22 Temmuz 2020 Çarşamba

31 MART HADİSESİ VE 15 TEMMUZ HAİN DARBESİ


YARI CİNAYET:
   Şöyle ki: Daire-i İslâm'ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sâbık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihata istidad kesbetmiş zannıyla ve "Aslah tarîk, musalahadır." mülahazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı Sâbık'a, ceride lisanıyla söyledim ki:
   "Münhasif Yıldız'ı dârülfünun et, tâ Süreyya kadar a'lâ olsun!
Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun!
Ve Yıldız'daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et.
Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir.
Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım.
Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terket!
Zekatü'l-ömrü, ömr-ü sâni (Ömer-i Sâni) yolunda sarfeyle.
   Şimdi muvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya dârülfünun olmalı?
Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli?
Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı?
Hangisi daha iyidir?
İnsaf sahibleri hükmetsin."
   Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim.
   Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi.
{(Haşiye): O yarının zamanı; onbeş sene sonra, yirmisekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, Siracünnur'un âhirindeki bahse bakınız.
Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.}
   Yazık!
Eyvahlar olsun!
Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrua, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler.
Bu seddi çekenler, ref etmelidirler.
Vatan namına rica olunur.

21 Temmuz 2020 Salı

31 MART HADİSESİ


   Ey paşalar, zabitler!
Bu onbir buçuk cinayetin şahidleri binlerle adamdır.
Belki, bazılarına İstanbul'un yarısı şahiddir.
Bu onbir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, onbir buçuk sualime de cevab isterim.
İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var.
Söyleyeceğim:
   Herkesin şevkini kıran ve neş'esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem'iyat-ı avamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdad olan ve "İttihad ve Terakki" ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.
   Herkesin bir fikri var.
İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref'-i imtiyaz lâzım.
Tâ ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.
Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî müslümanız.
Aldanırız, fakat aldatmayız.
Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.
Zira biliyoruz ki:  ﺍِﻧَّﻤَﺎ ﺍﻟْﺤِﻴﻠَﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﺮْﻙِ ﺍﻟْﺤِﻴَﻞِ

   Fakat meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.
   Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir.
"Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez." En büyük hata, insan kendini hatasız zannetmek olduğundan, hatamı itiraf ederim ki; nâsın nasihatını kabul etmeden nâsa nasihatı kabul ettirmek istedim.
Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmarufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.
Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza bir kusurun neticesidir.
Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir.
O adam masum iken cezaya müstehak olur.
Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder.
Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

31 MART HADİSESİ

  Ey ulü'l-emr!
Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız.
Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avama nasihatımı tesir ettiriyordum, maal-memnuniye mahvettiniz.
Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfim var.
Kahrolayım, eğer i'dama esirgersem.
Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem.
Sureta mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intac edecektir.
Bu hal bana zarar değil, belki şandır.
Fakat millete zarar ettiniz.
Zira nasihatımdaki tesiri kırdınız.
Sâniyen: Kendinize zarardır.
Zira hasmınızın elinde bir hüccet-i kàtıa olurum.
Beni mihenk taşına vurdunuz.
Acaba fırka-i hâlise dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır.
Eğer meşrutiyet, bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise:
 ﻓَﻠْﻴَﺸْﻬَﺪِ ﺍﻟﺜَّﻘَﻠﺎَﻥِ ﺍَﻧِّﻰ ﻣُﺮْﺗَﺠِﻊٌ

