30 Mart 2022 Çarşamba

MARİFETULLAHA AÇILAN PENCERE

 Yedinci Pencere 

   Şu kâinat yüzünde serpilen masnuatın kemal-i intizamları ve kemal-i mevzuniyetleri ve kemal-i zînetleri ve icadlarının suhuleti ve birbirine benzemeleri ve bir tek fıtrat izhar etmeleri, nasılki bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gayet geniş bir mikyasta gösteriyorlar.

Öyle de: Camid ve basit unsurlardan, hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebatın icadı, mürekkebat adedince yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla gayet parlak bir tarzda kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi terkibat-ı mevcudat tabir edilen terkib ve tahlil hengâmındaki teceddüdde nihayet derecede ihtilat ve karışma içinde nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin çok karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak bir surette sünbüllerini ve vücudlarını temyiz ve tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve hüceyrat-ı bedene karışık bir surette giden gıdaî maddeleri kemal-i hikmetle ve kemal-i mizanla ayırıp tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak ve o Alîm-i Mutlak ve o Kadîr-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi; zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemal-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulâtını ondan almak ve o camide, âcize, cahile olan zerrata gayet şuurkârane ve gayet hakîmane ve muktedirane hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i Zülcelal'in ve o Sâni'-i Zülkemal'in vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve azamet-i rububiyetini ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

   İşte bu dört yol ile büyük bir pencere marifetullaha açılır.

Ve büyük bir mikyasta bir Sâni'-i Hakîm'i akla gösterir.

   Şimdi ey bedbaht gafil!

Şu halde Onu görmek ve tanımak istemezsen; aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul...

Sözler - 659

29 Mart 2022 Salı

CİBÂLİ BABA VE İSTİĞRAK HALİ

 "Sultan Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibali Baba kıssası nev'inden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubturlar. Ve bir kısmı dahi, bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez."

"Meczubların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller; bid'at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş."(Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas)

Zübeyir Gündüzalp Ağabey, İstanbul’un Fethi sırasında meydana gelen Cibali Baba kıssasını, Bediüzzaman Hazretlerinden dinlediği şekliyle şöyle anlatmıştır:

“İstanbul’un fethi için muhasara sırasında atılan toplar, bir türlü hedefini bulmuyormuş. Bu sırada büyük maneviyat sahibi, Fatih’in hocası Akşemseddin, bunun sebebini araştırıyor. İstanbul surları içinde bulunan meczub evliyadan Cibali Baba Hazretleri, manen Cenab-ı Hakk'ın Vedud ismine mazhar olmuş. ‘Ya Rabbi! Gâvurcuklarımı koru.’ diye o isimle dua edince toplar tesir etmiyor..."

"Bunun üzerine Akşemseddin kırk gün çalışıyor. Cibali Baba’nın mazhar olduğu o isme kendi de mazhar oluyor. Hatta onu geçiyor. O isme mazhariyetle gelmiş olduğu makamdan onu azlediyor. Bundan sonra atılan toplar hedefi vuruyor. Böylece uzun ve yorucu bir muhasaradan sonra İstanbul fethediliyor.”

Zübeyir Ağabey bunu naklettikten sonra şunu ilâve etti:

“Bazen böyle meczub veliler, birçok şuurlu velinin dualarının önüne geçiyor. Meselâ, Medine’de bulunan Kambur Kutbun, Üstadımız'ın dualarının önüne geçmesi gibi...”

Üstad Hazretleri bu gibi cezbe içinde olan evliyaları şu sözü ile tarif ediyor: "Onlar hâdi olabilirler, ama mühdi olamazlar." Yani kendileri manevî sarhoşluğun verdiği cezbe ile mes’ul olmayabilirler, ama başkalarına o halleri ile hidayet ve rehber olamazlar.

Bu gibi evliyaların hali tevhitte istiğraktır, yani Allah’ın varlığı ve birliğinde öyle bir fena buluyorlar ki masivayı yani mevcudatı fark edemeyecek kadar kendinden geçiyorlar. Bu halde iken muhakeme ve akıl dengesini kaybediyorlar. İşte bu halin galip olduğu süre içerisinde söyledikleri şeylerden ve yaptığı işlerden mes’ul olmuyorlar.

Aklı başında olan ve istiğrak haline tutulmamış birisi, bu gibi evliyaları istiğrak halinde iken taklit etse mes’ul olur. Burada mazeret sadece ve sadece o istiğrak halinedir, kişilere ait değildir.

Bu istiğrak haline girip çıkan ve muhakemesiz söz ve davranışlarda bulunan evliya çoktur, sadece Cibali Baba ile sınırlı değildir. Hatta çok büyük ve meşhur evliyalar da bu hale muvakkaten girip çıkmışlar. Şeriata uymayan muvazenesiz sözler çok büyük evliyalarda da görünmüştür. Ama Ehl-i sünnet âlimleri bu sözlerinden dolayı bu zâtları tekfir etmemişlerdir.

“Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.” Bu cümle bazı meczub evliyaların zahiri açısından küfür içinde olabileceklerini ifade etmektedir. Öyle ki bu incelikleri anlamaktan aciz zahirî ulema İbn-i Arabî, Hallacı Mansur gibi büyük evliyaları tekfir edip idamlarına fetva vermişlerdir. Belki evliyanın sekir ve cezbe anındaki o hali küfürdür, ama kendine geldiğinde bu halden uzak ve müberradır.


PENCERELER

 Dördüncü Pencere 

   İstidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ızdırarî ile bütün muztarlar tarafından edilen duaların makbuliyetidir.

   İşte bu nihayetsiz duaların bilmüşahede kabul ve icabeti, herbiri vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu büyük bir mikyasta bilbedahe bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerim ve Mücîb'e delalet eder ve baktırır.

Sözler - 656

Beşinci Pencere 

   Görüyoruz ki: Eşya hususan zîhayat olanlar, def'î gibi âni bir zamanda vücuda gelir.

Halbuki def'î ve âni bir surette basit bir maddeden çıkan şeyler, gayet basit, şekilsiz, san'atsız olması lâzım gelirken; çok maharete muhtaç bir hüsn-ü san'atta, çok zamana muhtaç ihtimamkârane nakışlarla münakkaş, çok âlâta muhtaç acib san'atlarla müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar.

İşte bu def'î ve âni bir surette bu hârika san'at ve güzel heyet, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdet-i rububiyetine işaret ettikleri gibi mecmuu gayet parlak bir tarzda nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm bir Vâcibü'l-Vücud'u gösterir.

   Şimdi, ey sersem münkir!

Haydi bunu ne ile izah edersin?

Senin gibi sersem, âciz, cahil tabiatla mı?

Veyahut hadsiz derece hata ederek o Sâni'-i Mukaddes'e "Tabiat" ismini verip onun mu'cizat-ı kudretini, o tesmiye bahanesiyle tabiata isnad edip, bin derece muhali birden irtikâb etmek mi istersin?

Sözler - 656

28 Mart 2022 Pazartesi

DUA İLE ALLAH'A YALVARALIM

 Euzübillehimineşşeytanirracim,

  Bismillehirrahmanirrahim!    

      İ'lem  Eyyühel-Aziz!

   Acz, nidanın madenidir.

İhtiyaç duanın menbaıdır.

   Feyâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî!

Seni çağırmakta hüccetim hâcetimdir.

Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir.

Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrımdır.

Hazinem aczimdir.

Re'sü'l-malım, emellerimdir.

Şefiim, Habibin (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve rahmetindir.

Afveyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle yâ Allah yâ Rahman yâ Rahîm!

Âmîn!

Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Vessalâtü vesselâmü âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ alihî ve sahbihî ecmain.

Ya Allah! Ya Rahman! Ya Rahim! Ya Ferd! Ya Hayy! Ya Kayyum! Ya Hakem! Ya Adl! Ya Kuddüs! Ya Hannan! Ya Mennan! Ya zelcelâli velikram! Bu ism-i azamların ve Sıfat-ı celâli velikramın namına...

Müslüman’ı Müslüman’a kenetleyen Habib-i Ekremin (asm) hürmetine, Mü’min’i Mü’min’e sevdiren din-i Mübin’in hürmetine, Mü’min’i Mü’min’e kardeş kılan Furkan-ı Hakimin hürmetine… 

Ey Rabbimiz! Bizim bilmediğimiz ve görmediğimiz Senin orduların çoktur. Ordularını zulüm gören müslüman kardeşlerimizin imdadına yetiştir.Müslümanları zalimerin şerrinden koru...Tüm zalimleri kahhar isminle kahreyle.

Ey Rabbimiz! Çaresizliğimizi Sana şikâyet ediyoruz. O kardeşlerimizi içinde bulundukları zor durumdan kurtar. Oradaki katil çeteleri kahr u perişan eyle! Birliklerini dağıt! Onlara büyük bir zillet tattır! İçlerine korku sal! Mazlûmlara yardım et!

Ey Rabbim! Elimdeki nimetlerin kadrini bilemedim. Cennetini kaybetmiş Hazret-i Âdem’in (as) duâsıyla yalvarıyorum. “Nefislerimize zulmettik. Eğer Sen bize mağfiret etmez, bize merhamet buyurmazsan şüphe yok ki hüsrana düşenlerden oluruz.” Bizi ne kendimize, ne başkasına zalim kılma! Bizi hüsrana uğratma!

Ey Rabbimiz! Biz dünyaya aldandık. Hırs ve tamahımıza mağlûp olduk. İnsanlığı tufandan kurtaran Hazret-i Nuh’un (as) yakarışıyla yalvarıyoruz. Bizi güvenli bir şekilde maksudumuza eriştir. Maksuda eriştirenlerin en hayırlısı Sensin! 

