31 Mayıs 2021 Pazartesi

İSTİNAD NOKTASI

İstinat noktamız iman-ı tahkikî olmalı


30 Mayıs 2021, Pazar
Ünlü bilim adamı Arşimet, “bana bir istinat noktası gösterin, dünyayı yerinden oynatayım” demiş.

Bu sözüyle, istinat noktasının ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. İnsan da hayatta o kadar çok dertlerle, sıkıntılarla karşılaşıyor ki, sağlam bir istinat noktası bulamazsa bu sıkıntıların altında ezilir gider. Zaten fıtratı itibariyle âcizdir, zayıftır, düşmanları pek çoktur. İhtiyaçları çok fazla, iktidarı ise çok kısadır. Bu durumda sağlam bir istinat noktasına ihtiyacı vardır. Ama sağlam bir istinat noktası bulabilirse, her güçlüğe karşı koyabilir dünya kadar yükün altında kalkabilir.

İnsanın ihtiyaç duyduğu istinat noktası, ne mal mülk, ne şan şöhret, ne de mevki ve makamdır. Yani dünyalık olan ve dünyada kalacak olan hiçbir güç, ne kadar büyük olursa olsun, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez. Çünkü bütün bunlar, en fazla kabir kapısına kadar insana istinat noktası olabilir. Halbuki insanın hayatı kabirden sonra da devam edecektir. O dar ve karanlık çukura girdiği zaman, kendisine kim yardım edecek, kime dayanacak, kimden istimdat isteyecektir? Kabirden sonra da, mahşer, sırat ve ebedî hayat yolculuğu başlayacak, o yolculuğun da her etabında kendisini bir çok müşkilâtlar beklemektedir.

Bütün bu müşkilâtlar, zorluklar ve dehşet verici durumlara karşı, öyle bir kuvvete istinat etmeli ki, her zorluk onun için kolay olsun, her engel önünden kalksın, her korktuğundan emin olsun ve her umduğuna da nail olsun. Dünyayı ve ahireti kudret elinde bulunduran sonsuz kerem ve merhamet sahibi bir güce istinat etmeli ki, bu güçlüklerden kurtulsun, ebedî saadete ersin. İşte bu güç, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudreti, rahmeti ve merhametidir. Ancak iman vasıtasıyla bu kudrete istinat edebilir.

Bediüzzaman Hazretleri, ”İman hem nurdur, hem kuvvettir, hakikî imanı elde eden kişi kâinata meydan okuyabilir  ve imânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikàtından kurtulabilir” diyor. Yani, istinat noktası iman olan için, hem dünyada, hem ahirette hiçbir güçlük ve sıkıntı yoktur. Dünyada insanın başına ne gelirse gelsin, “Hasbünallahü ve nimel vekil “diyerek, Allah’ı vekil tayin eder, sabır içinde şükreder. Sıkıntıları binden bire iner. 

Hayatın yükü çok ağırdır. İnsan cüz’î iradesi ile bu yükün altından kalkamaz. Bu kadar ağırlık altında, bir azap içinde yaşamak mümkün olmadığına göre, bu yükleri kalbimizin ve ruhumuzun omuzlarından kaldıracak bir kaldıraca ihtiyacımız vardır. İstinat noktamız kuvvetli olursa, biz de ruhumuzun ve kalbimizin üzerindeki çok ağır yükleri kolaylıkla kaldırıp, o yüklerin altında ezilmekten kurtulabiliriz. Bu istinat noktası ise, Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî” olabilir. 

İstinat noktası olarak Allah’a imanı seçenler ve imanına istinad edenler, hiçbir yükün altında ezilmeyecek, hiçbir zorluğun karşısında yılmayacak ve yıkılmayacaktır.

DİNİMİZİN TEMİZLİĞE VERDİĞİ ÖNEM

 

İslâmiyet, temizliğe büyük önem vermiş, onu bir kısım ibâdetlerin vazgeçilmez şartı, mukaddimesi ve anahtarı yapmıştır. Ayrıca rızkın artmasına da sebeptir.

Bu, insanların dünya ve ahiretleri için faydalı olan ilâhî bir hükümdür: “Allah size sıkıntı vermek istemez; ama sizi tertemiz yapmak ve şükredesiniz diye üzerinize nimetini tamamlamak ister.” (el-Mâide, 5/6). Bir Hadîs-i şerîfte: “Temizliğe devam et ki, rızkına genişlik verilsin...” buyurulmuştur. Başka bir hadîs-i şerifte Peygamberimiz(s.a.v) şöyle buyurur: “Namazın anahtarı tahâret, yani temizlik, başlangıcı tekbir, tamamlayıcısı da selâm`dır.” (İbn Mâce, Tahara 3)

Temizliği, sadece beden temizliğine hasretmek yanlış olur. Beden temizliği kadar, hattâ ondan da önce kalb ve vicdan temizliği, hüsn-ü niyet, ahlâk güzelliği gereklidir. Nitekim niyeti temiz olmayanın ibâdeti hâlis olmaz, dolayısıyla, Allah katında kabûl görmez. Bu sebeble Müslümanda kalb temizliği ile beden temizliği birleşmeli, her ikisinin de temiz tutulması halinde kâmil bir Müslüman olunacağı bilinmelidir.

Kuddûs ismi, Allah’ın bütün noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes olduğunu ders vermekle, bizi temiz bir kul olmaya davet ederken, Kuddûs olan Allah’ın huzuruna selim bir kalb ve temiz bir bedenle çıkılması gerektiğini de ihtar eder. “Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.”
(Lem’alar, 30.Lem’a, 1.Nükte)

Bir mü’min, şüphe ve tereddütlerden, bâtıl telakkilerden ve hurafelerden ayıklanmış tertemiz bir itikada; gösterişten, riyâdan ve menfaatten uzak ihlâslı bir ibadete ve her türlü kötü ahlâktan uzak bir ruha sahip olmak için gayret gösterdiği ölçüde bu mukaddes isimden feyiz alır. Bir günah işlediğinde derhal tövbe ederek o lekeyi ruhundan silmeye çalışır. Kuddûs ismine mazhar olmanın bir yolu da, maddî temizliğe dikkat etmektir. Buna göre, bir insan maddî temizliğe dikkat ettikçe kâinattaki paklığa ve temizliğe ayak uydurmuş olur, manevî temizliğine hassasiyet gösterdiği ölçüde de

meleklere yaklaşır. 

TEMİZLİK VE ÖNEMİ

 Bediüzzaman hazretleri, Nur külliyatının bir yerinde “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde…”diye bir beyanda bulunuyor. Seksen bin zat ifadesi, Hakim ismine mazhar olan Üstad’ın hayatı boyunca başına gelen her hadisede gördüğü ibret levhalarına ve bu manzaralardan istifade ettiği derslere bir teşbih ve kesretten kinayedir. Bu meyanda Bediüzzaman hazretleri sineği, temizlik hususunda kendisine üstad olarak kabul etmiş ve nezafeti ondan ders aldığını belirtmiştir. Makam münasebetiyle bu kısmı buraya dercediyoruz.

“Arkadaş! İnsanın vücudu, bedeni, emvâl-i mîriyeden bir neferin elinde bulunan bir hayvan gibidir. O nefer, o hayvanı beslemeye ve hizmetine mükellef olduğu gibi, insan da o vücudu beslemeye mükelleftir. Aziz kardeşlerim! Burada bana bu sözü söylettiren, nefsimle olan bir münakaşamdır. Şöyle ki: Mehâsiniyle mağrur olan nefsime dedim ki: “Sen birşeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?”

Dedi ki: “Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.”

Dedim ki: “Yâhu, bu sineğe bak. Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâakal onun kadar vücuduna hizmet etmelisin” diye ikna ettim.

Takdis ederiz o Zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onunla nefsimi ikna ve ilzam ederim.”

30 Mayıs 2021 Pazar

YOL İKİ GÖRÜNÜYOR

  Dünya hayatı iki yol üzeredir. Biri Cebrailî; Zât-ı Akdes’den gelen vahyi semavîyi mümtaz kullarına inzal, diğeri İblisî ki ona tabi olanlara lümmesini ilkâ ederler.

Kıyamete kadar bu merkezden farklı isimlerle tezahür ederek gelmiş ve geliyorlar.

Kâh İbrahim ile Nemrud, ya Davut-Callut, bazen Musa ile Firavun şeklinde görünen yollar, son asırda; İsevîlik-Deccaliyet, Mehdiyet-Süfyaniyet vasfında; tevhid ve ehadiyet ile dalâlet ve inkâr suretinde devam edegeliyor.

Bütün küfürler açıktan, yani eski harpler gibi meydanda iken, Ahirzaman muharebesi ise merdane olmayıp fitneler suretiyle; bütün zamanların toplamından fazla bir şeytanî siyasetle perde arkasına çekildi. Zındıka, suret-i haktan görünerek şeytanı bile imrendirecek fitne ateşlerini yaktılar.

