30 Aralık 2020 Çarşamba

KANUNLAR NİÇİN ÇIKARILIR?

 Hukuk devleti kanunlarla yönetilir.Kanunların ihlal edildiği bir ülkede hukuk ve adaletten söz edilemez. Kanunların geçersiz sayıldığı,yani yönetenlerin kanunlar çerçevesinde yönetimlerini sürdürmediği o devlete hukuk devleti denilemez.Hatta o ülkeye devlet dahi denilemez. Çünkü otorite boşluğu ortaya çıkar.Başıboşluk ve kargaşa sonucu toplum idare edilemez hale gelir.Ya da keyfi idare hakim olur,bu da en hafif tabiri ile o toplumun kabile yada aşiret topluluğu olduğunu gösterir.

Modern hukuk devletinde kanun yapıcı meclis ve denetleyici yargı ve uygulamayı sağlayan hükümet ve Cumhurbaşkanıdır.Onlar da kanunlar çerçevesinde bu görevlerini yerine getirir.

Meclisler niçin vardır? Kanun yapmak için,yapılan kanunlara uyulmuyorsa meclise ne gerek var? Meclisi kapatalım daha iyi.Anayasa ihlal ediliyorsa Anayasayı kaldıralım daha iyi .Yargı görevini yapmıyorsa kapatalım yada  kaldıralım.

 Hukuk yoksa ve hukuksuzluk hukuk haline getirilmişse, bu ülke dikdatörlüktür ve dikdatörlükle yönetilir diyelim daha iyi. Bu ülkede keyfilikler geçerlidir diyelim olsun bitsin.

 Efendiler  aklınızı başınıza alınız.Bu millet sizi kanunları ihlal edin, ülkeyi keyfi yönetin diye seçmedi. Bozulan düzeni, yeni kanunlar çıkararak, hukuk içinde sağlayın diye seçti.Kanunları ihlal edin keyfinize göre ülkeyi yönetin yiyin için yatın kavga ve gürültü edin diye meclise göndermedi. Gün gelir devir değişir bu hukuksuzluklarınızın hesabı birbir sorulur.Yeter artık vazgeçin bu kanun tanımaz keyfiliklerinizden.Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.

 Muhalefet partileri görev yapamıyorsa niçin mecliste oturuyorlar? Toptan istifa edip ayrılsınlar meclisten.Ya herkes kanunlara uyar ya da tek parti iktidarı kanunsuz bir şekilde ülkeyi yönetmeye devam eder.Bu nasıl bir yönetim şekli,nasıl bir Cumhuriyet ve demokrasi  ise...artık onun cevabını da seçimlerde kendileri verir.Bu hukuksuzluğun hesabı bir gün gelir hukuk içerisinde sorulur  Suç işleyenler ve suça ortak olanlar işledikleri suçların cezasını çekerler.


Rafet Özcan

2 Kasım 2020 Pazartesi

DEMOKRASİ PLATFORMU

 DEMOKRATLAR VE İKTİDAR

Demokratları ihtilaller ve siyasi  dalavereler ile iktidardan uzaklaştıran derin mihraklar12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra,  Anavatan Partisini kurdurarak 1983 seçimleri ile iktidar yaptılar.Daha sonra 1991 de Doğru Yol Partisi SHP lie  koalisyon sonra Demirel'in Cumhurbaşkanı seçilmesi ile Tansu Çiller ile Önce SHP sonra Refah ile koalisyon yaptırarak iktidar olmasını sağladılar Sonra Refah yol koalisyon iktidarıni hazm edemeyerek 28 Şubat darbesiyle iktidardan uzaklaştırdılar.Yine  iç ve dış mihraklar bu milletin kendi iradesi ile Halk Partisini iktidara getirmeyeceğini bildikleri için Halk Partisinin yerine o görevi yerine getirecek olan millet partisini yani MHP li CHP yi destekleyerek iktidar yaptılar.Bu birliktelik 2001 krizi ile sona erdi. 2002 de yeni kurulan millet partisi konumundaki AKP 'yi allayıp pullayıp Demokrat diyerek iktidara getirdiler ve biz gidersek CHP  gelir ha diyerek milleti Halk partisi ile  korkutarak bu partiyi 22 sene iktidarda tuttular.Her seçim öncesi kendileri hiçbir zaman demokrat olmayan AK Partiyi bunlar giderse Halk partisi iktidara gelir ha diyerek milleti Halk Partisi ile korkuttular.Sözde demokrat, özde millet partisi ve şimdide  eski Halk Partisinin yerini alan, dikta tek parti tek adam zihniyetini yerli ve milli diyerek Cumhuriyet ittifakı ile iktidarda tutmaya çalışıyorlar.Ama bu oyun Demokratların uyanıp başta Cumhuriyet Halk Partisi İyi Parti ve Saadet partisi ile birlikte Millet İttifakını kurarak muhalefetin daha güçlü hale gelip iktidarı silkelemeye ve iktidar olmak için çabaladıklarını anladılar.Millet oyunu bozacak ve 24 Hazirandan sonra bozulan devlet nizamı ve Demokrasimiz yeniden canlanacak iki yıl devam eden OHAL kaldırılarak normal hale geçildi.Yeni bir hamle olarak bütün demokratlar muhalefette demokrasi platformunu oluşturarak demokrasimizin gelişmesi ve demokratların iktidar olarak devlet düzenini yeniden parlementer sisteme geçerek hukukun üstünlüğü ve adaletin tesisi ile gerçekleştirilmelidir.Allah millet ittifakı ile demokrasiye gönül veren demokrat platformunu oluşturacak tüm muhalefet millet cephesinin yardımcısı olsun.

Rafet Özcan


17 Ekim 2020 Cumartesi

KORKMA KORKUNCA SIRA SANA GELİR

 Üstad, “En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!”diyor. Bediüzzaman Hazretleri’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybi kitabındaki “Korkma, sözlerini söyle, neşrine çalış” diyen Abdulkadir Geylani Hazretleri, talebesi olan bizleri mutlaka korur. İnşallah. 

Son olarak 18 Ocak 2018 tarihli Yeni Asya’daki bir yazıda yer alan fıkrayı sizlerle tekrar paylaşmak istedim: 

“Bir horoz varmış. Her sabah ezan okuyormuş. Sahibi demiş ki; - Tekrar tekrar ezan okuma! Yoksa tüylerini yolarım. Bu tehdit karşısında horoz korkmuş ve kendi kendine demiş ki; ‘Zaruretler mahzurları mübah-helâl kılar. Canımı kurtarmak için ezan okumaktan vazgeçmeliyim. Nasıl olsa benden başka horozlar var. Her halükârda onlar ezan okur.’ Horoz ezan okumayı bırakmıştır artık..

“Bir hafta sonra sahibi tekrar gelir ve der ki ‘Eğer tavuklar gibi gıdaklamazsan senin tüylerini yolarım…’ Horoz bu tehdit üzerine horozluktan da vazgeçer ve tavuklar gibi gıdaklamaya başlar… Horoz tam bir ay gıdakladıktan sonra sahibi tekrar gelir ve bu kez şöyle der: ‘Şimdi de tavuklar gibi yumurtlamazsan eğer yarın seni keserim!’ Bunun üzerine horoz ağlamaya başlar ve der ki; ‘Keşke ezan okurken ölseydim!” 

Bizler de iş hayatımızda Risale-Nurları ve Yeni Asya yayınları okuduğumuzu açık ve içtenlikle söyleyelim. Allah’ın Hafiz ismine sığınalım. İnşallah.