Ey Rabbimiz! Evlâtlarımızı ihmal ettik. Örnek bir ata olan Hazret-i İbrahim (as) gibi yalvarıyoruz. Bizi ve soyumuzdan gelen çocuklarımızı namazı dosdoğru kılanlardan eyle! Duâlarımızı kabul eyle! 

Ey Rabbim! İmtihanlarım karşısında sızlandım, isyan ettim. Sabır timsali Hazret-i Eyüp (as) gibi duâ ediyorum. “Şüphesiz ben derde uğradım. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”  Bana merhamet eyle! Kötülüklerden, şerlerden, belâlardan Eyüp Aleyhisselâm’ı kurtardığın gibi İslâm ümmetini kurtar!

Ey Rabbim! Gücüm tükendi. Muhammed (asm) ümmetinin hüznü, kederi, sıkıntısı dağları aştı. Yusuf’unun (as) hasretinde gözlerini kaybeden Hazret-i Yakub’un (as) duâsıyla niyaz ediyorum. “Ben kederimi ve hüznümü ancak Allah’a şikâyet ederim. Muhammed (asm) ümmetini elemden ve zulümden kurtar!

Ey Rabbim! Kendime yabancılaştım. İffetin kıymetini bilemedim. Güzelliğin ve iffetin timsali Hazret-i Yusuf’un (as) yakarışıyla yalvarıyorum. “Ruhumu Müslüman olarak al! Beni salih kullarından eyle!

Ey Rabbimiz! Zulme seyirci olduk. Mücrime destek olduk. Mazlûma kol kanat germedik. Haksızlık karşısında susmayan Hazret-i Musa gibi yalvarıyoruz. 

“Rabbim! Bana verdiğin nimetle asla suçlulara arka çıkmayacağım.”  Günahımı bağışla!

Ey Rabbim! Verdiğin güç ve kudreti Senin rızana uygun kullanmadım. İktidarını karıncaları dahi ezmeden kullanan Hazret-i Süleyman’ın duâsıyla yalvarıyorum. 

“Ey Rabbim! Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve razı olacağın salih ameller işlemeye beni sevk et ve beni rahmetinle salih kullarından eyle.” 

Ey Rabbim! Cimriliğin, bencilliğin, çıkarcılığın karanlıklarında boğuldum. Hazret-i Yunus’un (as) karanlıklardan aydınlığa çıkışına vesile olan duâsıyla yalvarıyorum. Senden başka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum. Affeyle Allah’ım.

Ey Rabbimiz! Rızkına karşı nankörlük ettik. Verdiğine rıza göstermedik. Kısmetimizi kabullenmedik. Kelimetullah olan Hazret-i İsa gibi yalvarıyoruz. “Allah’ım! Bize gökten engin bir rızık indir ki, önce gelenlerimize ve sonradan geleceklerimize bir bayram ve Senden gelen bir âyet olsun.” 

Ey Rabbim! Resul-i Ekrem Efendimiz’in (asm) Mi’raçtan hediye getirdiği duâlarla yalvarıyorum. Eğer unutur veya hata edersem beni hesaba çekme! 

Ey Allah'ım! bana benden öncekilere yüklediğin gibi ağır yükler yükleme.

Ey Rabbim! Bana taşıyamayacağım yükleri yükleme. Beni affet! Beni bağışla! Bana acı! Sen benim Mevlâ’msın! Kâfirler topluluğuna karşı bana yardım et!  Âmin.Amin.Amin

Ve selamün alelmürselin vel hamdülillehi rabbil alemin el fatiha

Dipnotlar:

1- Araf Sûresi, 23. 2- Mü’minun Sûresi, 29. 3- İbrahim Sûresi, 40. 4- Enbiya Sûresi, 83. 5- Yusuf Sûresi, 86. 6- Yusuf Sûresi, 101. 7- Kasas Sûresi,17. 8- Neml Sûresi, 19. 9- Enbiya Sûresi, 87. 10- Maide Sûresi, 114. 11- Bakara Sûresi, 286

27 Mart 2022 Pazar

 Üçüncü Pencere 

   Zeminin yüzünde dörtyüzbin muhtelif taifeden

{(Haşiye): Hattâ o taifelerden bir kısım var ki; bir senedeki efradı, zaman-ı Âdem'den kıyamete kadar vücuda gelen bütün insan efradından ziyadedir.}

ibaret olan bütün hayvanat ve nebatat enva'ının ordusu; bilmüşahede ayrı ayrı erzakları, suretleri, silâhları, libasları, talimatları, terhisatları kemal-i mizan ve intizamla hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki; -hiçbir şübhe kabul etmez- güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad'dir.

Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın.

Çünki şu birbiri içinde girift olan enva'ları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak.

Halbuki

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ

sırrıyla, hiçbir karışık alâmeti yoktur.

Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.

Sözler - 655

 İkinci Pencere 

   Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gayet muntazam, hakîmane öyle bir teşahhus-u vechî veriliyor ki; meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i farika, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat eder.

Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke, bütün eşyanın Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.

   Ey münkir!

Hiçbir cihetle kabil-i taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak sikke-i Samediyeti hangi tezgâha havale edebilirsin?...

Sözler - 655

25 Mart 2022 Cuma

ALLAH'A AÇILAN PENCERELER

 Birinci Pencere 

   Bilmüşahede görüyoruz ki: Bütün eşya, hususan zîhayat olanların pekçok muhtelif hâcatı ve pekçok mütenevvi metalibi vardır.

O matlabları, o hâcetleri, ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasib ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor.

Halbuki o hadsiz maksudların en küçüğüne o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz.

Sen kendine bak: Zahirî ve bâtınî hâsselerin ve onların levazımatı gibi elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın.

Bütün zîhayatları kendine kıyas et.

İşte bütün onlar, birer birer, vücud-u Vâcib'e şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vâcibü'l-Vücud'u, bir Vâhid-i Ehad'i, hem gayet Kerim, Rahîm, Mürebbi, Müdebbir unvanları içinde akla gösterir.

   Şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gafil!

Bu faaliyet-i hakîmaneyi, basîraneyi, rahîmaneyi ne ile izah edebilirsin?

Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz camid esbabla mı izah edebilirsin?...

Sözler - 654

24 Mart 2022 Perşembe

BÖCEĞİN RIZKI

 HERŞEYİN RIZKINI VEREN         ALLAH'TIR

   

- Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün, deniz kenârında otururken bir karıncanın geldiğini gördü. Karınca ağzında bir yeşil yaprak tutuyordu. Deniz kenârına ulaşınca, sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geriye gelince; 

Süleyman A.S Karıncadan sordu,

-Ey karınca senin yaptığın bu işin 

hikmeti nedir?

Karınca cevâb verdi ,

-Bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmiş ve o taşın içinde de bir böcek halk etmişdir. Beni de onun rızkına sebeb olarak görevlendirmiştir. 

-Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe verir. 

-O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh bir dil ile söyler; 

-Sübhânallah ki,Allah beni halk etdi,  ve deniz ortasında bir taşın arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı dahi unutmadı. 

-İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!

RUHUN ŞADOLSUN BABA !

 Hafız idi babam dilinde Kur'an

Aksatmazdı O'nu okurdu heran

Feyiz veriyordu okunan kelam

Işıl ışıl saçları gümüştü sanki

Zaman dahi yıpratmamış inan ki.


Hüseyin idi ismi hafız-ı kelam

Üşenmezdi, hergün okurdu  Kur'an

Sayesinde olurdu bu işler ayan

Emin insanlara  verirdi selam

Yeridir inşallah cennet-i mekan

İnsanlar perişan olunca biran

Ne desek boştur halimiz yaman


Özünden severdi babamı anam

Zamanla bunları bilirdi babam

Canı gibi aşık olmuş eşine inan

Aniden geliyor başına ferman

Ne zaman ölecek bilemez insan.

El-Baki Hüvel- Baki

Vefat Tarihi : 27.02.2019

R.Özcan

SAKIN ALDANMA

 Doğru bildiğimiz yanlışlar, yanıldığımız inanışlar, hata yüklü davranışlar o kadar çok ki, çoğu zaman kendi kendimizin; kendi sıkletimizin altında kalıyoruz.

Mahiyetinin ne olduğunu defalarca dinlediğimiz, birçok kere okuduğumuz hatta şahit olduğumuz hâlde kastedilen mesajı alamayıp, hayatımızı harap eden duygularımız var.

Bunlardan biri, Tevehhüm-i ebediyet.

Yani, sonsuzluk kuruntusu…

Bu duygudan dolayıdır ki, şu dünyanın fanî olduğundan; adımızın Ahmet Mehmet olduğundan emin olduğumuz gibi emin olduğumuz hâlde, bir türlü, baki hayata müteveccihen ciddi gayretimiz olmuyor ya da olamıyor.

Elimize geçen çok kıymetli hakikatler iz bırakmıyor; zihnimizden uçup gidiyor.

Malayani şeylerle meşguliyet, istiap haddine ulaşıyor ve bu yüzden, ciddi şeylere zihnimizde yer bırakmıyor.

Bunda, bu anlayış biçiminde bir gariplik yok mu?

Risale-i Nur’da “Eyvah!  Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik”1 denildiği ve ebedî zannedilen bu tevehhüm sebebiyle de, ömrün, bir rüzgâr gibi uçup gittiği ifade edilmektedir.

Kör olası nefsimiz, bir türlü çizgiye girmiyor; adım adım yaklaşan, yolculuğu görmüyor.

Bizi yanıltan duygularımızın bir diğeri ise, tûl-i emel.

Emellerimizin uzunluğu; dünya hayatının ve içindekilerin geçiciliğine rağmen dünyaya ait işlere karşı bitmek, tükenmek bilmeyen arzularımız, isteklerimiz!

Ne yazık ki bütün hesaplarımızı dünyaya göre yapıyoruz. Öyle ki, ömrü bile aşabilecek derinlikte emellere, hayallere; yıllar sonrasına dair planlara sahibiz.