{(Haşiye): Yani: Bütün dünya, cinn ve ins şahid olsun ki, ben mürteciyim.}
Zira yalanlarla ittihad yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fasiddir.
Müsemma-yı meşrutiyet; hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır. Maatteessüf bunu kemal-i telaş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Meselâ bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men'etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesad ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti îma eder.
Kezalik şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki; fırkaların ağraz-ı şahsiye ve hilaf-ı Şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı, bir milyon fişenk havaya atıldığı ve umum siyaset ve asayiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müdhiş fırtına mu'cize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek nam ile, o müdhiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber; daima o ismi garaz sahiblerine siper göstermek, pek büyük ve tehlikeli bir noktaya, belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki; dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor, dağdar-ı teessüf oluyor.
   Süreyya'yı süpürge yapmağa, üfürmekle Şems'i söndürmeğe ihtimal veren; belâhetini ilân eder.
Meselâ: Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semada Zühal'de duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa, Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa; Sübhan Dağı âsumana, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti, tamamen o ilâveye verecekler.
   İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyet-i İslâmiye ve şeriat-ı Muhammediye, o cesîm dağlara benzer.
Esbab-ı hariciye, bir dirhem kıymetindedir.
Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyetin kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.
   Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikatı söyleyeceğim.
Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez.
Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.

31 MART HADİSESİ

.
Şöyle ki:
   31 Mart hâdisesi denilen o sâıka ve müdhiş fırtına, esbab-ı adîde tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki; neticesi herc ü merc olduğu halde, min indillah ehl-i kıyamın lisanına daima mu'cizesini gösteren ism-i Şeriat geldi.
o fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden, Nisan'ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor.
Zira o hâdiseye sebebiyet veren yedi mes'ele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütalaaya alınsa, hakikat tezahür eder.
Onlar da bunlardır:
   1- Yüzde doksanı İttihad ve Terakki'nin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.
   2- Fırkaların meydan-ı münakaşatı olan vükelayı tebdil idi.
   3- Sultan-ı mazlumu sukut-u musammemden kurtarmaktı.
   4- Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatının önüne sed çekmekti.
   5- Pekçok büyütülen Hasan Fehmi Bey'in kàtilini meydana çıkarmaktı.
   6- Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.
   7- Hürriyeti, sefahete şümulünü men' ve âdâb-ı şeriatla tahdid ve avamın siyaset-i şer'î bildikleri yalnız kısâs ve kat'-ı yed haddini icra idi.    Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti.
Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi.
Üssü'l-esas esbab, fırkaların tarafdarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalağat ve yalan ve ifrat-perverane keşmekeşleri idi.
Bu metalib-i seb'ada; nasılki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziya-yı şeriat-ı beyza tecelli etti.
Zira fesadın önüne sed çekti.
   Elhasıl: Sekiz-dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cem'iyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i askeriyeye münafî olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebidler, cahil mutaassıblar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar iyilik zannı ile o bataklık zeminde tohum ekmeğe başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişenk havaya atılmakla ve dâhil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden bu hâdisenin istidad-ı tabiîsi, herc ü merc ve müdahale-i ecnebi iken; min indillah ism-i şeriat, o müteaddid sebeblerden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca' ile onüç asırdan sonra bir mu'cize daha gösterdi.
   Hem geçen inkılab-ı azîmde ordu ve ulemanın "Meşrutiyet, şeriata müsteniddir." diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı.
O inkılab, inkılabların kaide-i tabiiyesini hark ile, şeriatın tesir-i mu'cizanesini gösterdi.
Ve daima da gösterecektir.
   Nisan'ın nısf-ı âhirinde çıkan gazetelerin esas-ı fikirlerine mu'terizim.
Şöyle ki:
   Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i askeriyeyi, -hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan âmâl-i nâmeşruaya- feda etmeğe ihtimal verdiler.
Hem de hakaik ve ahval onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut olan şems-i şeriat, saltanata veya hilafete veya başka siyasete tâbi ve âlet tevehhümüyle, bir şems-i müniri, münkesif bir yıldıza peyk ve cazibesine tâbi itikad etmek gibi göstermekle tarîk-i dalalete sülûk ettiler.
   Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir.
Yoksa "Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi." diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.
   Evet hem şan ü şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem hamiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız.
Zira müsenna daha muhkemdir