2 Eylül 2020 Çarşamba

SEVGİNİN DİLİ

 SEVGİNİN DİLİ VE MUHABBET FEDAİSİ

OLMAK

Bir işte bir meslekte, ya da hayatın her hangi bir anında, başarılı olmak istiyorsak sevgiyi esas almamız lazımdır.Zira biliyoruz ki sevgi ve sevginin bir ifadesi olan güler yüz tatlı dil insanların gönül kapısını açar o gönüle girmenizi kolaylaştırır.

Kainat dediğimiz şu büyük alem ve içinde yaşayan bütün mahlukat sevgi neticesinde yaratılmış ve yaşamları sevgi ve muhabbet ile devam etmektedir.

Sevgi ile ham meyve olgunlaşır tatlı dil ile yeni doğan bir bebek etrafı tanır ve etrafa gülücükler saçmaya başlar.

Sevgi öyle tükenmez bir hazinedir ki hiç eksilmez, verdikçe dağıttıkça artar. Hatta kabına sığmaz etrafına taşar.

Atalarımız "güler yüz tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır" dememişmidir?

Öyle ise bizler işimizde hayatımızda yaşantımızda sevgi güler yüz ve tatlı dili esas maksat yapalım.

Bizler her birimiz muhabbet fedaisi olmalıyız.Evimizde işimizde sokakta ve her yerde sevgi tahumları ekmeliyiz.Bir gün ekilen sevgi tohumları güzel çiçeklere ve tatlı meyvelere dönüşecektir.Evimizin huzuru ,çevremizin huzuru hatta ülkemizin huzuru sevgi bağlarının güçlenmesi ile sağlanacaktır.

Öyle ise gelin geç kalmadan sevgi bağlarını güçlendirelim.

Unutmayalım ki Allah'ın merhametini kazanmak için birbirimizi ve tüm mahlukatı sevmek ve korumak durumundayız.

Allah'ın selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Rafet Özcan


18 Ağustos 2020 Salı

ZULMÜ ALKIŞLAMA

 Ey halkım !

Siyaset, toplumun ihtiyaçlarını gidermek, sorunlarını çözmek için yapılır. Yüzü millete dönüktür. İlhamını halktan alır.

Bugün böyle bir siyaset anlayışının fersah fersah uzağındayız.

Her şey iktidarda kalmak ve bir kişinin ihtiraslarını tatmin için.

Devlet de, millet de ikinci planda.

Ülke nasıl güçlenir, millet nasıl mutlu ve huzurlu olur sorusu siyasetin gündeminde yok.

Her gün biraz daha içe kapanıyor, biraz daha zamanın dışına yuvarlanıyoruz.

Bunun son örneği hilafet tartışmaları.

Bu tartışmayı başlatanlar da hilafetin bir yönetim şekli ve İslam'la alakası olmadığını biliyorlar.

Ama ellerinde kala kala din istismarı kaldı. Bu yolla iktidarlarını bir süre daha sürdürmek istiyorlar.

İslam cihan şumul bir dindir.

Bütün zamana ve mekana gelmiştir.

Siyasi bir proje değil, bir hayat nizamıdır.

Siyaset dünyaya bakar, İslam ise hem dünyaya hem ahirete bakar.

Dini siyasete alet etmek, onun mesajını daraltmak, ahlaki boyutunu iptal etmektir.

Din kisvesi giymiş siyasetçilerin çoğunda gözlenen ahlak zaafının arkasında, dini bu şekilde algılama yanlışı yatmaktadır.

Din, partilere sığmaz. Muhatabı bütün gönüllerdir. Partileşen bir din, insanların bir kısmının muhatabı olmaktan çıkarır.

Birleştiren yönünü kaybeder.

Bir davet, bir çağrı olmaktan çıkar, istismarcısının silahında mermi olur.

İnanmaya çağırmaz, kavgaya çağırır. Gönülleri fethetmez, baskı altına alır. Müjdelemez korkutur, birleştirmez ayırır.

İktidarda kalma adına hırpalanan dinimizdir.

Çok ciddi bir insan ve ahlak sorunumuz var.

Siyasetçinin rotasını halk çizer.

Kaliteli bir toplum kalitesiz bir siyaset üretmez.

Her toplum kalitesine göre siyaset üretir.

Çalan bir siyaset varsa ona cevaz veren bir halk olduğu içindir.

Bölen bir siyaset varsa ona yol veren bir toplumun varlığındandır.

Bir toplumun kalitesi seçtiği siyaset biçimi ve siyasetçi tipinde ölçülür.

Zulüm, baskı, adaletsizlik, kötü yönetim, aslında toplumların seçimidir. Layık olmayanları seçen bir toplum kendi kıyametini hazırlar.

Bu hercümercin sorumlusu sensin ey halkım!

Sakın aldandım, bilmedim, görmedim deme.

Bin yalana şahit oldun ama yine de yalanın peşinden gittin.

Bin yolsuzluğa, rüşvete tanık oldun, görmezden geldin.

Senin gafletindir bu kriz.

Sen sürükledin bu uçuruma.

Sen alkışladın her türlü adaletsizliği.

Sen yüreklendirdin kötüleri.

Düzeltecek olan da sensin.

Bunun yolu, kör-sağır gibi davranmamandır.

Bunun yolu,  gördüklerini görmemiş, yaşadıklarını yaşamamış gibi yapmamandır.

Bunun yolu, eğer hala duruyorsa  dünyaya vicdanınla bakmandır.

Gel vicdanını hakem et, o zaman görmediklerini görecek, işitmediklerini işiteceksin.

Başka bir yol da kalmadı, ya kendine döneceksin, yahut kendinle beraber bu güzel ülkeyi de ateşe atacaksın.


17 Ağustos 2020 Pazartesi

İMTİHAN OLUYORUZ

 İmtihanı  kaybeden Sahabe ,Salebe !

Bu sene de koronavirüs ile imtihan olduk, bayramlarımız buruk geçti.

Bu dünya imtihan yeri imtihan olan ise biz insanlardır.Bilhassa her müslümanın önüne müthiş bir imtihan zemini hazırlanmış kaybetmek yada kazanmak iman vesikası yani diploması ve beratını kazanıp kaybetme imtihanı ile muhatap kılınmışız.Maddi imkanlar ve çocuk çoluk anne baba münasebetleri imtihanı kazanıp kaybetmemize müsbet veya menfi olarak etki etmektedir.

Hastalık ve sağlık makam ve mevki hırsı mal mülk sevgisi aşırıya kactığımızda bizlerin ayağının kaymasına sebep olabilmektedir.Nefis kötülükler ile aldanmakta her nefis sahibini aldatmalar ile şeytana yardımcı olmaktadır.Koronavirüs belası bizleri çekidüzene sokması gerekirken malesef ibret almadık ikazlara kulak tıkadık tıpkı geçmiş kavimler gelen bela ve musibetlere  ikazlara aldırış etmeyip helak oldukları gibi.Allah muhafaza bizlerede daha büyük bela ve musibetler gelebilir.Vakit varken ikazlara kulak verelim.Bunların azgınlıklarımıza karşı bir ikaz olduğunu, belkide bir imtihan vesilesi olduğunu unutmayalım.

Dünyanın cazip zevk ve sefasına aldanıp hem dünya hemde ahiret hayatımızı yok etmeyelim.

Dünya sevgisi mal mülk hırsı bizim basiretimizi köreltmesin.Dost ve arkadaşlarımızı akraba ve yakınlarımızı unutup kısacası sılayı rahimi keser duruma düşürmesin.

Allah'a kulluk ta örnek olan sahabeler bize rehber olmalıdır.