Gelgelelim, hayat çabuk geçiyor.

Bunların birçoğu ya olmayacak ya da sana yâr olmayacak.

Her şey gibi emellerde, bu dünyada kalıyor; kalanlarsa, kalanın, sevdasına dalıyor.

Anlaşılan o ki: ölümü, -dünya ukba- her yönüyle anlamaya muhtacız.

“Ölüm gelip çatmadan evvel, şehevanî ve nefsanî hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz”2 hadis-i şerifini iyi anlamaya ve mucibince yaşamaya muhtacız. Hatta buna mecburuz.

Çünkü gün, bugün; an, bu an!


23 Mart 2022 Çarşamba

YILDIZNAME

 YILDIZLARI KONUŞTURAN BİR YILDIZNAME 

   Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine

   Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.

   Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:

   "Bir Kadîr-i Zülcelal'in haşmet-i Sultanına

   Birer bürhan-ı nur-efşanız vücud-u Sâni'a

   Hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz.

   Şu zeminin yüzünü yaldızlayan

   Nâzenin mu'cizatı çün melek seyranına.

   Bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden

   Binler müdakkik gözleriz biz

   Tûbâ-i hilkatten semavat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına

   Bir Cemil-i Zülcelal'in, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz.

   Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyane,

   Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareleriz biz.

   Bir Kadîr-i Zülkemal'in, bir Hakîm-i Zülcelal'in birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ı hâlıkane,

   Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.

   Böyle yüzbin dil ile yüzbin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.

   Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.

   Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız.

Müsebbihiz, zikrederiz abîdane.

   Kehkeşanın halka-i kübrasına mensub birer meczublarız biz." dediklerini hayalen dinledim.

Sözler - 228

22 Mart 2022 Salı

ZAMANI İMANIMIZI KURTARMA ZAMANI

    Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır.

Hususan bu yirmibeş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına yapılan sû'-i kasdlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.

   Halbuki imanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şübhe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır.

Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır.

Herşeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat'î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir.

Bu, Türkiye'de böyle olduğu gibi; umum İslâm dünyasında da böyledir.

   Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir faide temin edebilir?

Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir faide verebilir mi?..

   İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir.

İnsan, bir şeceredir; kökü esasat-ı imaniyedir.

İmanın rükünlerinden en mühimmi, İman-ı Billah'tır; Allah'a imandır.

Sonra Nübüvvet ve Haşir'dir.

Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir.

İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.

   İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir.

İmanın çok mertebeleri vardır.

Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner.

Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir.

Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur.

Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez.

   İşte bu hakikatlara binaen, biz de tahkikî imanı ders vererek, imanı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur'an ve iman hakikatlarını câmi' bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat'iyyetle lâzım ve elzem gördük.

Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musibetler içine düşmek, şübhe götürmez bir hakikat halindedir.

Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur'an-ı Hakîm'in imanî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir Kur'an tefsirine sarılmaktır.

   Şimdi, "Böyle bir eser, bu asırda var mıdır?" diye bir sualin içinizde hasıl olduğu; nuranî bir heyecanı ifade eden sîmalarınızdan anlaşılmaktadır.

   Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina ile aradık.

Nihayet, hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur'anî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bedîüzzaman Said Nursî'nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık.

Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nur'la imanını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahiddir.

Sözler - 749

19 Mart 2022 Cumartesi

FITRAT DEĞİŞMEZ

 İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: "Hased etme!

Hırs gösterme!

Adavet etme!

İnad etme!

Dünyayı sevme!" Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar.

Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.

Mektubat - 34

DUYGULARIMIZI NASIL KULLANACAĞIZ?

 Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder.

Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşey'e, bir sene inad ediyor.

Hem zararlı, zehirli bir şey'e inad namına sebat eder.

Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş.

Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir.

O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder.

O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.

   İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur.

Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe', hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.

Mektubat - 33

İNSANDAKİ DUYGULAR

 İşte insanda binlerle hissiyat var.

Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var.

Biri mecazî, biri hakikî.

Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok.

Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor.

Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.

Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir.. bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor.

Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mal-i sâlihaya teveccüh eder.

Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılab eder.

Mektubat - 33

BİZİM DUAMIZ

    Dördüncü nevi ki; en meşhurudur, bizim duamızdır.

Bu da iki kısımdır: Biri, fiilî ve halî; diğeri, kalbî ve kàlîdir.

Meselâ: Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir.

Esbabın içtimaı; müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenab-ı Hak'tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır.

Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır.

Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak'ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.

İkinci kısım; lisan ile, kalb ile dua etmektir.

Eli yetişmediği bir kısım metalibi istemektir.

Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: "Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder."

   İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer!

Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a'lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık.

Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al.

Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ de.

Kâinatın güzel bir takvimi ol.

Sözler - 318

DUA VE İNSAN

    Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a'danın hücumuna mübtela ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra "dua"dır.

Dua ise, esas-ı ubudiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister.

Yani ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder.

Maksuduna muvaffak olur.

Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.

Rahmanürrahîm'in dergâhında; ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir.

Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; ben kuvvetimle bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

Sözler - 316

İMAN VE İNSAN

    İman, insanı insan eder.

Belki insanı sultan eder.

Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır.

Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

   Şu mes'elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o mes'eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kàtı'dır.

Evet insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir.

Çünki hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir.

Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir.

Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudiyet-i fiiliyedir.

   İnsan ise dünyaya gelişinde herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor.

Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zaîf bir surette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor.

Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder.

Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir.

Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir.

Yani: "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum?

Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum?

Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir.

Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kàdıyü'l-Hâcat'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir.

Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyete uçmaktır.

   Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.

Mahiyet ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır.

Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı billahtır.

Sözler - 315

TEVEKKÜL NEDİR ?

    İman hem nurdur, hem kuvvettir.

Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.

"Tevekkeltü alallah" der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder.

Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak'ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder.

Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet'e uçabilir.

Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker.

Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.

Fakat yanlış anlama.

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir.

Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak'tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.

   Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:

   Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler.

Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder.

Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor.

Ona denildi: "Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et." O dedi: "Yok, ben bırakmayacağım.

Belki zayi' olur.

Ben kuvvetliyim.

Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim." Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder.

Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin.

Hem gittikçe kuvvetten düşersin.

Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek.

Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tardedecek.

Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir.

Hem herkese maskara olursun.

Çünki ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın.

Herkes sana gülüyor." denildikten sonra o bîçarenin aklı başına geldi.

Yükünü yere koydu, üstünde oturdu.

"Oh!..

Allah senden razı olsun.

Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum." dedi.

   İşte ey tevekkülsüz insan!

Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et.

Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

Sözler - 314

18 Mart 2022 Cuma

DUALARIMIZIN KABULÜ İÇİN

 Duâlarımızın kabul olması için;

Can-ı gönülden bir tövbe edersek, duâlarımızın kabul olmasına sebep olur.

Duâ ruhun gıdası, kalbin nuru, ibadetlerin özüdür. Duâ, ıztırapların, maddî ve manevî dertlerin şifa kaynağıdır. Duâ, hayırlar celp eder, belâ ve zararı defeder.

Duânın kabul olunmasının temeli edeptir ki, o da tövbe etmek, bütün varlığıyla Cenâb-ı Allah’ın ibadetine yönelmektir.

Bu konuda Malik bin Dinar (ra) şöyle demiştir: İsrailoğullarında büyük bir kıtlık meydana geldi. Birkaç defa yağmur duâsına çıkmalarına rağmen, yağmurun yüzünü göremediler. Bunun üzerine Allah (cc), peygamberlerine şöyle vahiy gönderdi: ‘Onlara söyle ki, sizler necis bedenlerinizle benim huzuruma geliyorsunuz. Kana boyanmış ellerinizi benim dergâhıma uzatıyorsunuz. (…) Bu söylediklerimden tövbe eder gelirseniz, o zaman size rahmet ederim. Aksi takdirde rahmetin yüzünü göremezsiniz. 1

Bir Müslüman şartlarını yerine getirerek tövbe ve istiğfar ederse her bastığı yer, yürüdüğü sokak, cadde ve her oturduğu yer onunla övünür.

Cenâb-ı Allah pek çok âyette “Bana duâ edin, size icabet edeyim.” 2 der. Bu emre uyarak, her namazımızda, her bir boş anımızda duâ etsek çok mudur?

O halde gelin hep birlikte ellerimizi semaya açıp duâ edelim.

Ey Allah’ım! 

Kıldığımız namazlarımızı, yaptığımız ibadetlerimizi kusurları ile beraber kabul eyle! Sonumuzu hayreyle. Son nefesimizde Kelime-i Şahadet söylememizi nasip eyle. Bizi, anamızı-babamızı ve hocamı, ölmüş ve hayatta olan bütün Mü’minleri ve Mü‘mineleri hesap gününde af ve mağfiret eyle!

Ey Allah’ım! Ümmeti Muhammedî (asm), şeytan şerrinden ve düşman şerrinden ve nefs-i emmârenin şerrinden muhafaza eyle! Evlerimize iyilikler, bize helâl ve hayırlı rızıklar ihsan eyle!

Ey Allah’ım! Ehl-i İslâm’a selâmet ihsan eyle! İslâm düşmanlarını kahr-u perişan eyle! Kâfirlerle cihad etmekte olan Müslümanlara İlâhî yardımınla yardım eyle!

Ey Allah’ım! Müslümanları, memleketimizi ve bütün İslâm ülkelerini yoksulluktan ve pahalılıktan, korona ve diğer bulaşıcı hastalıklardan, her türlü musîbetlerden muhafaza eyle!

Ey Allah’ım! Evlerinde ve hastanelerde yatan hastalarımıza şifalar, dertli olanlarımıza devalar ihsan eyle! Borçlu olanlarımıza edalar nasip eyle! Ey Allah’ım! Şahs-ı manevimizi güçlendir. Şahs-ı manevimize karşı fitneleri fesatları sonuçsuz eyle!

