30 Nisan 2024 Salı

HAKİKAT VE TARİKAT EHLİ

    Ey ehl-i hakikat ve tarîkat!

Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir.

O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar.

Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor.

Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalaletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatla maişeti temin etmek, tama' ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz.

   Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak.

Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara'nın uleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes'elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder.

Çünki haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir.

Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur.

Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.

Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur.

   İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlası kazanırlar.

Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar.

Ve bu feci' sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlahiye ile kurtulurlar.

Lemalar - 157

ALLAH'A KUL OLMAK

 İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni'-i Zülcelal, kendi san'atının mu'cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister.

O da iman ile, marifet ile mukabele eder.

   Sonra görür ki: Bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister.

O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.

   Sonra görüyor ki: Bir Mün'im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor.

O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kàliyle, hattâ elinden gelse bütün hâsseleri ile, cihazatı ile şükür ve hamd ü sena eder.    Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor.

O da ona mukabil: "Allahu Ekber, Sübhanallah" deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.

   Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor.

O da ona mukabil, ta'zim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.

   Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış.

Bütün antika san'atlarını orada teşhir ediyor.

O da ona mukabil: "Mâşâallah" diyerek takdir ile, "Bârekellah" diyerek tahsin ile, "Sübhanallah" diyerek hayret ile, "Allahu Ekber" diyerek istihsan ile mukabele eder.

   Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor.

Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor.

O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz'an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.

   İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir.

İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.

   Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû'-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil!

Beni dinle.

Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz'ün İkinci Makamının 219-220'nci sahifelerinde yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör:

Sözler - 329

İNSANIN UBUDİYETİ

  Birinci vecih 

   şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir.

   Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedî' san'atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.

   Sonra, herbiri birer gizli hazine-i maneviye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.

   Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür.

   Sonra, şu mevcudattaki zînetleri ve latîf san'atları istihsankârane temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemal'inin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni'-i Zülkemal'inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.

Sözler - 329

İNSAN BİR MEMUR VE MİSAFİR

    İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş.

Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş.

Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehdidler edilmiş.

Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubudiyetin esasatını şurada icmal edeceğiz.

Tâ ki, "ahsen-i takvim" sırrı anlaşılsın.

   İşte insan, şu kâinata geldikten sonra "iki cihet ile" ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var.

Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.

Sözler - 329

29 Nisan 2024 Pazartesi

SEN HİÇMİSİN ?

    Hem deme ki: "Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?"

   Çünki sen çendan, nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin.

Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

   Evet ey insan!

Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sağir bir cüz, hakir bir cüz'î, fakir bir mahluk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun.

Fakat muhabbet-i İlahiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz'iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: "Benim Rabb-i Rahîm'im dünyayı bana bir hane yaptı.

Ay ve güneşi, o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı.

Ve nebatatı, o hanemin zînetli levazımatı yapmıştır."

   Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i safilîne düşersin.

Eğer Hak ve Kur'an'ı dinlersen, a'lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.

Sözler - 328

RAHMETİ İNKAR ETME

 İşte insan dahi Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı nimet suretinde Karun gibi

اِنَّمَٓا اُوت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ

yani: "Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım" dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder.

Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.

Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re'fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir.

   Ey insan!

Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak.

Uluhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcatını, tazarru' ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.

Ve

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

de, yüksel.

Sözler - 327

İNSAN NAZİK VE NAZENİN

    İnsan şu kâinat içinde pek nazik ve nâzenin bir çocuğa benzer.

Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır.

Çünki o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş.

Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin şükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun öşr-i mi'şarına muvaffak olamaz.

Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan bir matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder.

Meselâ: Tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır.

Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor.

İşte cây-ı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyan-ı temaşa bir cilve-i rahmet...

   Nasılki nazdar bir çocuk ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazîn haliyle matlublarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bin defa kuvvetçiğiyle yetişemez.

Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder.

Şimdi böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile "Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum" dese, elbette bir tokat yiyecektir.

Sözler - 327

25 Nisan 2024 Perşembe

İNSAN ZİHAYAT BİR MAKİNA

    "İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelal'e intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi; o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişah'a iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilanını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz."

   O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır.

Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.

Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: "Ben idam olmuyorum.

Belki terhis ile saadete gidiyorum.

Fakat ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum." لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

Sözler- 173

24 Nisan 2024 Çarşamba

İNSAN SONRADAN ÖĞRENİR

    İnsan ise dünyaya gelişinde herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor.

Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zaîf bir surette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor.

Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder.

Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir.

Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir.

Yani: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum?

Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum?

Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir.

Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kàdıyü'l-Hâcat'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir.

Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyete uçmaktır.

   Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.

Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır.

Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı billahtır.

   Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna mübtela ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra "dua"dır.

Dua ise, esas-ı ubudiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister.

Yani ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder.

Maksuduna muvaffak olur.

Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.

Rahmanürrahîm'in dergâhında; ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir.

Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

Sözler - 316

23 Nisan 2024 Salı

İMAN İNSANI İNSAN EDER

 DÖRDÜNCÜ NOKTA:

   İman, insanı insan eder.

Belki insanı sultan eder.

Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır.

Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

   Şu mes'elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o mes'eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kàtı'dır.

Evet insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir.

Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir.

Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir.

Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyet-i fiiliyedir.

Sözler - 315

İNSAN ANTİKA BİR SANAT

    İşte insan, Cenab-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nâzenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.

   Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur.

O mü'min, şuur ile okur ve o intisabla okutur.

Yani: "Sâni'-i Zülcelal'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım" gibi manalarla insandaki san'at-ı Rabbaniye tezahür eder.

Demek Sâni'ine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder.

İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbaniyeye göre olur ve âyine-i Samedaniye itibariyledir.

O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.

   Eğer kat'-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz.

Zira Sâni' unutulsa, Sâni'a müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz.

Âdeta baş aşağı düşer.

O manidar âlî san'atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir.

Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder.

Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar.

Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar.

Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir.

Sonra tefessüh eder gider.

İşte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.

Sözler - 312

ALLAH'IN RIZASINI KAZANMAK

    Ey sevaba hırslı ve a'mal-i uhreviyeye kanaatsız insan!

Bazı Peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar.

Demek hüner, kesret-i etba' ile değildir.

Belki hüner, rıza-yı İlahîyi kazanmakladır.

Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile "Herkes beni dinlesin" diye vazifeni unutup, vazife-i İlahiyeye karışıyorsun?

Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir.

Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma.

Hem hak ve hakikatı dinleyen ve söyleyene sevab kazandıranlar, yalnız insanlar değildir.

Cenab-ı Hakk'ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melaikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler.

Madem çok sevab istersin, ihlası esas tut ve yalnız rıza-yı İlahîyi düşün.

Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları; ihlas ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevab kazandırsın.

Çünki meselâ sen "ELHAMDÜLİLLAH" dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük "ELHAMDÜLİLLAH" kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır.

Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halketmiş.

Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.

Eğer rıza-yı İlahî ve ihlas o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır.

Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!..

Lemalar - 152

22 Nisan 2024 Pazartesi

VESVESE

 بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاط۪ينِ ٭ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

   Ey maraz-ı vesvese ile mübtela!

Biliyor musun vesvesen neye benzer?

Musibete benzer.

Ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner.

Ona büyük nazarıyla baksan büyür.

Küçük görsen, küçülür.

Korksan ağırlaşır, hasta eder.

Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır.

Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir.

Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider.

Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksam-ı kesîresinden kesîrü'l-vuku olan yalnız beş vechini beyan edeceğim.

Belki sana ve bana şifa olur.

Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder.

Tanımazsan gelir, tanısan gider.

Sözler - 274

GÜNÜNÜ İYİ DEĞERLENDİR

    Ey nefis!

Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı.

Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin.

Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil.

Lâekal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır.

Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder.

Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var.

Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi'dir.

Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar.

Siyah ise, siyah görünür.

Kırmızı ise, kırmızı görünür.

Hem onun keyfiyetine bakar.

O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir.

Düzgün değil ise, çirkin gösterir.

En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin.

Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.

Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni'-i Zülcelal'ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder.

Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

âyet-i pür-envârından bir nuru, senin kalbine serper.

Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikasıyla ışıklandırır.

Senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

   

21 Nisan 2024 Pazar

AKILLI İNSAN İBADET YÖNÜNDEN BUGÜNÜ DÜŞÜNÜR

 Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de.

O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.

   İşte ey sabırsız nefsim!

Sen üç sabır ile mükellefsin.

Birisi: Taat üstünde sabırdır.

Birisi: Masiyetten sabırdır.

Diğeri: Musibete karşı sabırdır.

Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut.

Merdane "Yâ Sabûr" de, üç sabrı omuzuna al.

Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.

Sözler - 270

İKTİSAD SEBEBİ İZZET

 İktisad, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delalet eden bir vakıa:

   Bir zaman, dünyaca sehavetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor.

Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor.

Bakar ki: Bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş; cesedine batıyor, kanatıyor.

Hâtem ona dedi: "Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor.

Sen de oraya git; beş kuruşluk bu çalı yüküne bedel, beş yüz kuruş alırsın." O muktesid ihtiyar demiş ki: "Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım.

Hâtem-i Tâî'nin minnetini almam." Sonra, Hâtem-i Tâî'den sormuşlar: "Sen kendinden daha civanmerd, aziz, kimi bulmuşsun?" Demiş: "İşte o sahrada rast geldiğim o muktesid ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmerd gördüm."

Lemalar - 142

NASTAN İSTİĞNA

 Hayatımın bir düsturu olan "nâstan istiğna" mesleğimi bozmadı.

   Evet iktisad etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzeddir.

Bu zamanda israfata medar olacak para, çok pahalıdır.

Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor.

Bazan mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor.

Demek manevî yüz lira zarar ile, maddî yüz paralık bir mal alınır.

Eğer iktisad edip hâcat-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ

sırrıyla,

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا

sarahatiyle; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak.

Çünki şu âyet taahhüd ediyor.

Evet rızk ikidir:

   Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak.

Bu âyetin hükmü ile o rızk, taahhüd-ü Rabbanî altındadır.

Beşerin sû'-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir.

Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.

   İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, sû'-i istimalât ile hâcat-ı gayr-ı zaruriye hâcat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup, terkedemiyor.

İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için; bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır.

Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor.

Böyle acib bir zamanda, şübheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.

Çünki

اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا

sırrıyla: Haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz.

Evet muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez.

Belki, ölmeyecek kadar yiyebilir.

Hem yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.

Lemalar - 141

İNSAN BAŞI BOŞ MII BIRAKILACAK ?

    Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyet cilvesi bir hüccet-i kàtıadır ki; ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef'al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.

Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak?

Hâşâ!..

Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir.

Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek.

Ya taltif veya tokat yiyecek.

   İşte hafîziyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şahidler hadd ü hesaba gelmez.

Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir.

Lemalar - 138

20 Nisan 2024 Cumartesi

DÖRDÜNCÜ REMİZ

 Ey dünyaperest insan!

Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir.

Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar genişliyor.

Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi madum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in'ikas edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar.

Hakikat hayale karışır, madum bir dünyayı mevcud zannedersin.

Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş.

O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın.

Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır.

O vakit görürsün ki: O geniş dünyan; kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz.

Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.

   Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.

Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.

İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden "LÂ İLAHE İLLALLAH" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

Lemalar - 136

KENDİ İŞİNE BAK

  ONÜÇÜNCÜ NOTA: 

   Medar-ı iltibas olmuş olan beş mes'eledir.

   Birincisi: 

   Tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler.

Edebü'd-Din Ve'd-Dünya Risalesi'nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: "Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin." Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki:

اِنَّ لِلّٰهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ

Yani: "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin?

diye tecrübe eder.

Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin?

diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû'-i edebdir, ubudiyete münafîdir."

   Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı.

   Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.

   Evet insanın elindeki cüz'-i ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenab-ı Hakk'a ait netaici düşünmemek gerektir.

Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor.

Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor.

Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,

وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ

olan ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş.

Çünki

اِنَّكَ لَا تَهْد۪ى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ى مَنْ يَشَٓاءُ

sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir.

Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı.

   Öyle ise; işte ey kardeşlerim!

Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlık'ınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!

Lemalar - 130

19 Nisan 2024 Cuma

HIRS SEBEBİ HASARDIR

  Ey divane baş ve bozuk kalb!

   Zanneder misin ki, "Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar." Zannın yanlıştır, tahminin hatadır.

Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar.

Çünki mü'minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.

اَلْحَر۪يصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ

durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

   Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur.

Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havâssı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var.

Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır.

Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir.

Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.

Lemalar - 122

MÜSLÜMANI FAKİR BIRAKMIŞLAR

    Âyâ zanneder misin; bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neş'et ediyor.

Bu zanda hata ediyorsun.

Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind'deki Mecusi ve Berahime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler.

Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor.

Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.

   Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, kat'iyyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlış yola sevkediyorsunuz.

Çünki itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatin idaresinden daha müşkildir.

   İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler.

Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez.

Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.

Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.

Lemalar - 122

FITRATA UYGUN HAREKET ETMEK

    Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz.

Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer.

Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev'-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.

Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım.

Ve meşreben ve fikren "müsavat-ı hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim.

Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım.

Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.    Fakat nev'-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır.

Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.

   İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır.

Sair hayvanat gibi kuvalarına, latîfelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

   İşte nev'-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir.

Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.

Evet şu hürriyet perdesi altında müdhiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün:

  Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet; 

  Çalış idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

  Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hakikat; 

  Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Veyahut:

  Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı fazilet; 

  Çalış vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Lemalar - 170

17 Nisan 2024 Çarşamba

EMEKLİLERİ PROMASYONA MAHKUM ETTİLER

 Emekli; ülkesi, milleti, ailesi çocuğu çoluğu için ömrünü bitiren kimsedir.

Hayatını gençliğini çalışarak hem kazanmak hem de ülkesine faydalı olmak için geçirdi. Sonunda dinlenme rahat etme zamanı geldi işini gücünü bırakıp istirahata çekildi ama rahat edemedi. Neden mi? Nedeni belli hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısı. Siyasi iktidarların yönetimde ki haksız hukuksuz ve beceriksiz davranışları. Çalışan ile emekli arasındaki ücret uçurumu. İnsanları adaletsizlik haksızlık birbirine düşman eder. İktidarda bulunanlar kargaşa ortamı oluşturmak olan haksız ve hukuksuz davranışlar sergilemekten kaçınması gerekirken malesef insanların emeğini hiçe sayarak toplumda büyük kırgınlıklar açtılar.

Bilhassa son zamlarla seyyannen verilen artışı emeklilerden esirgediler. Tabiri caiz ise siz artık işe yaramazsınız aldığınız yeter yediğiniz fazladır diyerek onaltı milyon emekliyi banka promosyanuna mahkum ettiler. Bu hangi insafa sığar, bunu hangi insan vicdanı kabul eder? Helal yoldan elde edilen kazançlarına niçin haram katarsınız? Niçin banka kapısını açarak, haramı helalı birbirine katıp kavgaya ve kargaşaya sebep olursunuz? Yazık çok yazık. Bu büyük emekli kitlesi bunu hak etmiyor. Bunun cevabını seçimlerin sonunda iktidardakilar görecekler. Bu bir zulümdür zulüm ise devam etmez. Herkes hak ettiğini bulacak inşallah.

SIRAT-I MÜSTAKİM

    Sırat-ı müstakim ehli olan peygamberlere (aleyhimüsselâm) binler vakıatta istimdadlarına hârika bir tarzda gaybî imdat gelmesi ve onların istedikleri aynen verilmesi ve düşmanları olan münkirlere yüzer hâdisatta aynı zamanda gazap gelmesi ve semavî musibet başlarına inmesi kat'î, şeksiz gösterir ki bu kâinatın ve içindeki nev-i beşerin Hakîm ve Âdil ve Muhsin ve Kerîm ve Aziz ve Kahhar bir Mutasarrıfı, bir Rabb'i var ki Nuh ve İbrahim, Musa ve Hud ve Salih gibi (aleyhimüsselâm) çok nebilere pek hârika bir surette tarihî ve geniş hâdiselerle muzafferiyet ve necatları vermiş.