İnkâr-ı uluhiyet ve din-i Muhammediye’yi (asm) tağyir, şahıs ve gruplardan, şahs-ı maneviyeye geçtiğinden izâlesi de müşkül oluyordu.

İşte bu sebeple Ahirzaman Peygamberi (asm) ta 1400 sene evvel hadis telgraflarıyla yüzlerce ikazı, ümmetini muhafaza için asrımıza göndermişti.

İşte onların en mühimlerinden; ”Hz. Adem’den kıyamete kadar Deccal’den daha büyük bir hadise, bir fitne yoktur.”(Müslim, Fiten: 126)

Neden dahası yoktur denilse; “Bir kısım ehl-i tahkik İmam-ı Ali’nin (ra) dediği gibi demişler ki: Onların Deccal’ı Süfyan’dır. İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccal’ı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccal’ın cebr ve ceberrut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.”

İşte tam da meselemize ışık tutacak derûnî bir izah. Global ölçekte Deccalizm büyük görünse de, açıktan ve karşıdan geldiği için çok tahribat yapmasına rağmen “Tabiat Risalesi” elmas kılıncıyla en fazla 60 sene dayanabildi ve 1990’da Cehenneme yuvarlandı gitti.

“Çünkü Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.”

SÜFYANİYET

Amma süfyaniyet ise; asırlarca Kur’ân hükümlerine göre idare edilmiş bir millette açıktan hükmünü icra edemezdi.

Dışarda meydan muharebesi resmî ilânatıyla açıldığı hengâmede, içerde de aynı merkezli infilâk ve inkılâp tohumları atılıyordu bir bir.

Önce Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin lağvı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kızla erkek mekteplerinin birleştirilmesi, hilâfetin kaldırılması, tekke-zaviye ve medreselerin kapatılması gibi, bin senede tesis edilen İslâmın temellerine dinamit koyuluyor ve kıyametin gelmesine zemin hazırlanıyordu.

Diğer yandan Cebrailî yolun ve zamanın en son sesi de “İ’cazı Kur’ân’ı beyan et” emri gereği;

“Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” dediği için Hz. Peygamberin (asm); “Cenâb-ı Hak onun hatırı için bir gün dahi olsa dünyanın ömrünü uzatır” buyurduğu ahirzaman vazifelisi arz-ı endam ettiğinden Süfyaniyet’i rahatsız etmişti.

Yolunu kesmek için gelen bütün teklifleri reddettiğinden silâhlar çekilmişti.

Daha ilk çarpışmada geri adım atan süfyaniyet; yeni hamlelere (döğüşte geri adım atan adamın, yeni saldırı için kuvvet kazanması gibi) zemin hazırlamak, sinsî planları hayata geçirmek için tarziye veriyordu.

Sun’î isyanlar, fail-i meçhul cinayetler, sürgünler, idamlar ceberrut bir düzenin figürleri ve yap-bozları sahne alırken; bütün hamiyetperverleri bertaraf, sindirme, diz çöktürme ve biat ettirme evresinde; “Onu gördüğünüzde siyasetle mukabele etmeyin” emrini bilmeyenler ve Onu tanıyamayanlar istemeyerek de olsa bu filmin figüranı oldular.

Ancak tanıyan, bilen ve bildiren ve hiçbir oyuna gelmeyen biri vardı. Doğmadan öldürmek için bütün tahriklere, sürgünlere rağmen; topuzla değil ancak Nur’la boyun eğmiyor, vazifesi ve aldığı kudsî emirler gereği Rabbini zikrediyordu;

“Bak şu Allah’ın rahmet eserlerine, yeryüzünü ölümünün ardından nasıl da diriltiyor” diyerek bir doğumu müjdeliyordu.

Varsın iblisîler hidrojen bombasıyla sun’î kışlar getirsinler. O sürgünleri sılaya, zindanları medreseye çevirmişti bir kere.

Yollar kışa rastgelse de, bahar geliyor, gelecek…

İNSAN


   Şu kâinat ağacının en son ve en cem'iyetli meyvesi.

   Ve hakikat-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi.

   Ve kâinat Kur'an'ının âyet-i kübrası.

   Ve ism-i a'zamı taşıyan âyetü'l-kürsisi.

   Ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri.

   Ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru.

   Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, vâridat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler sanatlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı.

   Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı ezel ve ebed'in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı.

   Ve cüz'î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı.

   Ve sema ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî.    Ve kâinat Sultanı'nın ism-i a'zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi' bir âyinesi.

   Ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı.

   Ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı ve hadsiz fakrıyla ve aczi ile beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı.

   Ve istidatça en zengini.

   Ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde.

   Ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstahak.

   Ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran.

   Ve bütün dünya lezzetleri ona verilse onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen.

   Ve ona ihsanlar eden zatı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat.

   Ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden...

   Böyle yirmi küllî hakikatler ile Cenab-ı Hakk'ın Hak ismine bağlanan ve en küçük zîhayatın en cüz'î ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelal'in Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef'alleri o ismin kâtibîn-i kiramlarıyla yazılan ve her şeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve her halde ve hiçbir şüphe getirmez ki bu yirmi hakikatin hükmüyle, insanlar için bir haşir ve neşir olacak. Ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının mücazatını çekecek. Ve Hafîz ismiyle cüz'î küllî kayıt altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının ve şakavet-i daime hapishanesinin kapıları açılacak. Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazen karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.

Şualar[Y] - 218

29 Mayıs 2021 Cumartesi

DÜNYAYI KÖTÜLEYENLER

 dünyayı tahkir edenler dört sınıftır: 

   Birincisi: Ehl-i marifettir ki Cenab-ı Hakk'ın marifetine ve muhabbet ve ibadetine set çektiği için tahkir eder.

   İkincisi: Ehl-i âhirettir ki ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden men'ettiği için veyahut şuhud derecesinde iman ile cennetin kemalât ve mehasinine nisbeten dünyayı çirkin görür.

Evet, Hazret-i Yusuf aleyhisselâma güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymettar mehasini varsa, cennetin mehasinine nisbet edilse hiç hükmündedir.

   Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder.

Çünkü eline geçmez.

Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.

   Dördüncüsü: Dünyayı tahkir eder.

Zira dünya, eline geçiyor.

Fakat durmuyor, gidiyor.

O da kızıyor.

Teselli bulmak için tahkir eder.

"Pistir." der.

Şu tahkir ise o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor.

Halbuki makbul tahkir odur ki hubb-u âhiretten ve marifetullahın muhabbetinden ileri gelir.

   Demek makbul tahkir, evvelki iki kısımdır.

Cenab-ı Hak, bizi onlardan yapsın, âmin bi-hürmeti Seyyidi'l-mürselîn.

Sözler[Y] - 696

HÜRRİYET, ADALET EMNİYET VE MUHABBET


İnsanların yaratılışından itibaren birlikte getirdiği ve hayatta kullanmak için elde ettiği en önemli haklardan biri de belkide en önamlisi hürriyettir.Hür olma ve cüzi iradesini kullanma hakkı her insana yaratıcı tarafından verilmiş bu hak, ihtiyarı ile kul olma ya da olamama seçimi kendisine bırakılmıştır.İnsanlar hür olsabile abdullah olduğunu unutmaması gerektiği ayrıca kendisine peygamberler vasıtası ile tebliğ edilmiştir.Yani hürriyetin sınırları çizilmiş hayvan gibi başıboş bırakılmadığı belirtilmiştir.

Hürriyet kadar önemli olan adalet duygusu da insanın fıtratına yerleştirilmiştir. Adaletin ilahi ve beşeri kanunlar tarafından tesis edilmesi hem fert hem de toplum hayatının düzeni için esaslı bir değerdir. Adalet kavramının önemi, hukuksuzlukların ortaya çıkması ve kargaşalıkların sonucu daha da anlaşılır hale gelmiş ve önem arzetmiştir.Zira adaletin olmadığı yarde kişi emniyet ve güven içerisinde olamaz. Huzusuzluklar kişinin dünya ve ahıret hayatını menfi yönde etkiler ve insanlarıı mutsuz eder. İnsan  sıkıntı içersinde   dünyada yaşamak istemez.Bu şekilde gereleceğine ümitle bakamadığı için karamsarlığa kapılır dünya ona dar gelir . Bu durumda bir ülke huzursuz ve mutsuz insanların ümitsizlikleri sonucu kalkınamaz ve fakir halde geri kalmış ülkeler sınıfına dahil olur.Tıpkı günümüz insanlarının ekenomik sıkıntılarla karşı karşıya  olduğu gibi. Devlet sistemi adalet ve hukuk sisteminin işlememesi sonucu kargaşa ortamına sürüklenir. O zaman da otorite boşluğu kanun dışı güçler tarafından doldurulur. Herkes kendi hukukunu ve düzenini kendi sağlayarak, güçlünün, kuvvetlinin zayıf ve güçsüz olanları ezdiği haksızlıklar ülkesi haline gelir.İnsanlar  ise yarın başına ne geleceği korkusu ile yaşamını sürdürür.