31 MART HADİSESİ

 Ey paşalar, zabitler!
Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevab isterim.
İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan; âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezadır.
{(Haşiye): Bu sualler, kırk-elli masum mahpusun tahliyelerine sebeb oldu.}
   Birinci Sual: Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek, buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?    İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir veli haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, istibdad şekline girse ona taarruz edenlerin cezası nedir?
Belki hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdaddırlar.
   Üçüncü Sual: Acaba müstebid yalnız bir şahıs mı olur?
Müteaddid şahıslar müstebid olmaz mı?
Bence, kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad münkasım olmuş olur.
Ve komitecilikle tam şiddetlenir.
   Dördüncü Sual: Bir masumu i'dam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?
   Beşinci Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?
   Altıncı Sual: Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref'-i imtiyazdan başka ne ile olur?
   Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı?
Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser mahpusînin, belki yüzde sekseni masum iken; acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hüküm-ferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı?
Divan-ı Harb'e diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.
   Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?
   Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zayiat vuku bulsa kabahat kimdedir?
   Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı?
Böyle olmasa idi, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi?    Onbirinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor.
Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi?
Ve millet yalancı olmaz mı?
Ve masum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
   Elhasıl: Şedid bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır.
Güya istibdad ve hafiyelik tenasüh etmiş.
Ve maksad da Sultan Abdülhamid'den istirdad-ı hürriyet değilmiş.
Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!

31MART HADİSESİ

 Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücud ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telaş ve zahmetle onları def'e çalışırken biri çıksa, dese ki: Maksadı sivrisinekleri, arıları def'etmek değil.. belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister.
Acaba böyle demekle, hangi ahmağı kandıracaktır?
   Sualin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur.
   Ey paşalar, zabitler!
Bütün kuvvetimle derim ki:    Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım.
Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim.
Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
   Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü' ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.
{(Haşiye): Şimdi üstad Bedîüzzaman bu kırkbeş senedeki dehşetli mahkemelerinde aynen bu onbir buçuk cinayetlerini ve onbir buçuk suallerini o Divan-ı Harb-i Örfî'deki gibi tekrar etmiştir ve etmektedir.
Nur Talebeleri namına Hüsrev}
   Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.
 ﺍَﻟْﺤَﻖُّ ﻳَﻌْﻠُﻮ ﻭَﻟﺎَ ﻳُﻌْﻠٰﻰ ﻋَﻠَﻴْﻪِ

   Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir.
Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır.
Feveran eden efkâr-ı umumiye ile, o aldatmalar ve mugalatalar dağılacaktır ve hakikat meydana çıkacaktır inşâallah...

(İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi/Yarı Cinayet)
Divan-ı Örfi - 30

12 Temmuz 2020 Pazar

HZ.ÖMER'İN ADALETİ

KEMİK PARÇASINA DÜŞÜLEN NOT  
Gel zaman, git zaman… Ömer de, Amr da Müslüman olurlar.
Nice devran döner. Ömer halife olur. Arkadaşı Amr’ı da Mısır valisi tayin eder.
Vali Amr bin As İskenderiye’de yol çalışmaları esnasında bir Yahudi’nin mülkünü zorla istimlâk eder. Parasını fazlasıyla ödediği halde, Yahudi bunu kabul etmez. Amr, Yahudi’yi devlete karşı gelmekle suçlar.
Yahudi de Medine’ye giderek, durumu Hazret-i Ömer’e şikâyet eder.
Hazret-i Ömer (ra) uzandığı gölgelikten ateş parçası gibi fırlar ve: “Bu ne zulümdür! Valimiz bilmez mi ki, adalet mülkün temelidir! Bana bir kemik parçası getirin!” diye gürler.
Getirilen kemik parçasına şunu yazar:
“Bil ki, ben Nuşirevan’dan daha adilim!”
Ardından kemik parçasını Yahudi’ye verir. “Bunu valine götür.” der.
Yahudi Hazret-i Ömer’in (ra) işlem yapmadığını, işi başından savdığını zanneder. Mısır’a dönüp kemik parçasını vali Amr’a teslim eder.
Kemik parçasındaki yazıyı okuyan Amr’ın, birden yüzünün rengi solar ve Yahudi’den özür dileyerek mülkü üzerindeki devlet projesini iptal eder. Yahudi’nin mülkünü geri verir.
İşte adalet! İşte medeniyet! İşte bir Yahudi’den bile esirgenmeyen insan öncelikli yönetim anlayışı! İşte Müslümanlık!