Ve Semud ve Âd ve Firavun kavimleri gibi çok zalimlere ve münkirlere dahi peygamberlere isyanlarına mukabil dünyada dahi bir ceza olarak başlarına dehşetli, semavî musibetler indirmiş.

   Evet, Âdem (as) zamanından beri, beşeriyette iki cereyan-ı azîm birbiriyle çarpışarak gelmiş.

Biri, istikamet yolunu takip ile nimet ve saadet-i dâreyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve iman; kâinatın hakiki güzelliğine ve intizam ve kemaline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden hem kâinat sahibinin lütuflarına hem iki cihanın saadetine mazhar olup beşeri, melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeye vesile olarak dünyada iman hakikatleriyle manevî bir cennet, âhirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.

   İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı, bir vesile-i azap ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı İlahî ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevî cehennemde olup âhirette daimî bir azap çekmeye kendini müstahak eder.

   İşte Fatiha-i Şerife'nin âhirinde اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ âyeti, bu iki cereyan-ı azîmi ders veriyor.

Şualar[Y] - 511

AMİN, AMİN,AMİN

 DOKUZUNCU KELİME: اٰم۪ينَ dir.

Buna kısacık bir işaret:

   Madem نَعْبُدُ نَسْتَع۪ينُ deki "nun" üç cemaat-i azîmeyi, bilhassa âlem-i İslâm camiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediklerimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor.

Biz dahi bu "Âmin" kelimesiyle, o cemaat-i muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o "Âmin" ile bir rica etmemizle, bizim cüz'î ubudiyet ve dua ve davamızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir.

   Demek uhuvvet-i imaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibarıyla ve manevî radyolar vasıtasıyla Fatiha'daki "Âmin" külliyet kesbeder, milyonlarla "Âmin"ler hükmüne geçebilir.

Şualar[Y] - 512

KÜFRE VE İMANA GÖTÜREN YOLLAR

 İman, ve Sırat-ı MÜSTAKİM kısa,Doğru yol.

 Küfür ve inkâr yolları ise, gayet uzun ve müşkülatlı ve tehlikelidir.

   Demek, bu istikametli ve hikmetli ve her şeyde en kısa ve kolay yolda sevk edilen bu kâinatta, elbette şirk ve küfrün hakikatleri olamaz ve iman ve tevhidin hakikatleri, bu kâinata güneş gibi lâzım ve vâcibdir.

   Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat en faydalı en kısa en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir.

   Mesela kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker.

   Ve kuvve-i gazabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takip etmezse ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.

İstikameti kaybetmesinin hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker.

   Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker.

   İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin bütün yollarında, istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır.

Ve sırat-ı müstakim kaybedilse o yollar pek belalı ve uzun ve zararlı olur.

   Demek اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ pek çok câmi' ve geniş bir dua, bir ubudiyet olduğu gibi bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir talim-i ahlâka işaret eder.

Şualar[Y] - 509

FATİHANIN SIRRI

 BİRİNCİ KELİME: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dir.

Bundaki hüccet-i imaniyeye gayet kısa bir işaret:

   Evet, kâinatta medar-ı hamd ve şükür olan kasdî in'amlar ve nimetler, hususan kan ve fışkı içinden safi, temiz, gıdalı sütü âciz yavrulara göndermek ve ihtiyarî ihsanlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş. Onların fiyatı dahi başta Bismillah, âhirde Elhamdülillah, ortada nimette in'amı hissetmek ve Rabb'ini onun ile tanımaktır.

   Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak!

Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar.

Ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her zîhayatı kendine kıyas eyle.

   İşte bu umumî in'amlar mukabilinde hal ve kàl dilleriyle edilen hadsiz hamdler, pek kat'î bir surette bir Mabud-u Mahmud, bir Mün'im-i Rahîm'in mevcudiyetini ve umumî rububiyetini güneş gibi gösterir.

Şualar[Y] - 502

15 Nisan 2024 Pazartesi

EĞİTİMDEKİ PROBLEMLER

 Eğitim,kişide davranış değişikliği kazandırma sanatıdır.Eğitim bir yapıp etmedir.Eğitim bir plan dahilinde örgün ve yaygın şekilde yapılır.Bir plan ve program dahilinde yapılan eğitim verimli eğitimdir.Örgün eğitimin yapıldığı yer okullar yaygın eğitimin yapıldığı yer ise çevredir.Eğitimin başarıya ulaşması için Okul,öğrermen, öğrenci ve çevre unsurları gereklidir.Öğretmensiz ve öğrencisiz eğitim düşünülemez.

Eğitimin önemini belirten şu söz çok önemlidir;
"Öyle gün gelecek ki çocuğu eğitmek,hayvanı eğitmekten zor olacak" işte bu söz günümüz eğitimini tam olarak yansıtmaktadır.Hangi öğretmenle karşılaşsam, hal hatırdan sonra okul işleri nasıl gidiyor desem, ilk söylediği söz malesef durumun hiç iyi olmadığı eğitim ve öğretimin içler acısı durumda olduğu, bilhassa öğrencilerin başıboşluk içerisinde, disiplinin olmaması nedeniyle öğretimde zorluk çekildiği belirtilmektedir.
Öğrencileri eğitmekte, terbiye etmekte zorluk çektiklerini anlatmakta ve  mesleklerini çok zorluklar içerisinde icra ettiklerini belirtmektedirler. İdare, öğrenci  ve veli kıskacında nefes alamaz halde olduklarından dert yanmaktadırlar.Öğrenci ağa,öğretmen köle, idare yetkisiz ve etkisiz bir vaziyette.Böyle bir sistemde eğitimci ne yapsın öğretmen ne yapsın veli ne yapsın? Eğitim öğretim bu şartlarda, içler acısı şeklinde sürüp gitmektedir.

Disiplinin olmadığı bir ortamda eğitim ve öğretim verilemez.Çocuk kendini dokunulmaz kabul eder, veli buna destek çıkar, idare yani yönetim de öğretmenin değil öğrencinin yanında olursa,(bu demek değil ki tüm okul yöneticileri böyle hayır.) Eğitim ve öğretimi hakkıyla yerine getiren çok okullarımız , idarecilerimiz ve öğretmenlerimiz var, onlara minnettarız.Fakat şunu da aklımızdan çıkarmayalım ki,eğer okul yönetimi öğrenciyi korumak adına olumsuz davranışlara göz yumarsa o okulda öğretmen çocuğa hiç bir şey veremez.Bu durum seneler sonra diplomalı cahiller ordusu olarak karşımıza  çıkar.Bu şartlarda yetişen öğrencinin ne kendine ne ailesine ne de topluma hiçbir faydası olmaz olamaz.
İşte bugünkü eğitim ve öğretimin durumu . Öğretim yok eğitim ise can çekişmektedir. Hatta can çekişen hastaya verilen  ilaç mesabesinde bile değil.Gelde bu vaziyette olan öğretmen verimli olabilsin. Öğretmenlik mesleğinin saygınlığı varmı ki,  öğretmenler verimli olsun?Gelin önce öğretmenlerimize saygınlığını kazandıralım.Başta öğrenciler  olmak üzere, toplumda herkes Öğretmenlik mesleği ve öğretmenlerimize saygı duysun.Onları maddi manevi sıkıntılardan kurtaralım kendilerine ve mesleklerine olan güvenlerini kazandıralım.Öğretmenlerimizin toplumun geleceğini hazırlayan değerli insanlar olduğunu unutmayalım.Allah, eğitim ve öğretim camiasının değerli mensupları olan öğretmenlermize kolaylıklar nasip etsin.
Rafet Özcan

14 Nisan 2024 Pazar

EMANETTE HIYANET CEZASI"...!

 İnsan dünyaya geldiği günden itibaren, önünde hazır bulduğu nimetlerden dolayı, bu nimetleri kendine veren Rabbine karşı, sorumludur.Bu emanetler; Etrafını saran hava, kendisini ısıtan ve aydınlatan güneş, ayağını bastığı yeryüzü, hatta ay ve gökyüzündeki bütün cisimler.  Annesini ona  hizmetkar eden Allah'ın  şefkat ve merhameti.O sevgi dolu anne yüreği. Ve yine doğum ile hazır bulduğu memeler musluğu. İnsan, bunları  en muhtaç olduğu bir zamanda, kendine sunan Rabbini unutabilir mi? Bunlar hepsi Allah'ın,  kullarına sunduğu, en büyük bir lütuf değil mi?

