16 Mayıs 2024 Perşembe

"ÖFKE VE ŞİDDET"

 Engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusu; gazap, hiddet. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılandan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir.

Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur" denilmiştir.

Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak;

"(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever" (Âl-i İmran, 3/ 134) buyurmuştur.

Peygamberimiz'e gelerek kendisine öğüt vermesini isteyen bir adama Resulullah (s.a.s); "Öfkelenme!" demiş ve bu sözünü birkaç kere tekrarlamıştır (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Öfkeli birisini gören Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese muhakkak öfkesi geçer. O kelime: Eûzü billahi mineş-şeytânirracîm", sözüdür" (Müslim, Birr ve Sıla, 109).

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

"Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir" (Müslim, Birr ve Sıla, 107).

Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur:

Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar" (Riyazü's-Salihîn, I, 80).

Kur'an-ı Kerim'de genellikle kâfirlerin müminlere karşı duydukları öfkeden bahsedilmiştir. Aksine müminler öfkelerini yenen insanlardır.

Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk'a sığınmayı öfkenin ilâcı olarak tavsiye etmiş, insanın kendi kendine telkinle ulaşacağı irade sağlamlığının onu öfkelenmekten kurtaracağına işaret etmiştir. Yine Peygamberimiz, öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür. Öfke nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir.

Rafet Özcan

14 Mayıs 2024 Salı

TEK ADAM YÖNETİMİNİN NETİCESİ, İFLAS !

İnsan yaratılış itibari ile çeşitli kabiliyetlerle donatılmış farklı farklı özellikler taşımaktadır.Hiç bir insan kişilik ve kabiliyetler açısından birbirine benzemez.Tek yumurta ikizleri dahi kişilik ve yetenekler açısından farklılık arzeder.Onun için dünya işlerinde başarı kişileri istidatları yönünde isdihtam ederek elde edilir yani kişi başarılı olduğu alanda görevlendirilmelidir.Salih olan kişi liyakatli olmadığı bir işe talip olmaması gerektiği gibi bilip anlamadığı bir işe görevlendirmekte hem o insana hem de ülkeye verilecek en büyük zarardır. Bu nedenle adama iş değil işe adam prensibiyle hareket eden kurum ve kurluşlar başarı ve kalkınmayı elde ederek ayakta kalır.

Çevremize bir göz attığımız da işinin ehli olan kimseler başarılı olmakta ve hem kendi hem çalıştığı kuruluş başarılı olarak mutlu bir hayat sürmektedir.

Bu durum ülke yönetiminde de aynıdır.Kurum ve kurluşların başarısı liyakat ve işin ehli olanların isdihdamına bağlıdır.Tek adam otoriter sistemi ile yönetilen devletler ve devlet kuruluşları ileride sıkıntı yaşamaktadır.  Otoriter yönetim biçimi ile bir müddet ayakta kalsa bile uzun ömürlü olmamaktadır.Reyi vahid istibdattır.Tek adamın tek düşüncesi ve tek görüşü zulme kapı açar.

Senelerce tek parti, tek adam ile yönetilen ülkelerin durumu ortada.Kişiler otoriterleşip milleti köleleştirmişler.Nice istidat ve kabiliyetler baskı ve otorite neticesi yok olmuştur.

Tek adam ise, kendisi herşeyden anlayan bir despot olarak başa bela olmuştur.İşte ülkemizin Cumhuriyet dönemindeki 1950 öncesi hali ortada. Demokrasi ye ve çok  Partili  sisteme geçene  kadarki yıllarda yaşanan ekenomik ve siyasi durum.Hem zulüm, hem baskı hem de tek tiplilik ve otoriterlik  sonucu inançsızlık ve küfre giden yol. Baştakilerin insanları kendilerine boyun eğdirip köleleştirdikleri haller.Putçuluk  ve Firavunluk Nemrutluk dönemi .Haşa baştakilerin ilah haline gelmesi.Senelerce bu keferelerden kurtulmaya çalışırken ne yazık ki millet daha  beter bir belaya uğrayacak.Tıpkı yağmurdan kaçarken  doluya tutulan insan gibi.Bir otoriterden kurtulmuş başka bir despot fecerelere boyun eğmiştir. Tek adamlar her dönem başa bela olmuşlar ve halkı inim inim inletmşler. Ne yazzık ki millet Yirmi küsür senedir de bu zulmü çekmek zorunda kalmıştır.Yani bir ateist zalimden kurtulup başka bir günahkarın esiri haline gelmiştir.Allah bu milleti keferelerin ve fecerelerin şerrinden korusun. Günümüz münafık fecerelerinin elinden de en kısa zamanda kurtarsın.

Kurtulmanın yolu ise, demokrasinin ve hür iradenin aracı olan, sandıktan geçer. "Yeter artık söz milletin diyelim". Haydi hayırlısı inşallah istenilen olur demokrasi yerleşir,hak hukuk ve adalet güç kazanır.

Rafet Özcan

13 Mayıs 2024 Pazartesi

ANAYASA" ŞAHSIN DEĞİL, MİLLETİN ANAYASASI OLMALI !

 Anayasalar, ülke yönetiminde yöneticiler için bir pusuladır.Yasalar Ana yasaya uygun olarak çıkarılır, yöneticiler de Anayasaya uygun kanunlara göre hareket ederler.Yani  çıkarlan kanunlar  anayasaya aykırı olamaz.Buna göre hiç kimse de anayasaya aykırı hareket edemez.Son günler de Anayasa tartışmalar gündemde.İhtilalcilerin yaptığı 12 Eylül anayasası değiştirildiği halde beğenilmemektedir.Elbette ki İhtilâl dönemi Anayasaları  sivillerin yapacağı anayasadan farklıdır. Çünkü olaganüstü şartlarda yapılmaktadır.

O zaman akla şu soru takılıyor neden sivil iktidarlar ve muhalefet biraraya gelerek müşterek bir anlayışla milletin büyük çoğunluğunun kabul edeceği bir anayasa yapamazlar? Fırsat elde iken neden bu konuda bir çalışma yapmazlar? İlla ki, anayasa yapmak için olağanüstü bir durumun mu olması gerekir?İktidarı da muhalefeti de, İhtilal ürünü anayasalardan çok çekti.Sivillerin yani milleti temsil eden parlementerlerin anayasa yapma zamanı gelmedi mi? Ne duruyorsunuz madem millet istiyor seçim ile birlikte  Anayasayı da milletin oyuna sunun.Yalnız her şeyde olduğu gibi ben yaptım oldu değil, eşit şartlarda ,istişare ile herkesin tasvip edeceği, Parlementer sisteme uygun demokratik bir anayasa yapın.İktidarı da muhalefeti de kişiye göre anayasa değil de ülkeye faydalı bir anayasa yapsınlar. Böylece hem  millet rahatlar hem de ülke güzel bir Anayasaya kavuşur.Seçilmiş milletvekilleri de milletin emrinde ve hizmetinde olduğunu göstermiş olurlar.İşte birlik olunacaksa bunda birlik olun. Millete hiç olmazsa bir sefer olsun birlik olduğunuzu gösterin.Senin benim istediğim değil,sana göre bana göre de değil, bize göre bir Anayasa yapın.Bir sefer olsun birbirinizi aldatmadan ülkeniz için dürüst bir iş yapın.