Böyle bir toplumun fertleri arasında muhabbet ortadan kalkar. Büyüğe saygı, küçüğe sevgi kalmaz, merhamet ortadan kalkar."Acımayana acınmaz" kaidesince, Allah, merhamet etmeyene merhamet etmez. Zayıfların güçsüzlerin muhtaçların iniltileri arşa ulaşır. Zalimlerin zulümleri  dünyayı kaplar bunun sonucunda, gökten rahmetimiz kesilir yerden  dua yerine beddua ve feryatlar yükselir.Ülke yaşanmaz bir hal alır.Bu durumların düzelmesi için;

Allah başlarımızda bulunan yöneticilerimize basiret adalet ve merhamet, mahiyetindeki insanlara da dua ve sabır nasip etsin.

29.05.2021

Rafet Özcan 

DÜRÜST İNSAN OLMAK

 

Dürüst insan olmak, en güzel hizmettir

29 Mayıs 2021, Cumartesi
Musîbetler büyük oranda ihanetin bedelidir. Umumî ihmaller, umumî kazalara sebep oldu, oluyor. İyileşme, bozulmanın başladığı yerden başlar. Dürüst insan olmak, herkeste aranan bir özelliktir. Dürüst, sevilir. Herkes aradığı ve sevilen özelliği kendisinde yaşamalıdır ki, onu bulanlar; aradıkları ve sevilen kişiye kavuşmuş olsunlar.

Dürüstlük karnemiz bilinmez değildir. Birlikte yaşadığımız, insanlara açık yüreklilikle sorsak, karnemizi bize verirler. Elimizi vicdanımıza koysak, zayıf karnemizin hangi derslerden olduğu görülür. Hadis, ‘Müftü fetva verse de sen vicdanına (kalbine) sor.’ der. Bozulmamış vicdan, insanın sigortasıdır. Mesele ‘dürüstlük karnemizi’ samimice görmek istemektir, düzelmeye niyettir.

İnsanlığın karşılaştığı problemler, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle ‘sıdkın içtimaî ve siyasî hayatta ölmesi’dir. Doğruluğun, dürüstlüğün etkilemediği bir alan var mıdır? Zehirli tarladan ne beklenir. Sıdk ve doğruluk insanî kemalatın, terakkinin ve bir arada yaşamanın en önemli zemini, dinamiği değil midir?

Konu, iman ve Kur’ân hizmetlerinde de önceliklidir. Elinden, dilinden, sair azalarından emin olmadığın bir insanla neyin hizmeti yapılır? Öncelikli hizmet, kişinin kendisine doğrulukta saygı göstermesi değil midir? İhlâs, uhuvvet, önce güven değil midir? Biri binler yapan tesanüt sırrı bu değil midir?

Yapabileceğimiz en güzel hizmet, Rabbimize verdiğimiz, ‘Evet, sen bizim Rabbimizsin’ sözünü; Rabbimizin, ‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.’ ölçüsünde yerine getirmektir. Bu çok ciddî bir imtihandır. 

İslâm’a en lâyık hizmet, dürüst insan olmaktır. Lisan-ı halimizde İslâm’ı yaşamaktır. Bizden insanların maddî ve manevî güvende olmasıdır. Kendilerine bizden zarar gelmeyeceği itimadıdır. Bu hale samimî niyet, bütün ömürde öyle yaşamış gibi kabule vesile olabilir

BİR İNSAN PROFİLİ;"DALKAVUKLUK^

 

Bir insan profili: dalkavukluk

    

“Dalkavuk” ya da “dalkavukluk”, günümüzde, bazı insan karakterlerini tarif etme maksadıyla kullanılan deyimlerden biridir.

Kavuk, pamuktan yapılan ve etrafına sarık dolanan bir tür erkek başlığıdır. Lügatte, sarıksız kavuk giyene; mecaz olarak da kendinden üstün olanlara karşı sözde bir hayranlık veya aşırı hürmet göstererek kendi onur ve ağırlığını koruyamayan; yağcılık yaltaklık yapan, riyakârlık eden kimseye “dalkavuk” denir.

“Dalkavukluk” ise, ya bir makama ya da dünyevî bir menfaate kavuşabilmek; işini yolunda götürebilmek, pozisyonu muhafaza veyahut terfi imkânı elde edebilmek; kurumsal ya da özel ticarî teşebbüsleriyle ilgili muamelatını kolayca yürütebilmek ve buna muvaffak olabilmek için şahsiyetini bir kenara bırakıp vakarını, haysiyetini ayaklar altına alacak şekilde kendini küçültme; etkili, yetkili kişiler önünde boyun eğme, onların görüş ve düşüncelerini itirazsız kabul etme hâlidir.

Allah’a ve ahirete iman eden ve inancında samimî olan bir insan, Allah’tan başkasına boyun eğmeye, iltifatını kazanmaya çalışmaz.

Çünkü Kur’ân’da, “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” 1 hakikati ifade edilmektedir.

Bu hassasiyeti taşımayan; Cenneti dünyada arayan kimseler ise, dünyalıya ve dünyalığa perestij derecesinde ilgi gösterir, bunlara karşı dalkavukluk etmekte bir beis, bir sakınca görmezler.

Sahabeden Şa’bi (ra), İbn Ömer’e; “İdarecilerin yanına girdiğimizde arzularına göre konuşuyor, huzurlarından çıktığımızda da yüzlerine karşı söylediklerimizin tam tersini söylüyoruz; buna ne dersin?” 2 diye sorulduğunda, İbn Ömer (ra): “Biz bu tür davranışları Allah Resûlü zamanında münafıklık sayıyorduk” cevabını vermiştir.

İmam-ı Şafiî Hazretleri, bu hususta; “Hakkı, doğruyu kim söylerse söylesin kabul ediniz. Haksız sözleri tasdik eden, dalkavuk ve ikiyüzlüdür” diyor.

Fikir adamlarımızdan merhum Ali Fuat Başgil ise dalkavukluğu, “Yalancılık ilk yalandan, dalkavukluk ilk etek öpmekten, iradesizlik ilk zaaftan başlar ve tekrarladıkça bu davranışlar devamlılık arz eder” sözleriyle, bunu, bir ahlâkî aşınma olarak yorumlamıştır.

Yani dalkavukluk, insanlığın, toplumdaki ucuzlamış modeli!

Edebiyat Tarihçisi, Yazar Nihad Sami Banarlı da, dalkavukluğa bir başka açıdan bakıyor ve onu, şöyle ifade ediyor: “Tarih, dalkavukluktan hoşlanmayan pek nâdir büyüklerin devrinde rahat etmiştir.” 3

Eh, inşaallah bir gün olur, o günleri görürüz!

İyisi mi meseleye, Âşık Efkârî’nin bir beytiyle, son noktayı koyalım:

“Yaş ise yaş deriz kuruya kuru,

“Asla kavuk sallamayı bilmeyiz” 4

Dipnotlar: 

1- Âl-i İmrân Sûresi, 173.
2- Beyhakî, Sünen, 8: 164.
3- Nihad Sami Banarlı, Devlet ve Devlet Terbiyesi, 19.
4- Âşık Efkârî, 20. yy. Türk Halk Şairleri Antolojisi, 196.

KOMŞU HAKKI VE KOMŞULUK ADABI

 Komşuluk Adabı

Komşu; ev, işyeri, arazi, köy, şehir ve ülke bakımından birbirine yakın olan kişilerin ve ailelerin her birine verilen addır.

İnsan sosyal bir varlıktır. Sosyal hayatta aileden sonra en yakınımızda komşularımız vardır. Başımıza gelen müsbet ya da menfi her olayda komşularla iyi ilişkiler kurmak zorunluluğu söz konusudur.

Komşu kavramı hakkında İslam âlimleri farklı yorumlar yapmışlardır. Mesela, Hz.Ali(r.a) çevrede “sesimizi işiten herkesin” komşu olduğu görüşündedir. Hz.Aişe(r.a) ise her taraftan kırk evin komşu olduğunu ve bunların komşuluk hakkına sahip bulunduklarını bildirmiştir.

Ayrıca, komşu tabiri, hiçbir ayırım yapılmadan, Müslüman kâfir, âbid fâsık, dost düşman, yerli yabancı, iyi kötü, yakın uzak bütün komşuları içine alır.

(Miras, Kamil, Tecrid-i Sarih Tercümesi, İst., 1982, XII, 130)

Hz.Peygamber(s.a.v) komşusunun, kendisinde ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahabiye şöyle cevap vermiştir: “Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse cenazesini kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım edersin. Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden yüksek tutma ki, onun rüzgârını kesmeyesin. Ya senin ne pişirdiğini bilmesin ya da pişirdiğinden ona da ver.”