Ey insan ! aklını başına al. Sana bu simayı veren, seni insan olarak yaratan ve çeşit çeşit nimetlerle donatan rabbine karşı kulluk vazifeni unutma.Eğer unutur ve sana verilen o mükemmel cihaz ve aletleri yerinde kullanmazsan,

Bediüzzaman Hazretlerinin altıncı sözde dediği gibi,   Emanette hıyanet cezasını çekeceksin.

Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.

(Sözler - 28)

Geçen gün bir yerde sokakta giderken iki kişiye rastgeldim durdum baktım müthiş bir münakaşa ediyorlar.Yaklaştım kavga eder duruma gelmişler.Sordum sebebi nedir diye? Biri diğerinden bir emanet almış ve aldığı emaneti muhafaza edememiş zarar vermiş.

 Diğeri haklı olarak kızıyor ve yazıklar olsun sana, ihanet ettin diyerek kavga ediyor.Adam haklı ben kavgayı aralaştırdım ama sonunda ne oldu bilemem.Sonra kendi kendime dedim.

 Ey insan ! Sana verilen bu aza ve cihazların birer emanet olduğunu unutma.Seni yaratanı tanı ve  yapman gereken  vazifeni yerine getir.Yoksa hem emanete ihanet cezasını çeker hem de asiler defterine kaydolursun.

Aynen askerlik görevini yapan bir askerin kendine emanet edilen silah ve techizatı hem korumak hem de yerinde kullanmakla görevli olduğu gibi. İnsan da Rabbinin kendisine verdiği ömür sermayesini ve vücuduna yerleştirilen, başta akıl, göz kulak, ağız gibi alet ve cihazları yerinde kullanmakla vazifelidir. Öyle ise vazifeni yap gerisine karışma.

Allah hepimizi, Hak'kı hak bilip sarılan, batılı da batıl bilip kaçınan ve kendisine verilen emanetleri yerinde kullanan, kullarından eylesin.Amin.

Rafet Özcan

RUH VE CESET

  DÖRDÜNCÜ MENBA': 

   Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu.

Halbuki o kanun daima bâkidir.

Daima müstemir, sabittir.

Hiçbir tagayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz.

Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülatı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâki kalır.

İşte madem en âdi ve zaîf emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır.

Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebedü'l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir.

Çünki ruh dahi Kur'anın nassı ile,

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ى

ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır ki; kudret-i ezeliye, ona vücud-u haricî giydirmiş.

Demek nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben bâki kalıyor.

Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'îdir, lâyıktır.

Çünki zîvücuddur, hakikat-i hariciye sahibidir.

Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir.

Çünki zîşuurdur.

Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır.

Çünki zîhayattır.

Sözler - 518

RUH CESET

  ÜÇÜNCÜ MENBA': 

   Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi', hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir.

Halbuki en zaîf olan kavanin-i emriye, sebat ve bekaya mazhardırlar.

Çünki dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tagayyürat ve inkılabat ve etvar-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki kalıyor.

İşte herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumî tasavvuratıyla bir şahıs iken, bir nev' hükmüne geçmiştir.

Bir nev'e gelen ve cari olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi caridir.

Madem Fâtır-ı Zülcelal, insanı câmi' bir âyine ve küllî bir ubudiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır.

Her ferddeki hakikat-i ruhiye, yüzbinler suret değiştirse, izn-i Rabbanî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek.

Öyle ise o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah'ın emriyle, izniyle ve ibkasıyla daima bâkidir.

Sözler - 517

RUH VE CESET

  İKİNCİ MENBA': 

   Âfâkîdir.

Yani, mükerrer müşahedat ve müteaddid vakıat ve kerrat ile münasebattan neş'et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir.

Evet tek bir ruhun ba'de'l-memat bekası anlaşılsa, şu ruh nev'inin külliyetle bekasını istilzam eder.

Zira fenn-i mantıkça kat'îdir ki: Zâtî bir hâssa, bir tek ferdde görünse; bütün efradda dahi o hâssanın vücuduna hükmedilir.

Çünki zâtîdir.

Zâtî olsa, her ferdde bulunur.

Halbuki değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emarat, o derece kat'îdir ki; bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez.

Öyle de şübhe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı pekçok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar.

Manevî hedayamız onlara gidiyor, onların nurani feyizleri de bizlere geliyor.

   Hem hads-i kat'î ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir.

O esas ise ruhtur.

Ruh ise, tahrib ve inhilale maruz değil.

Çünki basittir, vahdeti var.

Tahrib ve inhilal ve bozulmak ise; kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe'nidir.

Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir.

Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.

Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilal iledir.

O tahrib ve inhilal ise, vahdet yol vermez ki girsin, besatet bırakmaz ki bozsun.

Veyahut i'dam iledir.

İ'dam ise Cevvad-ı Mutlak'ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.

Sözler - 517

RUH CESET İLİŞKİSİ

  BİRİNCİ MENBA': 

   Enfüsîdir.

Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar.

Evet herbir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen bâki kalmıştır.

Öyle ise; madem cesed gelip geçicidir.

Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz.

Yalnız müddet-i hayatta tedricî cesed libasını değiştiriyor.

Mevtte ise birden soyunur.

Gayet kat'î bir hads ile belki müşahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaimdir.

Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir.

Belki ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez.

Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil.

Belki ruhun libası bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir gılaf-ı latîfi ve bir beden-i misalîsi vardır.

Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer.

Sözler - 516

13 Nisan 2024 Cumartesi

ALEMİN YARATICISI VE SANATKAR USTASI

 "Sâni'-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak Şems ve Kamer'i hangi çekiç ile yerlerine çakıyorsa; aynı çekiç ile, aynı anda zerreleri yerlerine -meselâ zîhayatların gözbebeklerinde- yerleştiriyor.

Semavatı hangi ölçü ile, hangi manevî âlet ile tertib edip açıyorsa; aynı anda, aynı tertib ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir.

Hem Sâni'-i Zülcelal manevî kudretin hangi manevî çekici ile yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o manevî çekiç ile, beşerin sîmasındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zahirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor." diye ifade eder.

Demek o Sâni'-i Zülcelal iş başında...

İşlerini hem göze, hem kulağa göstermek için, âyât-ı Kur'aniye ile, bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici Şems'e vuruyor; merkezine çakar gibi ulvî üslûb ile vahdaniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celali nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs'ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu'diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir.

Muhal telakki edilen cem'-i ezdadın en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini ifade eder, isbat edip gösterir.

İşte bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki; en hârika edibleri, belâgatına secde ettiriyor.

Mektubat - 391

İNCİR VE ZEYTİN

 وَ التّ۪ينِ وَ الزَّيْتُونِ

kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye işaret edeceğiz.

Şöyle ki:

   Cenab-ı Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasıtasıyla, azamet-i kudretini ve kemal-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i safilîn tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip, şükür ve fikir ve iman ve amel-i sâlih ile tâ a'lâ-yı illiyyîne kadar terakkiyat-ı maneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor.

Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi; o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi' olması ve hilkatlerinde de, medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır.

Çünki hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp dercetmek gibi, bir hârika mu'cize-i kudreti gösterdiği gibi; taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha sair menafi'indeki nimet-i İlahiyeyi kasem ile hatıra getiriyor.

Buna mukabil, insanı iman ve amel-i sâlihe çıkarmak ve esfel-i safilîne düşürmemek için bir ders veriyor.

Mektubat - 390

12 Nisan 2024 Cuma

KİMDEN KORKUYORSUN ?

 İ'lem eyyühe'l-aziz!

İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir bela, bir elem olur.

Muhabbet bir musibet gibi olur.

Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez.

Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez.

   Binaenaleyh havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir.