Herkes şunu unutmasın ve bilsin ki, aldatmayla ile iş yapanlar, bir gün kendileri de aldanırlar.Anayasa da, anayasa olmaktan çıkar ,"Banayasa "yani şahsı mahsus yasa olur.Bunu da hiç kimse, ne beğenir, ne de kabullenir.

Eskisi değişti işe yaramaz hale geldi.Yeni yapılacak Anayasa ise milletin tasvibinden geçerse ülke huzura kavuşur.

Gayret sizden, yardım ve muaffakiyet Allah'tan.


10 Mayıs 2024 Cuma

İSTİĞFAR VE TEVBE

  Yedincisi: 

   İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır.

Yani manen der: "Ey abdim!

İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm.

Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün.

Çocuk üşüdü yahut düştü.

Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın.

İşte Cenab-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

   Elhasıl: 

   Ey insan!

Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz'-i ihtiyarî namında bir iraden var.

O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın.

Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetişmesin.

Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

Sözler - 468

9 Mayıs 2024 Perşembe

EN LÜZUMLE ESAS İHLAS

    Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a'mal-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlastır.

Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlas bulunuyor.

   Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medar olur.

Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki, yüz cihette mukabele istiyorlar.

Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar.

Fakat maatteessüf bîçare mübarek taife-i nisaiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, za'fiyetten ve acizden gelen başka bir nevide riyakârlığa giriyorlar.

Lemalar - 201

ŞEFKATİN SÛ'İSTİMAL EDİLMESİ

    Eğer hakikî şefkat sû'-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem'den ve i'dam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, vâlidesinin defter-i a'maline geçeceğinden, vâlidesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur.

   Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun vâlidesidir.

Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat'î ve daima hissettiğim bu manayı beyan ediyorum:

   Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş.

Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum.

Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.

   Ezcümle; meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur'un da en büyük hakikatı olan acımak ve merhamet etmeyi, o vâlidemin şefkatlı fiil ve halinden ve o manevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.

Evet bu hakikî ihlas ile hakikî bir fedakârlık taşıyan vâlidelik şefkati sû'-i istimal edilip, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkatı sû'-i istimal etmektir.    Evet kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhunu feda ettiklerine; o şefkatın küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi isbat ediyor.

Lemalar - 200

ŞEFKAT

 BİRİNCİ NÜKTE:

   Risale-i Nur'un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur'la fıtraten alâkadardırlar.

Ve LİLLAHİLHAMD, bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor.

Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlası ve mukabelesiz bir fedakârlık manasını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.

Evet bir vâlide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.

Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir.

Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahut sû'-i istimal edilir.

   Yüzer numunelerinden bir küçük numunesi şudur: O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder.

"Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir.

Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor.

Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken davacı ediyor.

O çocuk, "Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?" diye şekva edecek.

Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin hârika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.

Lemalar - 199

İNSAN BİR CESETTN Mİ İBARET ?

    Eğer insan yalnız bir cesedden ibaret olsa ve insan dünyada lâyemutane daimî kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazife yalnız askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa; sözünüzde dahi bir mana olurdu.

Fakat madem insan yalnız cesedden ibaret değil.

Cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez, onlar imha edilmez.

Onlar da idare ister.

   Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes'elesidir.

Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.

   Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir.

Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur.

Madem manevî hâcat-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var.

Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir.

Lemalar - 173

7 Mayıs 2024 Salı

EY İHTİYÂRLAR

    Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler!

Madem Rahîm bir Hâlık'ımız var; bizim için gurbet olamaz.

Madem o var, bizim için herşey var.

Madem o var, melaikeleri de var.

Öyle ise bu dünya boş değil.

Hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk'ın ibadıyla doludur.

Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler.

Evet bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat'umatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahidler, bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlık'ımızın, Sâni'imizin, Hâmi'mizin dergâhını gösteriyorlar.

O dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır.

Ve acz ve zaafın tam zamanı da, ihtiyarlıktır.

Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.

Lemalar - 228

KADERİ TENKİT EDEN

 Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar.

Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

   Acaba, bir gün adavete değmeyen bir şey'e, bir sene kin ve adavetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?

Halbuki mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip, onu mahkûm edemezsin.

Çünki evvelâ, kaderin onda bir hissesi var.

Onu çıkarıp o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Sâniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adavet değil, belki nefsine mağlub olduğundan acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Sâlisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör; bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlub edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenablıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.

Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye; güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedid bir hırs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adavetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.

   İşte hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adavete ve fikr-i intikama, -eğer şahsını seversen- yol verme ki kalbine girsin.

Eğer kalbine girmiş ise, onun sözünü dinleme.

Bak, hakikatbîn olan Hâfız-ı Şirazî'yi dinle: دُنْيَا نَه مَتَاعِيسْت۪ى كِه اَرْزَدْ بَنِزَاع۪ى

   Yani: "Dünya öyle bir meta' değil ki, bir nizâa değsin." Çünki fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir.

Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın!..

Hem demiş:

آسَايِشِ دُو گ۪يت۪ى تَفْس۪يرِ اِينْ دُو حَرْفَسْتْ

بَادُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بَادُشْمَنَانْ مُدَارَا

   Yani: "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir."

Mektubat - 266

KÜFÜR BİR GÜNAHTIR

 Zira küfür, çendan bir seyyiedir.

Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delail-i vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzib ve bütün tecelliyat-ı esmayı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına Cenab-ı Hak kâfirden şedid şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adalettir.

Madem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor.

Az bir hizmetle pek çok işleri yapar.

Onun için ehl-i iman, onlara karşı Cenab-ı Hakk'ın inayet-i azîmine muhtaçtır.

Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhde etse, haylaz bir çocuğun o haneye ateş vermeğe çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmağa mecbur olması gibi; mü'minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenab-ı Hakk'ın çok inayatına muhtaçtırlar.

   Elhasıl: 

   Eğer kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk'a verir, onun tasarrufunda bilir.

O vakit hakkı var, kaderden ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetsin.

Çünki madem nefsini ve herşeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz'-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder.

Seyyiata merciiyeti kabul edip, Rabbini takdis eder.

Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır.

Hem kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder.

Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder.

Eğer kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz'-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur.

Çünki nefs-i emmaresi, gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder.

Fiilini kendine ve esbaba verir.

Mes'uliyeti ve kusuru kadere havale eder.

O vakit, nihayette Cenab-ı Hakk'a verilecek olan cüz'-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır.

Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.