(Y.Kandehlevi, Hayâtü’s-Sahâbe, III, 1068)

Komşu üç çeşittir. Her birine, hâline göre hakkının ödenmesi gerekir.

Bazen iki veya daha fazla sıfatın teâruz ettiği, bunlardan birinin üstün veya her ikisinin de müsâvi olduğu durumlar da olabilmektedir.

Bu hususu Taberânî’nin Hz.Câbir’den kaydettiği şu merfu rivayet te’yid eder: “Komşu üç çeşittir: Bir komşu vardır, onun, üzerinizde tek hakkı vardır. Bu, müşrik komşudur. Bunun sadece komşuluk hakkı vardır. Komşu vardır, üzerinizde iki hakkı vardır. Bu müs- lüman olan komşudur. Bunun hem komşuluk, hem de müslümanlık hakkı vardır. Diğer bir komşunun üzerinizde üç hakkı vardır. Bu, akraba olan komşudur. Bunun hem komşuluk hem müslümanlık, hem de akrabalık hakkı vardır.”

(Kütüb-ü Sitte, 3415)

İslamiyet komşu hakkına, komşularla iyi geçinmeye çok büyük önem vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a imanı emreden ve şirki yasaklayan ifadelerin hemen arkasından anne babaya iyi davranmak ve komşuya iyilik yapmak emredilmektedir. Nitekim Nisa suresinde Yüce Allah, “Yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anneye, babaya, akrabalara, yetimlere, fakirlere, yakın komşulara, uzak komşulara, yol arkadaşlarına, garip ve yolculara, ellerinizin altındakilere (köle, cariye, hizmetçi ve işçilere) de güzel muamele edin. Allah, kendini beğenen ve övünüp duranları sevmez.” buyurur.

(Nisa, 4/36)

Hz.İbni Ömer’in(r.a) rivayetine göre, Efendimiz(s.a.v) komşu hakkının ehemmiyeti hakkında şöyle buyurmuştur: “Cebrail(a.s) bana komşuyu tavsiyede o kadar ileri gitti ki, yakında onu (komşuyu) komşusuna varis yapacak zannettim.”

(Buhârî, Edeb 28)

28 Mayıs 2021 Cuma

SİYASİ CERYANLAR VE NUR TALEBELERİ

 1950’lerde N. Fazıl, E. Edip ve benzerlerinin başını çektiği siyasal İslâm cereyanı ortaya çıktığı zaman, Üstad Bediüzzaman ona açıkça tavır almış ve Nur Talebelerini ona karşı ikaz etmişti.

Üstad Bediüzzaman, “Sakın sakın dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın; karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin. ‘Allah için sevmek, Allah için buğz etmek’ düstur-i Rahmanî yerine, eliyazubillah’ Siyaset için sevmek, siyaset için buğz etmek’ düstur-i şeytanî hükmedip melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas, ‘şeytan’ gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine manen şerik eylemesin” 1 buyurmaktadır.

Üstad yukarıdaki mesajında, Nur Talebelerini her zaman ve yerde kendisini gösteren siyasî ve dünyevî cereyanların tuzaklarına düşmemeleri yönünde ikaz etmektedir.

1950’lerde N. Fazıl, E. Edip ve benzerlerinin başını çektiği siyasal İslâm cereyanı ortaya çıktığı zaman, Üstad Bediüzzaman ona açıkça tavır almış ve Nur Talebelerini ona karşı ikaz etmişti.2 O zamanlar o cereyan pek fazla etkili olamamıştı.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP SİYASÎ CEREYANA DİKKAT ÇEKMİŞTİ

1970’lerin başında aynı cereyan, N. Erbakan ve Millî Nizam Partisi şeklinde ortaya çıktığı zaman, merhum Zübeyir Gündüzalp ona karşı tedbir alarak, ona kapılmamaları yönünde başta Üstad’ın hizmetkârları olmak üzere Nur Talebelerini uyarmıştı. Onun aldığı tedbirler sebebiyle Nur Talebeleri 1980’e kadar vahdet ve tesanütlerini muhafaza ederek, ona kapılmaktan Allahın izni ile kendilerini korudular. O süreçte o cereyan yine pek etkili olmadı. 1980’de zındıka cereyanı, darbeciler eli ile dessas oyunlarıyla Nur Talebelerinin vahdetlerini ve tesanütlerini bozdu. Yeni Asya ekolünün, onun fitne tuzaklarına düşülmemesi yönünde yaptığı uyarılara rağmen, Üstadın bazı hizmetkârları, Nur Talebelerin çoğunu peşlerine sürükleyerek darbecilere ve Anayasalarına destek verdiler. 

ÇOĞUNLUK HER ZAMAN HAKLI DEĞİLDİR

 GÜNÜMÜZDE NUR TALEBELERİ SİYASÎ CEREYAN İLE İMTİHAN EDİLİYOR

Günümüzde Nur Talebelerinin, öncekilere benzer, ancak daha tehlikeli bir siyaset cereyanı ile ağır imtihana tabi tutulduklarını görmekteyiz. Risale-i Nurda, Üstad’ın din adına yapılacak siyasete karşı olduğunu yazılı iken 3, Yeni Asya haricindeki diğer Nur gruplarının, ülkeyi ve Müslümanları meçhul bir istikamet götüren, söylem ve icraatları ile İslâma çok zarar veren siyasî cereyana kapılarak onun peşinde sürüklendikleri görülmektedir.

BEDİÜZZAMAN DAİMA LOKOMOTİF GİBİ HAREKET ETTİ

Geçmişte Aziz Üstadımız, hiçbir siyasî ve dünyevî cereyana kapılmamış, imanî, içtimaî ve siyasî gibi bütün alanlarda lokomotif mesabesinde yol gösterici olmuştu. Üstad, 1950’lerde hürriyetçi Demokrat görüşüne uygun oldukları için Demokratları vatan, millet ve İslâmiyet adına desteklemişti.4 Onları İslâma hizmet ettirmiş, onlara yön vermiş, ama onların kontrolüne asla girmemiştir. 1980’e kadar diğer cemaatler ve dinî gruplar, vahdet ve tesanütleri sebebi ile Nur Talebelerine bakıp hadiselere karşı tavır alıyorlardı.

SİYASAL İSLÂMCILAR RİSALE-İ NURA SOĞUKTUR

Baştaki siyasal İslâmcılar, Risale-i Nur’a karşı müstağni bir duruş gösterip, Üstad’ın zamanımızda siyaset yolu ile dine hizmet edilemeyeceği yönündeki içtihadına 5aykırı bir yol izlerken, adeta içtihadının tersini ispat etmeye çalışırlarken, günümüzde Nur gruplarının çoğunun, onların lokomotifi olduğu trenin vagonu gibi hareket ettiklerini görmekteyiz. Bu ne kadar acı verici bir durumdur.

ÇOĞUNLUK HER ZAMAN HAKLI DEĞİLDİR

“Siz azınlıktasınız. Nur Talebelerin çoğu halkla birlikte bunları destekliyor. Çoğunluğun kararı doğrudur.” deniliyor. 

Oysa çoğunluğun kararı her zaman isabetli olmayabilir. Geçmişte çoğunluk, 12 Eylül’ün münafık darbecilerine ve Anayasalarına % 92 oranında, hararetle destek vermişlerdi. Bir kısım Ağabeyler, “Darbenin tarihteki Niğbolu, Mohaç gibi zafer olduğunu” ileri sürerek ona destek vermişlerdi. Hatta bazı ağabeyler N. Erbakan ve Millî Nizam Partisine açık destek vermişti. O destek doğru mu idi? O zamanlar Yeni Asya ekolü çoğunluğa muhalefet ederek ona karşı çıkmış, daha sonraki yıllarda haklılığı tescil edilmişti.

 Bugün de çoğunluk ne yazık ki malûm siyasî cereyana destek vermektedir. Bu destek bizce doğru değildir. Yeni Asya ekolu, Risale-i Nurun şaşmaz ölçüleri ile hareket ettiği için geçmişte olduğu gibi, günümüzde ve gelecekte karar ve tutumunda Allah’ın yardımı ve Üstad’ın himmeti ile İnşallah haklı çıkacaktır. 

Zira o tarihe not düşmektedir. Gelecek nesiller zamanımız için “O süreçte o siyasî akımın yanlışlığını gören ve ona karşı çıkanlar yok muydu? Yazıklar olsun..” dediklerinde, Yeni Asya ekolünü ve gazetesini görecekler. “Meğer varmış. Ama çoğunluk onları dinlememiş” denecektir. 

27 Mayıs 2021 Perşembe

ALLAH BİZDEN ÜÇ ŞEY İSTİYOR

 Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor?

Elcevab: Evet O Mün’im-i Hakiki, bizden o kıymet- tar ni’metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir’dir.