Mescitlerimiz camilerimiz cemeatten mahrum kalmasın bizler ibadet ve sevaptan mahrum olmayalım.Mescit kuşu iken, mal mülk sevdası evladı iyal kaygısı ile imtihanı kaybeden sahabe Salebenin durumuna düşüp Allah Rasülünün Salebeye yazık oldu dediği vaziyete düşmeyelim.İman ile ahırete göçmeye, imtihanı başarıyla kazanıp Cennete ve Rızayı ılahiye Mazhar olmaya çalışalım.Allah yar ve yardımcımız olsun.

Rafet Ozcan


16 Ağustos 2020 Pazar

KUL HAKKI NEDİR?

 

İnsanların birbirine karşı ilişkilerinde karşılaştıkları olumsuzluklar, adaletsizlikler ve haksızlıklar sonucu doğan telafisi mümkün olmayan durumlardır.

Mesela araba kullanırken ihlal edilen trafik kuralları,araba ile başkasını rahatsız edecek şekilde müzik ve benzeri ses kirliliği...

Diğer bir husus,çevre temizliğine dikkat etmemek ve çevreyi kirletmek,söz ve davranışlarımız ile ev, arsa, bağ bahçe komşularımızi rahatsız etmek.

Daha,ibadet mahallelerimiz olan cami ve mescitlerimizi kirletmek bilhassa imam ve müezzinlerimizin ses cihazlarını kontrolsuzca son ayarda ses tonu ile cemati rahatsız edecek şekilde kullanmaları.

Düğün ve derneklerimizin sokakta son ton ayar ile müzik şöleni yapar bir tarzda yapılması kul hakkı değil mi?

"Kul hakkı ile gelmeyin" diyen Yüce Allah'ın huzuruna bu kadar haklar ile nasıl varacağız.Devletin görevlileri görevlerini yapmakla yükümlü ve sorumludur.Devlet vatandaşlarının huzur ve mutluluğunu sağlamak mecburiyetindedirler.Halk da vergi vermek ve devletin belirlediği kurallara uymakla yükümlüdür.Kontrolsuz başına buyruk yönetim kargaşa doğurur. millet adelet mekanızmasının çalışmadığı bir ortamda, devletine güvenemez.O zaman  devlet millet ilişkileri sarsılır.Milletin can ve mal güvenliğini sağlamak, devletin asli görevlerindendir.Bunlarin düzgün bir şekilde olmasını istemek vatandaşların en doğal haklarindan biridir.Hak ve hukuk ihlalleri yapılır,yetlikliler de buna göz yumarsa,o ülke çökmeye, yıkılmaya yok olmaya mahkumdur.Zira adalet mülkün temelidir.Hakkın büyüğüne küçüğüne bakılmaz,hak haktır büyüğüde küçuğüde birdir.Hak denince akan suların durması gerekir.Zira kul hakkı helalleşmeden ödeşilmez.

Allah bizleri hak hususunda kusurlarını görüp rieyet eden kullarından eylesın.Amin 

Rafet Özcan

22 Temmuz 2020 Çarşamba

31 MART HADİSESİ VE 15 TEMMUZ HAİN DARBESİ


YARI CİNAYET:
   Şöyle ki: Daire-i İslâm'ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sâbık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihata istidad kesbetmiş zannıyla ve "Aslah tarîk, musalahadır." mülahazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı Sâbık'a, ceride lisanıyla söyledim ki:
   "Münhasif Yıldız'ı dârülfünun et, tâ Süreyya kadar a'lâ olsun!
Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun!
Ve Yıldız'daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et.
Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir.
Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım.
Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terket!
Zekatü'l-ömrü, ömr-ü sâni (Ömer-i Sâni) yolunda sarfeyle.
   Şimdi muvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya dârülfünun olmalı?
Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli?
Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı?
Hangisi daha iyidir?
İnsaf sahibleri hükmetsin."
   Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim.
   Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi.
{(Haşiye): O yarının zamanı; onbeş sene sonra, yirmisekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, Siracünnur'un âhirindeki bahse bakınız.
Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.}
   Yazık!
Eyvahlar olsun!
Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrua, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler.
Bu seddi çekenler, ref etmelidirler.
Vatan namına rica olunur.

21 Temmuz 2020 Salı

31 MART HADİSESİ


   Ey paşalar, zabitler!
Bu onbir buçuk cinayetin şahidleri binlerle adamdır.
Belki, bazılarına İstanbul'un yarısı şahiddir.
Bu onbir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, onbir buçuk sualime de cevab isterim.
İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var.
Söyleyeceğim:
   Herkesin şevkini kıran ve neş'esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem'iyat-ı avamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdad olan ve "İttihad ve Terakki" ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.
   Herkesin bir fikri var.
İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref'-i imtiyaz lâzım.
Tâ ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.
Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî müslümanız.
Aldanırız, fakat aldatmayız.
Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.
Zira biliyoruz ki:  ﺍِﻧَّﻤَﺎ ﺍﻟْﺤِﻴﻠَﺔُ ﻓِﻰ ﺗَﺮْﻙِ ﺍﻟْﺤِﻴَﻞِ

   Fakat meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.
   Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir.
"Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez." En büyük hata, insan kendini hatasız zannetmek olduğundan, hatamı itiraf ederim ki; nâsın nasihatını kabul etmeden nâsa nasihatı kabul ettirmek istedim.
Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmarufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.
Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza bir kusurun neticesidir.
Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir.
O adam masum iken cezaya müstehak olur.
Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder.
Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

31 MART HADİSESİ

  Ey ulü'l-emr!
Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız.
Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avama nasihatımı tesir ettiriyordum, maal-memnuniye mahvettiniz.
Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfim var.
Kahrolayım, eğer i'dama esirgersem.
Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem.
Sureta mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intac edecektir.
Bu hal bana zarar değil, belki şandır.
Fakat millete zarar ettiniz.
Zira nasihatımdaki tesiri kırdınız.
Sâniyen: Kendinize zarardır.
Zira hasmınızın elinde bir hüccet-i kàtıa olurum.
Beni mihenk taşına vurdunuz.
Acaba fırka-i hâlise dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır.
Eğer meşrutiyet, bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise:
 ﻓَﻠْﻴَﺸْﻬَﺪِ ﺍﻟﺜَّﻘَﻠﺎَﻥِ ﺍَﻧِّﻰ ﻣُﺮْﺗَﺠِﻊٌ

{(Haşiye): Yani: Bütün dünya, cinn ve ins şahid olsun ki, ben mürteciyim.}
Zira yalanlarla ittihad yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fasiddir.
Müsemma-yı meşrutiyet; hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır. Maatteessüf bunu kemal-i telaş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Meselâ bir âlim-i zîtehevvür ki, sıfat-ı ilim kendini fesad ve fenalıktan men'etmiş iken, daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesad ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâdetmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adaveti îma eder.
Kezalik şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki; fırkaların ağraz-ı şahsiye ve hilaf-ı Şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı, bir milyon fişenk havaya atıldığı ve umum siyaset ve asayiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müdhiş fırtına mu'cize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek nam ile, o müdhiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber; daima o ismi garaz sahiblerine siper göstermek, pek büyük ve tehlikeli bir noktaya, belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki; dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor, dağdar-ı teessüf oluyor.
   Süreyya'yı süpürge yapmağa, üfürmekle Şems'i söndürmeğe ihtimal veren; belâhetini ilân eder.
Meselâ: Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semada Zühal'de duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa, Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa; Sübhan Dağı âsumana, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti, tamamen o ilâveye verecekler.
   İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyet-i İslâmiye ve şeriat-ı Muhammediye, o cesîm dağlara benzer.
Esbab-ı hariciye, bir dirhem kıymetindedir.
Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyetin kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.
   Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikatı söyleyeceğim.
Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez.
Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.