Sözler - 465

5 Mayıs 2024 Pazar

DEMOKRATLAR UYANIN

 Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanlar önünü göremez oldu. Sağı mayın solu mayın, arkası tuzak önü tuzak. Basiret bağlanmış, kalp gözü körelmiş herşeyi maddede aramanın sonucu akıl göze inmiş, maddi göz ise maneviyatta kör olduğu için iki adım öteyi göremez duruma gelmiştir.

Toplum fertlerden meydana geldiğine göre fertlerin körelmesi toplumun yanlış karar vermesine sebep olmuştur. İşte siyaset mühendislerinin istediği de zaten budur. Önceden planlanan ortam kendiliğinden oluşmuş tuzak üstüne tuzak kuranlar avlanmaya, millet ise bu gizli tuzaklara düşmeye devam etmektedir. Yalan ve menfeat üzere kurulmuş olan siyaset ve aldatma ile iş yapan siyasetçinin işi gayet kolaylaşmıştır.

Yıllarca mücadeleler sonucu elde edilen hürriyetler, demokrasi ve hukukun üstünlüğü, adalet sisteminin ve kanunların keyfileştirilmesi ile işlemez hale gelmiş.

Tüm bu işler yapılırken de malesef bu ülkenin esasını oluşturan büyük çoğunluk demokratlar yanıltılmıştır. Halâ da kurulan tuzaklara düşürülmeye devam edilmektedir. Siyaset Demokrat merkezde, DP’de toplanmalı, demokratlar artık uyanmalı.

Bu sefer bu oyunu bozma sırası artık demokratlara düşer. “Yeter söz milletin” deyip, demokrat yolumuzda kenetlenerek devam edelim. Allah demokratlara uyanma ve özüne dönmeyi nasip etsin.

TASARRUF TEDBİRLERİ

 Devletleri ekonomik krizlere sürükleyen ve toplumu borç bataklığında perişan eden faiz ve aşırı israftır.

Devleti idare edenler ekonomik tedbirlerle israf ve faizle mücadele seferberliği ilan ederken, devletin kurumlarının aşırı harcamalara son vermeye bir türlü yanaşmaması nasıl izah edilebilir?Neden israfta ısrar ediyorlar? Bu durum milleti devletine güvenemez hale getirmiştir. Denetim eksikliğinden mi? yoksa zihniyet değişikliğinden mi bu şekilde harcama yapılıyor? Bunu anlamak mümkün değil.

Bir zamanlar ülkeyi “Darulharp” olarak gören ve her türlü haram kazancın mübah olduğunu söyleyerek, meseleyi devlete vergi verilmez diyecek kadar ileri götürenler, devletin gelir kaynağını kurutmuşlardır. Vergi vermeden kaçınmak ülkeyi borç bataklığına sürüklemeye başka bir işe yaramaz.

Bu zihniyete hakim kadroların bugün iktidarda oldukları ve devlet kademelerine yerleştirildiklerini unutmamamız gerekmektedir.

Zam üstüne zam yaparak milleti geçinemez duruma getirmek sonra da maaş ve yardımlarla kendilerine taraftar ve siyasi destek sağlamak ülkeye yapılacak en büyük fenalıktır.

Şunu akıldan çıkarmamak gelir ki, gün gelir kaynak biter, aç insanlar tok olanları rahatsız eder duruma gelir. Ülke kargaşa ortamına sürüklenir ve kaosa dönüşür. O zaman Allah korusun ülke ve millet büyük zarar görür. 

Bunun için, geç kalmadan tasarruf tedbirlerine uyup, savurganlığa son verelim. Ülke gemisini batırmak isteyen kötü niyetlilere fırsat vermeylim.

 ***

4 Mayıs 2024 Cumartesi

KADER VE İRADE

  BİRİNCİ MEBHAS: 

   Kader ve cüz'-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir.

Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir.

Yani mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyarî" önüne çıkıyor.

Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der.

Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, "Kader" karşısına geliyor.

Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."

   Evet kader, cüz'-i ihtiyarî; iman ve İslâmiyetin nihayet meratibinde.. kader, nefsi gururdan ve cüz'-i ihtiyarî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler.

Yoksa mütemerrid nüfus-u emmarenin işledikleri seyyiatının mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in'am olunan mehasinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz'-i ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz'-i ihtiyariyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes'eleler değildir.

Sözler - 463

ŞERRİN YARATILMASI ŞER DEĞİL

 Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.

Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: "Yağmur rahmet değil." Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesîr vardır.

Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur.

Onun için o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer.

İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur.

Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir.

   Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir.

Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir.

Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder.

İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler.

Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti.

Halbuki sen sârık değilsin.

Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var.

İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş.

Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş.

Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir.

İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et.

Demek kader ve icad-ı İlahî; mebde' ve münteha, asıl ve fer', illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Sözler - 464

HAYATI VEREN ODUR

  ALTINCI KELİME: 

يُحْي۪ى Yani: Hayatı veren odur.

Ve hayatı rızık ile idame eden de odur.

Ve levazımat-ı hayatı da ihzar eden yine odur.

Ve hayatın âlî gayeleri ona aittir ve mühim neticeleri ona bakar, yüzde doksandokuz meyvesi onundur.

İşte şu kelime; şöyle fâni ve âciz beşere nida eder, müjde verir ve der:

   Ey insan!

Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme.

Hayatın fenasını düşünüp, hüzne düşme.

Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme.

Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyum'a aittir.

Masarif ve levazımatını, o tedarik eder.

Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve ona aittir.

Sen, o gemide bir dümenci neferisin.

Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak.

O hayat sefinesi, ne kadar kıymetdar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini ve o sefine sahibi zâtın, ne kadar Kerim ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret ve anla ki: Vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netaic; bir cihetle senin defter-i a'maline geçer, sana bir hayat-ı bâkiyeyi temin eder, seni ebedî ihya eder.

Mektubat - 225

HAMD ONA MAHSUSTUR

  BEŞİNCİ KELİME: 

وَ لَهُ الْحَمْدُ  Yani: Hamd ve sena, medih ve minnet ona mahsustur, ona lâyıktır.

Demek nimetler onundur ve onun hazinesinden çıkar.

Hazine ise, daimîdir.

İşte şu kelime, şöyle müjde verip diyor ki: Ey insan!

Nimetin zevalinden elem çekme.

Çünki rahmet hazinesi tükenmez.

Ve lezzetin zevalini düşünüp, o elemden feryad etme.

Çünki o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin semeresidir.

Ağacı bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var.

Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd ile düşünüp, lezzeti birden yüz derece yapabilirsin.

Nasılki bir padişah-ı zîşanın sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde yüz belki bin elmanın lezzetinin fevkinde, bir iltifat-ı şahane lezzetini sana ihsas ve ihsan eder.

Öyle de: لَهُ الْحَمْدُ kelimesiyle, yani hamd ve şükür ile, yani nimetten in'amı hissetmekle, yani Mün'imi tanımakla ve in'amı düşünmekle, yani onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in'amının devamını düşünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapısını sana açar.