Başta “Bismillah” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillah” şükürdür. Ortada, “bu kıymettar hârika-yi san’at olan nimetler Ehad-ü Samed’in mu’cize-i kudreti ve Hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek’’ fikirdir. Bir pâdişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün’imlere medih ve muhabbet edip, Mün’im-i Hakiki’yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.

Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah namına başla, Allah nâmına işle. Vesselâm.”

26 Mayıs 2021 Çarşamba

SELAM ALLAH'IN EMRİDİR

 

“Soğuk davranana selâm verilir mi? Selâmını almayacaksa boşuna gider deniyor?

Selâm vermek şeâir ölçüsünde bir sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) selâmı sevginin ve kaynaşmanın anahtarı, sevgiyi ve kaynaşmayı îmânın mühim bir lâzımı, imanı da Cennetin vazgeçilmez bir şartı îlan etmiş ve “Aranızda selâmı yayınız” buyurmuştur. Selâmı en iyisiyle vermek, verilen selâmı da en iyisiyle almak, her iman ehlinin birbirine karşı görevi ve hakkıdır. Allah Resulü (asm), karşılaşan iki kişiden; önce davranıp selâmı veren taraf olmayı, Allah’a daha yakın taraf olmakla eş saymaktadır. Çünkü “Selâm” esasen Allah’ın ismidir.
Selâm boşuna gitmez. Bize düşen, tanıyalım, tanımayalım; gerektiğinde selâm vermek, gerektiğinde de verilen selâmı almaktır. Başkasının selâm vermeme nezaketsizliğinden sorumlu olmadığımız gibi, selâm almama duyarsızlığından da mesul olmayız.

GÜZEL DÜŞÜNMEK

 HÜSN-Ü ZAN İYİMSERLİKTİR

İyimserlikten kastımız kötülüğü sezmemek ve şer ve şeytanlığı fark etmemek demek olan ve halk arasında saflık da denilen “kör iyimserlik” değildir. Şüphesiz bir miktar kuvve-i vahime, yani vesvese, yani şüphecilik, yani muhatabımızın yanlış yapabileceği vehmi, yani adem-i itimat lazımdır. Fakat bu da abartılı olmamalıdır.

Bediüzzaman Hazretleri lüzumlu iyimserliği dört kelimeyle açıklıyor: Hüsn-ü niyet, hüsn-ü zan, hüsn-ü haslet ve hüsn-ü fikir. Yani iyi niyetli, iyi zanlı, iyi hasletli ve iyi fikirli olmalıyız.

Dolayısıyla dünyayı bize manevî bir cehennem eden başkası değil, kendi nefs-i emaremiz ve kendi kötülüğümüzdür. Herkesten iyilik bulmamıza vesile olan da kendi hüsn-ü niyetimiz, hüsn-ü zannımız, hüsn-ü hasletimiz ve hüsn-ü fikrimizdir.3

ALLAH’A HÜSN-Ü ZAN ETMELİYİZ

Halka ve hayata hüsn-ü zanla bakmanın bir fazilet olduğu anlaşıldığına göre, sonsuz irade, yüksek takdir, büyük tensip ve sınırsız tasarruf sahibi bulunan Allah’a hüsn-ü zanla bakmanın artık farz bir emir olduğu anlaşılmış olur.

Nitekim Kur’ân buyuruyor ki: “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir.”4

Allah’a hüsn-ü zanla bakmanın manası şudur: Allah sınırsız iyilik ve merhamet sahibidir. Kalbimizden geçen duayı işitir, umudu bilir, hüsn-ü zannı makbul sayar ve iyimserliğimize olumlu karşılık verir. Bizimle hüsn-ü zannımıza göre muamele eder.

Yani O bize kötülük yapmaz. Başımıza gelen musibetler Allah’ın bize kötülükleri değil; ya Allah’ın rahmet habercileri, ya da kendi günahımızın kefaretleridir. Zorda ve darda kalsak Allah bize yardım eder. Dua etsek duamıza cevap verir veya hikmeti iktiza ederse duamızı kabul eder. Pişman olsak bizi affeder. Tövbe etsek tövbemizi kabul eder ve günahımızı siler. Bağışlama istesek bizi bağışlar.

Ne istersek Allah katında onu buluruz

KÖTÜ İNSAN YOKTUR

 

Ben kulumun zannı üzereyim. Beni nasıl tanırsa ben onunla öyle muamele ederim.” hadisini nasıl anlamalıyız?”

 

KÖTÜ İNSAN YOKTUR

Hüsn-ü zan içimizde beliren umut, dua, niyet, müspet çizgi ve iyimserliktir. Safderun iyimserlik değil; adem-i itimat ile birlikte gösterilen iyimserliktir. Hadiselerin güzel yüzünü gösteren beyaz gözlüktür.

Su-i zan ise bedbinlik, kötümserlik ve hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi beğenmeme halidir. Hadiselerin çirkin yüzünü gösteren ve insana evham veren siyah gözlüktür.

Oysa ne hayat, ne insanlar hiçbir zaman tek beyaz renkli, ya da tek siyah renkli olmazlar; siyah beyaz karışımı olurlar. Çünkü hayat bir imtihan mahallidir. İnsan da imtihandadır.

Biz genelde iyilik gördüğümüz insana iyi insan, kötülük gördüğümüz insana kötü insan deriz. Oysa bu yargı sübjektiftir ve yanlıştır.

Hüsn-i zan esasına göre her insan iyi insandır. Yani Mecelle kuralıyla söylersek, beraat-i zimmet asıldır. Bu durumda kötülük vardır; ama kötü insan yoktur. Suçlar, günahlar ve kötülükler mevziîdir, geçicidir, lokaldir, duruma göredir; pişmanlık gösterip özür dilendiği ve tövbe edildiği zaman da silinip gider.

Biz nasılsak insanları da öyle buluruz. Biz kötü isek insanlar da kötü, biz iyi isek insanlar da iyidir. İyilik eden iyilik bulur, kötülük eden kötülük bulur. Yani bizim zannımız, niyetimiz, yargımız aslında bize geri döner. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, İyilik iyilik getirir, fenalık fenalık getirir.1

İçimizdeki enerji negatifse negatif şeyler ekeriz, negatif sonuçlar alırız. Enerjimiz pozitifse pozitif şeyler ekeriz, pozitif neticeler elde ederiz. Genel kuraldır: İyi adam iyilerle karşılaşır. Kötü adam kötülerle karşılaşır. Üstad Hazretleri buyuruyor ki: “Fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku’ bulur.”2 Yani senin iyi enerjin fena bir adamı iyileştirir, kötü yaklaşımın iyi bir adamı fenalaştırır.


Dipnotlar:
1- Sözler, s. 64
2- Mektubat, s. 448
3- Sözler, s. 66
4- Nisa Suresi: 79

AYRILAN YOLLAR

 

Yolların ayrıldığı nokta: Hangi hilâfet?    

Yollar, yollar, yollar… Yollar vardır götürür. Yollar vardır öldürür. Yollar vardır ağlatır. Yollar vardır güldürür. Yollar vardır kavuşturur. Yollar vardır ayrıştırır, doğruluğa ulaştırır.

Kur’ân’ın ilk sûresi Fatiha’da “doğru yol”u istememiz öğretilir. Daha sonraki sûrelerde ise sağ ve sol yoldakilerin özelliklerine vurgular yapılır.

Bediüzzaman birçok konuda bahsettiği gibi Küçük Sözler kitabındaki Sekizinci Söz isimli bölümde yolların ayrıldığı noktaya dikkati çeker. Hz. İbrahim’in (as) Suhufunda geçtiği1 de belirtilen temsil şöyle başlar:

“Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: ‘Hangi yol iyidir?’ O dahi onlara dedi ki: ‘Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şakavet vardır. Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir.’”2

İki yol başında ciddî bir adam!

Sağ yolda “kanun” ve “nizam”a tabi olmak var. Sonuçta bu külfet içinde “emniyet” ve “saadet”.

Sol yolun durumu cazip, çekici, “serbest” ve “özgür”. Fakat o keyfi hareket içinde “tehlike” ve “şekavet” bulunuyor.

Doğru olanı hangi yol? Serbestlik ve dilediğince davranmak hoş gözüküyor. Kanun ve nizama uymak ise biraz sıkıcı. Biraz değil gerçekten insana zor geliyor. Kanun ve nizama uymadan emniyet ve saadeti beklemek de ciddî bir safderunluk.

Bizim için iki yol başındaki temsildeki ciddî adam, Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir (asm). O’nun (asm) ümmetine karşı şefkati zirvededir. O’nun (asm) ümmetine karşı merhameti zirvededir. Ortaya koyduğu genel içindeki özel olaylarda bile ümmetinin saadeti için ipuçları verir, yol gösterir.

Bunlardan birisi de hilâfet meselesidir. Hilâfet meselesi imana ait bir mesele olmamasına rağmen o kadar önem verilmiş ki iman meseleleriyle birlikte bahsedilir olmuştur.3 Hazreti Muhammed (asm) bu konu ile ilgili “Şüphesiz hilâfet benden sonra otuz sene sürecektir”4 der.