31 MART HADİSESİ

.
Şöyle ki:
   31 Mart hâdisesi denilen o sâıka ve müdhiş fırtına, esbab-ı adîde tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki; neticesi herc ü merc olduğu halde, min indillah ehl-i kıyamın lisanına daima mu'cizesini gösteren ism-i Şeriat geldi.
o fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden, Nisan'ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor.
Zira o hâdiseye sebebiyet veren yedi mes'ele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütalaaya alınsa, hakikat tezahür eder.
Onlar da bunlardır:
   1- Yüzde doksanı İttihad ve Terakki'nin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.
   2- Fırkaların meydan-ı münakaşatı olan vükelayı tebdil idi.
   3- Sultan-ı mazlumu sukut-u musammemden kurtarmaktı.
   4- Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatının önüne sed çekmekti.
   5- Pekçok büyütülen Hasan Fehmi Bey'in kàtilini meydana çıkarmaktı.
   6- Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.
   7- Hürriyeti, sefahete şümulünü men' ve âdâb-ı şeriatla tahdid ve avamın siyaset-i şer'î bildikleri yalnız kısâs ve kat'-ı yed haddini icra idi.    Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti.
Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi.
Üssü'l-esas esbab, fırkaların tarafdarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalağat ve yalan ve ifrat-perverane keşmekeşleri idi.
Bu metalib-i seb'ada; nasılki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziya-yı şeriat-ı beyza tecelli etti.
Zira fesadın önüne sed çekti.
   Elhasıl: Sekiz-dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cem'iyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i askeriyeye münafî olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebidler, cahil mutaassıblar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar iyilik zannı ile o bataklık zeminde tohum ekmeğe başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişenk havaya atılmakla ve dâhil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden bu hâdisenin istidad-ı tabiîsi, herc ü merc ve müdahale-i ecnebi iken; min indillah ism-i şeriat, o müteaddid sebeblerden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca' ile onüç asırdan sonra bir mu'cize daha gösterdi.
   Hem geçen inkılab-ı azîmde ordu ve ulemanın "Meşrutiyet, şeriata müsteniddir." diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı.
O inkılab, inkılabların kaide-i tabiiyesini hark ile, şeriatın tesir-i mu'cizanesini gösterdi.
Ve daima da gösterecektir.
   Nisan'ın nısf-ı âhirinde çıkan gazetelerin esas-ı fikirlerine mu'terizim.
Şöyle ki:
   Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i askeriyeyi, -hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan âmâl-i nâmeşruaya- feda etmeğe ihtimal verdiler.
Hem de hakaik ve ahval onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut olan şems-i şeriat, saltanata veya hilafete veya başka siyasete tâbi ve âlet tevehhümüyle, bir şems-i müniri, münkesif bir yıldıza peyk ve cazibesine tâbi itikad etmek gibi göstermekle tarîk-i dalalete sülûk ettiler.
   Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir.
Yoksa "Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi." diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.
   Evet hem şan ü şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem hamiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız.
Zira müsenna daha muhkemdir

31 MART HADİSESİ

 Ey paşalar, zabitler!
Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevab isterim.
İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan; âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezadır.
{(Haşiye): Bu sualler, kırk-elli masum mahpusun tahliyelerine sebeb oldu.}
   Birinci Sual: Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek, buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?    İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir veli haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, istibdad şekline girse ona taarruz edenlerin cezası nedir?
Belki hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdaddırlar.
   Üçüncü Sual: Acaba müstebid yalnız bir şahıs mı olur?
Müteaddid şahıslar müstebid olmaz mı?
Bence, kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad münkasım olmuş olur.
Ve komitecilikle tam şiddetlenir.
   Dördüncü Sual: Bir masumu i'dam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?
   Beşinci Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?
   Altıncı Sual: Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref'-i imtiyazdan başka ne ile olur?
   Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı?
Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser mahpusînin, belki yüzde sekseni masum iken; acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hüküm-ferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı?
Divan-ı Harb'e diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.
   Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?
   Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zayiat vuku bulsa kabahat kimdedir?
   Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı?
Böyle olmasa idi, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi?    Onbirinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor.
Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi?
Ve millet yalancı olmaz mı?
Ve masum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
   Elhasıl: Şedid bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır.
Güya istibdad ve hafiyelik tenasüh etmiş.
Ve maksad da Sultan Abdülhamid'den istirdad-ı hürriyet değilmiş.
Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!

31MART HADİSESİ

 Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücud ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telaş ve zahmetle onları def'e çalışırken biri çıksa, dese ki: Maksadı sivrisinekleri, arıları def'etmek değil.. belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister.
Acaba böyle demekle, hangi ahmağı kandıracaktır?
   Sualin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur.
   Ey paşalar, zabitler!
Bütün kuvvetimle derim ki:    Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım.
Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim.
Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
   Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü' ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.
{(Haşiye): Şimdi üstad Bedîüzzaman bu kırkbeş senedeki dehşetli mahkemelerinde aynen bu onbir buçuk cinayetlerini ve onbir buçuk suallerini o Divan-ı Harb-i Örfî'deki gibi tekrar etmiştir ve etmektedir.
Nur Talebeleri namına Hüsrev}
   Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.
 ﺍَﻟْﺤَﻖُّ ﻳَﻌْﻠُﻮ ﻭَﻟﺎَ ﻳُﻌْﻠٰﻰ ﻋَﻠَﻴْﻪِ

   Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir.
Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır.
Feveran eden efkâr-ı umumiye ile, o aldatmalar ve mugalatalar dağılacaktır ve hakikat meydana çıkacaktır inşâallah...

(İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi/Yarı Cinayet)
Divan-ı Örfi - 30

12 Temmuz 2020 Pazar

HZ.ÖMER'İN ADALETİ

KEMİK PARÇASINA DÜŞÜLEN NOT  
Gel zaman, git zaman… Ömer de, Amr da Müslüman olurlar.
Nice devran döner. Ömer halife olur. Arkadaşı Amr’ı da Mısır valisi tayin eder.
Vali Amr bin As İskenderiye’de yol çalışmaları esnasında bir Yahudi’nin mülkünü zorla istimlâk eder. Parasını fazlasıyla ödediği halde, Yahudi bunu kabul etmez. Amr, Yahudi’yi devlete karşı gelmekle suçlar.
Yahudi de Medine’ye giderek, durumu Hazret-i Ömer’e şikâyet eder.
Hazret-i Ömer (ra) uzandığı gölgelikten ateş parçası gibi fırlar ve: “Bu ne zulümdür! Valimiz bilmez mi ki, adalet mülkün temelidir! Bana bir kemik parçası getirin!” diye gürler.
Getirilen kemik parçasına şunu yazar:
“Bil ki, ben Nuşirevan’dan daha adilim!”
Ardından kemik parçasını Yahudi’ye verir. “Bunu valine götür.” der.
Yahudi Hazret-i Ömer’in (ra) işlem yapmadığını, işi başından savdığını zanneder. Mısır’a dönüp kemik parçasını vali Amr’a teslim eder.
Kemik parçasındaki yazıyı okuyan Amr’ın, birden yüzünün rengi solar ve Yahudi’den özür dileyerek mülkü üzerindeki devlet projesini iptal eder. Yahudi’nin mülkünü geri verir.
İşte adalet! İşte medeniyet! İşte bir Yahudi’den bile esirgenmeyen insan öncelikli yönetim anlayışı! İşte Müslümanlık!