Mektubat - 225

MÜLK ONUNDUR

  DÖRDÜNCÜ KELİME: 

لَهُ الْمُلْكُ Yani: Mülk umumen onundur.

Sen, hem onun mülküsün, hem memluküsün, hem mülkünde çalışıyorsun.

Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan!

Sen kendini, kendine mâlik sayma.

Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır.

Kendi başına muhafaza edemezsin, belalardan sakınıp, levazımatını yerine getiremezsin.

Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır.

O Mâlik, hem Kadîr'dir, hem Rahîm'dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme.

Kederi bırak, keyfini çek.

Zahmeti at, safayı bul.    Hem der ki: Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm'in mülküdür.

Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek.

O hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir.

Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.

Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler" de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

Mektubat - 224

3 Mayıs 2024 Cuma

HERŞEY ONUN VÜCUDUNA DELALET EDER

    Ey Mutasarrıf-ı Fa'al ve ey Feyyaz-ı Müteâl!

Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra'd, rüzgâr, yağmur birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber; birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler.

Hem koca fezayı mahşer-i acaib yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rububiyetinin haşmetine.. ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulandırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve herbir şeye şümulüne şehadet ettikleri gibi; umum zemine ve bütün mahlukata cevv perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve herşeye yetişmelerine delalet eder.

Hem fezadaki hava, o kadar hakîmane vazifelerde istihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmane faidelerde istimal olunur ki; herşeye ihata eden bir ilim ve herşeye şâmil bir hikmet olmazsa, o istimal, o istihdam olamaz.

Lemalar - 360

AB-I HAYAT OLAN YAĞMUR

    Evet camid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir; karışık tesadüf karışamaz.

Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.

Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra'dat dahi, lisan-ı kàl ile konuşarak seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.

Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek, nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi, âdeta bir hikmete binaen "levh-i mahv ve isbat" ve "yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası" suretine çevirmekle, senin faaliyet-i kudretine işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi, senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle, senin vüs'at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder.

Lemalar - 359

RIZA-YI İLAHİYİ KAZANMAK

    Ey sevaba hırslı ve a'mal-i uhreviyeye kanaatsız insan!

Bazı Peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar.

Demek hüner, kesret-i etba' ile değildir.

Belki hüner, rıza-yı İlahîyi kazanmakladır.

Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile "Herkes beni dinlesin" diye vazifeni unutup, vazife-i İlahiyeye karışıyorsun?

Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir.

Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma.

Hem hak ve hakikatı dinleyen ve söyleyene sevab kazandıranlar, yalnız insanlar değildir.

Cenab-ı Hakk'ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melaikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler.

Madem çok sevab istersin, ihlası esas tut ve yalnız rıza-yı İlahîyi düşün.

Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları; ihlas ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevab kazandırsın.

Çünki meselâ sen "ELHAMDÜLİLLAH" dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük "ELHAMDÜLİLLAH" kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır.

Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halketmiş.

Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.

Eğer rıza-yı İlahî ve ihlas o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır.

Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!..

Lemalar - 152

1 Mayıs 2024 Çarşamba

HAK DAVA ETMEYE HAKKIN YOK

 Evet mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücud'a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir.

Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister.

Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır.

İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir.

Ademler ise, illet istemezler.

Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır.

Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır.

Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır.

Ve hâkeza kıyas et.

   Ey insan-ı müşteki!

Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...

   Ey nankör!

Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?

Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.

Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

   Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan!

Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.

İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.

Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış.

Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme.

Kimden kime şekva ettiğini bil, sus.

Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır.

Mektubat - 285

ALLAH RIZASI

  BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: 

   Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı.

Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.

Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.

O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.

Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.

Lemalar - 160

İHLAS

 Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarım!

Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.

Madem ihlasta mezkûr hâssalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız.

Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi' olur, devam etmez; hem şiddetli mes'ul oluruz.

وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ى ثَمَنًا قَل۪يلًا

âyetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfüruşane, sakîl, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi'-i cüz'iyenin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

   Ey kardeşlerim!

Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur.

Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.

Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir.

İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ى

demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilmez.

Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.

İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.

Lemalar - 159

EY EHL-İ İMAN!

    Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız!

İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz.

Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir.

Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa; bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.

İşte ey ehl-i iman!

İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.

Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa,

اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا

düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..

Mektubat - 270

İŞTE EY MÜ'MİNLER!

    Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz?

Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır.

Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?

O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var.

Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an: Uhuvvet-i İslâmiyedir.

Bu kal'a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..

   Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm'ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev'-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.

Mektubat - 269

30 Nisan 2024 Salı

HAKİKAT VE TARİKAT EHLİ

    Ey ehl-i hakikat ve tarîkat!

Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir.

O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar.

Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor.

Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalaletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatla maişeti temin etmek, tama' ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz.

   Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak.

Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara'nın uleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes'elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder.

Çünki haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir.

Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur.

Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.

Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur.

   İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlası kazanırlar.

Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar.

Ve bu feci' sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlahiye ile kurtulurlar.

Lemalar - 157

ALLAH'A KUL OLMAK

 İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni'-i Zülcelal, kendi san'atının mu'cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister.

O da iman ile, marifet ile mukabele eder.

   Sonra görür ki: Bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister.

O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.

   Sonra görüyor ki: Bir Mün'im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor.

O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kàliyle, hattâ elinden gelse bütün hâsseleri ile, cihazatı ile şükür ve hamd ü sena eder.    Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor.

O da ona mukabil: "Allahu Ekber, Sübhanallah" deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.

   Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor.

O da ona mukabil, ta'zim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.

   Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış.

Bütün antika san'atlarını orada teşhir ediyor.

O da ona mukabil: "Mâşâallah" diyerek takdir ile, "Bârekellah" diyerek tahsin ile, "Sübhanallah" diyerek hayret ile, "Allahu Ekber" diyerek istihsan ile mukabele eder.

   Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor.

Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor.

O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz'an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.

   İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir.

İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.

   Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû'-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil!

Beni dinle.

Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz'ün İkinci Makamının 219-220'nci sahifelerinde yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör:

Sözler - 329

İNSANIN UBUDİYETİ

  Birinci vecih 

   şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir.

   Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedî' san'atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.

   Sonra, herbiri birer gizli hazine-i maneviye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.

   Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür.

   Sonra, şu mevcudattaki zînetleri ve latîf san'atları istihsankârane temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemal'inin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni'-i Zülkemal'inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.

Sözler - 329

İNSAN BİR MEMUR VE MİSAFİR

    İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş.

Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş.

Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehdidler edilmiş.

Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubudiyetin esasatını şurada icmal edeceğiz.

Tâ ki, "ahsen-i takvim" sırrı anlaşılsın.

   İşte insan, şu kâinata geldikten sonra "iki cihet ile" ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var.

Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.