İlk dört halife Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (Allah onlardan razı olsun) ve beşincisi olan Hz. Hasan’ın (ra) birkaç aylık hilâfetiyle birlikte bu süre yirmi dokuz yıl altı aydır. Sonrasında ise Hz. Hasan (ra) iki büyük İslâm cemaatinin barışını temin eder. Dedesinin, “Şu benim oğlum Hasan, seyyiddir. Allah onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunu barıştıracaktır.”5 şeklindeki gelecekle ilgili haberini tasdik etmiş olur. Bu noktadan sonra hilâfet saltanata dönüşerek devam eder. Diğer bir deyişle “nübüvvetin hilâfeti”6 yerine, “saltanatın hilâfeti” gelmiştir. Yürürlükte olan saltanatın hilâfeti nübüvvetin hilâfetinin yerini dolduramamıştır. Saltanatın hilâfetiyle ilâhî kanun ve nizamlar zaman zaman az veya çok çiğnenmiştir. Bunun tabiî sonucu olarak toplumdaki emniyet ve saadet ortadan kalkmıştır. Bu ince ayrım bilerek veya bilmeyerek dikkatlerden kaçırılıp her zaman “saltanatın hilâfeti”ne destek olunması Müslümanlara önerilmiştir.

Halbuki esas olan hilâfet “nübüvvetin hilâfeti”dir. Sağ yoldaki kanun ve nizama tabi olmaktır. Bunun sonucunda emniyet ve saadet vardır. Bizi emniyet ve saadete götürecek olan “nübüvvetin hilâfeti”ndeki kanun ve nizamlar nelerdir? Bu yolun düsturları hangileridir? Bu kanunlar, düsturlar, kaideler âyet ve hadislerde açık ve nettir. Nübüvvetin hilâfetinde “güçlü olan haklı” değildir. Nübüvvetin hilâfetinde “haklı olan güçlü”dür. Bu noktada hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmaz, hak haktır.

Nübüvvetin hilâfetinin düsturlarının başında adalet gelir. Adalet Kur’ân-ı Kerîm’in dört temel esasından birisidir. Adalet olmazsa olmaz bir kuraldır. Bu, Maide Sûresi 32. Âyette şöyle yer alır: “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.”7

Bir diğer kanun Kur’ân-ı Kerîm’de “Birinin günahıyla başkası mesul olmaz. / Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz”8 şeklinde geçer. Konu ile ilgili âyetlere başkalarını da ilâve etmek mümkündür. Nübüvvetin hilâfetinin sahibi Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) “Memuriyet bir hizmetkârlıktır”9 der. Memuriyetin bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm aleti olmadığını söyler.

İslâmiyetin sosyal hayata dair bir kanununu da şu hadisin hakikatı ortaya koyar: “Mü’min için mü’min, sağlam yapılmış bir binanın birbirine kuvvet veren elemanları gibidir.”10

Bu ve benzeri Kur’ânî ve nebevî düstûrlara sahip çıkmak “nübüvvetin hilâfeti”ne sahip çakmaktır. Kur’ânî ve nebevî düstûrların aksi saltanatın hilâfetine sahip çıkmaktır. Saltanatın hilâfeti ise dünyada saltanat olabilir, ama ahirette bunun bir değeri yoktur.

İşte yolların ayrıldığı nokta: Saltanatın hilâfeti mi, yoksa nübüvvetin hilâfeti mi?

Sadettin Önal

25 Mayıs 2021 Salı

DÖRDÜNCÜ REMİZ (İŞARET)

  Dördüncü Remiz: 

   Ey dünyaperest insan!

Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir.

Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar genişliyor.

Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi madum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in'ikas edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar.

Hakikat hayale karışır, madum bir dünyayı mevcud zannedersin.

Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş.

O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın.

Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır.

O vakit görürsün ki: O geniş dünyan; kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz.

Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.

   Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.

Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.

İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden "LÂ İLAHE İLLALLAH" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

Lemalar - 136

24 Mayıs 2021 Pazartesi

REMİZ (İŞARET)


   Arkadaş!

Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki zıtları birbirinden tevlid eder.

Ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder.

Mesela, güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar.

Fakat senin elin ona yetişemez ve senin keyfin üzerine hareket etmez.

Demek şemsin sana karşı iki ciheti vardır: Biri kurb, diğeri bu'd.

Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle "O bana tesir edemez." ve onun sana karib olduğu cihetle "Ona tesir edebilirim." desen, cehlini ilan etmiş olursun.

   Kezalik Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu'd vardır.

Kurb Hâlık'ındır, bu'd nefsindir.

Eğer nefis, uzaklığı cihetiyle enaniyet ile Hâlık'a bakıp "Bana tesir edemez." diye bir ahmaklıkta bulunursa dalalete düşer.

Ve keza nefis, mükâfatı gördüğü zaman "Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım." der.

Mücazatın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini teselli eder.

   Ey ahmak nokta-i sevda!

Hâlık'ın ef'ali sana nâzır değildir.

Ancak ona bakar.

Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir.

Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır.

İmam-ı Rabbanî'nin (ra) dediği gibi: "Melikin atiyyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir."

Mesnevi[Y] - 75

AHİRZAMAN ASRI

 Kıyametin yaklaştığı zamana âhirzamân denilir.

Âhirzamân müddeti uzun bir zaman dilimidir. Biz bir faslında bulunuyoruz. Fitne ve fesâdın en şiddetli olduğu bir zaman aralığının adıdır âhirzamân. Bu sebepledir ki “Bu âhirzamân çok çalkalanıyor; bu fitne-i âhirzamân acîb şeyler doğuracağını ihsâs ediyor.” 1 diye ifade buyuruyor Bediüzzaman. Öyleyse âhirzamân asrı ve fitneleri dehşetlidir. 

Bu fitnelerin bir kısmı şöyle tasnif edilebilir:

* Ahirzamanda sefahet ve lehviyat için gayet israf ile (insanların) elinde mal durmaz, israfata akar. 

* Ahirzamanda şeâir-i İslâmiye tağyir, şeriat-ı Ahmediye (asm) tahrip edilir. Şeriat-ı Ahmediye (Aleyhisselâtü Vesselâm) ve şeair-i İslâmiye inhisafa(tutulmaya) uğraması âlem-i İslâm açısından çok mühim bir hadisedir. Halbuki şeair-i İslâmiye, hukuk-u umumiye hükmünde olduğu için ona ilişilmez. Şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin bu millet ve vatan ve âlem-i İslâm hakkında büyük zarar verdiği malûmdur.

* Ahirzamanda sıdk ve kizb omuz omuza gelip aynı dükkânda satılır. Ayrıca zıtlar tebeddül eder. ”Zulüm, başına adalet külahını geçirmiş. Hıyanet, hamiyet libasını giymiş. Cihada, bağy (isyancı) ismi takılmış. Esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.” 2

* Ahirzamanda “Allah Allah Allah” deyip zikreden tekyeler, zikirhâneler, medreseler kapanır ve ezan ve kàmet gibi şeâirde ismullah yerine başka isim konulur.” 3

* Ahirzamanda tabiiyyun ve maddiyyun fikri kuvvet bulur. Tabiatperest ve maddeperest bir ideoloji her yere hâkim olmaya çalışır.

* Ahirzamanda âlimler dahi ilmi ile dalâlete düşer, ilim azalır cehalet çoğalır. Din derslerinden tecerrüt eden maarif rehber edilip, tamimine şiddetle çalışılır.

* Ahirzamanda zamanın levhiyatları (nefsin istekleri), kebairleri (büyük günahları) ve bid’aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder.

DÜŞÜNDÜĞÜN GİBİ KONUŞURSUN


Konuşma nimetine, “ağzımızdan çıkan kelimeler” deyip geçmeyelim. Zira kuşlar gibi cikciklemiyoruz, bir kedi gibi miyavlamıyoruz, bir at gibi kişnemiyoruz.

Eşrefi mahlûkat olan insana konuşma ikram edilmiş diğer varlıklardan özel olarak. Her bir insana istediği vakit bir şeyler söyleyebilme, derdini anlatabilme imkânı ikram edilmiş. O halde düşünelim. Ağzımızdan çıkanı kulağımız duyuyor mu?

Neymiş bizim ağzımızdan çıkanlar? Lâf mı? Söz mü? Kelâm mı? Hangisi? Hiç düşünüyor muyuz? Ya da bir fark var mı aralarında?

“Bin düşün bir söyle” demiş atalarımız. Ne demek istemişler hiç düşündük mü? Kime, ne için konuşuyoruz, nasıl söylüyoruz? Sözlerimiz karşımızdakinde ne gibi yankı buluyor? Bir bedeli var mıdır konuştuklarımızın?