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR

NUŞİREVAN’IN ADALETİ 
Ömer bin Hattab’ın (Hz. Ömer), cahiliye zamanında Amr bin As ile birlikte yolu İran’a düşmüştü. İran’da Medayin şehrinde konaklarken, gece soyuldular, develerini ve paralarını çaldırdılar. İran’ın o günkü Kisra’sı Nuşirevan idi. Huzuruna çıktılar ve soyulduklarını söyleyip şikâyette bulundular. Nuşirevan:
“Demek devenizi ve paranızı çaldırdınız! Siz uyuyor muydunuz?” diye çıkıştı.
Ömer, hazır cevaptı:
“Evet, biz uyuyorduk! Sanıyorduk ki, siz uyumuyorsunuz!” dedi.
Nuşirevan:
“Haklısın Arap! Ülkemde misafirler taciz edilirken benim uyumam doğru değil! Peki, bana bir hafta süre verin.” dedi.
Bir hafta sonra Nuşirevan gerçekten develerini ve paralarını teslim etti. 
Ve onlara: “Şehirden çıkarken biriniz Güneş kapısından, biriniz Ay kapısından çıkın!” dedi. Ticaret için alacaklarını bir an evvel aldılar ve Ömer Güneş kapısından, Amr da Ay kapısından çıktılar.
Meğer hırsızlardan birisi Nuşirevan’ın oğlu, diğeri de şehrin güvenlik sorumlusu Şahnapehlev imiş. Nuşirevan kendi oğlunu Güneş kapısında, Şahnapehlev’i de Ay kapısında asmış! Manzarayı gören Ömer ile Amr, Nuşirevan’ın adaletine parmak ısırdılar.

KUR’ÂN’IN TAKİP ETTİĞİ MAKSATLAR


Kur’ân’ın dört esasını Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor: “Kur’ân’daki anasır-ı esasiye ve Kur’ân’ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.” 1
Kısaca ele alalım:
1- Tevhid: Allah’ın varlığı ve birliği inancıdır. Kur’ân’ın bütün meselelerini üzerine bina ettiği en esaslı dâvâsıdır.
2- Nübüvvet: Peygamberlik demektir. Kur’ân’ın ikinci önemli esasıdır. Bize peygamber eliyle ulaşan Kur’ân, bizi Peygambere iman ve itaat etmeye çağırır.
3- Haşir: Ahirete iman Kur’ân’ın üçüncü önemli esasıdır. Haşir, fizikî olarak diriltildikten sonra bütün insanların adil bir yargılama için toplanacağı gerçeğidir. Ahiret, mahşerden sonra sonsuza kadar devam edeceği Kur’ân tarafından bildirilen fizikî hayatın ve cismanî diyarların adıdır.
4- Adalet ve ibadet: Adalet sosyal hayatımızı, ibadet de şahsî hayatımızı düzene sokan unsurlardır ki, Kur’ân’ın takip ettiği dördüncü esastır. Sosyal hayatta adaletsiz bir yaklaşım kesinlikle kul hakkını mucip olur. Ferdî hayatta ibadetsiz bir yaklaşım da, kişinin kendine zulmetmesi demek olur. Esasen adalet ibadetle başlar. İbadet de adaletle başlar ve yaşar.
İbadet kişinin ifrat ve tefritten uzak, duygularını ve cihazatını haramdan koruyarak helâl yolda vasat bir şekilde kullanmasıdır. Ki bu, kişinin kendisine adaletli davranması demektir. Adalet bu yönüyle ibadetten başlar. Kendine adil olan kul, topluma da adil olur. Topluma adil olmayan insan, bunun hesabını adil olan Allah’a ya bu dünyada, ya da mahşerde çetin öder.

28 Haziran 2020 Pazar

STRESTEN KURTULMA


Adamın biri hastalanmış, muayene olduğu doktor kendisine şu nasihatta bulunmuş:
- Sen hasta falan değilsin, boşuna yemeyi içmeyi terk ediyorsun. Yemeğini ye. Suyunu iç. Aklına geleni de yap.

- Nasıl aklıma geleni yapayım mı?

- Evet, aklına geleni yap! Yani birine kızdın mı, öfkenin icabını yerine getir ki, sinir hastalığına yakalanmayasın!

Doktorun nasihatını aklına koyan adam çıkıp gider ve nehrin kenarında balık tutmakta olan bir balıkçının şimşir kafasının arkasındaki tombul ensesine bir tokat aşketmek gelir içinden. Zaten doktor da ona “Aklına geleni yap, yoksa, sinir hastası olursun,” demişti. Hemen “Ya Allah,” der ve balıkçının ensesine şırak diye bir tokat indirir. Neye uğradığını bilemeyen balıkçı ile boğaz boğaza tutuşurlar, derken, nihayet işi mahkemeye intikal ettirirler. Hâkim balıkçıya:

- Oğlum, bunun neresini cezalandırayım! Baksana hasta galiba, bir iskeletten ibaret kalmış adam, der. Balıkçı ceza için ısrar eder. Bu defa hâkim, hasta adama:

 - Hiç paran var mı?

 - Var efendim. Ne kadar?

 - Altı dirhem

 - Öyleyse üç dirhemi sende kalsın, üç dirhemini de çıplak ensesine tokat aşkettiğin şu dâvâcına ver de helâlleş!

Hasta adam hâkimin bu hükmüne de kızar ve içinden bununda ensesine bir tokat aşketmek gelir. Zaten doktor da “Aklına geleni yap, kızdığın zaman öfkenin icabını yerine getir, der ve yoksa sinir hastası olursun,” dememiş miydi?

- Peki efendim olur, üç dirhemimi veririm. Madem ki bir tokat üç dirhem ediyor, bundan kolay ne var! diyerek, hâkimin yanına doğru yürür ve “Ya Allah!” diyerek bir tokatta hâkimin suratına akşeder. Hiddete kapılan hâkim,

 - Bu ne terbiyesizlik deyince:

 - Dur bakalım hâkim efendi, dur!.. der ve ilâve eder:

- Bir tokat için üç dirheme hüküm veren sen değil miydin.

- Evet bendim!

- Peki senin bu hükmün âdil miydi, değil miydi?

- Âdildi.

- Öyleyse aynı âdil hüküm sende de tatbik edilince neden itiraz ediyorsun? Geride kalan üç dirhemimi de sana vereceğim!

 - Ama ben...

 - Aması maması yok! Kendi nefsin için istemediğini ya başkası için de istemeyeceksin, yahut da başkasına reva gördüğün hükmü kendine de reva göreceksin.

Bu bağlamda şu Hadis çok manidardır. “Kâmil bir mü’min, kendi nefsi için istediğini başkasına da ister, kendine lâyık görmediğini başkasına da lâyık görmez.”