Sözler - 329

29 Nisan 2024 Pazartesi

SEN HİÇMİSİN ?

    Hem deme ki: "Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?"

   Çünki sen çendan, nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin.

Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

   Evet ey insan!

Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sağir bir cüz, hakir bir cüz'î, fakir bir mahluk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun.

Fakat muhabbet-i İlahiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz'iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: "Benim Rabb-i Rahîm'im dünyayı bana bir hane yaptı.

Ay ve güneşi, o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı.

Ve nebatatı, o hanemin zînetli levazımatı yapmıştır."

   Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i safilîne düşersin.

Eğer Hak ve Kur'an'ı dinlersen, a'lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.

Sözler - 328

RAHMETİ İNKAR ETME

 İşte insan dahi Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı nimet suretinde Karun gibi

اِنَّمَٓا اُوت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ

yani: "Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım" dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder.

Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.

Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re'fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir.

   Ey insan!

Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak.

Uluhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcatını, tazarru' ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster.

Ve

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

de, yüksel.

Sözler - 327

İNSAN NAZİK VE NAZENİN

    İnsan şu kâinat içinde pek nazik ve nâzenin bir çocuğa benzer.

Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır.

Çünki o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş.

Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin şükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun öşr-i mi'şarına muvaffak olamaz.

Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan bir matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder.

Meselâ: Tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır.

Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor.

İşte cây-ı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyan-ı temaşa bir cilve-i rahmet...

   Nasılki nazdar bir çocuk ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazîn haliyle matlublarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bin defa kuvvetçiğiyle yetişemez.

Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder.

Şimdi böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile "Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum" dese, elbette bir tokat yiyecektir.

Sözler - 327

25 Nisan 2024 Perşembe

İNSAN ZİHAYAT BİR MAKİNA

    "İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelal'e intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi; o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişah'a iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilanını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz."

   O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır.

Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.

Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: "Ben idam olmuyorum.

Belki terhis ile saadete gidiyorum.

Fakat ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum." لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

Sözler- 173

24 Nisan 2024 Çarşamba

İNSAN SONRADAN ÖĞRENİR

    İnsan ise dünyaya gelişinde herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor.

Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zaîf bir surette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor.

Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder.

Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir.

Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir.

Yani: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum?

Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum?

Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir.

Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kàdıyü'l-Hâcat'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir.

Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyete uçmaktır.

   Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.

Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır.

Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı billahtır.

   Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna mübtela ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra "dua"dır.

Dua ise, esas-ı ubudiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister.

Yani ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder.

Maksuduna muvaffak olur.

Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.

Rahmanürrahîm'in dergâhında; ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir.

Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

Sözler - 316

23 Nisan 2024 Salı

İMAN İNSANI İNSAN EDER

 DÖRDÜNCÜ NOKTA:

   İman, insanı insan eder.

Belki insanı sultan eder.

Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır.

Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

   Şu mes'elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o mes'eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kàtı'dır.

Evet insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir.

Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir.

Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir.

Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyet-i fiiliyedir.

Sözler - 315

İNSAN ANTİKA BİR SANAT

    İşte insan, Cenab-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nâzenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.

   Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur.

O mü'min, şuur ile okur ve o intisabla okutur.

Yani: "Sâni'-i Zülcelal'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım" gibi manalarla insandaki san'at-ı Rabbaniye tezahür eder.

Demek Sâni'ine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder.

İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbaniyeye göre olur ve âyine-i Samedaniye itibariyledir.

O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.

   Eğer kat'-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz.

Zira Sâni' unutulsa, Sâni'a müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz.

Âdeta baş aşağı düşer.

O manidar âlî san'atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir.

Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder.

Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar.

Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar.

Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir.

Sonra tefessüh eder gider.

İşte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.

Sözler - 312

ALLAH'IN RIZASINI KAZANMAK

    Ey sevaba hırslı ve a'mal-i uhreviyeye kanaatsız insan!

Bazı Peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar.

Demek hüner, kesret-i etba' ile değildir.

Belki hüner, rıza-yı İlahîyi kazanmakladır.

Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile "Herkes beni dinlesin" diye vazifeni unutup, vazife-i İlahiyeye karışıyorsun?

Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir.

Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma.

Hem hak ve hakikatı dinleyen ve söyleyene sevab kazandıranlar, yalnız insanlar değildir.

Cenab-ı Hakk'ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melaikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler.

Madem çok sevab istersin, ihlası esas tut ve yalnız rıza-yı İlahîyi düşün.

Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları; ihlas ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevab kazandırsın.

Çünki meselâ sen "ELHAMDÜLİLLAH" dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük "ELHAMDÜLİLLAH" kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır.

Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halketmiş.

Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.

Eğer rıza-yı İlahî ve ihlas o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır.

Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!..

Lemalar - 152

22 Nisan 2024 Pazartesi

VESVESE

 بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاط۪ينِ ٭ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

   Ey maraz-ı vesvese ile mübtela!

Biliyor musun vesvesen neye benzer?

Musibete benzer.

Ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner.

Ona büyük nazarıyla baksan büyür.

Küçük görsen, küçülür.

Korksan ağırlaşır, hasta eder.

Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır.

Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir.

Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider.

Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksam-ı kesîresinden kesîrü'l-vuku olan yalnız beş vechini beyan edeceğim.

Belki sana ve bana şifa olur.

Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder.

Tanımazsan gelir, tanısan gider.

Sözler - 274

GÜNÜNÜ İYİ DEĞERLENDİR

    Ey nefis!

Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı.

Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin.

Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil.

Lâekal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır.

Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder.

Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var.

Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi'dir.

Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar.

Siyah ise, siyah görünür.

Kırmızı ise, kırmızı görünür.

Hem onun keyfiyetine bakar.

O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir.

Düzgün değil ise, çirkin gösterir.

En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin.

Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.

Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni'-i Zülcelal'ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder.

Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

âyet-i pür-envârından bir nuru, senin kalbine serper.

Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikasıyla ışıklandırır.

Senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

   

21 Nisan 2024 Pazar

AKILLI İNSAN İBADET YÖNÜNDEN BUGÜNÜ DÜŞÜNÜR

 Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de.

O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.

   İşte ey sabırsız nefsim!

Sen üç sabır ile mükellefsin.

Birisi: Taat üstünde sabırdır.

Birisi: Masiyetten sabırdır.

Diğeri: Musibete karşı sabırdır.

Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut.

Merdane "Yâ Sabûr" de, üç sabrı omuzuna al.

Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.

Sözler - 270

İKTİSAD SEBEBİ İZZET

 İktisad, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delalet eden bir vakıa:

   Bir zaman, dünyaca sehavetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor.

Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor.

Bakar ki: Bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş; cesedine batıyor, kanatıyor.

Hâtem ona dedi: "Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor.

Sen de oraya git; beş kuruşluk bu çalı yüküne bedel, beş yüz kuruş alırsın." O muktesid ihtiyar demiş ki: "Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım.