Ey Allah’ım! Annelerimize, babalarımıza ve evlâtlarımıza ve akraba ve ahbaplarımıza ve bütün din kardeşlerimize hayırlı ömürler ve sıhhat ve âfiyetler ihsan eyle. Âmin!


Dipnotlar:


1. İhya-i Ulum’id-Din., 2. Mü’min Sûresi: 60.



15 Mart 2022 Salı

İNSANIN YÜKLENDİĞİ EMANET

 Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular.

Onu insan yüklendi.

Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.

{İnsana yüklenen emanet, işlenmesinde sevab, terkinde ikab olan ibadet ve davranışlarla, akıl ve düşünce kabiliyetidir.

Kulluk ve akıl emanetine riayet edilmezse, zulüm ve bilgisizliğe sapılmış olur.

Bu emaneti vermekle Allah, insanı teklifleriyle sorumlu tutmuş ve böylece onu imtihan etmiştir.} 

(Allah bu emaneti insana vermek sûretiyle), münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek, inanan erkeklerin ve inanan kadınların da tevbesini kabul buyuracaktır.

Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

{Şirk, iman ve amel hususunda Allah'a ortak koşmak demektir.

Bunu yapana da müşrik denir.} 


(33-Ahzab) (22. Cüz-2. Hizb)

Mealli Kur'an - 426


ALLAH'I BİZE TARİF EDEN ÜÇ BÜYÜK DELİL

    Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var.

Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem'a ile Nur Risalesinden Onüçüncü Ders'ten işittik.

Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü'l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.

Birisi de Kur'an-ı Azîmüşşan'dır.

Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü'l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

   Evet o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber...

O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri.. bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir davasını, mu'cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira o, "Lâ ilahe illallah" der, dava eder.

Mektubat - 197

KADERİN MAHKUMU OLMAK

    Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun?

   Elcevab: 

   Şu mes'elede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim.

Kadere müracaat ediyorum.

Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim.

Şu mananın hakikatı şudur ki: Başa gelen her işte iki sebeb var; biri zahirî, diğeri hakikî.

Ehl-i dünya zahirî bir sebeb oldu, beni buraya getirdi.

Kader-i İlahî ise, sebeb-i hakikîdir; beni bu inzivaya mahkûm etti.

Sebeb-i zahirî zulmetti; sebeb-i hakikî ise adalet etti.

Zahirîsi şöyle düşündü: "Şu adam, ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder, belki dünyamıza karışır" ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm etti.

Kader-i İlahî ise benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlasla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti.

Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi.

Madem ki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim.

Zahirî sebeb ise, zâten bahane nev'inden birşeyleri var.

Demek onlara müracaat manasızdır.

Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu.

   Başlarını yesin, dünyalarını tamamen bıraktığım ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büsbütün terkettiğim halde; düşündükleri bahaneler, evhamlar, elbette asılsız olduğundan, onlara müracaatla o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum.

Eğer uçları ecnebi elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiham olsaydı; değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak tereşşuh edecekti, kendini gösterecekti.

Halbuki sekiz senedir bir tek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım.

Dört senedir burada taht-ı nezarette bulunuyorum; hiçbir tereşşuh görünmedi.

Demek Kur'an-ı Hakîm'in hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.

   Adem-i müracaatımın ikinci sebebi şudur ki: Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, hakka bir nevi haksızlıktır.

Bu nevi haksızlığı irtikâb etmek istemem.

Mektubat - 47

SİYASET TOPUZU VE HAKİKAT NURLARI

 O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır.

O nurlar ise, hakaik-i Kur'aniyedir.

Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adavet edilmez.

Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz.

İşte ben de nur-u Kur'anı elde tutmak için "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım.

Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var.

Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envâr-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir.

Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola...

   Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim.

Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

Mektubat - 48

KUR'AN HİZMETİ BİZİ SİYASETTEN MEN EDİYOR

 Belki hizmet-i Kur'an, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men'ediyor.

Şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur.

Şu zamanda, Kur'anın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi.

Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor.

Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider.

Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş.

Bir kısm-ı ekseri o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor.

Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor.. düşerek kalkarak gider, tâ boğulur.

Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufunetli, pis olduğunu hisseder.. fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar.

   İşte bunlara karşı iki çare var:

   Birisi: 

   Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

   İkincisi: 

   Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir.    Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor.

Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor.

Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor.

Mütehayyir adam "Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyor?" diye telaş eder.

Hem de bazan ârızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.

   İşte o bataklık ise, gafletkârane ve dalalet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir.

O sarhoşlar, dalaletle telezzüz eden mütemerridlerdir.

O mütehayyir olanlar, dalaletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar.. mütehayyir insanlardır.

13 Mart 2022 Pazar

GÜNAH PSİKOLOJİSİ

 

İnsan, varlıklar içinde en güzel şekilde yaratılmıştır. İmanı karşılığında en yüksek makamlara çıkabilirken, küfürle en aşağı çukurlara da düşebilir.

İmanın insan hayatına kattığı değerler ve küfrün o insandan alıp götürdüğü şeyler şu sözde ne güzel özetlenmiştir: “İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi imân ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.” (Sözler, s. 286)

Dünyamız bir imtihan salonu olduğuna göre buraya imtihan için gönderilmişiz. 

Duyduğumuz, gördüğümüz, yaptığımız veya yap(a)madığımız her şeyden sorumluyuz. Hâlbuki insan ne kadar âciz ve zayıftır.

Allah bizi gücümüzün yettiği şeylerden sorumlu tutmaktadır. İşlediğimiz hayırlar sevab hanemize, günahlar da şer hanemize yazılacaktır. Özellikle yatsı namazlarından sonra okuduğumuz veya dinlediğimiz âyeti hatırlayalım: “Allah kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz. Herkesin kazandığı hayır kendi lehine, işlediği günah da kendi aleyhinedir.”

Âyetin devamında günahlarımıza, hatalarımıza karşı takınacağımız tavırlar da şöyle sıralanmaktadır: “Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme. Ey Rabbimiz! Bizden evvelkilere yüklediğin gibi bize de ağır vazifeler ve musîbetler verme. Ey Rabbimiz! Bize güç yetiremeyeceğimiz şeyi de yükleme. Günahlarımızı affet. Bizi bağışla. Bize merhamet et. Bizim dostumuz ve yardımcımız Sensin. Kâfirler güruhuna karşı Sen bize yardım et.” (Bakara Sûresi, 286)

Bu âyetle bize aynı zamanda nasıl duâ edeceğimiz de öğretilmektedir. Dünyada ne kadar yaşayacağımızı bilmiyoruz. Kimler geldi, kimler göçtü bu dünyadan? Bir gün gelecek biz de bu dünyadan göçüp gidenlerin kervanına katılacağız. Acaba o uzun yolda bizim arkadaşımız günahlarımız mı, yoksa sevaplarımız mı olacak?

Bediüzzaman içinde yaşadığımız dünyamızı şu sözleriyle ne güzel özetliyor: “Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem ‘La yükellifullahu nefsen illa vüs’aha’ (Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez.) sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (Mektubat, s. 73)

Sınırlı ve kısacık dünya hayatımız hiç beklemediğimiz bir anda sona eriveriyor. Esas olan ahiret hayatıdır. Ebedî yaşayacağımız yer orasıdır. Ama ahiret hayatı da burada kazanılacaktır. Bir Hadis-i Şerif’te beyan edildiği gibi, “Dünya ahiretin tarlasıdır.” 

Dünyada işlenen sevapların ve günahların karşılığı mutlaka görülecektir: Ya Cennet, ya da Cehennem olarak. 

Elbette zararsız yol, zararlı yola tercih edilecektir. Misafir olan bir kimse yanında getirmediği şeyleri ayrılırken götüremeyecektir. Misafir, hane sahibine tabidir, ne isterse onu yapacaktır.

Tertemiz geldiğimiz dünyada işlediğimiz günahlar yüzünden ahiret hayatımızın kararması ihtimali pek yüksektir. 

İşlediğimiz her bir günahın bizi nereye sürüklediğinin farkında mıyız?

İşlenen günahların psikolojimizi nasıl bozduğunu düşünebiliyor muyuz?

12 Mart 2022 Cumartesi

PEYGAMBERİMİZİN DÜNYAYA BAKIŞI


 Allah elçisi, ezelî ve ebedî hakikatların tebliğcisi olan Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)in "mal" ve "madde" karşısındaki uyarılarına iyi kulak vermek, onları iyi anlamak gerektir:

"Allah'a kasem olsun sizin için fakirlikten (darlıktan) korkmuyorum. Sizin için öncekilere genişleyip (bollaştığı) gibi size de dünyanın genişleyip bollaşmasından, onlar gibi sizin de dünyalık yarışına düşmenizden, dünyalığın onları helâk ettiği gibi, sizi de helâk etmesinden korkuyorum."

"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in "mal" karşısındaki tutumunu kavramada şu hadisi görmemiz yeterlidir:

"İnsanlar dünyalık karşısında dört kısımdır: Bir kul vardır, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o bu mal hususunda Allah'tan korkar da onu sıla-ı rahimde harcar, malda mevcut olan Allah'ın hakkını bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce mertebeyi elde eder.

Bir diğer kul vardır, Allah ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet sâhibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayır yollarında harcayacaktım. Allah onu niyyetiyle kabûl eder ve ecir yönüyle önceki ile eşit olur.

Bir üçüncü kul vardır, mal sahibidir, ancak Allah ilim vermemiştir, malını şehvet yolunda câhilâne harcar. Ne Rabbinden korkar ne de onunla sıla-i rahimde bulunur. Malda mevcut Allah'ın hakkını da bilmez. Bu en fena bir mertebedir.

Dördüncü bir kimse daha vardır. Allah ona ne mal ne de ilim nasib etmiştir. Ancak, sefihlere gıbta ile: "Eğer param olsaydı der, falanca gibi harcar onun gibi yaşardım." Bu da niyyeti ile o sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar."