Fâtır-ı Hakîm'e tevcih et ki havfın onun merhamet kucağına -çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi- leziz bir tezellül olsun.

Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.

Mesnevi[Y] - 217

11 Nisan 2024 Perşembe

HELAL HARAM DAİRESİ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Müslümanları lehviyat-ı nevmiye mesabesinde olan dünya hayatına davet etmekle, Cenab-ı Hakk'ın helâl ettiği tayyibat dairesinden, haram ettiği habîsat mezbelesine teşvik eden adamın meseli öyle bir sarhoşa benzer ki:

   Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor.

Sehpa ağacı ile jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor.

Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihata çıkıyor.

   Esna-yı irşadda bir adama rastgelir.

Zavallı adamın arka tarafında korkunç bir arslan duruyor.

Ön tarafında da sehpa ağacı kurulduğu gibi, her iki yanında da dehşetli yaralar var.

Fakat adamcağızın elinde iki ilâç vardır.

Ve lisanıyla kalbinde iki tılsım vardır.

Onları istimal ederse şifayab olur.

Ve o arslan, ata inkılab eder; burak gibi bineği olur.

O sehpa ağacı da; daima teceddüd etmekte olan ahval-i âlemi, seyyal manzaraları seyretmeğe âlet ve vasıta olur.

O sarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor: "Yahu nedir o ilâçları, tılsımları saklıyorsun?

Onları at keyfine bak."

   Adamcağız: "Yok baba!

Bu ilâçlar ve tılsımların hıfz ve himayelerindeyim.

Onlardan almakta olduğum haz, lezzet, keyif bana kâfidir.

Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilirsen ve sehpayı kırmakla kabir ağzını kapatabilirsen ve hayatımın maruz kaldığı fena ve zeval yaralarını bir hayat-ı bâkiyeye tebdil etmekle tedavi edebilirsen, pekâlâ seninle beraber dans oynayalım.

Ve illâ gözümün önünden def'ol git.

Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin.

Ben sarhoş değilim.

Dünyanıza, keyfinize ihtiyacım yok.

Çünki

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ ٭ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ

bana yeter."

Mesnevi-i Nuriye - 218

İNSAN CİSİM İTİBARİYLE

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin.

Cismin itibariyle küçük, âciz, zaîf bir cüzsün.

Lâkin Sâni'-i Hakîm lütfuyla, latîf san'atıyla seni cüzlükten küllüğe çıkartmıştır.

   Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların ile âlem-i şehadet üzerinde cevelan etmekle filcümle cüz'iyet kaydından kurtulmuşsun.

Ve keza insaniyet i'tasıyla bilkuvve "küll" hükmündesin.

Ve keza iman ve İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve "küllî" olmuşsun.

Ve keza marifet ve muhabbetin in'amıyla muhit bir nur olmuşsun.

   Binaenaleyh dünyaya ve cismanî lezaize meyledersen, âciz, zelil bir cüz'î olursun.

Eğer cihazatını insaniyet-i kübra denilen İslâmiyet hesabına sarfedersen, bir küllî ve bir küll olursun.

Mesnevi-i Nuriye - 215

İNSANIN ÖNÜNDE BULUNAN MESELELER

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Senin önünde çok korkunç büyük mes'eleler vardır ki, insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

   Birisi: 

   Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

   İkincisi: 

   Dehşetli korkulu ebed memleketine yolculuktur.

   Üçüncüsü: 

   Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır.

Öyle ise, bu gaflet ü nisyan nedir?

Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin.

Veya sen Onu görmeyesin.

Ne vakte kadar zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı daimeden tegafül edeceksin?

Mesnevi-i Nuriye - 214

İNSANI HAYVANDAN AYIRAN ŞEYLER

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanı hayvandan ayıran şeylerden:

   Biri, mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır.

Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake mâlik değildir.

   İkincisi, gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dâhilî ve haricî şeylere taalluk eden idraki, küllî ve umumîdir.

   Üçüncüsü, inşaata lâzım olan mukaddemeleri keşf ve tertib etmektir.

Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.

   Binaenaleyh insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir.

Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in'amlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sâni'i hamd ü sena etmektir.

Mesnevi-i Nuriye - 206

ALLAH'IN ZİKRİ

 İNSAN HER NEFESTE İKİ DEFA "HÛ" DİYEREK ALLÂH'I ZİKREDER

Hüve, Arapçada zamirdir. "هو" "O" demektir. O'ndan kasıt da Allah'tır. Kur'ân'da "Hüve " "(هو) zamirinde vakıf yaptığımızda yani durduğumuzda "Hû" şeklinde med yaparak yani uzatarak dururuz. Böylece "Hû" diyerek "Allâh" demiş oluruz. Allâh'ı zikretmiş ve onu anmış oluruz.

Çünkü İsrâ sûresinin 44. âyetinde de ifâde edildiği gibi; "Her şey kendi lisân-ı hâliyle Allâh'ı anıp tesbih eder." Tahmîd, tehlîl ve tevhîd vazîfesi yapar.

Zerreden şemse her şey; "Hû" deyip Allâh'ı anar ve onu zikreder.

Rüzgarlar, "Hû, Hû" "Allâh, Allâh" diyerek Allâh'ı anıp zikreder.

İnsan, her nefes alıp vermede hava rüzgarcığı ile "Hû, Hû" söyleyip Allâh'ı anar ve tesbih eder. Bir defa nefes alıp vermekle iki defa ölümden kurtulur.

Melekler her dâim "Hû" derler.

Semekler dâimâ "Hû" söyleyerek suda yüzerler ve gezerler.

Sinekler, vızıltıları ile "Hû" zikrini hatırlatıp ders verirler.

Kuşlar, sec'alarıyla havada "Hû" çekerek uçarlar ve kaçarlar.

Arılar, havanın "Hû, Hû, Hû" zikirlerine eşlik ederek vahye mazhar olurlar. 

Gök gürlemesi güçlü bir "Hû, Hû" sesiyle Allâh'ın güç, kuvvet ve azametini ders verir. Tevhide yaklaştırır.

Yerler, gökler ve içindekiler "Hû" zikrini tekrar ederek, şükre ve teşekküre teşvik ederler.

Hülâsa kâinatta her şey, yâ zikr-i cehrî ile "Hû, Hû, Hû" diyerek tevhîdin dellâllığını yapar. Yâ da zikr-i hafî ile "Hû, Hû, Hû" söleyerek âkıl olanların kulağına tevhîdi fısıldarlar.

Havadaki Hüve yani hû lafzı, her zerrede ve her  eşyada Allâh'ın mührü ve her şeyi açan bir anahtarı gibidir. Hava zerrelerindeki herbir "Hüve=Hû" tevhidin sayısız mühürleri ve imzâlarıdır.

"Herbir zerre ve herbir parça, lisân-ı hal ile "Lâilâhe illallah" (Allâh'tan başka hiçbir ilâh yoktur) ve "kul hüvallâhu ahad" (De ki, O Allâh birdir.) dediklerini bildim ve bu "Hüve" "هو)  anahtarı ile havanın maddî cihetindeki bu acâibi gördüğüm gibi hava unsuru da bir hüve (هو) olarak âlem-i misal ve âlem-i mânâya bir anahtar oldu." (Sözler, s.148)

Onun için Süleyman Çelebi Vesîletü'n-Necâd isimli mevlidinde: "Bir kez Allâh dese aşk ile lisan, dökülür cümle günah misli hazen." Yâni bir kimse, aşkla, şevkle ve ihlasla bir kere Allâh=Hû dese, hazen ağacının yaprakları döküldüğü gibi bütün günahları dökülür ve affedilir." diyor.

Cenâb-ı Allah da Kur'ân da: "Beni zikredip anın ki ben de sizi anayım, bana şükür ve teşekkür edin, nankörlük etmeyin." buyurmuştur.

Îman, ihsan, zikir, fikir, şükür, tevhîd, tefekkür, teşekkür, tevekkül ve Hû üzere kalınız.