Hâtem-i Tâî'nin minnetini almam." Sonra, Hâtem-i Tâî'den sormuşlar: "Sen kendinden daha civanmerd, aziz, kimi bulmuşsun?" Demiş: "İşte o sahrada rast geldiğim o muktesid ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmerd gördüm."

Lemalar - 142

NASTAN İSTİĞNA

 Hayatımın bir düsturu olan "nâstan istiğna" mesleğimi bozmadı.

   Evet iktisad etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzeddir.

Bu zamanda israfata medar olacak para, çok pahalıdır.

Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor.

Bazan mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor.

Demek manevî yüz lira zarar ile, maddî yüz paralık bir mal alınır.

Eğer iktisad edip hâcat-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ

sırrıyla,

وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا

sarahatiyle; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak.

Çünki şu âyet taahhüd ediyor.

Evet rızk ikidir:

   Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak.

Bu âyetin hükmü ile o rızk, taahhüd-ü Rabbanî altındadır.

Beşerin sû'-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir.

Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.

   İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, sû'-i istimalât ile hâcat-ı gayr-ı zaruriye hâcat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup, terkedemiyor.

İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için; bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır.

Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor.

Böyle acib bir zamanda, şübheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.

Çünki

اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا

sırrıyla: Haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir; fazlasını alamaz.

Evet muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez.

Belki, ölmeyecek kadar yiyebilir.

Hem yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.

Lemalar - 141

İNSAN BAŞI BOŞ MII BIRAKILACAK ?

    Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyet cilvesi bir hüccet-i kàtıadır ki; ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef'al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.

Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak?

Hâşâ!..

Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir.

Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek.

Ya taltif veya tokat yiyecek.

   İşte hafîziyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şahidler hadd ü hesaba gelmez.

Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir.

Lemalar - 138

20 Nisan 2024 Cumartesi

DÖRDÜNCÜ REMİZ

 Ey dünyaperest insan!

Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir.

Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar genişliyor.

Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi madum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in'ikas edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar.

Hakikat hayale karışır, madum bir dünyayı mevcud zannedersin.

Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş.

O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın.

Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır.

O vakit görürsün ki: O geniş dünyan; kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz.

Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.

   Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.

Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.

İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden "LÂ İLAHE İLLALLAH" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

Lemalar - 136

KENDİ İŞİNE BAK

  ONÜÇÜNCÜ NOTA: 

   Medar-ı iltibas olmuş olan beş mes'eledir.

   Birincisi: 

   Tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler.

Edebü'd-Din Ve'd-Dünya Risalesi'nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: "Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin." Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki:

اِنَّ لِلّٰهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ

Yani: "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin?

diye tecrübe eder.

Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin?

diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû'-i edebdir, ubudiyete münafîdir."

   Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı.

   Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.

   Evet insanın elindeki cüz'-i ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenab-ı Hakk'a ait netaici düşünmemek gerektir.

Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor.

Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor.

Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,

وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ

olan ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş.

Çünki

اِنَّكَ لَا تَهْد۪ى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ى مَنْ يَشَٓاءُ

sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir.

Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı.

   Öyle ise; işte ey kardeşlerim!

Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlık'ınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!

Lemalar - 130

19 Nisan 2024 Cuma

HIRS SEBEBİ HASARDIR

  Ey divane baş ve bozuk kalb!

   Zanneder misin ki, "Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar." Zannın yanlıştır, tahminin hatadır.

Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar.

Çünki mü'minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.

اَلْحَر۪يصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ

durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

   Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur.

Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havâssı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var.

Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır.

Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir.

Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.

Lemalar - 122

MÜSLÜMANI FAKİR BIRAKMIŞLAR

    Âyâ zanneder misin; bu milletin fakr-ı hali, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neş'et ediyor.

Bu zanda hata ediyorsun.

Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind'deki Mecusi ve Berahime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler.

Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor.

Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.

   Sizin cebren böyle ehl-i imanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, eğer memlekette asayiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise, kat'iyyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlış yola sevkediyorsunuz.

Çünki itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayiş temini, binler ehl-i salahatin idaresinden daha müşkildir.

   İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler.

Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez.

Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.

Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.

Lemalar - 122

FITRATA UYGUN HAREKET ETMEK

    Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz.

Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer.

Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev'-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.

Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım.

Ve meşreben ve fikren "müsavat-ı hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim.

Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım.

Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.    Fakat nev'-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır.

Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.

   İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır.

Sair hayvanat gibi kuvalarına, latîfelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

   İşte nev'-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir.

Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.

Evet şu hürriyet perdesi altında müdhiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün:

  Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet; 

  Çalış idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

  Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hakikat; 

  Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Veyahut:

  Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı fazilet; 

  Çalış vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

Lemalar - 170

17 Nisan 2024 Çarşamba

EMEKLİLERİ PROMASYONA MAHKUM ETTİLER

 Emekli; ülkesi, milleti, ailesi çocuğu çoluğu için ömrünü bitiren kimsedir.

Hayatını gençliğini çalışarak hem kazanmak hem de ülkesine faydalı olmak için geçirdi. Sonunda dinlenme rahat etme zamanı geldi işini gücünü bırakıp istirahata çekildi ama rahat edemedi. Neden mi? Nedeni belli hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısı. Siyasi iktidarların yönetimde ki haksız hukuksuz ve beceriksiz davranışları. Çalışan ile emekli arasındaki ücret uçurumu. İnsanları adaletsizlik haksızlık birbirine düşman eder. İktidarda bulunanlar kargaşa ortamı oluşturmak olan haksız ve hukuksuz davranışlar sergilemekten kaçınması gerekirken malesef insanların emeğini hiçe sayarak toplumda büyük kırgınlıklar açtılar.

Bilhassa son zamlarla seyyannen verilen artışı emeklilerden esirgediler. Tabiri caiz ise siz artık işe yaramazsınız aldığınız yeter yediğiniz fazladır diyerek onaltı milyon emekliyi banka promosyanuna mahkum ettiler. Bu hangi insafa sığar, bunu hangi insan vicdanı kabul eder? Helal yoldan elde edilen kazançlarına niçin haram katarsınız? Niçin banka kapısını açarak, haramı helalı birbirine katıp kavgaya ve kargaşaya sebep olursunuz? Yazık çok yazık. Bu büyük emekli kitlesi bunu hak etmiyor. Bunun cevabını seçimlerin sonunda iktidardakilar görecekler. Bu bir zulümdür zulüm ise devam etmez. Herkes hak ettiğini bulacak inşallah.

SIRAT-I MÜSTAKİM

    Sırat-ı müstakim ehli olan peygamberlere (aleyhimüsselâm) binler vakıatta istimdadlarına hârika bir tarzda gaybî imdat gelmesi ve onların istedikleri aynen verilmesi ve düşmanları olan münkirlere yüzer hâdisatta aynı zamanda gazap gelmesi ve semavî musibet başlarına inmesi kat'î, şeksiz gösterir ki bu kâinatın ve içindeki nev-i beşerin Hakîm ve Âdil ve Muhsin ve Kerîm ve Aziz ve Kahhar bir Mutasarrıfı, bir Rabb'i var ki Nuh ve İbrahim, Musa ve Hud ve Salih gibi (aleyhimüsselâm) çok nebilere pek hârika bir surette tarihî ve geniş hâdiselerle muzafferiyet ve necatları vermiş.

