1980’ler “Korkan Türkiye”yi yaşadı. Hiç kimse gece yarısı kapısının çalınarak hapishaneye gitmeyeceğinden emin değildi. Herkes birbirinden korkuyordu ve susuyordu. Nihayet bu suskunluğun bozulması lazımdı. Ama konuşması gerekenlerin ağzına yasalarla gem vurulmuş yasaklar getirilmişti.
Nihayet 10 yıl yasaklı olan Demirel bazen “Bir Bilen” olarak konuşturuluyordu; ama konuşamıyordu. Dayanamadı 4. Yılın sonunda “Korkmayan ve Konuşan Türkiye” olsun dedi ve ağzını açtı. Böylece yasaklar kalktı ve Türkiye “Konuşan Türkiye” oldu.
Ama bilen değil, artık “Ağzı olan konuşuyordu.” Böylece doğru ile yanlış birbirine karıştı veya kasıtlı karıştırıldı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. 1990’lar “Karışan Türkiye” oldu. Her şey birbirine karıştı. Bu karışıklıktan istifade Askerler konuştu ve 28 Şubat 1997 “Post modern darbe” yapıldı.
Bu defa Türkiye’nin aklı karıştı. Aklı karıştıran da “Medya” dediğimiz basın ve geveze TV’lerdi. Medya’ya para verip bu etkili silahı eline alan milleti ve onun manevi değerlerini hedef almış, ne kadar manevi ve milli değer varsa hepsini tahrif ve tahrip etmişti.
Kafada, basında ve fikirde kargaşa ve anarşi olur da toplumda olmaz mı? Ayrılıkçı düşüncede olanlar PKK adında her gün kan akıtmaya ve yürekleri dağlamaya başladılar. Yetkililer ve etkililer “Gereği yapılacak, cak, cuk…” demeye başladılar. Gereğini yapmak için “Savaşan Türkiye” olduk. Savaş ama kiminle? Kendi kendimizle savaştı bu…
Nihayet 2000’li yıllara gelindi.
Ülkenin Adalete ve Kalkınmaya ihtiyacı vardı. Bu nedenle AKP kuruldu ve bütün her şeyin sorumlusu olan siyasiler ve tecrübe TBMM dışında kalmaya ve yokluğa mahkûm edildi. AKP sözde “AK-PARTİ” olacaktı, “Yoksulluk, Yolsuzluk ve Yasaklar” kalkacak ülke kalkınacak, “Kürt-Alevi Sorunları” çözülecek ve “Analar Ağlamayacak”tı. Bu vaatlerle ve sözlerle iktidara geldi.
“Açılımlar” yapıldı. Ayrılıkçı ve bölücü unsurlar da açıldıkça açıldı. Açılım var ya herkes aykırı fikirleri açıkça iddia etmeye başladı. Öyle ya artık “Hükümet” arkalarındaydı. Anarşi taviz verdikçe ve bir şeyler aldıkça azan ve yayılan bir ateşti azdıkça azdı, kudurdukça kudurdu.
Ve Türkiye “Ağlayan Türkiye” oldu.
Analar ağlıyordu… Bir gün baktık Cumhurbaşkanı ağlıyor, Genel Kurmay Başkanı ağlıyor ve Başbakan hem ağlıyor, hem de ağlatıyordu… Başbakanın “Hık deyicisi Bülent Arınç (Biz zamanların TBMM Başkanı) “Ağlamak iyidir…” diye ağlamanın faziletlerini sulu gözlerle halka anlatmaya çalışıyordu…
Buraya nereden gelindi?
Bir zamanlar “Ağlayan ve Ağlatan Hoca” olarak bilinen meşhur bir vaiz vardı. Onun sohbetinde bulunarak ağlayan ve ağlamanın faziletine inananlar bu gün ülkeyi idare ediyorlar ya… Şimdilerde ABD’de…
“Neden ülkeye geri dönmüyor?” diyorlar.
Cevap: “ABD’nin anasını ağlatacak” o zamana kadar geri dönmeyecekmiş…