27 Haziran 2020 Cumartesi

YASAKÇI ZİHNİYET


3Y(Yolsuzluk,yoksulluk,yasaklar ) ile mücadele edeceğini söyleyerek iktidara gelen AKP malesef bugün 3 Y' nin yanına 3 Y daha ekledi, (Yalakalık,yandaşlık ,yağmacılık).
Ülkeyi idare edenler bunu bilmiyor, görmüyor, anlamıyor olamaz.
O zaman bütün bunlara göz yummak vatana ve millete ihanet değil mi?
Ülkeyi kamplaştırarak ve milleti ayrıştırarak yeni düşmanlıklar meydana getirmek belki iktidarınızın devamı için almış olduğunuz siyasi tercih olabilir. Ama siz orada daimi ve huzurlu oturamazsınız.Gün gelir hesap sorulur,sizler de geçmişte bu millete hesap vermeden kaçanlar gibi, hesap verir ardından da  siyasi mevta olur gidersiniz.
Gelelim devletin memuru olması gerekenlerin hükümetlerin emrinde her yanlış karşısında biz emir kuluyuz diyen devlet memurlarına.Evet sizler emir kulusunuz ama keyfiyetçi degilsiniz.Yasalarn doğrultusunda hareket etmek durumundasınız .Yasakların uygulanmasında emir kulu olduğunu söyleyen devlet memurları, niçin hizmet esnasında emir kulu değilde sanki emir veren amir konumuna geçerler.Hukuk tanımaz, adalet nedir bilmez, zalimlere zağarlık yapar, hatta zalimin sopası durumuna gelirler. Bu durumu anlamak mümkün değildir.
AK parti hükümetinin yasaklarını uygulamakla görevli sadık memurları İmamlar,zabıtalar,polisler ve güvenlik güçleri mi?
Camiye gidersin polis,imam kapıda beklemekte,sokağa çıkarsın polis jandarma karşında, pazara gidersin zabıta polis müdahalesi.Vay benim yasaksız ülkem ne hale geldi.İşte 18 yılın sonunda AK Parti'nin ülkeyi getirdiği içler acısı durum.
Halbuki "bir milletin efendisi ona hizmet edendir" hakikati  yöneticilerin dilinden  hiç düşmez ve düşmemelidir de.Ama Dikdatörlük ve baskıcı yönetim keyfiligi doğurmakta memurları zorba, milleti köle yapmaktadır.
Allah yöneticilerimize basiret ihsan etsin de etrafındaki yalakaları görsün. Yandaşların ve yağmacıların yolsuzluk ve yağmalamalarından ülkeyi kurtarsınlar.Yoksa gelecek hiç kimse için içaçıcı değildir.Ülkenin geleceği hiç de parlak görülmüyor.
Son söz olarak şunu belirtmek isterim ; adalet,hak ve hukuk hepimizin ihtiyaç duyacağı esaslardır.Kanun ve adalet hak ve hukuk gözetilmez ise terör ve kargaşa ile ülke çöker millet perişan olur.

Rafet Özcan


26 Haziran 2020 Cuma

ADAM OLMAK,ADAM GİBi YAŞAMAK...


Bütün canlı ve cansız mahlukatı yaratan Allah, İnsanı ayrı bir katagoride değerlendirmekte ve O'nun yaratılışını Ahseni takvim olarak belirtmektedir.
Mükemmel bir şekilde yaratılan insan kendisine verilen akıl, irade ve nefis vasıtası ile alçaltılıp yükseltilerek, değişkenlik arzeden yüce bir varlık haline getirilmiştir.Yani insan olmak yada olmamak durumu...Adam olmak olamamak halı gibi.
İnsan olmak ve bu insanlığı devam ettirmek daha doğrusu adam olmak ve adamlığı ömür boyu devam ettirebilmek pek kolay birşey değildir.
Adam evladına, "sen adam olamazsın" diye boşa dememiştir.
Evet Allah insan olarak yaratmıştır ama adam gibi adam olarak, hayatını kaç kişi devam ettirebilmektedir.
Okumak, adam olmak demek değil, cehaleti yok etmek, bilgi elde etmektir.Her insan kendi kendine bir empati yapıp sorgulamalıdır.Ben kimim?nereden geliyorum, vazifem nedir? Nereye gidiyorum?
Başkasından beklediklerimi ben kendim yapıyormuyum?
Aceba ben başta beni yaratan Allah'ıma ve  bana dinimi öğreten peygamberime olmak üzere, sonra anne babama ve topluma karşı görevlerimi, bilhassa insanlık görevlerimi yapıyormuyum?
Kısacası ben adammıyım ,adam gibi davranıyormuyum?
Allah'ım bizi insan olarak yarattın adam olmamızı sağla, adam gibi son nefesimizi teslim etmeyi nasip et. Amin.
Rafet Özcan

3 Mayıs 2020 Pazar

RİSALE-İ NUR'DAN VECİZELER

Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

Cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme.

Bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara; yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfi değildir.

Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir.

Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?

Elde Kur’ân gibi bir mucize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür.

Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zahiren bir Cennet içinde olsa da manen cehennemdedir.

Kuran kalblere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifadır.

Evet ümidvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır.

Bir şey tamamiyle elde edilemediği takdirde, o şeyi tamamiyle terketmek câiz değildir.

Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.

Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış.

Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir.

Mâlâyâniyle iştigal, maksudu geri bırakıyor.

Haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizliktir.

Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez.

“Ne kadar güzel yapılmış” de, “Ne kadar güzeldir.” deme.

Kabir, bu dâr-i fâniden firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.

Herbir şeyde hususen zîhayatlarda öyle harika bir nakış, öyle mucizekârbir sanat var ki; onu öyle yapan elbette O olacaktır.

Kalb, ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir.

RİSALE-İ NUR'DAN VECİZELER


Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.

İslamiyet güneş gibidir, üflemekle söndürülmez gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.

Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.

Ey alem-i İslam!
Uyan, Kur’an’a sarıl, İslamiyete maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol.

Her şey mânen Bismillâh der. Allah nâmına Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar.

Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın!

Sultan-ı kâinat birdir, her şey’in anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir.

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gâyesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na îmân edip ibâdet etmektir.

Bu çiçek kimin turrası, kimin mührü ve kimin nakşı ise, elbette bütün yeryüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir.

Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin… Rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal’in memluküsün.

Kâinatta en yüksek hakikat imandır.

Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.

Zaman gösterdi ki: Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil.

İman hakikati öyle bir çekirdektir ki; eğer tecessüm etse bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tubası olur.

Risale-i Nur Kuran-ı Mu’ciz-ül Beyanın taht-ı tasarrufunda olduğundan,ona uzanan,ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.

Şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan,hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin.Nasıl sen nizamsız,gayesiz kalabilirsin?

Ebedi ömrün önündedir. O ömr-ü bakide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır.




10 Nisan 2020 Cuma

İMTİHAN DÜNYASI

Bazı imtihanlar vardır, çetin mi çetin, zor mu zordur. Bazıları ise alıştırma kabilinden büyük güne hazırlık içindir. Zira musîbetler sabrı imtihan eder. Musîbetler inancı imtihan eder. Musîbetler insanı imtihan eder. Bazen serrâ/sevinç, sürûr, bazen de darrâ/sıkıntı, dert, mihenle yaşanan imtihanlardır bunlar. Ama hep imtihandadır. Onun içindir ki Efendiler Efendisi (asm), inanmış olan kimsenin başına gelen her işini; şer görünse sabırla, hayır görünse de şükürle mukabelede bulunacağı bir hayretler kuşağı olarak tanımlar. Nimete şükür, nikmete sabır imtihanından sonra olması da adetullahtan olsa gerektir.
Zira zaman bazen insanın heva ve nefsiyle uyumlu, sıkıntısız ferahfeza iken, bazen de tam aksine dert, ezâ ve ıztıraplarla âlude bir halde olabilir. Her iki hal de inanan için bir imtihan kabul edildiğinden kazanç kaynağıdır. Yukarıda denildiği gibi insan dünya hayatında bir imtihandadır. Hayatını da bu anlayışa göre şekillendirir. İmtihanı bazen şer gibi görünür, bazen de hayır gibi görünür. Sabır da, insanın başına gelen şer gibi görünen imtihanı karşısında şikâyetçi olmaması, dayanma gücü ve direnmesi, diğer bir zaviyeden de Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirme mevzuunda da sebatkâr olması anlamına gelir.
Yani inanmış gönüller imtihanın çeşidi ne olursa olsun karşısında boyun eğmez, bel bükmez. Sevgiliden gelen sevgili olması cihetiyle rıza ile yaklaşır. Saadet-i dareyne kavuşur.
Evet, bazı imtihanlar vardır ki; hamurun kalitesini tartar, biçer. Görünenle gizleneni, ne kadar su götürürlüğünü açığa çıkarır. Belki de sadece bunun için o imtihan yaşanası dedirtir. Zira insan başına gelen imtihanlarla değil, onlara karşı duruşuyla kıymet kazanır.
Mukavemet sistemi gelişmemiş insanların en ufak bir mikrop karşısında yatağa düşmesi gibi, tecrübe edilmeden karşılaşılan çetin sınavlar karşısında mağlûp olmak mukadderdir. Hz. Yûsuf’un da (as) kendisini bekleyen muhtemel sıkıntı ve problemlere karşı ciddî bir sınama, bir imtihandan geçmesinin gerekmesi de bu kabilden olsa gerektir.
Hak edilmeyen teveccüh ve iltifatların ahireti beklemeden gün yüzüne çıkarması, kimi önde görünenlerin, en arka saflarda dahi yer bulamayacağı hakikatini tanıtmış olması bile, bu türden imtihanların ne büyük hayır olduğunu gözler önüne serer. Sular durulduğunda iyi ki yaşanmış ki, bilinmiş, anlaşılmış dedirten türden bir hayır olmuştur hakikat planında. Hele dost görünenlerden gelen vefasızlığı göstermiş olması...
 Evet, iyi ki bir imtihan var, iyi ki ahiret var, iyi ki hesap Kitap var..

