hastalıklar kalbi kirletir. Kirlenen bir kalbe, dersler tesir etmez veya tesiri az olur. Böyle bir insan duysa da, bilse de bu duyup ve bilmeleri ona bir fayda sağlamaz. Burada asıl olan, “Def-i şer, celb-i nef’a racihtir” prensibince, önce takva ile tövbe ve istiğfar ile ciddî bir kalbi temizlik, sonra tezyin yapmaktır. Zira günahlarından ve manevî hastalıklarından rahatsızlık duymamak ve haberdar olmamak hali, hakikatlerden nasibi azaltacaktır.
Bunlardan başka, ciddî kişilik bozukluğu olan insanlar, meselâ narsist tipler de bu dairenin içinde iken, nasipsiz olabilirler. Yapıp ettikleriyle gururlanan, yapmadıklarını yapmış gösterip övünen, övülmekten hoşlanan, kendilerini çok farklı gören ve hatta çevrelerine misyon adamı olduklarını empoze etmeye çalışan bu bozuk kişilikler de elbette hakikatlerden nasipsiz kalacak veya olması gereken yerden ve konumdan çok daha aşağılarda davranışlar sergileyecektir.
Ciddî kişilik bozukluğu olan bu insanlar, kendilerini müttakî, dindar, Allah’tan korkan bir mü’min diyerek övülmekten hoşlandıkları gibi, öyle olmadığı halde samimî, fedakâr, şerefli bir insan olarak, propaganda etmelerini isterler. Hatta bu söylemi söyletmek için, ciddî olarak gecesini gündüzüne katarak hizmet dahi yapabilirler. Nitekim konuyla ilgili, Peygamber Efendimiz (asm) zamanında yaşanmış bir örnek dikkat çekicidir. Mü’minlerin safında yer alıp, savaşta can vermiş, fakat cehennemlik olmuş birisinden Peygamber Efendimiz (asm) şöyle bahseder. “O, din yolunda cihad için değil, Mekke’nin kadınları kahraman desinler diye savaştı ve öldü.”
İman ve Kur’ân hizmetinin içinde de bulunabilen bu kişilikler, tövbe etmediği ve hatasını anlamadığı sürece, samimî ruhlar tarafından soğuk karşılanır, ferasetleriyle bu yapılar hissedilir ve çoğu zaman da Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle hizmetin dışına atılırlar.
Yine bir başka nasipsizler ise, ülfet hastalığına tutulanlardır. Yani duyduğu hakikatlerin, derslerin, onun nazarında sıradanlaşması, alışkanlığa dönüşmesidir. İnsan bir noktada istikamet ve devamlılık kazandıktan sonra bir yol ayrımına gelir. Birisi ülfet hastalığına tutulma halidir. Diğeri ise, duyduğu hakikatlerde iyice derinleşme halidir. İşte insan satır aralarında daha da derinleşmesi gerekirken veya daha farklı pencereler ve nazarlarla tefekkür etmesi gerekirken, duyarsızlaşmaya başlaması, ‘Her seferinde aynı şeyler’, ‘Zaten biliyorum’, ‘Farklı bir şey duymuyorum’ söylemleri, onun ülfet hastalığına tutulduğunun göstergesidir.
Ülfet, insan için bir sükût ve duyguların ölümü demektir. Hissizleşme, şevk ve heyecanı yitirmeye sebep olur ve kulluk yolunda gereken ciddiyetten uzaklaştırır.
İşte böyle bir insanın bir an evvel Rabbinden gelen mesajlara kalbini açması, duâ etmesi bu hâlinin farkına varıp, kendini, sığlıklardan, şevksiz, gayretsiz, ciddiyetsiz hallerden derinliklere, yeni keşiflere, onu ikaz edecek samimî dostlar arayışına girmesi şarttır. Aksi halde hakikatlerin içindeyken önce nasipsizleşir, sonra da dairenin dışına bile çıkabilir.
Bir başka problem ise, kendisine faydası olmayan, fakat başkalarına faydası olabilecek kadar ilmî derinliğe sahip kişiliklerdir. Bu tip insanlar “Bile bile dünyayı ahirete tercih ederler” âyetinin tehdidine maruz kalan ve bu noktadan bakıldığında vebali ve günahı büyük olanlardır. Bunlar çakmak taşına benzer. Çakmak taşında kabiliyet vardır. İnsanlar bu taştaki kabiliyetten ateş yakar istifade eder. Fakat taşın, bu enerjiden kendisine hiçbir istifadesi olmaz. Hatta bazen bilgileri, ilimleri ona zarar bile olabilir. Bir hadis-i şerifte, “Kıyamet gününde en şiddetli azap görecek kimse, Allah-ü Teâlâ’nın kendi ilminden kendisini faydalandırmadığı âlimdir” buyrulmaktadır. Zira ders vermek, nasihat etmek, iyiliği emir, kötülükten sakındırmak, yazılar neşretmek, kitaplar çıkarmak gibi işler ancak rıza-i İlâhî olduğu vakit faydalı olur. Kişinin söylediği hakikatleri önce kendi dünyasında yaşaması, diğer insanlara söylediğindeki tesiratı arttıracaktır.
Hâsılı, Risâle-i Nur hakikatlerini okuyan ve dinleyenler fakat anlamayanlar da nasipsiz kalmazlar. İhlâs, sadakat ve samimiyetleri nispetinde nasiplenir ve feyizlenirler. Zira Bediüzzaman, “Gafletle yapılan zikirler dahi, feyizden hâlî değildir.” buyurmaktadır.
Anlaşılıyor ki, ciddî bir niyet ve ihlâs problemi taşımayan insanlar az çok hakikatlerden istifade edeceklerdir.
Bir yerde bir istifadesizlikten bahsediliyorsa, buradaki problem, ilgili eserlerde değil, istifade edemeyen, kalp, akıl ve ruh programını bozmuş kişilerdedir.
Eğer niyet problemi yoksa, manevî hastalıklarının farkında ise, günahlarından rahatsızlık duyuyorsa her insan, aklı bazı hakikatleri kavramasa da kalp ve ruhu hissesiz kalmaz. Zira okuyan ve sürekliliği olan kişilerde idrak gelişir, kalp inşirah eder ve ruh hakikatlere ayna olur. Bu yüzden sabırla okumaya, mütalâa ve sohbetlere devam etmeye lüzum vardır. Zira tedavi olacak başka kapı yoktur.
Allah bizleri mübarek gün ve geceleri ihya edip nasibini alanlardan eylesin.