MAL DA, MÜLK DE, ALLAH'INDIR.
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir keresinde,

"Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?" diye sordu. Cemaat:

"Ey Allah'ın Resûlü, içimizde, herkes kendi malını vârisinin malından daha çok sever" dediler. Bunun üzerine:

"Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da vârislerinin malıdır."

Abdullah İbnu'ş-Şihhîr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Elhâkümü'ttekâsür sûresini okurken yanına geldim. Bana:

"İnsanoğlu malım malım der. Halbuki âdem-oğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır.)"

Şunu unutmayalım,Yunus'un dediği gibi;
 
"Mal sahibi mülk sahibi, 
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da, sen oyalan".

O halde, Malın da mülkün de, gerçek sahibi Allah'tır.

11 Mart 2022 Cuma

UHUVVET

    Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren tarafgirlik ve inad ve hased; hakikatça ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece çirkin ve merduddur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.

Şu hakikatın gayet çok vücuhundan altı vechini beyan ederiz:     

BİRİNCİ VECİH: 

   Hakikat nazarında zulümdür.

   Ey mü'mine kin ve adavet besleyen insafsız adam!

Nasılki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var.

O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin.

Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın.

Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

   Aynen öyle de: Sen, bir hane-i Rabbaniye ve bir sefine-i İlahiye olan bir mü'minin vücudunda iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfât-ı masume varken; sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adavet bağlamakla, o hane-i maneviye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrib ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî' ve gaddar bir zulümdür.

Mektubat - 262

İNSANOĞLU NEDEN KÜSÜYOR?

   Halk arasında bir deyim var, “insan, çiğ süt içmiş” diye. Yani insanın her hali bir olmaz. Değişken haller gösterebilir.

Allah (cc), insanlara Cüz-î irade, yani davranışlarında serbestiyet ve tercih hakkı vermiştir.  Bu serbestlik ile Cenab-ı Hak insanları iyiliği veya kötülüğü istemek cihetinde imtihan eder ve mesuliyeti insana yükler.

İnsan böyle bir iradeye sahip olduğu için bazen iradesini iyiye bazen de kötüye kullanıyor, öncelikle kişi kendi nefsiyle mücadele etmesi gerekirken ne yazık ki, hep başkasının kusurlarıyla meşgul olup kendi kusurlarını görmüyor.

Bundan dolayı insanlar her zaman iyi halde kalmıyor, bazen sütsüzlük damarı tutar, soysuzca hareketlerde bulunur. İyilik gördüğü kimseye iyilik yapma yerine; kötülük yapar veya iletişimi küsmekle koparır. Makam, haset ve miras gibi beklenti içine girenlerden küsme eylemi daha fazla görünüyor.

Bazen de miras paylaşımlarında gabâvet (anlayışsızlık) bir tavırla ailenin arasını bozan kardeşler oluyor. Hatta aynı meslek ve meşrepte olan cemaatler içerisinde de küsmeler oluyor. Kim, kime ne için küs olduğu da bilinmiyor, eğer ne için küstüğünü açıklasa belki biri çıkar iki kişinin arasını görerek barışmalarını sağlar.

Bazen kişi sevdiğine de küsebilir. Hani bir deyim var, “çocuk gibi çabuk küsüyor” diye. Keşke çocuk gibi çabuk küsüp, çocuk gibi çabuk barışmayı da bilebilseydik. Yanlışlarımızı test edebilseydik, o zaman haksız olduğumuzu anlardık. Hatta erdemlik gösterip özür dilemeyi de bilecektik, o zaman kimse kimseye küs kalmazdı…

İnsan, bazen ümitsizlik ve karamsarlık haline düşer, Rabbine bile küser. Darb-ı mesel, köy komşumuz dindar bir teyzenin üzerine kuma gelir, haliyle bayanlar kuma sevmezler. Teyze, Rabbine küser namazını terk eder. Çocuk misali çabuk küsmüş, fakat çabuk nedamet etmiş, nazdâr teyzemiz.

Bazen küçük veya büyük bir şey, bir anlık insanı gaflete düşürebiliyor. İnsanın idrakini, düşüncesini, hayalini ve sabırlarını alt üst edebilir. İnsan bir çınar iken birden yıkılıverir. İnsan küsebilir, fakat küçük küsmeleri büyütmemek lâzımdır. Gerçi en güzeli küsmemektir. Küsmüşse, hadisin emri üç günü geçmemektir.

Acaba en son kime küstüğümüzü hatırlıyor muyuz? Hatırlıyorsak ve halen küs isek: ‘Sana zulmedeni affet. Sana küsene git, sana kötülük yapana iyilik yap, aleyhine de olsa hakkı söyle’’ 1 Hadis-i Şerifine uyarak barışmaya ne dersiniz?

Dipnot:

1- Kütub-ı sitte.

10 Mart 2022 Perşembe

MAL VE MÜLK SANA EMANETTİR

 "Ey insan!

Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir.

O emanetin mâliki, herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerim'dir.

O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor.

Tâ senin için muhafaza etsin, zayi' olmasın.

İleride mühim bir fiat sana verecek.

Sen muvazzaf ve memur bir askersin.

Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et.

Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızk olarak gönderiyor ve senin tâkatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder.

Senin şu hayatının gayesi, neticesi; o Mâlik'in esmasına ve şuunatına bir mazhariyettir.

Sana bir musibet geldiği vakit, de: اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

Yani: Ben mâlikimin hizmetindeyim.

Ey musibet!

Eğer onun izin ve rızasıyla geldin ise, merhaba, safa geldin!

Çünki elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız.

Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzad edecektir.

Haydi ey musibet!

O terhis ve o âzad etmek, senin elinle olsun, razıyım.

Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa; benim tâkatim yettikçe, emin olmayana Mâlikimin emanetini teslim etmem!" der.

Lemalar - 119

9 Mart 2022 Çarşamba

İSTİKBAL YALNIZ İSLAMİYET'İN OLACAK

    İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet'in olacak.

Ve hâkim, hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olacak.

Bu davama çok bürhanlardan ders almışım.

Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim.

O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:

   İslâmiyet hakaikı hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.

   Birinci cihet olan manen terakki ise: Biliniz!

Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikata en doğru şahiddir.

İşte tarih bize gösteriyor.

Hattâ Rus'u mağlub eden Japon başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

   Hakikat-i İslâmiyenin kuvveti nisbetinde ve Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor.

Ve ehl-i İslâm'ın hakikat-i İslâmiye'de za'fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.

Sair dinler ise bilakistir.

   ............

   Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz'ın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler.

   ...........

Tarihçe-i Hayat - 90

7 Mart 2022 Pazartesi

24 HAZİRAN 2018 VE 2023 SEÇİMLERİ

 SALTANATÇILARIN ZAFERİ

Kötü giden ekonomiye rağmen…

Millet kamplara bölünmüş, hain, millî ayırımına rağmen…

Yüzbinlerce mağdur, işinden aşından edilmiş, hapishaneler masumlarla dolu iken…

Hiç bir konuşmasında eski kalabalıklar ve kekten başka bir vâdi yok iken…

Muhalefet gümbür gümbür meydanları doldurmuş, demokrasi beklentisi çok yüksek iken…

Anketlerde yüzde 5’leri zor bulan MHP’nin, hiçbir miting yapmadan lâzım olan yüzde 11’i alması ortada iken…

Bu kutlamalar ve bu zafer sarhoşluğu sizce de garip değil mi?

Demek ki, önceki yazımızda, bu yaşananlar Hz. Ali’nin adalet-i mahzası mı, yoksa Yezid’in zulmüne mi benziyor sorusu adalet olarak kabul görmüş ki, bu kutlamalar bu zafer sarhoşluğu bunu gösteriyor.

Anlaşılan o ki, yaşananlar bir kısmımızın umurunda değil. İslâmiyetin hakim olması mı, yoksa Müslümanların iktidarı mı sorusu cevap buluyor ki, güç ve iktidar İslâmiyet zannedilmiş.

Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ne uğruna şehid oldular?

Saltanatı onlara bırakırken, şeriatın şehadetine gitmediler mi?

Vah, Ehl-i Beytim vah! Ödediğin bedeller bunun için miydi?

Din için siyaset, din için saltanat, işte netice ortada. Kutlayın efendim…

Asrın doktoru bu hastalığa, tâ asrın başında ne teşhisi koymuş bakalım.

“Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bağy ismi takılmış; esarete hürriyet namı verilmiş!.. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.”1

Netice-i kelâm bu seçim bize gösterdi ki; “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.”2          İnanıyorum ki,2023 seçimleri de, AKP saltanatının ve İstibdadın sonu olacaktır.Millet ittifakı ile yeniden  demokrasimiz güçlenecek. Hak, hukuk adalet ve hürriyet esas alınarak, söz milletin olacaktır.


Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şamiye.

2- Tarihçe-i Hayat

6 Mart 2022 Pazar

DİYANET DİN İSTİSMARINA DUYARSIZ KALAMAZ

 Siyasiler dini ve kutsal değerlerimizi siyasi emellerine alet ediyorlar !

Mesela, görüntüleriyle medyaya yansıyan iktidar partisi adaylarının camide seçim propagandası yapma skandallarına; bir bakanın “Bakara - makara” demesine, “her Cuma bir âyet sallıyorum” sakil saygısızlığına, Diyanet İşleri Başkanı cevap vermeliydi.

Ya da bir iktidar milletvekilinin “Erdoğan’a dokunmak bile ibadettir” gibi garip yakıştırmasına, “Tayyip Erdoğan için her gün iki rekât şükür namazı kılmamız gerekir” sözünü sarfetmesine, bir bakan yardımcısının bir düğünde evlilik cüzdanını geline verirken “Erdoğan’ın sünnetinin gereğidir” demesine, cami avlularında “Tayyibim” başlıklı ilâhiler broşürünün dağıtılmasına, bir tarihçinin “İslâmî kaideye göre Erdoğan’a oy vermek İslâmın gereğidir” garip “fetvası”na karşı çıkmalıydı.  