“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden Cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yere düşer gider.” 1 buyrulmaktadır. Demek atalarımızın ilham kaynağı belki de bu hadis-i şerif olsa gerek. “Bin düşün, bir söyle.”

Ağzımızdan çıkanların dahi mertebeleri var elbet.

Üst mertebeler diyeceğimiz; söz, şiir, atasözü, hadis, kelâm, İlâhî Kelâm.

Alt mertebeler ise; lâf hatta lâf-ı güzaf (boş lâkırdı), küfür, kişiyi toplum içinde mahcup etmek, lâkap vs.

Dilimiz bizi ne derecelere çıkartır veyahut ne derekelere sukut ettiriyor acaba?

Söz bir değer kazanmak istiyorsa, fayda gözetmeli. Fakat bir faydaya haiz olmayıp, gaye taşımıyorsa işte o zaman sadece “lâf” olur ve lâfta kalır.

Söz ile lâf arasındaki farkı bilerek konuşmak ve yaşamak gerektir. Yoksa lâkırtılar dökülür ağzımızdan. Neyi, niçin söylediğimizin bile farkında olmayız. Bırakın başkasına verdiğimiz sözü, kendimize verdiğimiz sözü dahi unuturuz. Çünkü ağızdan çıkan söz değil lâf olmuştur.

Söz ile lâf arasındaki kritik nokta söyleyenin ne söylediğini bilmesidir. Yani sözün bir sahibi ve hedefi vardır. Söz ağızdan bir kere çıkar. Lâkin lâf ise ortaya saçılır gider, sahibi yoktur.

Söz, samimiyet ve ciddiyet taşır. Durup dururken değil, yerinde ve zamanında söylenir. Gerektiği için, gerektiği kadar, gereken kişiye söylenir. Az ve öz olur uzatılmaz. Sözün iması olmaz, açık ve net olur. Bu sebeple söz söylemek bir sanattır. 2

‘‘Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman evvelâ ‘Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ne makamda söylemiş?’ olan bir kaide-i esasiyeyi nazar-ı itibara almalı. 

Ve kelâmın tabakalarının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa her ele geçen kitap okunmamalı. Her söylenen söze kulak vermemelidir. ’’ 3

Lâf olarak kullanılan kelime sözde ve görünüşte aynıdır, ama özü yok, içi boş ceviz gibidir. Lâf, sözün ahlâktan arındırılmasıyla ortaya çıkar. Herkes kendine göre içini doldurup boşaltabilir. Bu yüzden evelenir, gevelenir, esnetilir, yuvarlanıp durur. Atalarımız ‘ Lâfla peynir gemisi yürümez.’  diye boşuna demezler. 

Bu yüzden kelâm niyetine edilen “güzaflar” gaf olur.

Gıybetin temel malzemesidir lâf. Sözün ise dedikodusu yapılmaz.

Söz yaşanır, yaşatır ve insanlığımızın farkına varırız. Lâf yaşanmaz boş vaattir, aldatır. Aldanmamak için söz ve lâfı iyi ayırt etmeyi öğrenmek gerek…

Çünkü insan düşünür, sorgular, ölçer, biçer, araştırır, gözlem yapar, istidatlıdır. Bilinçli ve sorumlu her insan bu vasıfları kullanması gerekir.

Söz söylemek için gönül aynamızın saf olması parlak olması gerekir. Kalbimiz ne kadar temizse dilimize de o vurur. ‘‘Bir kulun imanı istikamette olmaz, kalbi istikamette olmadıkça, kalbi de istikamette olmaz dili istikamette olmadıkça.’’ 4 İmanımızın dilimizle doğrudan bağlı olması dilin afetlerinden sakınmamızı kaçınılmaz yapsa gerek. Onun şerrinden korunmanın yolu ise susmak ya da konuşacaksak hayır konuşmaktır. İnsan imanı nisbetinde konuşur. İmanı ne derece ise konuşmasındaki üslûpla imanı anlaşılır. Yani insan içinde ne varsa onu boşaltır. Bal dolu ise bal, zehirle dolu ise zehir…

Sözün serüvenini Hz. Ali ne güzel özetliyor:

Sözün dikildiği yer gönüldür, ısmarlandığı yer düşüncedir, onu kuvvetlendiren akıldır, meydana çıkaran dildir; bedeni harflerdir, canıysa anlamı; süsü düzenli söylenmesidir; düzgünlüğüyse doğru oluşu.

BİZE VERİLEN UZUVLAR

 


Uzuvlarımızdan en çok isyan eden dildir.

‘‘İnsan sabahlayınca bütün azaları dile müracaat eder ve (adeta) ona şöyle derler: Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork! Biz ancak senin söyleyeceklerin yüzünden ceza görürüz. Biz sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.’’  5

Özellikle susmayı beceremediğimiz biz hanımlar için ise şu hadis-i şerif kulağımıza küpe olmalı: “Dilini aleyhine çıkaracak sözlerden muhafaza et, evin ile meşgul ol, hatalarına ağla! “ 6

Bu hususta 40 yıl sadece âyet ile konuşan kadın gayet ibretliktir. Bizler de şu ahirzaman fitnesi içerisinde 40 yıl Kur’ân ile konuşan kadın gibi ahirzaman ilâcı olan Risale-i Nur hakikatleri ile konuşmalıyız. Sık sık kalbimizi tevbe ile yıkamalıyız ve ibadet ile sulamalıyız. Zira bu hususta sabır kahramanı Eyyub Aleyhisselâmın münacata geçtiği nokta dikkat çekicidir. Kurtlar diline ve kalbine iliştiği zaman Cenab-ı Hakk’a münacat etmiştir. 

Yoksa kendi istirahati için değil. Hz. Eyyubun zahiri yaralarına mukabil bizim ise ruhî ve kalbî hastalıklarımız var. İç dışa, dış içe bir çevrilsek daha yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe kalp ve ruhumuza yaralar açar. Kalbimizi siyahlandıra siyahlandıra iman nurunu çıkartıncaya kadar katılaştırır.

İmanın tercümanı olan lisanı zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturur. 7 Bu yüzden tevbe kapısını çalıp bu zamanda kor ateşi elde tutabilmek kadar zor olan imanı muhafaza etmek gerek ki dilimizle söylediklerimiz can yakmasın hayat versin. Zorlandığımız taktirde ise Hz. Musa’nın duâsı olan; ”Ey Rabbim. Göğsümü aç, genişlet. İşimi kolaylaştır. Dilimde bulunan düğümü çöz de, anlasınlar beni” 8 dilimize duâ olsun inşallah.

Kizb ile sıdkın bir arada satıldığı ahirzamanda Risale-i Nur hakikatleri ile konuşalım demiştik. Bunun için kana kana içmek lâzım deryadan. Bediüzzaman’ın son vasiyeti olan “okumak, okumak, okumak” şuuru ile okuyup, hazmedip dilimize kelâm edebilelim, halimize ahval edinebilelim inşallah. Çünkü asrımızın ilâcı Risale-i Nur eserleri Kur’ân’dan süzülmüş “SÖZLER”dir. Sözler Kur’ân’dan süzülmüştür. “Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zerafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam güzel hakaik-ı Kur’ânîyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam, üslûp libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki oların vücududur ki öyle ister ve bir dest-i gaybidir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” 9

Hakikî bir tercüman ve hizmetkâr olabilmek duâsı ile …

TEVHİD MÜHRÜ

 İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi: Herbir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan çekirdek

{(Haşiye): Eski zamandan beri darb-ı mesel olarak umumun dilinde ve lisan-ı nâsta gezen şu "Çekirdekten yetişme" sözü bu risalenin müellifine bir işaret-i gaybiye-i örfiye denilebilir.

Çünki Risale-i Nur hâdimi olan şahıs Kur'anın feyziyle, çekirdek ve çiçekte tevhid için iki mi'rac-ı marifet keşfederek tabiiyyunları boğan aynı yerde âb-ı hayat bulmuş ve çekirdekten hakikata ve nur-u marifete yetişmiş ve bu iki şeyin Risale-i Nur'da ziyade tekrarları bu hikmete binaendir.}

öyle bir sandukçadır ki, o ağacın programını ve fihristesini ve plânını.. ve öyle bir tezgâhtır ki, onun cihazatını ve levazımatını ve teşkilatını.. ve öyle bir makinedir ki, onun ibtidadaki incecik vâridatını ve latîfane masarifini ve tanzimatını taşıyor.


   Ve İsm-i Âhir'le işaret edildiği gibi: Herbir ağacın neticesi ve meyvesi öyle bir tarifenamedir ki, o ağacın eşkâlini ve ahvalini ve evsafını ve öyle bir beyannamedir ki, onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hâssalarını ve öyle bir fezlekedir ki, o ağacın emsalini ve ensalini ve nesl-i âtisini o meyvenin kalbinde bulunan çekirdekler ile beyan ediyor, ders veriyor.