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR

NUŞİREVAN’IN ADALETİ 
Ömer bin Hattab’ın (Hz. Ömer), cahiliye zamanında Amr bin As ile birlikte yolu İran’a düşmüştü. İran’da Medayin şehrinde konaklarken, gece soyuldular, develerini ve paralarını çaldırdılar. İran’ın o günkü Kisra’sı Nuşirevan idi. Huzuruna çıktılar ve soyulduklarını söyleyip şikâyette bulundular. Nuşirevan:
“Demek devenizi ve paranızı çaldırdınız! Siz uyuyor muydunuz?” diye çıkıştı.
Ömer, hazır cevaptı:
“Evet, biz uyuyorduk! Sanıyorduk ki, siz uyumuyorsunuz!” dedi.
Nuşirevan:
“Haklısın Arap! Ülkemde misafirler taciz edilirken benim uyumam doğru değil! Peki, bana bir hafta süre verin.” dedi.
Bir hafta sonra Nuşirevan gerçekten develerini ve paralarını teslim etti. 
Ve onlara: “Şehirden çıkarken biriniz Güneş kapısından, biriniz Ay kapısından çıkın!” dedi. Ticaret için alacaklarını bir an evvel aldılar ve Ömer Güneş kapısından, Amr da Ay kapısından çıktılar.
Meğer hırsızlardan birisi Nuşirevan’ın oğlu, diğeri de şehrin güvenlik sorumlusu Şahnapehlev imiş. Nuşirevan kendi oğlunu Güneş kapısında, Şahnapehlev’i de Ay kapısında asmış! Manzarayı gören Ömer ile Amr, Nuşirevan’ın adaletine parmak ısırdılar.

KUR’ÂN’IN TAKİP ETTİĞİ MAKSATLAR


Kur’ân’ın dört esasını Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor: “Kur’ân’daki anasır-ı esasiye ve Kur’ân’ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.” 1
Kısaca ele alalım:
1- Tevhid: Allah’ın varlığı ve birliği inancıdır. Kur’ân’ın bütün meselelerini üzerine bina ettiği en esaslı dâvâsıdır.
2- Nübüvvet: Peygamberlik demektir. Kur’ân’ın ikinci önemli esasıdır. Bize peygamber eliyle ulaşan Kur’ân, bizi Peygambere iman ve itaat etmeye çağırır.
3- Haşir: Ahirete iman Kur’ân’ın üçüncü önemli esasıdır. Haşir, fizikî olarak diriltildikten sonra bütün insanların adil bir yargılama için toplanacağı gerçeğidir. Ahiret, mahşerden sonra sonsuza kadar devam edeceği Kur’ân tarafından bildirilen fizikî hayatın ve cismanî diyarların adıdır.
4- Adalet ve ibadet: Adalet sosyal hayatımızı, ibadet de şahsî hayatımızı düzene sokan unsurlardır ki, Kur’ân’ın takip ettiği dördüncü esastır. Sosyal hayatta adaletsiz bir yaklaşım kesinlikle kul hakkını mucip olur. Ferdî hayatta ibadetsiz bir yaklaşım da, kişinin kendine zulmetmesi demek olur. Esasen adalet ibadetle başlar. İbadet de adaletle başlar ve yaşar.
İbadet kişinin ifrat ve tefritten uzak, duygularını ve cihazatını haramdan koruyarak helâl yolda vasat bir şekilde kullanmasıdır. Ki bu, kişinin kendisine adaletli davranması demektir. Adalet bu yönüyle ibadetten başlar. Kendine adil olan kul, topluma da adil olur. Topluma adil olmayan insan, bunun hesabını adil olan Allah’a ya bu dünyada, ya da mahşerde çetin öder.