Yine bir vekilin “referandumda evet çıkacağına dair hadis-i şerif var” uydurmasına, “referandumda hayır oyu verecekler şeytandır’” bühtanına, “AKP’nin seçim kazanması göklerden inen bir karardır” pervasızlığına suskun kalmayıp ikaz etmeliydi... 

Eski bir bakanın “İnanıyorum ki vereceğiniz destek yarın ruz-i mahşerde (kıyamet gününde), yine sizin berat belgelerinizden (kurtuluş belgelerinizden) biri olacak” veya “AKP’ye oy vermeyeni Allah çarpar!” istismarının dinen yanlışlığını ortaya koymalıydı. 

Dini hassasiyette çifte standart olmamalı…

Diyanet mensuplarına duyurulur.

DECCAL VE SÜFYAN

 Hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren. (Deccal'ın Cennet dediği Cehennem gibi, Cehennem dediği de Cennet gibi olacağı rivâyet edilir. Sahih hadislerin ihbarı ve din büyüklerinin izah ve kabulleri ile, âhirzamanda gelecek ve Risâlet-i Ahmediyeyi inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fesâda verecek çok şerli ve küfr-ü mutlak yolunda olan dehşetli bir şahıstır. Bir hadis rivâyetinde üç deccal, diğerinde yirmiyedi deccal geleceği Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm tarafından bildirilmiştir. Âlem-i İslâmda muhtelif zamanlarda çıkmış olan dehşetli din düşmanlarının ve anarşiye hizmet edenlerin umumu da rivâvetleri tasdik etmektedir. Bu din yıkıcılığının âhirzamanda daha dehşetli olacağı bildirilmektedir. Şu son asırda görülen ve dünyayı tehdit eden ve Cenab-ı Hakk'ı inkâra kadar cür'et edip medeniyet-i beşeriyeyi tahribe çalışan dehşetli cereyanlar bu gaybi ihbârın doğruluğunu tasdik etmektedir.) (Bak: Mehdi, Mesih, Mesih-üd-Deccal, Süfyan)(Deccal'ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, fir'avunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan: surî, cebbârâne olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevisi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesimdir. Rivayetlerde Deccal'a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya'nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit'te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal'asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş. M.)

Âhir zamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına vesile olacağı sahih hadislerle bildirilen dehşetli dinsiz ve münâfık bir şahıs. (Bak: Deccal)(Rivâyetler, deccalın dehşetli fitnesi, İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiâze etmiş.  Bunun bir te'vil şudur ki: İslâmların deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (R.A.) dediği gibi, demişler ki: Onların deccalı Süfyan'dır, İslâmlar içinde çıkacak aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin büyük deccalı ayrıdır. Yoksa, büyük deccalın cebr ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz. Belki günahkâr da olmaz

GIYBET

 Hâtime 

  (Gıybet hakkındadır) 

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

   Yirmibeşinci Söz'ün Birinci Şu'lesinin Birinci Şuâının Beşinci Noktasının makam-ı zemm ve zecrin misallerinden olan bir tek âyetin, mu'cizane altı tarzda gıybetten tenfir etmesi; Kur'an'ın nazarında gıybet ne kadar şenî' bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış.

Evet Kur'anın beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.

   İşte

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتًا

âyetinde altı derece zemmi, zemmeder.

Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder.

Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor.

Şöyle ki:

   Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır.

O sormak manası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer.

Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.

   İşte birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şey'i anlamıyor?

   İkincisi, يُحِبُّ lafzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?    Üçüncüsü, اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

   Dördüncüsü, اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?

   Beşincisi, اَخ۪يهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz?

Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi a'zânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

   Altıncısı, مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede?

Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

   Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle: Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur.

İşte bak nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i'cazkârane altı derece o cürümden zecreder.

   Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır.

İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez.

Nasıl meşhur bir zât demiş:

اُكَبِّرُ نَفْس۪ى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ ٭ فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لَا لَهُ جَهْدٌ

   Yani: "Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum.

Çünki gıybet; zaîf ve zelil ve aşağıların silâhıdır."

   Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı.

Eğer doğru dese, zâten gıybettir.

Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır.

İki katlı çirkin bir günahtır.    Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:

   Birisi: 

   Şekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.

   Birisi de: 

   Bir adam onunla teşrik-i mesaî etmek ister.

Senin ile meşveret eder.

Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: "Onun ile teşrik-i mesaî etme.

Çünki zarar göreceksin."

   Birisi de: 

   Maksadı, tahkir ve teşhir değil; belki maksadı, tarif ve tanıttırmak için dese: "O topal ve serseri adam filan yere gitti."

   Birisi de: 

   O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir.

Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.

   İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.

Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a'mal-i sâlihayı yer bitirir.

   Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَ لِمَنِ اغْتَبْنَاهُ

demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helâl et" demeli.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

  Said Nursî 

Mektubat - 275

MÜSLÜMANLARIN HATA VE KUSURLARI

 Müslümanların hata ve kusurları !

Peki, dünya Müslümanlarına nasıl tesir etti? Biz ne yaptık da, hangi fiilimiz yüzünden, Kâbe’de tavaf, camilerde namaz, dershanelerimizde tefekkürî ibadet ve zikirlerimizi yapamadık?

En geniş dairede, dünya Müslümanları olarak; Kur’an ve Sünnete münasip işlerimiz azaldı, mugayir işler yapmaya başladık. Allah’ın emirleri, Peygamber’in (asm) sünnet-i seniyyesinden ziyade, âdeta nefsimizin, egomuzun ve enemizin emrettiği, kafamıza göre bir din anlayışı ile hareket etmeye başladık. Kur’ân’ın dört büyük maksadından; Tevhid, Nübüvvet, Haşir,Adalet ve ibadetten, hangisini bîhakkın îfa ettik, yerine getirdik? Yoksa bunları, kafamıza göre mi yorumladık? Bunlardan en sonuncusu olan adalet-ki, hani Rabbimizin “Yanıma kul hakkıyla gelmeyin” dediği- hususunda bir çok kul hakkının zedelenmesine sebeb olan fiillere tevessül ettik. Âhirzaman âlametlerinden olan, Müslüman Müslümanı haksız yere öldürdü.

Bu ve buna benzer sebebler yüzünden Rabbimiz, Kâbe’de kardeş kardeşe tavaf yapamamamız suretiyle bizlere ceza verdi.

Herkesin kendi memleketindeki Müslümanlar ise, maalesef fer’î, teferruat mes’eleleri, aslî ve esas olan iman kardeşliğinin önüne geçirip, birbirine destek olup ilâ-yı Kelimetullah davasında bayrağı bir an evvel burçlara dikmek yerine, Müslüman kardeşiyle uğraşmış, ona düşman olmuş. Adaleti zîr ü zeber edip, insanlara haksızlık yapmış, zulüm yapmış, kanına girmiş, canına kıymış. Siyasetin sokulmaması îcab eden yerlerin en başında olan camiye siyaseti sokmuş; Müslümanlar arasında fitne, nifak çıkarmış; Allah’ın marziyatının, arzu ve isteklerinin, hakiki İslâmiyetin anlatılması gereken kürsü ve minberlerde, bazen mihrapta da siyaset yapılmış. Ondan sonra da Allah, sana camileri öyle bir yasaklar ki giremezsin! (Akılları başlarına gelmemiş, hâlâ da aynı şeyi, camiiler açıldıktan sonra da yapıyorlar.)

En dar daire olan ders, sohbet ve zikir mahallerinde ise; dünkü can-ciğer kardeşlerin, neredeyse birbirini yiyip hasım olması, ihlâs-uhuvvet düsturlarını hiçe sayıcı hareket etmesi, haricî düşmanın yapamayacağı kötülükleri yapması, yapmaya çalışması, gıybet, iftira, adavet, kin göstermesi gibi sebeplerin girmesiyle, kader bizleri oralardan uzaklaştırdı diye düşünüyorum.

Rabbimiz, inşaallah, hata ve kusurlarımızdan dönmeyi nasip edip, ettiğimiz kusurları da affedip, bizlere tekrar, gerçek mânâda, o mübarek yerlerde ibadet, zikir ve fikir etmeyi nasib etsin. Âmin.

NEFSİ GEMLEMEK ZAMANI


 İnsanın şeytandan başka nefis diye bir düşmanı var ki, belki şeytandan daha fazla tahribat yapıyor, insanı isyana ve günaha sevk ediyor. 

Nefsi gemlemek, sadece ağzımıza gem vurup yemek ve içmekten uzak durmak değildir. Eskiden hasat zamanı harman yerinde döven sürülürken, atlar başakları yemesin diye ağızlarına tel kafesler geçirilirdi. Böylece ekinleri yemeleri önlenmiş olurdu. 

Nefsi gemlemek, nefsin isteklerine hayır diyebilmek, nefsin süflî arzularına karşı sabır ve metanetle karşı koyabilmektir. Nefsin çok hoşuna giden yalandan, gıybetten, hasedden, şöhret ve şehvetten uzak durabilmektir. Dünyada “benim” diyebileceğimiz hiçbir şey olmadığını, sahip olduğumuz ne varsa onların ya emanetçisi, ya bekçisi olduğumuzu nefse kabul ettirebilmektir. Asıl mal sahibi izin vermeden, soframızdaki ekmeğe, bardağımızdaki suya elimizi uzatamadığımız gibi, bize haram kılınan ne varsa onlara da el uzatmaya, göz atmaya, kulak vermeye hakkımız olmadığını idrak etmekle nefsimizi gemleyebiliriz.