( İbrahim Günaydın)

DÜNYA HAYATI

 Dünya hayatının misâli şuna benzer: "Gökten indirdiğimiz yağmurla, insanların ve hayvanların yiyecekleri bitkiler karışık olarak biter. Sonunda yer bütün güzelliğini takınır. Yeryüzü ahalisi tam ona bütünüyle hâkim olduklarını/meyvesini devşireceklerini sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz vakti emrimiz ansızın gelir ve sanki dün/ az önce orada ekin namına hiçbir şey yokmuş gibi, o bitkileri kökünden biçeriz/yerinde yeller eser. Düşünen bir topluluk için mesajlarımızı Biz işte böyle açıklıyoruz.”1

“Dünya hayatı ancak bir oyun ve oyalanmadır. Âhiret yurdu ise Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”2

“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir.”3

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda savaşa çıkın!» denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.”4

“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.”5

Dünya hayatı aynı bir bitkinin bir anda yeşerip solması gibi hızla geçer. Bu muvakkat durum bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ölüm hakikati düşünüldüğünde aldatıcı bir meta olduğu daha kolay idrak edilir. Ahiretteki hesap günü ise neyi tercih etmemiz gerektiğini aşikârane ihtar eder. Neyin peşindeyiz? Muvakkat hazır lezzetler mi? Ebedi mükafat mı?

Dipnotlar: 1-Yûnus Sûresi, 24.; 2-En’am Sûresi, 32.; 3-Âl-i İmrân Sûresi, 185.; 4-Tevbe Sûresi, 185.; 5-Ra’d Sûresi, 26.

ŞEYTANIN KARDEŞİ KİMLERDİR ?

 “Şüphesiz, israf edenler/saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridirler. Şeytan ise Rabbine karşı çok büyük bir nankörlük etmiştir.”1

İktisat Risalesinin her zamankinden daha çok okunması gereken günlerden geçiyoruz. Dünyada yaklaşık bir milyar insan susuz ve açlık çekiyor. Bu vahim tablo karşısında israf etmek vicdanımızı acıtmalı. İsraf edenlerin şeytanın kardeşi olarak tanımlanması da gayet cay-i dikkattir. En şerefli mevcudat olarak yaratılan insan şeytanın kardeşliğini intaç verecek davranışlardan uzak durmalı.

Elbette şeytan şeytanlığını yapacak ve bizleri israfa ve diğer haramlara sürüklemeye çalışacaktır. Bu durumda yapılması gereken bellidir:

“Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler. (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını bırakmazlar.”2

Allah’a sığınmak tüm sorunların çözüm adresidir. Rabbimiz helal dairesi içinde ihtiyaçlarımızın karşılanmasını emreder. “Ey Adem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.”3  ayeti son derece manidardır. Yemek, içmek, giymek helal ancak haddi aşarak israf etmek haramdır.

Müslümana yakışan vasat mertebedir. İfrat ve tefrit uçlarında dolaşmak ise şeytanın kardeşi olanların vasıflarıdır. Ölçümüz; “(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”4 ayetindeki vasatta sebat etmektir vesselam…

Dipnotlar: 1- İsrâ Sûresi, 27.; 2- A’râf Sûresi, 200-202.; 3- A’râf Sûresi, 31.; 4- Furkan Sûresi, 67.

MELAİKELER MÜKERREM KULLARDIR

 Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan der ki: "Melaike, ibad-ı mükerremdir.

Emre muhalefet etmezler.

Ne emrolunsa onu yaparlar.

Melaike, ecsam-ı latîfe-i nuraniyedirler.

Muhtelif nevilere münkasımdırlar." Evet nasılki beşer bir ümmettir, "Kelâm" sıfatından gelen Şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir.

Öyle de: Melaike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı "İrade" sıfatından gelen Şeriat-ı Tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler.

Müessir-i Hakikî olan Kudret-i Fâtıranın ve İrade-i Ezeliyenin emirlerine tâbi' bir nevi ibadullahtırlar ki; ecram-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.

Sözler - 511

10 Nisan 2024 Çarşamba

AMCASI EBU TALİB

 Amcası Ebu Talib'in imanı hakkında esahh nedir?

   Elcevab: 

   Ehl-i Teşeyyu', imanına kail; Ehl-i Sünnet'in ekserîsi, imanına kail değiller.

Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletini değil; şahsını, zâtını gayet ciddî severdi.

Onun o gayet ciddî o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir.

Evet ciddî bir surette Cenab-ı Hakk'ın Habib-i Ekrem'ini sevmiş ve himaye etmiş ve tarafdarlık göstermiş olan Ebu Talib'in; inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir iman getirmemesi üzerine Cehennem'e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet'i, onun hasenatına mükâfaten halkedebilir.

Kışta bazı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennem'i, hususî bir nevi Cennet'e çevirebilir...

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ ٭ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

Mektubat - 387

PEYGAMBERİMİZİN CEDDİNİN İMANI

 Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın peder ve vâlideleri ve ceddi Abdülmuttalib'in imanları hakkında akva ve esahh olan haber hangisidir?

   Elcevab: 

   Yeni Said on senedir yanında başka kitabları bulundurmuyor, bana Kur'an yeter diyor.

Böyle teferruat mesailinde, bütün kütüb-ü ehadîsi tedkik edip, en akvasını yazmağa vaktim müsaade etmiyor.

Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın peder ve vâlideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennet'tir ve ehl-i imandır.

Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem'inin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini, elbette rencide etmez.

   Eğer denilse: 

   Madem öyledir; neden onlar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a imana muvaffak olamadılar?

Neden bi'setine yetişemediler?

   Elcevab: 

   Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem'inin peder ve vâlidesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ferzendane hissini memnun etmek için, vâlideynini minnet altında bulundurmuyor.

Vâlideynlik mertebesinden, manevî evlâd mertebesine getirmemek için; hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp, onları mes'ud etmek ve Habib-i Ekrem'ini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki, vâlideynini ve ceddini, ona zahirî ümmet etmemiş.

Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir.

Evet âlî bir müşirin, yüzbaşı rütbesinde olan pederi huzuruna girmesi; birbirine zıd iki hissin taht-ı tesirinde bulunur.

Padişah o müşir olan Yaver-i Ekrem'ine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor. 

Mektubat - 386

CENNETLİK VE CEHENNEMLİKLERİN ELBİSELERİ

    Ehl-i Cennet ve Ehl-i Cehennem'in libasları ise, Yirmisekizinci Söz'de hurilerin yetmiş hulle giymesine dair beyan edilen düstur burada da caridir.

Şöyle ki:

   Ehl-i Cennet olan bir insan, Cennet'in her nev'inden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder.

Cennet'in gayet muhtelif enva'-ı mehasini var.

Her vakit bütün Cennet'in enva'ıyla mübaşeret eder.

Öyle ise Cennet'in mehasininin numunelerini, küçük bir mikyasta kendine ve hurilerine giydirir.

Kendisi ve hurileri birer küçük Cennet hükmüne geçer.

Nasılki bir insan, bir memlekette münteşir bulunan çiçekler enva'ını, numunegâh küçük bir bahçesinde cem'eder ve bir dükkâncı, bütün mallarındaki numuneleri bir listede cem'eder ve bir insan, tasarruf ettiği ve hükmettiği ve münasebetdar olduğu enva'-ı mahlukatın numunelerini, kendine bir elbise ve bir levazımat-ı beytiye yapıyor, öyle de: Ehl-i Cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve cihazat-ı maneviyesiyle ubudiyet etmiş ve Cennet'in lezaizine istihkak kesbetmiş ise; herbir duygusunu memnun edecek, herbir cihazatını okşayacak, herbir letaifini zevklendirecek bir tarzda; Cennet'in herbir nev'inden birer mehasini gösterecek bir tarz-ı libası, kendilerine ve hurilerine rahmet-i İlahiye tarafından giydirilecek.

Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu mealdeki hadîstir ki: "Huriler yetmiş hulle giydikleri halde, bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor." Demek en üstündeki hulleden, tâ en alttaki hulleye kadar ayrı ayrı mehasinle, ayrı ayrı tarzda, hissiyatı ve duyguları zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var.

Ehl-i Cehennem ise; nasılki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hâkeza bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette Cehennem'de onlara göre elem verecek, azab çektirecek ve küçük bir Cehennem hükmüne gelecek muhtelifü'l-cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafî görünmüyor.