Ve Semud ve Âd ve Firavun kavimleri gibi çok zalimlere ve münkirlere dahi peygamberlere isyanlarına mukabil dünyada dahi bir ceza olarak başlarına dehşetli, semavî musibetler indirmiş.

   Evet, Âdem (as) zamanından beri, beşeriyette iki cereyan-ı azîm birbiriyle çarpışarak gelmiş.

Biri, istikamet yolunu takip ile nimet ve saadet-i dâreyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve iman; kâinatın hakiki güzelliğine ve intizam ve kemaline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden hem kâinat sahibinin lütuflarına hem iki cihanın saadetine mazhar olup beşeri, melekler derecelerine, belki fevkine terakki ettirmeye vesile olarak dünyada iman hakikatleriyle manevî bir cennet, âhirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.

   İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı, bir vesile-i azap ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı İlahî ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevî cehennemde olup âhirette daimî bir azap çekmeye kendini müstahak eder.

   İşte Fatiha-i Şerife'nin âhirinde اَلَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ âyeti, bu iki cereyan-ı azîmi ders veriyor.

Şualar[Y] - 511

AMİN, AMİN,AMİN

 DOKUZUNCU KELİME: اٰم۪ينَ dir.

Buna kısacık bir işaret:

   Madem نَعْبُدُ نَسْتَع۪ينُ deki "nun" üç cemaat-i azîmeyi, bilhassa âlem-i İslâm camiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediklerimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor.

Biz dahi bu "Âmin" kelimesiyle, o cemaat-i muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o "Âmin" ile bir rica etmemizle, bizim cüz'î ubudiyet ve dua ve davamızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir.

   Demek uhuvvet-i imaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibarıyla ve manevî radyolar vasıtasıyla Fatiha'daki "Âmin" külliyet kesbeder, milyonlarla "Âmin"ler hükmüne geçebilir.

Şualar[Y] - 512

KÜFRE VE İMANA GÖTÜREN YOLLAR

 İman, ve Sırat-ı MÜSTAKİM kısa,Doğru yol.

 Küfür ve inkâr yolları ise, gayet uzun ve müşkülatlı ve tehlikelidir.

   Demek, bu istikametli ve hikmetli ve her şeyde en kısa ve kolay yolda sevk edilen bu kâinatta, elbette şirk ve küfrün hakikatleri olamaz ve iman ve tevhidin hakikatleri, bu kâinata güneş gibi lâzım ve vâcibdir.

   Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat en faydalı en kısa en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir.

   Mesela kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker.

   Ve kuvve-i gazabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takip etmezse ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.

İstikameti kaybetmesinin hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker.

   Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker.

   İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin bütün yollarında, istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır.

Ve sırat-ı müstakim kaybedilse o yollar pek belalı ve uzun ve zararlı olur.

   Demek اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ pek çok câmi' ve geniş bir dua, bir ubudiyet olduğu gibi bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir talim-i ahlâka işaret eder.

Şualar[Y] - 509

FATİHANIN SIRRI

 BİRİNCİ KELİME: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dir.

Bundaki hüccet-i imaniyeye gayet kısa bir işaret:

   Evet, kâinatta medar-ı hamd ve şükür olan kasdî in'amlar ve nimetler, hususan kan ve fışkı içinden safi, temiz, gıdalı sütü âciz yavrulara göndermek ve ihtiyarî ihsanlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş. Onların fiyatı dahi başta Bismillah, âhirde Elhamdülillah, ortada nimette in'amı hissetmek ve Rabb'ini onun ile tanımaktır.

   Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak!

Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar.

Ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her zîhayatı kendine kıyas eyle.

   İşte bu umumî in'amlar mukabilinde hal ve kàl dilleriyle edilen hadsiz hamdler, pek kat'î bir surette bir Mabud-u Mahmud, bir Mün'im-i Rahîm'in mevcudiyetini ve umumî rububiyetini güneş gibi gösterir.

Şualar[Y] - 502

15 Nisan 2024 Pazartesi

EĞİTİMDEKİ PROBLEMLER

 Eğitim,kişide davranış değişikliği kazandırma sanatıdır.Eğitim bir yapıp etmedir.Eğitim bir plan dahilinde örgün ve yaygın şekilde yapılır.Bir plan ve program dahilinde yapılan eğitim verimli eğitimdir.Örgün eğitimin yapıldığı yer okullar yaygın eğitimin yapıldığı yer ise çevredir.Eğitimin başarıya ulaşması için Okul,öğrermen, öğrenci ve çevre unsurları gereklidir.Öğretmensiz ve öğrencisiz eğitim düşünülemez.

Eğitimin önemini belirten şu söz çok önemlidir;
"Öyle gün gelecek ki çocuğu eğitmek,hayvanı eğitmekten zor olacak" işte bu söz günümüz eğitimini tam olarak yansıtmaktadır.Hangi öğretmenle karşılaşsam, hal hatırdan sonra okul işleri nasıl gidiyor desem, ilk söylediği söz malesef durumun hiç iyi olmadığı eğitim ve öğretimin içler acısı durumda olduğu, bilhassa öğrencilerin başıboşluk içerisinde, disiplinin olmaması nedeniyle öğretimde zorluk çekildiği belirtilmektedir.
Öğrencileri eğitmekte, terbiye etmekte zorluk çektiklerini anlatmakta ve  mesleklerini çok zorluklar içerisinde icra ettiklerini belirtmektedirler. İdare, öğrenci  ve veli kıskacında nefes alamaz halde olduklarından dert yanmaktadırlar.Öğrenci ağa,öğretmen köle, idare yetkisiz ve etkisiz bir vaziyette.Böyle bir sistemde eğitimci ne yapsın öğretmen ne yapsın veli ne yapsın? Eğitim öğretim bu şartlarda, içler acısı şeklinde sürüp gitmektedir.