   Ve İsm-i Zahir'le işaret edildiği gibi: Her ağacın giydiği suret ve şekil öyle musanna' ve münakkaş bir hulledir, bir libastır ki, o ağacın dal ve budak ve a'zâ ve eczasıyla tam kametine göre biçilmiş, kesilmiş, süslendirilmiş.

Ve öyle hassas ve mizanlı ve manidardır ki, o ağacı bir kitab, bir mektub, bir kaside suretine çevirmiştir.


   Ve İsm-i Bâtın ile işaret edildiği gibi: Her ağacın içinde işleyen tezgâh, öyle bir fabrikadır ki, o ağacın bütün ecza ve a'zâsını teşkil ve tedvir ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüğü gibi, bütün ayrı ayrı a'zâlarına lâzım olan maddeleri ve rızıkları, gayet mükemmel bir intizam altında sevk ve taksim ve tevzi ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sür'at ve saati kurmak gibi bir suhulet ve bir orduya "Arş!" demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika işliyor.

Şualar - 33

EVVEL VE AHİR

  Elhasıl: 

   Herbir ağacın evveli, öyle bir sandukça ve program.. ve âhiri, öyle bir tarifename ve numune.. ve zahiri, öyle bir musanna' hulle ve bir münakkaş libas.. ve bâtını, öyle bir fabrika ve tezgâhtır ki, bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i a'zam, belki bir ism-i a'zam tezahür eder ki, bilbedahe bütün kâinatı idare eden bir Sâni'-i Vâhid-i Ehad'den başkası o işleri yapamaz.

Ve ağaç gibi her zîhayatın evveli, âhiri, zahiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdaniyet taşıyor.

   İşte bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir ağaçtır: Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, İsm-i Evvel'in sikkesini.. ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar İsm-i Âhir'in hâtemini.. ve bahar mevsimi, huri'l-în misillü birbiri üstüne giydiği sündüs-misal hulleler ve yüzbin nakışlar ile süslenmiş fıtrî libaslar İsm-i Zahir'in mührünü.. ve baharın içinde ve zeminin batnında işleyen samedanî fabrikalar ve kaynayan rahmanî kazanlar ve yemekleri pişirttiren rabbanî matbahlar, İsm-i Bâtın'ın turrasını taşıyorlar.

   Hattâ herbir nevi, meselâ nev'-i beşer dahi bir ağaçtır: Kökü ve çekirdeği mazide ve semereleri, neticeleri müstakbelde olarak hayat-ı cinsiye ve beka-yı nev'î içinde gayet muntazam kanunların bulunması gibi, hal-i hazır vaziyeti dahi, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye düsturlarının hükmü altında bir sikke-i tevhid ve zahirî karışıklıklar altında gizli, muntazam bir hâtem-i vahdet ve müşevveş ahval-i beşeriye altında mukadderat-ı hayatiye denilen kaza ve kaderin düsturlarının hükmü altında bir mühr-ü vahdaniyet taşıyor.

Şualar - 34

22 Mayıs 2021 Cumartesi

İNSAN VE ÂLEM

 “İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır.” (Lem’alar, s. 231)

Bir başka yerde de, “Hilkat-i insaniye, hilkat-i âlemden daha aciptir” (Mektubat, s. 425) diyerek, insanın mahiyetinin, kâinattan daha hayret verici ve daha san’atlı olduğunu ifade etmektedir.

Kudret kaleminden çıkan her iki mektubun da muhatabı insandır. Rabbimiz insanı “eşref-i mahlûkat” olarak yaratmış, onu kendine muhatap kabul ederek acib ve garib san’atlarını insanın idrâkine sunmuştur. İnsanın vazifesi, bu eserlere ibret nazarı ile bakmak, yüzlerindeki nakışları görmek, üzerlerindeki mânâları okumaktır. Semânın yüzündeki yaldızlı sayfaları okuduğu gibi, kendi yüzündeki hikmetli satırları da okuyup anlamaktır. Yani insan, kendi kendini okuyan bir mektuptur.

İnsan kendini okumazsa, mânâ ve mahiyetini anlamazsa, Rabbini de bilmez. Peygamber Efendimiz (asm) “Kendini bilen Rabbini bilir” buyurmuşlardır. (İmam-ı Münavi, Künûzü’d-Dekâık). Yunus Emre de “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” derken, insanın kendisini bilmesinin önemine dikkat çeker. Yoksa, bütün okuduklarının ve öğrendiklerinin boşuna olduğunu belirtir.

Ey, En Sevgili’den gelen en güzel mektup! Aynanın karşısına geç, gözündeki perdeleri aç, yüzündeki yazıları oku. Hikmetli satırları setreden gaflet perdesini kaldır, her bir uzvun üzerindeki nakışları gör, yazılarını oku, mânâlarını anla. Ruhunu nurânî bir kâğıt, cesedini ziynetli bir zarf yapan, üzerine senin sîman olan bir mühür vurarak seni sana yollayan Rabbinin bir mektubu olduğunu idrak et.

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var.” (Sözler, eski baskı 628)

İNSAN DEDİĞİN

Yürek sevmek için çıkmalı yola,

Sevgi iksiriyle dolu olmalı.

Kul olmamak için başka bir kula,

İnsan Yaradan’ın kulu olmalı.

Kardeşlik şarkısı söylesin diller

Herkese sevgiyle açılsın kollar

Gezilen bahçeler, yürünen yollar

Hakikat ehlinin yolu olmalı

Allah için sever her sevdiğini,

Kalpte barındırmaz nefreti kini,

Hem gülünü sever, hem dikenini,

Gönlü muhabbetle dolu olmalı.

Muhabbet ayakta tutar cihanı,

O muhabbet insan eder insanı,

Ne makamı, ne serveti, ne şanı,

Güler yüzü, tatlı dili olmalı.

Leyla nazlı güldür, Mecnun bir bülbül,

Bülbülün mekânı olsa da bir çöl,

Bir gün mecnun olacaksa bu gönül,

Mevlâ aşkı ile deli olmalı.

21 Mayıs 2021 Cuma

KARGAŞALIKLARIN SEBEBİ

    Yirmi Beşinci Söz'de, medeniyetle hükm-ü Kur'an'ı muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere; beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşei iki kelimedir:

   Birisi: "Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?"

   İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim."

   Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı riba ve terk-i zekâttır.

   Bu iki müthiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla vücub-u zekât ve hurmet-i ribadır.

   Hem değil yalnız eşhasta ve hususi cemaatlerde, belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır.

Çünkü beşerde, havas ve avam iki tabaka var.

Havastan avama merhamet ve ihsan ve avamdan havassa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekâttır.

Yoksa yukarıdan avamın başına zulüm ve tahakküm iner, avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar.

İki tabaka-i beşer daimî bir mücadele-i maneviyede, bir keşmekeş-i ihtilafta bulunur.

Gele gele tâ Rusya'da olduğu gibi sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.

   Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan!

   İhsanlar, zekât namına olmazsa üç zararı var.

Bazen de faydasız gider.

Çünkü Allah namına vermediğin için manen minnet ediyorsun, bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun.

Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun.

Hem hakikaten Cenab-ı Hakk'ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun.

   Eğer zekât namına versen Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun.

O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur olmadığı için izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur.    Evet, zekât kadar belki daha ziyade nâfile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede?

Zekât namına o iyilikleri yapıp hem farzı eda etmek hem sevabı hem ihlası hem makbul bir duayı kazanmak nerede?

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Mektubat[Y] - 300

GEÇİM DERDİ

    İşte ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler!

Hırs bu kadar muzır ve belalı bir şey olduğu halde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâb ve haram helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz?

Hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz?

Halbuki zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır.

Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak, ya lüzumsuz yerlere verecektir ya bir musibet gelip alacaktır.

   Hakikatli bir rüya-yı hayaliyede, Birinci Harb-i Umumî'nin beşinci senesinde, bir acib rüyada benden soruldu:

   "Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?"

   Rüyada demiştim:

   "Cenab-ı Hak, bir kısım maldan onda bir {(Hâşiye):   Yani her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir.} veya bir kısım maldan kırkta bir, {(Hâşiye):   Yani eskiden verdiği kırktan ki her senede galiben ve lâekall ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kırktan taze olarak on adet verir.} kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasedlerini men'etsin.

Biz hırsımız için tama'kârlık edip vermedik.

Cenab-ı Hak, müterakim zekâtını kırkta otuz, onda sekizini aldı.

   Hem her senede yalnız bir ayda yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi.

Biz nefsimize acıdık, muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik.

Cenab-ı Hak ceza olarak yetmiş cihetle belalı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu.

   Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvi, nurani ve faydalı bir nevi talimat-ı Rabbaniyeyi bizden istedi.

Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik.

O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik.

Cenab-ı Hak onun keffareti olarak beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı." demiştim.

Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki o rüya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır.

Mektubat[Y] - 299