Mektubat - 384

HAŞİR ELBİSESİ

    Cenab-ı Hak, insandan başka zîruh mahlukatına fıtrî birer libas giydirdiği gibi; meydan-ı haşirde sun'î libaslardan üryan olarak, fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır.

Dünyada sun'î libasın hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve zînet ve setr-i avrete münhasır değildir; belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir.

Yoksa kolay ve ucuz, fıtrî bir libas giydirebilirdi.

Çünki bu hikmet olmazsa; muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvanatın nazarında ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onları güldürür.

Meydan-ı haşirde, o hikmet ve münasebet yok.

O liste de olmaması lâzım gelir.

Mektubat - 384

6 Nisan 2024 Cumartesi

NASİPSİZLİK HALİ

 Nasipsizliğin, yada birşeyden nasibini alamamanın birçok sebebi vardır.

Allah'ın emir ve yasaklarına uymamak, ana babaya saygısızlık sılayı rahimi kesmek, kul hakkına riayet etmemek ve benzeri gibi şeyler.Kısaca özetlersek,insan olamamak hali diyebiliriz.

Hakikatlerin kalbe girmesine engel olan manevî hastalıklar da nasipsizliğe sebep olabilir. Dünya lezzetlerine düşkün olmak, gurur, kibir, hırs, kıskançlık, haset gibi hastalıklar kalbi kirletir. Kirlenen bir kalbe, dersler tesir etmez veya tesiri az olur. Böyle bir insan duysa da, bilse de bu duyup ve bilmeleri ona bir fayda sağlamaz. Burada asıl olan, “Def-i şer, celb-i nef’a racihtir” prensibince, önce takva ile tövbe ve istiğfar ile ciddî bir kalbi temizlik, sonra tezyin yapmaktır. Zira günahlarından ve manevî hastalıklarından rahatsızlık duymamak ve haberdar olmamak hali, hakikatlerden nasibi azaltacaktır.

Bunlardan başka, ciddî kişilik bozukluğu olan insanlar, meselâ narsist tipler de bu dairenin içinde iken, nasipsiz olabilirler. Yapıp ettikleriyle gururlanan, yapmadıklarını yapmış gösterip övünen, övülmekten hoşlanan, kendilerini çok farklı gören ve hatta çevrelerine misyon adamı olduklarını empoze etmeye çalışan bu bozuk kişilikler de elbette hakikatlerden nasipsiz kalacak veya olması gereken yerden ve konumdan çok daha aşağılarda davranışlar sergileyecektir.

Ciddî kişilik bozukluğu olan bu insanlar, kendilerini müttakî, dindar, Allah’tan korkan bir mü’min diyerek övülmekten hoşlandıkları gibi, öyle olmadığı halde samimî, fedakâr, şerefli bir insan olarak, propaganda etmelerini isterler. Hatta bu söylemi söyletmek için, ciddî olarak gecesini gündüzüne katarak hizmet dahi yapabilirler. Nitekim konuyla ilgili, Peygamber Efendimiz (asm) zamanında yaşanmış bir örnek dikkat çekicidir. Mü’minlerin safında yer alıp, savaşta can vermiş, fakat cehennemlik olmuş birisinden Peygamber Efendimiz (asm) şöyle bahseder. “O, din yolunda cihad için değil, Mekke’nin kadınları kahraman desinler diye savaştı ve öldü.”

İman ve Kur’ân hizmetinin içinde de bulunabilen bu kişilikler, tövbe etmediği ve hatasını anlamadığı sürece, samimî ruhlar tarafından soğuk karşılanır, ferasetleriyle bu yapılar hissedilir ve çoğu zaman da Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle hizmetin dışına atılırlar.

Yine bir başka nasipsizler ise, ülfet hastalığına tutulanlardır. Yani duyduğu hakikatlerin, derslerin, onun nazarında sıradanlaşması, alışkanlığa dönüşmesidir. İnsan bir noktada istikamet ve devamlılık kazandıktan sonra bir yol ayrımına gelir. Birisi ülfet hastalığına tutulma halidir. Diğeri ise, duyduğu hakikatlerde iyice derinleşme halidir. İşte insan satır aralarında daha da derinleşmesi gerekirken veya daha farklı pencereler ve nazarlarla tefekkür etmesi gerekirken, duyarsızlaşmaya başlaması, ‘Her seferinde aynı şeyler’, ‘Zaten biliyorum’, ‘Farklı bir şey duymuyorum’ söylemleri, onun ülfet hastalığına tutulduğunun göstergesidir.

Ülfet, insan için bir sükût ve duyguların ölümü demektir. Hissizleşme, şevk ve heyecanı yitirmeye sebep olur ve kulluk yolunda gereken ciddiyetten uzaklaştırır.

İşte böyle bir insanın bir an evvel Rabbinden gelen mesajlara kalbini açması, duâ etmesi bu hâlinin farkına varıp, kendini, sığlıklardan, şevksiz, gayretsiz, ciddiyetsiz hallerden derinliklere, yeni keşiflere, onu ikaz edecek samimî dostlar arayışına girmesi şarttır. Aksi halde hakikatlerin içindeyken önce nasipsizleşir, sonra da dairenin dışına bile çıkabilir.

Bir başka problem ise, kendisine faydası olmayan, fakat başkalarına faydası olabilecek kadar ilmî derinliğe sahip kişiliklerdir. Bu tip insanlar “Bile bile dünyayı ahirete tercih ederler” âyetinin tehdidine maruz kalan ve bu noktadan bakıldığında vebali ve günahı büyük olanlardır. Bunlar çakmak taşına benzer. Çakmak taşında kabiliyet vardır. İnsanlar bu taştaki kabiliyetten ateş yakar istifade eder. Fakat taşın, bu enerjiden kendisine hiçbir istifadesi olmaz. Hatta bazen bilgileri, ilimleri ona zarar bile olabilir. Bir hadis-i şerifte, “Kıyamet gününde en şiddetli azap görecek kimse, Allah-ü Teâlâ’nın kendi ilminden kendisini faydalandırmadığı âlimdir” buyrulmaktadır. Zira ders vermek, nasihat etmek, iyiliği emir, kötülükten sakındırmak, yazılar neşretmek, kitaplar çıkarmak gibi işler ancak rıza-i İlâhî olduğu vakit faydalı olur. Kişinin söylediği hakikatleri önce kendi dünyasında yaşaması, diğer insanlara söylediğindeki tesiratı arttıracaktır.

Hâsılı, Risâle-i Nur hakikatlerini okuyan ve dinleyenler fakat anlamayanlar da nasipsiz kalmazlar. İhlâs, sadakat ve samimiyetleri nispetinde nasiplenir ve feyizlenirler. Zira Bediüzzaman, “Gafletle yapılan zikirler dahi, feyizden hâlî değildir.” buyurmaktadır.

Anlaşılıyor ki, ciddî bir niyet ve ihlâs problemi taşımayan insanlar az çok hakikatlerden istifade edeceklerdir.

Bir yerde bir istifadesizlikten bahsediliyorsa, buradaki problem, ilgili eserlerde değil, istifade edemeyen, kalp, akıl ve ruh programını bozmuş kişilerdedir.

Eğer niyet problemi yoksa, manevî hastalıklarının farkında ise, günahlarından rahatsızlık duyuyorsa her insan, aklı bazı hakikatleri kavramasa da kalp ve ruhu hissesiz kalmaz. Zira okuyan ve sürekliliği olan kişilerde idrak gelişir, kalp inşirah eder ve ruh hakikatlere ayna olur. Bu yüzden sabırla okumaya, mütalâa ve sohbetlere devam etmeye lüzum vardır. Zira tedavi olacak başka kapı yoktur.

Allah bizleri mübarek gün ve geceleri ihya edip nasibini alanlardan eylesin.


KARDEŞ HAK VE HUKUKU

Kardeşler arasındaki ilişkilerin temelinde de sevgi ve saygı olmalıdır. Böylece, birbirlerini seven ve sayan kardeşler, kendi aralarında iyi geçinirler.