Nefsi gemlemenin bir yolu da, dünyada sahip olduğumuz her şeyin geçici olduğunu, bir müddet sonunda elimizden çıkacağını düşünerek, hiçbir dünya malına kalben bağlanmamak gerektiğini kabul etmektir. “Zevâl-i lezzet elemdir” hakikatini her an hatırda tutmaktır. Sevgili Peygamberimizin (asm) “Lezzetleri acılaştıran ölümü sıkça hatırlayınız” tâlimâtı da, nefsi gemlemek için etkili bir ihtardır. Nefis, tûl-i emelin peşinden koşar. Ama ölümü hatırlayan, ahireti düşünen bir insan; malın, mülkün, zevk ve lezzetin burada kalacağını idrak eder, tûl-i emelden çabuk vazgeçer. Zira ecel, emellerin önünü keser. Böylece nefis de dizginlenmiş olur.

Üstâd Hazretleri, Yedinci Söz’de ölüm hakikatini açık bir şekilde gözler önüne sermiş, ölümü hatırlamak istemeyen nefislere de “Haydi gücün yetiyorsa kabir kapısını kapat” diyerek meydan okumuştur. Ölümü bu kadar yakından hisseden nefislerin azgınlık yapması ve dalâlete sapması o kadar kolay olmayacaktır.

Biz de Yedinci Söz’ü nefsimize bir defa daha hatırlatarak serseri nefsimizi gemlemek istedik.

ÖLÜMÜ ÖLDÜR DE GEL

Beni zevk-ü sefaya çağıran hain dessas,

Fenâyı ve zevâli dünyadan kaldır da gel.

Ruhum beka arıyor, onu bulmalı esas,

Ruhumu teselli et, yüzümü güldür de gel.

Şu hayat yolculuğu müşkilatlı bir sefer,

Dünya bir harp meydanı, ben yaralı bir nefer,

Ey dessas şeytan haydi marifetini göster,

Şu yolculuğu men et, seferi kaldır da gel.

Düşen bir yaprak görsem, ıztırap çekiyorum,

Her gidenin ardından gözyaşı döküyorum,

Çaresizlik içinde sıramı bekliyorum,

Yolcular listesinden ismimi sildir de gel.

Sağımda ve solumda müthiş derin yaralar,

Önümde darağacı, arkamda bir aslan var,

Gel gücün yetiyorsa beni bu halden kurtar,

Aslanı uzaklaştır, sehpayı kaldır da gel.

Gel eğlenelim dersin, bakmaz mısın hâlime?

Yarına çıkmak için bir senet ver elime,

Elinden geliyorsa çare bul şu ölüme,

Kabir kapısın kapat, ölümü öldür de gel.

KAİNATIN VARLIK SEBEBİ

 Levlake hadisi bir hadis-i kutsîdir. Manası şudur: “Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım”

Bu hadis-i kudsî Risâle-i Nur’da birçok yönleriyle izah ve tefsir edilmiştir.1 Bedîüzzaman Hazretleri bu hadis-i kudsîden hareketle, (çekirdek-ağaç-meyve-meyve içinde yine çekirdek) misalinde olduğu gibi, Peygamber Efendimiz’in (asm) maddî ve mânevî varlığının bu kâinât ağacının hem çekirdeği, hem meyvesi hükmünde olduğunu kaydetmiş2 ve kâinatın varlık sebebi olarak Hazret-i Muhammed’i (asm) göstermiştir.3

Bedîüzzaman Saîd Nursî gibi bir hadis hafızı tarafından sıhhati kabul gören ve âdetullaha uygun bir yaklaşımla işlenmiş, izah ve tefsir edilmiş bir hadis için, daha başka kaynak aramak aslında abesle iştigal olur. Bu hadis, hadis kaynaklarında da yer alıyor. Hadis, Keşfü’l-Hafâ’da kayıtlıdır.4

İLK NUR, İLK ÇEKİRDEK

Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir ki, Allah her şeyden evvel, Kendi Nurundan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Nûrunu yaratmıştır. Bu nur yaratıldığında ne Levh u kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne Melekler, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne insan vardı.5

Her şeyi bir çekirdekten yaratması Allah’ın kâinatta cari kıldığı kanunlarındandır. Allah, ağaçları, bitkileri, hayvanları, balıkları, kuşları, insanları hep birer çekirdekten, tohumdan, yumurtadan yaratıyor. Kâinâtı bir büyük ağaç kabul ettiğimizde; bu büyük kâinât ağacının da bir çekirdeğinin, bir hamurunun, bir tohumunun olması ve bu tohum ve çekirdek üzerine koca kâinât ağacının binâ edilmesi, başka bir ifâdeyle bu koca kâinât ağacının her zerresinde ve her hareketinde bu çekirdekten bir Nurânî boya bulunması Allah’ın hikmetinin ve âdetinin bir gereğidir. Ve bu mana Kur’ân’a uygundur.

Nitekim tabiatta görüyoruz ki, çekirdekte ne plân varsa, ağaçta ortaya çıkan dal budak odur. Tohumda ne program varsa, bitkide bize gülümseyen meyve odur. Yumurtada ne tasarım varsa, tâvûs kuşunda meydana gelen rengârenk vücut o tasarımın gerçekleşmesinden başka bir şey değildir.

O halde bu koca kâinatın da, Allah’ın âdetine ve hikmetine uygun program yüklü bir çekirdeğinin, tasarım yüklü bir tohumunun, plân yüklü bir yumurtasının, proje yüklü bir DNA’sının varlığını akıldan uzak görmemek lazım. 

KAİNATIN ÇEKİRDEĞİ VE MEYVESİ

 Bu hadis-i kutsîde belirtilen hakikat, âlemlerin bir Nur çekirdekten yaratılmış olduğu hakikati olsa gerektir. Bu Nur çekirdeğin âlemler için, kâinât için ehemmiyet derecesi böyle bildirilmiştir. Yani, önce kutlu ve Nurlu bir çekirdeğin yaratıldığı, ardından bu çekirdeğin üzerine âlemin bina edildiği ifade edilmiştir.

O halde kâinâtın hamurunda bulunan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Nûru, bu kâinâtın çekirdeği hükmündedir. Nitekim Üstad Bedîüzzaman’a göre, bu büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla baktığımızda, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Nûru o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebi olur. Bu mürekkep bütün kâinâtı kendi rengiyle boyamıştır. Eğer kâinâtı bir büyük ağaç farzedersek, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Nûru bu büyük ağacın hem çekirdeği, hem meyvesi olur!6

KÂİNAT NE ZAMAN VEFAT EDER?

Nihâyet Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm İslâmiyet meyvesini, Kur’ân şuurunu ve Sünnet-i Seniyye aklını kâinâtın başına geçirmiştir. Böylece kâinât ağacı en kâmil meyvesini vermiştir.

Demek İslâmiyet ile kâinât, ruh ile beden gibidir. Kur’ân ile kâinât şuur ile vücut gibidir. Sünnet-i Seniyye ile kâinât, akıl ile insan gibidir. Nitekim Üstad Bedîüzzaman’a göre, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın maddî ve mânevî hayatı, kâinâtın ruhundan süzülmüş bir öz hükmündedir.

Nihâyet bu ön bilgilerden sonra Üstad Bedîüzzaman Hazretleri der ki: “Eğer kâinattan Risalet-i Muhammediyenin (asm) Nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.”7

Dipnotlar:

1- Meselâ bakınız: Sözler, s. 72; Sözler, s. 215; Mesnevî-i Nûriye, s. 38; Şuâlar, s. 537.

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 99.

3- Sözler, s. 113; Lem’alar, s. 329.

4- Keşfü’l-Hafâ, 2/164, H. No: 2123.

5- Kastalânî, Mevâhibü’l-Ledünniye, 1/7.

6- Mesnevî-i Nûriye, s. 99, 100.

7- Lem’alar, s. 329

KOĞUCULUK

 

Bir kimseye, o kimse hakkında bir başkasının söylemiş bulunduğu bir sözü ya da o kimseye yönelik yapmış bulunduğu bir işi-gördüğünü veya duyduğunu öne sürerek- ulaştırma, aktarma, götürme işi... Söz taşıyıcılık...

Gıybette, bir kimse hakkında konuşma vardır. Konuşulanın konuşanları ilgilendirip ilgilendirmemesi, veya doğru olup olmaması da gıybet fiilini değiştirmez. Eğer konuşulanlar yalansa, hem gıybet hem iftirâ edilmiş olur. Konuşulanlar doğru ise, gıybet yapılmış olur. Koğuculukta ise, anlatılan şeyler kendisi ile konuşulan kimseyi ilgilendiren bir konuda olmaktadır: "Senin hakkında şunu dedi veya senin aleyhinde şunu yaptı" gibi... Kendisine söz götürülen kimsenin sıradan biri olması ile herhangi bir konuda yetkisi bulunan bir görevli olması arasında fark yoktur. Bu bakımdan jurnalciler ve ihbârcılar da "koğucu" konumundadır. Ancak, Allah için yapılan şahitliktir ki, bunun dışındadır.

Arapça'da, daha doğrusu hâdislerde, türkçedeki koğuculuk kelimesini ifade edici iki ayrı kelime kullanıldığını görürüz: Nemime ve katt.. Bu işi yapanları tanımlamak için de nemmam ve kattat kelimeleri kullanılır. Süfyan'ın kattat ile nemmamı eş anlamlı görmesine (Tirmizi, Birr ve'ssıla, 78) karşılık, Hâfız el-Münzirî bu iki kelimenin daha farklı anlamlara geldiğini belirtmiştir. O'na göre, nemmam, bizzat gördüğü ya da sözün sahibinden duyduğu şeyleri ilgilisine taşıyandır. Kattat ise, başkalarından duyduğu şeyleri götüren kimse olmaktadır (Tergib ve Terhib, Çev.A.M.Büyükçınar, V, 386).