Disiplinin olmadığı bir ortamda eğitim ve öğretim verilemez.Çocuk kendini dokunulmaz kabul eder, veli buna destek çıkar, idare yani yönetim de öğretmenin değil öğrencinin yanında olursa,(bu demek değil ki tüm okul yöneticileri böyle hayır.) Eğitim ve öğretimi hakkıyla yerine getiren çok okullarımız , idarecilerimiz ve öğretmenlerimiz var, onlara minnettarız.Fakat şunu da aklımızdan çıkarmayalım ki,eğer okul yönetimi öğrenciyi korumak adına olumsuz davranışlara göz yumarsa o okulda öğretmen çocuğa hiç bir şey veremez.Bu durum seneler sonra diplomalı cahiller ordusu olarak karşımıza  çıkar.Bu şartlarda yetişen öğrencinin ne kendine ne ailesine ne de topluma hiçbir faydası olmaz olamaz.
İşte bugünkü eğitim ve öğretimin durumu . Öğretim yok eğitim ise can çekişmektedir. Hatta can çekişen hastaya verilen  ilaç mesabesinde bile değil.Gelde bu vaziyette olan öğretmen verimli olabilsin. Öğretmenlik mesleğinin saygınlığı varmı ki,  öğretmenler verimli olsun?Gelin önce öğretmenlerimize saygınlığını kazandıralım.Başta öğrenciler  olmak üzere, toplumda herkes Öğretmenlik mesleği ve öğretmenlerimize saygı duysun.Onları maddi manevi sıkıntılardan kurtaralım kendilerine ve mesleklerine olan güvenlerini kazandıralım.Öğretmenlerimizin toplumun geleceğini hazırlayan değerli insanlar olduğunu unutmayalım.Allah, eğitim ve öğretim camiasının değerli mensupları olan öğretmenlermize kolaylıklar nasip etsin.
Rafet Özcan

14 Nisan 2024 Pazar

EMANETTE HIYANET CEZASI"...!

 İnsan dünyaya geldiği günden itibaren, önünde hazır bulduğu nimetlerden dolayı, bu nimetleri kendine veren Rabbine karşı, sorumludur.Bu emanetler; Etrafını saran hava, kendisini ısıtan ve aydınlatan güneş, ayağını bastığı yeryüzü, hatta ay ve gökyüzündeki bütün cisimler.  Annesini ona  hizmetkar eden Allah'ın  şefkat ve merhameti.O sevgi dolu anne yüreği. Ve yine doğum ile hazır bulduğu memeler musluğu. İnsan, bunları  en muhtaç olduğu bir zamanda, kendine sunan Rabbini unutabilir mi? Bunlar hepsi Allah'ın,  kullarına sunduğu, en büyük bir lütuf değil mi?

Ey insan ! aklını başına al. Sana bu simayı veren, seni insan olarak yaratan ve çeşit çeşit nimetlerle donatan rabbine karşı kulluk vazifeni unutma.Eğer unutur ve sana verilen o mükemmel cihaz ve aletleri yerinde kullanmazsan,

Bediüzzaman Hazretlerinin altıncı sözde dediği gibi,   Emanette hıyanet cezasını çekeceksin.

Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.

(Sözler - 28)

Geçen gün bir yerde sokakta giderken iki kişiye rastgeldim durdum baktım müthiş bir münakaşa ediyorlar.Yaklaştım kavga eder duruma gelmişler.Sordum sebebi nedir diye? Biri diğerinden bir emanet almış ve aldığı emaneti muhafaza edememiş zarar vermiş.

 Diğeri haklı olarak kızıyor ve yazıklar olsun sana, ihanet ettin diyerek kavga ediyor.Adam haklı ben kavgayı aralaştırdım ama sonunda ne oldu bilemem.Sonra kendi kendime dedim.

 Ey insan ! Sana verilen bu aza ve cihazların birer emanet olduğunu unutma.Seni yaratanı tanı ve  yapman gereken  vazifeni yerine getir.Yoksa hem emanete ihanet cezasını çeker hem de asiler defterine kaydolursun.

Aynen askerlik görevini yapan bir askerin kendine emanet edilen silah ve techizatı hem korumak hem de yerinde kullanmakla görevli olduğu gibi. İnsan da Rabbinin kendisine verdiği ömür sermayesini ve vücuduna yerleştirilen, başta akıl, göz kulak, ağız gibi alet ve cihazları yerinde kullanmakla vazifelidir. Öyle ise vazifeni yap gerisine karışma.

Allah hepimizi, Hak'kı hak bilip sarılan, batılı da batıl bilip kaçınan ve kendisine verilen emanetleri yerinde kullanan, kullarından eylesin.Amin.

Rafet Özcan

RUH VE CESET

  DÖRDÜNCÜ MENBA': 

   Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu.

Halbuki o kanun daima bâkidir.

Daima müstemir, sabittir.

Hiçbir tagayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz.

Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülatı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâki kalır.

İşte madem en âdi ve zaîf emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır.

Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebedü'l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir.

Çünki ruh dahi Kur'anın nassı ile,

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ى

ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır ki; kudret-i ezeliye, ona vücud-u haricî giydirmiş.

Demek nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben bâki kalıyor.

Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'îdir, lâyıktır.

Çünki zîvücuddur, hakikat-i hariciye sahibidir.

Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir.

Çünki zîşuurdur.

Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır.

Çünki zîhayattır.

Sözler - 518

RUH CESET

  ÜÇÜNCÜ MENBA': 

   Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi', hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir.

Halbuki en zaîf olan kavanin-i emriye, sebat ve bekaya mazhardırlar.

Çünki dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tagayyürat ve inkılabat ve etvar-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki kalıyor.

İşte herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumî tasavvuratıyla bir şahıs iken, bir nev' hükmüne geçmiştir.

Bir nev'e gelen ve cari olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi caridir.

Madem Fâtır-ı Zülcelal, insanı câmi' bir âyine ve küllî bir ubudiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır.

Her ferddeki hakikat-i ruhiye, yüzbinler suret değiştirse, izn-i Rabbanî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek.

Öyle ise o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah'ın emriyle, izniyle ve ibkasıyla daima bâkidir.

Sözler - 517

RUH VE CESET

  İKİNCİ MENBA': 

   Âfâkîdir.

Yani, mükerrer müşahedat ve müteaddid vakıat ve kerrat ile münasebattan neş'et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir.

Evet tek bir ruhun ba'de'l-memat bekası anlaşılsa, şu ruh nev'inin külliyetle bekasını istilzam eder.

Zira fenn-i mantıkça kat'îdir ki: Zâtî bir hâssa, bir tek ferdde görünse; bütün efradda dahi o hâssanın vücuduna hükmedilir.

Çünki zâtîdir.

Zâtî olsa, her ferdde bulunur.

Halbuki değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emarat, o derece kat'îdir ki; bize nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez.

Öyle de şübhe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı pekçok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar.

Manevî hedayamız onlara gidiyor, onların nurani feyizleri de bizlere geliyor.

   Hem hads-i kat'î ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir.

O esas ise ruhtur.

Ruh ise, tahrib ve inhilale maruz değil.

Çünki basittir, vahdeti var.

Tahrib ve inhilal ve bozulmak ise; kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe'nidir.

Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir.

Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.

Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilal iledir.

O tahrib ve inhilal ise, vahdet yol vermez ki girsin, besatet bırakmaz ki bozsun.

Veyahut i'dam iledir.

İ'dam ise Cevvad-ı Mutlak'ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.

Sözler - 517