8 Nisan 2020 Çarşamba

HER ŞEYDE BİR HAYIR VAR

İlâhi öğüt:
“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 1
***
Delikanlının biri damdan düşmüş; bacağı kırılmış; canı fenâ halde yanmıştı. Uzun bir müddet yatağa mahkûm olur. Ziyarete gelenler;
“Üzülme, bunda da bir hayır vardır!” diye teselli ediyordu.
“Yâhû, bacağım kırıldı; bunun neresinde hayır vardır?” diye karşılık veriyordu.
Bir müddet sonra seferberlik ilân edilmiş; bütün gençler çağrılmıştı. Gidenler bir daha geri dönmedi. Onun ayağı kırık olduğundan almadılar. Gidenlerin bir kısmı geriye dönmemiş, dönenlerin bir kısmı da bacağını kaybetmişti! Onları görünce:
“Elhamdülillah, iyi ki bacağım kırılmış, bunda da büyük hayır varmış!” demiş.
***
Kral, her olumsuz olayda, “Bunda da bir hayır var!” diyen çok sevdiği arkadaşı ve veziri ile sık sık avlanmaya çıkarmış. Vezir tüfeği doldurur, kral da patlatırmış. Bir gün nasılsa yanlış doldurmuş, kralın parmağı kopmuş.
“Bunda da bir hayır var!” deyince, kral kızmış arkadaşını zindana atmış.
Tekrar ava çıkan kral, ormanın derinliklerine dalınca yamyamlar yakalamış. Kazanları kurmuşlar ve herkesi tek tek kazana atmışlar.
Sıra krala gelince, salı vermişler. Zira, inançlarında kusurlu kurban edilmezimiş.
Sarayına gider-gitmez ilk işi arkadaşını ziyaret edip zindandan çıkarmak olmuş:
“Özür dilerim, gerçekten de parmağımın kopmasında büyük bir hayır varmış; sana haksız yere zindanlarda çile çektirdik!”demiş
“Üzülme Kralım, bunda da çok büyük bir hayır vardır! Zira, ben zindanda olmasaydım, kazanda olacaktım!”
Dipnot:
1- Kur’ân, Bakara Sûresi, 216.

5 Nisan 2020 Pazar

BİRİNCİ REMİZ

Sâni'-i Zülcelal herbir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı san'atını göstermek için; herbir şey'e hususan zîhayata, duygularla murassa' bir vücud libasını giydirerek, üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar; cilve-i esmasını gösterir.
Herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal, bir lezzet, bir feyz veriyor.
 ﻣَﺎﻟِﻚُ ﺍﻟْﻤُﻠْﻚِ ﻳَﺘَﺼَﺮَّﻑُ ﻓِﻰ ﻣُﻠْﻜِﻪِ ﻛَﻴْﻒَ ﻳَﺸَٓﺎﺀُ

sırrına mazhar olan o Sâni'-i Zülcelal'e karşı hiçbir şey'in hakkı var mıdır ki, desin: "Bana zahmet veriyorsun.
Benim istirahatımı bozuyorsun." Hâşâ!
Evet mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücud'a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir.
Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister.
Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır.
İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir.
Ademler ise, illet istemezler.
Nihayetsize illet olamaz.
Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye maz ahar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır.
Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır.
Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır.
Ve hâkeza kıyas et.

(Yirmidördüncü Mektub/1.Makam/1.Remiz)
Mektubat - 285

Devam...

Ey insan-ı müşteki!
Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...
   Ey nankör!
Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?
Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.
Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.
   Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan!
Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.
İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.
Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış.
Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme.
Kimden kime şekva ettiğini bil, sus.
Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır.

(Yirmidördüncü Mektub/1.Makam/1.Remiz)
Mektubat - 285

2 Nisan 2020 Perşembe

İNSAN BU KADAR ACİZ

BİR MİKROBA MUKAVEMET EDEMEZSİN  
Virüs de, mikrop da binlerce defa büyütülerek ancak görülebilen zerrecik mahlûklardır.
Bediüzzaman bu zerreciğin yaptığı büyük faciayı hatırlatarak insanlığı ikaz ediyor:
“Sen öyle bir zaafiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni yere serer, öldürür.” 3
Nitekim dünya sağlık insanlarının tek korkusu, bu virusun ciğere yapışmasıdır. Ciğere yapışmadan ve burun mukozasında koloni oluşturmadan önce, dört beş saat içinde bol su ile burnu temizlemekle atılabilmektedir.
Cirmi küçüktür. Ama verdiği hasar büyüktür. Bu da bir nizamın eseridir, tesadüf asla yoktur. 4
KORONAVİRÜSTEN NASIL KORUNALIM ?
Koronavirüs, mikroskop altında binlerce defa büyütülerek ancak görülebiliyor. Koruyucu yağ tabakasıyla çevrili bir protein molekülünden ibarettir. Ortamını bulunca canlılık özelliği gösteriyor. Burun mukozasından, ağızdan, yüzün herhangi açık bir yerinden emilebiliyor. Emilince saldırgan hâle gelip hızla çoğalmaya başlıyor.
Bir bakteri gibi canlı değil, onun için antibiyotik ile öldürülemiyor. Ancak bol sabun köpüğü ile, deterjan ile, 5’te 1 oranında çamaşır su katılmış su ile, alkol ile ve 25 derecenin üstündeki sıcak su veya sıcak hava ile teması halinde çözülerek çürüyor ve yok oluyor.
Giysi, kumaş, halı ve kaygan yüzeylerde 3 saat, bakırda ve tahtada 4 saat, metal üzerinde 42 saat, plastikte 72 saat yaşayabiliyor. Nemli, karanlık ve soğuk ortamları seviyor. Kuru, ılık ve aydınlık ve güneşli ortamlarda ise çürüyor.
Bu ölü hayvancık havada kalmıyor. Öksürükle veya solukla havaya geçtikten sonra, bilâhare yere düşüyor. Eğer üzerinize öksürülmezse 3 saatten sonra hava yoluyla bulaşmıyor. 5
Yüzeylere dokunmadan önce ve dokunduktan sonra, her seferinde, eller dirseklere kadar bol sabunlu su ile yıkanmalı, ağız, burun, göz ve yüz bol su ile yıkanmalıdır. Tırnaklar kısa olmalıdır.
Bu salgının bulaşmaması için dikkat edilecek temel hususlar yüzey temizliği, el temizliği, eli yüze götürmemek ve bir metrelik sosyal mesafeyi korumaktır.
Dipnotlar.
1- Buhârî, Tıb 31; Ayrıca bk. Buhârî, Enbiyâ 54; Kader 15; Müslim, Selâm 92-95. 2- Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, 62. 3- Mesnevî-i Nuriye, s. 100. 4- İşaratü’l-İ’caz, s. 16. 5- Dünya Sağlık Örgütü.