İslâm dininde koğuculuk hoş görülmemiş ve bu durum hem âyetlerde, hem de hâdislerde belirtilmiştir. Nitekim:

"Vay haline, diliyle çekiştirip alay edenlerin hepsinin" şeklinde anlamlandırılan "Veylün li külli hümezetin lümezetin" (Hümeze) âyetindeki 'hümeze' kelimesi yalın bir çekiştirmeden çok koğuculuk anlamına gelmektedir (İmam Gazalî İhya, Terc. A.Arslan, VI, s.545) olmak üzere birçok âlimlerce ifade edilmiştir. Bu iki kelime, "hemmazin" ve "meşşain binemimin" şeklinde biribirinin müterâdifi, tamamlayıcısı biçiminde kullanılmış ve "sözü yaymak için yürüten hemmaz"lara aldırış edilmemesi, itibar gösterilmemesi bildirilmiştir (el-Kalem, 68/11).

Bu konuda pek çok raviden gelip de, hemen hemen bütün sahih ve muteber hâdis kitaplarında yer alan hâdis-i şerifler de vardır. Sözgelimi, "Koğucular cennete girmeyecektir" hadisi, 'koğucu' karşılığı bazılarında 'nemmam', bazılarında 'kattat' kullanılmış olarak yer almış bulunmaktadır (Tirmizi, Birr ve Sıla, 78).

Kabir azabına uğratılan iki kişiden birinin 'bevl'den kaçınmayışı, diğerinin de 'koğuculuk' yapmış olması yüzünden bu azabı gördüklerine dair hâdis de birçok hâdis mecmualarında yer almaktadır (Sahihi Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih, 163 Sayılı Hadis).

Gazali, işleyicisi ya da söyleyicisinin başkalarınca bilinmesini istemediği bir şeyi, bu şey suç ve günah değil de iyi bir iş ya da söz olsa bile, o konu ile ilgilenebilecek bir başkasına taşımayı da koğuculuk kapsamında görmüştür. Ve koğuculuğa teşvik eden şey olarak da üç ayrı etki zikretmiştir: Ya sözü taşınmış olana kötülük yapılmak istenmekte, ya söz götürülen kimseye yaranmak amaçlanmakta, ya da konuşan boş şeyler konuşmak gibi bir alışkanlıktan kurtulamamaktadır.

Ancak, söz taşımanın, lâf götürüp getirmenin koğuculuk sayılamayacak, kınanamayacak bir türü daha vardır ki, o da, Peygamber Efendimiz Hazretlerinin "insanların arasını düzelten ve bunun için hayır maksadıyla söz ulaştıran veya hayır kastıyla kinayeli yalan söyleyen kimse, yalancı değildir" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, 1156 Sayılı Hadis) mealindeki hadislerinde belirtmiş olduğu türden olandır. Şeklen koğuculuğa benziyor olmasına karşılık, niyet ve maksat bakımından onunla taban tabana zıt bir davranış biçimi...


5 Mart 2022 Cumartesi

ULÜLEMR NEDİR?


Ululemr’e itaatin ölçüsü, sınırları nedir? Ululemrin yanlışı söylenmez mi?”

Hepiniz Çobansınız

Âmir konumundaki yöneticiler ululemirdirler ve sorumlulukları yönettiği insanlara göre çok daha fazladır. Ululemr olanın başı göğe değmiyor; fakat hesabı göğe değebilir. Hazret-i Ömer derdi ki: Dicle kenarında bir koyunu kurt kapsa Allah, Ömer’den sorar diye korkarım.

Peygamber Efendimiz (asm) ululemri “çoban” saymıştır ve sorumlu tutmuştur. Bir hadislerinde, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz emri altındakilerden sorumlusunuz. Devlet reisi çobandır ve emri altındakilerden sorumludur… Hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” 1 buyurmuşlardır.

Ululemr insandır, beşerdir. Ona insanüstü vasıf giydirmek onu tabulaştırmak, onu ilahlaştırmak, hatası söylenemez bir noktaya itmekle olur. Önce hatasını söylemezsiniz. Ardından hatasını görmemeye başlarsınız. Daha sonra her davranışında hikmet ararsınız. Her tuttuğu altın olur! Nihayet zihninizde efsaneleşir ve tabulaştırırsınız.

Oysa bu bir insandır. Tıpkı senin gibi… Yarı ilah değildir. Hatası da olur, yanlışı da…  Öyleyse ne siz haddinizi aşın, ne onu haddinin ötesine itin! Ona Haydar Ağa demeyin; Haydar deyin! Ululemre itaat bu değildir.

Kılıçlarınızla Beni Doğrultun

Ululemrin her yaptığı doğru olmayabilir. Eğer insanlar onun yanlışını söylemezlerse, bu ona iyilik değildir. Güç zehirlenmesine uğrar ve kendi yanlışını göremez. Öyleyse ululemri eleştirmek itaatsizlik değildir. Bilâkis hakperest olmanın gereğidir. Eleştirilen ululemr daha az yanlış yapar. Hazret-i Ömer (ra): “Ey insanlar! Ben Allah’a ve Peygambere itaat ettiğim müddetçe, bana itaat edin. Doğru yoldan saparsam, kılıçlarınızla beni doğrultun.” sözünü bir ululemr olarak söylemiştir.

“Kılıçlarınızla doğrultun” emrinden maksat, beni öldürün demek değil; Allah’ın emri karşısında dik durun, beni uyarın, bana karşı sessiz kalmayın, yanlışımı kabul etmeyin, yanlışımın altında bin hikmet aramayın demektir.

Bir İhtilâf Olursa

Kur’ân ululemre itaati emrettiği aynı âyette, eğer bir niza olursa, eğer ululemir ile bir ihtilâf yaşarsanız “işi Allah’a ve resulüne götürün” diye de emrediyor.

Âyetin meali şöyledir: “Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ulu’l-emre de. Eğer bir hususta niza’a düşerseniz, onu, Allah’a ve peygambere götürün -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız-.” 2

Bu âyetten, yukarıdaki hadisten ve Hazret-i Ömer’in (ra) ve sair Sahabe-i Kiramın uygulamalarından anladığımız, ululemre körü körüne itaat farz değildir. Doğru emirlerine itaat edilecek; ama yanlışları olduğunda görmezden gelinmeyecek, yanlışları söylenecektir.

Dolayısıyla ululemre muhalefet günah değildir. Bilâkis hakkı yükseltmektir. Hakkı teslimdir. Hakkı tutup kaldırmaktır. Mehmed Âkif’in: “Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.” sözünün tahakkukudur. Hakkı tercih etmektir.

Katılımcı Demokrasi Tam da Budur

Günümüzde çokça sözü edilen “katılımcı demokrasi” aslında tam da budur. Oy veren ve seçen vatandaş daima –adeta- tetikte bekleyecektir. Daima korumada olmayacaktır. Seçtiği kişi hele de iktidardaysa, hata yaparsa, yanlış ederse düzeltmeye çalışacaktır. Elini kolunu bağlayıp teslim olmayacaktır.

Çünkü sen bu gün hakkı teslim etmediğinde, yarın Cenab-ı Allah hem senin ululemrinden, hem de senden hakkı neden tutup kaldırmadın diye hesap soracaktır.

Bediüzzaman bu ölçüyü şöyle veriyor: “Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.” 3

Ululemrin hep batıl şeyler yaptığını söylüyor değiliz. Elbette doğruları da olacaktır. Zaten doğrularıyla hizmet etmek için milletten yetki almıştır.

Netice itibariyle, ululemrin doğrularını görmemek ne kadar insafsızlık ise, ululemri hatasız görmek ve her yaptığında hikmet aramak da bir o kadar insaftan uzaktır.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Cum’a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâret 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, İmâret 1, 13; Tirmizî, Cihâd 27.

2- Nisa Sûresi: 59.

3- Eski Said Dönemi Eserleri, s. 121.


BU ESASLARA DİKKAT ETMEK LAZIM

 Eski Said minnet almazdı.

Minnetin altına girmektense, ölümü tercih ederdi.

Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde, kaidesini bozmadı.

Eski Said'in senin bu bîçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun'î bir istiğna değil, belki dört-beş ciddî esbaba istinad eder.

   Birincisi: 

   Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar.

"İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar" deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar.

Bunları fiilen tekzib lâzımdır.

   İkincisi: 

   Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba' etmekle mükellefiz.

Kur'an-ı Hakîm'de, hakkı neşredenler:

اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ ٭ اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ

diyerek, insanlardan istiğna göstermişler.

Sure-i Yâsin'de

اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ

cümlesi, mes'elemiz hakkında çok manidardır.    Üçüncüsü: 

   Birinci Söz'de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır.

Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder.

Ya alan gafildir; Mün'im-i Hakikî'ye ait şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder.

   Dördüncüsü: 

   Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez.

İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem.

Rezzak-ı Zülcelal'e yüzbinler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş.

Onun keremine istinaden, bakiyye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.

   Beşincisi: 

   Bir-iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat'î kanaatım oldu ki; halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almağa me'zun değilim.

Bazıları bana dokunuyor.. belki dokunduruluyor, yedirilmiyor.

Bazan bana zararlı bir surete çevriliyor.

Demek gayrın malını almamağa manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabul edemiyorum.

Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor.

Hem tasannu' ve temelluktan beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor.

Gayrın en a'lâ baklavasını yemek, en murassa' libasını giymek ve onların hatırını saymağa mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.


   Altıncısı: Ve istiğna sebebinin en mühimmi; mezhebimizce en mu'teber olan İbn-i Hacer diyor ki: "Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır."

   İşte şu zamanın insanları hırs ve tama' yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar.

Benim gibi günahkâr bir bîçareyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar.

Eğer hâşâ ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salahatin ademine delildir.

Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir.

Hem âhirete müteveccih a'male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

  Said Nursî 

Mektubat - 13