Kardeşler, birbirlerini tamamlayan bir bütünün parçaları gibidir. Hiçbir şey, bu birliği bozmamalı, kardeşleri birbirlerinden uzaklaştırmamalıdır. Büyük kardeşler, küçükler için anne-baba gibidir. Peygamberimiz (asm),

“Büyük kardeşin küçük kardeş üzerindeki hakkı, babanın çocuğu üzerindeki hakkı gibidir.”(İhya-i Ulumuddin, II/195)

buyurmaktadır. Bu sebeple küçükler, büyüklerine saygı göstermeli, onlara karşı gelmemeli, kırıcı söz ve davranışlardan kaçınmalıdır. Büyük kardeşler de, küçükleri sevmeli ve şefkatle korumalıdır. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (asm), bizi şöyle uyarmaktadır:

“Büyüklerine saygı göstermeyen ve küçüklerine merhamet etmeyenler bizden değildir.”(age., II/485)

Kardeşler arasında sevgi ve saygıyı azaltan sebeplerden birisi de aralarındaki kıskançlıklardır. Kıskançlık duygularının hiç bir kardeşe yararı yoktur. Bu nedenle, kardeşler birbirlerini kıskanarak hem kendilerini hem de kardeşlerini huzursuz etmemelidir. Kur’an-ı Kerim’de kardeşlerin birbirlerini kıskanmalarının kötülüğü ile ilgili Yusuf suresinde, Hz. Yusuf peygamberin kıssası anlatılmaktadır.

Kardeşlerin birbirlerine karşı bir takım görevleri vardır. Çünkü kardeş demek, aynı bir vücudun iki parçası demektir. Aynı kökten gelen bir ağacın dallarına benzerler. Onun için her insan kendini nasıl severse; kendisinden bir parça olan kardeşini de aynı şekilde sevmek zorundadır.

Aynı çatı altında büyüyen kardeşler, hem kendi aralarında hem de anne ve babaları ile ilişkilerini, sevgi ve saygı üzerine kurarak, aile kurumunun devamına katkıda bulunmalıdırlar.

Selam ve dua ile...

5 Nisan 2024 Cuma

GÜZEL GÖREN GÜZEL DÜŞÜNÜR

 Evet, uyku nasıl ki avam için rüya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velayet hükmündedir; öyle de umum için gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhıdır.

Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür.

Güzel düşünen, güzel levhaları görür.

Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür.

   Hem herkes için âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir.

Hem mukayyed ve fâni insanlar için saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır.

Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır.

   İşte bu gibi sırlar içindir ki Kur'an-ı Hakîm وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا nevindeki âyetlerle, hakikat-i nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.

Mektubat[Y] - 382

NAMAZ TESBİHATI

 NAMAZ TESBİHATININ FAZİLETİNE AİT ISPARTA'YA GÖNDERİLEN BİR MEKTUBDUR 

   Bugünlerde ince bir mes'ele kalbime geldi.

Vaktinde kaleme alamadım.

Vakit geçtikten sonra o ehemmiyetli hakikate bir işaret ederiz:

   Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsülüne binaen dedim: Namazdan sonraki tesbihatlar, tarîkat-ı Muhammediye'dir (A.S.M.) ve velayet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) bir evradıdır.

O nokta-i nazarda ehemmiyeti büyüktür.

Sonra, bu kelimenin hakikatı böyle inkişaf etti: Nasılki risalete inkılab eden velayet-i Ahmediye (A.S.M.) bütün velayetlerin fevkindedir; öyle de, o velayetin tarîkatı ve o velayet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan farz namazların akabindeki tesbihat, o derece sair tarîkatların ve evradların fevkindedir.

Ve bu sır dahi şöyle inkişaf etti:

   Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor.

Öyle de kalbi hüşyar bir zât, namazdan sonra "Sübhanallah Sübhanallah" deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) muvacehesinde, tesbih elinde yüz milyon adam tesbih çektiklerini manen hisseder; o azamet ve ulviyetle "Sübhanallah Sübhanallah" der.

Sonra o serzâkirin emr-i manevîsiyle ona ittibaen "Elhamdülillah Elhamdülillah" dediği vakit, o halka-i zikrin ve o geniş dairesi bulunan hatme-i Ahmediyenin (A.S.M.) dairesinde yüz milyon müridlerin "Elhamdülillah Elhamdülillah"larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde "Elhamdülillah Elhamdülillah" ile iştirak eder ve hâkeza...

"Allahu Ekber Allahu Ekber" ve duadan sonra "Lâ ilahe illallah Lâ ilahe illallah" otuzüç defa o tarîkat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sâbık mana ile o ihvan-ı tarîkatı nazara alıp, o halkanın serzâkiri olan Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) müteveccih olup

اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ

der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm.

Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var.

  Said Nursî 

Sikke-i Tasdik-i Gaybi - 170

HERŞEY ONUN EMRİNDE

 Bu tarafa da bak: Bu bîçare zaîf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar...

Nasıl onların başı önünde, latîf gıda ile dolu iki tulumbacık

{(Haşiye-13): İki tulumbacık ise, vâlidelerin memelerine işarettir.}

takılmış, iki çeşme gibi; yalnız o kuvvetsiz mahluk, onu ağzına yapıştırması kâfidir.

   Elhasıl: 

   Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder.

Birbirini görür gibi, birbirine el-ele verir.

Birbirinin işini tekmil için, birbirine omuz-omuza veriyor.

Bel-bele verip beraber çalışıyorlar.

Her şeyi buna kıyas et; ta'dad ile bitmez...

İşte bütün bu haller, iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î gösterir ki; şu saray-ı acibin ustasına yani şu garib âlemin sahibine herşey musahhardır.

Herşey onun hesabına çalışır.

Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir.

Herşey onun kuvvetiyle döner.

Herşey onun emriyle hareket eder.

Herşey onun hikmetiyle tanzim olur.

Herşey onun keremiyle muavenet eder.

Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur.

Ey arkadaş!

Haddin varsa buna karşı bir söz söyle!

Sözler - 284

3 Nisan 2024 Çarşamba

GAYBE DAİR

  BEŞİNCİ NÜKTELİ İŞARET: 

   Umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaç misalini zikrederiz:

   Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve mütevatir bir derecede bize vâsıl olmuş ki; minber üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmiş ki:

اِبْن۪ى حَسَنٌ هٰذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللّٰهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظ۪يمَتَيْنِ

   İşte kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anh, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu'cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.

   İkincisi: 

   Nakl-i sahih ile Hazret-i Ali'ye demiş:

سَتُقَاتِلُ النَّاكِث۪ينَ وَالْقَاسِط۪ينَ وَالْمَارِق۪ينَ

   Hem Vak'a-i Cemel, hem Vak'a-i Sıffîn, hem Vak'a-i Havariç hâdiselerini haber vermiş.

   Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile seviştiği bir zaman dedi: "Bu sana karşı muharebe edecek, fakat haksızdır."

   Hem Ezvac-ı Tahiratına demiş: "İçinizde birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek."

وَتَنْبَحُ عَلَيْهَا كِلَابُ الْحَوْئَبِ

   İşte şu sahih, kat'î hadîsler; otuz sene sonra Hazret-i Ali'nin Hazret-i Âişe ve Zübeyr ve Talha'ya karşı Vak'a-i Cemel'de.. ve Muaviye'ye karşı Sıffîn'de.. ve Havaric'e karşı Harevra'da ve Nehrüvan'da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.

   Hem Hazret-i Ali'ye: "Senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı" ihbar etmiş.

Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman İbn-i Mülcemü'l-Haricî'dir.

   Hem Haricîlerin içinde Züssedye denilen bir adamı, garib bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki; Havariçlerin maktûlleri içinde o adam bulunmuş; Hazret-i Ali, onu hakkaniyetine hüccet göstermiş.

Hem mu'cize-i Nebeviyeyi ilân etmiş.

   Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Ümm-ü Seleme'nin, daha diğerlerin rivayet-i sahihi ile haber vermiş ki: "Hazret-i Hüseyin, Taff yani Kerbelâ'da katledilecektir." Elli sene sonra, aynı vak'a-i ciğersûz vukua gelip, o ihbar-ı gaybîyi tasdik etmiş.

Mektubat - 98