30 Mart 2020 Pazartesi

BU ZOR GÜNLER DE GEÇER

Bir eksiklik veya bir hüzün var.
İhtiyar çiftçi ilk kez güneşli bir bahar günü evinden çıkamıyor mesela.
İnsanlar akşam işten yorgun döndükleri köy kahvesinde iki yudum çay da içemiyor.
Komşular bir birlerine oturmaya bile gidemiyor.
İnsanlar dargın gibi.
Öğrenciler niye okulda değil?
Bu Kabe niye boş, camileri kim kapattı?

Hüzün bulutları sarmış yurdumun dağlarını.
Sekseni biraz geçmiş Mehmet amca pencereden, “Biz darbeler ve savaşlar gördük ama böylesini hiç görmemiştik. Menderes’in idamını, Kıbrıs Savaşını, Seksen Darbesini gördük. AİDS salgınını, domuz gribini ve daha neler neler gördük ama hiç böylesini görmedik. Sâhi Rafet hoca, söyle Allah aşkına bu sefer ne oluyor? diye bana soruyor.
Ah Mehmet amca ah!
Söylediklerinin bir kısmına ben de şahit oldum, ama böylesini ne gördüm ne duydum.
Gerçekten korku filmi gibi! Bazen inanamıyor insan yaşadıklarımızın gerçek olduğuna.
Ne Müslümanların bayramları, ne Hıristiyanların noeli, ne Budistlerin veya Hinduların tapınakları yedi buçuk milyar nüfuslu insanlık ailesini tek bir konu üzerine konuşmaya ve kafa yormaya bu kadar mecbur etmemişti.
Muhtemelen şimdi aynı derdin defi için tüm din mensupları kendi inançları doğrultusunda ve kendi tanrılarına yalvarıyor.
Bilmiyorum, bu daha önce yaşanan bir şey midir?
Belki de dinin, milliyetin, ideolojinin ve diğer ayırıcı amillerin esiri olmuş insana tüm bunların üstünde var olan başka değerlerin olabileceğini öğretir bu virüs.
Küçük derelerde panikleyen insana büyük girdaplar karşısında çaresiz kalacağını öğretir bu küçücük canlı!
Ey tabiata meydan okumaya kalkan vicdansız!
Ey ekolojik sistemi bozup azan kifayetsiz!
Ey Yaratanın tahtına göz diken hatsiz!
Ey kendi ürettiği teknolojiye tapmaya kalkan vefasız!
Ya kendine gelirsin ya da gidersin! dercesine meydan okuyor bize.
……….
Evlerimizdeyiz artık.
Fil Suresi’ni okuyoruz yaşadığımız tefsiriyle birlikte. Küçücük kuşların kibir abidesi Fil Ordusu’nu ne hale getirdiğini daha yoğun hissediyoruz şimdi.
Ashabı Kehf’i düşünüyoruz. İnançsızlık virüsünden kaçıp mağaranın içinde hürriyeti yudumlayan Yedi Genci.
“Bu dert gelip beni buldu, ama sen merhametlilerin en merhametlisisin” diyen Eyyüp Nebi’yi de hatırlayıp gündemimize alıyoruz artık.
Bu günler de geçecek. Tekrar dışarıya çıkacağız. O gün geldiğinde bir birimizin göz bebeklerine bakalım. Bir birimiz için ne kadar değerli olduğumuzu artık unutmayalım.
Unutmayalım! Hayat dostluk için uzun, düşmanlık için kısa.

25 Mart 2020 Çarşamba

BİSMİLLAH HER HAYRIN BAŞIDIR

Birinci Söz
   Bismillah her hayrın başıdır.
Biz dahi başta ona başlarız.
Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır.
   Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle.
Şöyle ki:
   Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin, tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcatını tedarik edebilsin.
Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır.    İşte böyle bir seyahat için iki adam sahraya çıkıp gidiyorlar.
Onlardan birisi mütevazi idi, diğeri mağrur.
Mütevazii, bir reisin ismini aldı.
Mağrur, almadı.
Alanı, her yerde selâmetle gezdi.
Bir kàtıu't-tarîke rast gelse der: "Ben, filan reisin ismiyle gezerim." Şakî def'olur, ilişemez.
Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür.
Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki tarif edilmez.
Daima titrer, daima dilencilik ederdi.
Hem zelil hem rezil oldu.
   İşte ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın.
Şu dünya ise bir çöldür.
Aczin ve fakrın hadsizdir.
Düşmanın, hâcatın nihayetsizdir.
Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedî'si ve Hâkim-i Ezelî'sinin ismini al.
Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın.
   Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm'in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar.
   Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki askere kaydolur, devlet namına hareket eder.
Hiçbir kimseden pervası kalmaz.
Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.

(Birinci Söz)

HERŞEY BİSMİLLAH DER

   Başta demiştik: Bütün mevcudat, lisan-ı hal ile Bismillah der.
Öyle mi?
   Evet, nasıl ki görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı.
Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor.
Belki o, bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder.
   Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk'ın namına hareket eder ki zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar.
   Demek her bir ağaç, Bismillah der.
Hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.
   Her bir bostan, Bismillah der.
Matbaha-i kudretten bir kazan olur ki çeşit çeşit, pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.
   Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der.
Rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olur.
Bizlere Rezzak namına en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar.    Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der.
Sert olan taş ve toprağı deler, geçer.
Allah namına, Rahman namına der, her şey ona musahhar olur.
Evet, havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi o sert taş ve topraktaki köklerin kemal-i suhuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi hem şiddet-i hararete karşı aylarca nazik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor.
Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki:
   En güvendiğin salabet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Musa (as) gibi  ﻓَﻘُﻠْﻨَﺎ ﺍﺿْﺮِﺏْ ﺑِﻌَﺼَﺎﻙَ ﺍﻟْﺤَﺠَﺮَemrine imtisal ederek taşları şakkeder.
Ve o sigara kâğıdı gibi ince nâzenin yapraklar, birer aza-yı İbrahim (as) gibi ateş saçan hararete karşı  ﻳَﺎ ﻧَﺎﺭُ ﻛُﻮﻧِﻰ ﺑَﺮْﺩًﺍ ﻭَ ﺳَﻠﺎَﻣًﺎâyetini okuyorlar.
   Madem her şey manen Bismillah der.
Allah namına Allah'ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar.
Biz dahi Bismillah demeliyiz.
Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız.
Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.
   Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz.
Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiyat istiyor?
   Elcevap: Evet, o Mün'im-i Hakiki, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir.
Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.
   Başta Bismillah zikirdir.
   Âhirde Elhamdülillah şükürdür.
   Ortada, bu kıymettar hârika-i sanat olan nimetler Ehad-i Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.
Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise öyle de zahirî mün'imleri medih ve muhabbet edip Mün'im-i Hakiki'yi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.
   Ey nefis, böyle ebleh olmamak istersen Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle.
Vesselâm.

(Birinci Söz)
Sözler[Y] - 6