27 Mayıs 2024 Pazartesi

GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLEMENTER SİSTEM !

 Müstebit yalnız bir şahıs mı olur?

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Divan-ı Harb-i Örfi eserinde; “Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir” der.

Burada, istibdatın nasıl sistemleşerek yerleşeceğini gösterir. Yani bir memlekette demokrasi sistemleşemez ise, istibdat sistemleşerek yerini sağlamlaştırır. Bunu önlemenin çaresi kuvvetin şahıslardan alınarak kanunlara verilmesidir. Kanunların ise demokrasi prensipleri içerisinde inşa edilerek kalıcı hale getirilmesi, kanun devleti yapısının yerli yerince oturtulması gerekir. Şahsın müstebit veya demokrat olması geçici bir dönemi etkilerken, sistemin istibdatçı veya demokratik olması ise bütün geleceği etkiler. Bu sebeple “kuvvetin kanunda olması” Bedüzzaman tarafından özellikle hatırlatılır. Sistemi müstebit şahıslardan korumak için daha çok demokratikleşmek ve bunu devamlı kılmak gerekir.

İstibdadın hâkim olduğu yerlerde müstebitler çoğalır, istibdat etmek normal karşılanır. Demokrasinin güçlendiği yerlerde ise müstebit şahıslar bir karşılık bulamazlar. İstibdatçı yapı müstebit şahısları ortaya çıkarırken, demokrasinin kökleştiği yapılar ise demokrat şahısları doğurur.Demokrasinin olmadığı yerde istibdat,istibdatın olduğu yerde de zulüm ve adaletsizlik hakimdir.Çünkü hukuk olmazsa hukuksuzluk ve güç kullanımı mazlumların ezilmesine sebep olur .Zalimler ve güçü elinde tutanlar istibdat ve zorbalıkla yönetmeye çalışır.Denetim olmadığı için yolsuzluk ve suistimalat başgösterir.Böyle bir zamanda haklı olan güçlü değil, güçlü olan haklı olur.

Kısacası istibdat keyfi yônetimdir.Bu keyfi yönetim sisteminin panzehiri ise, hukukun üstünlüğünü esas alan, kanun hakimiyeti ve GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLEMENTER sistemdir.

Rafet Özcan

25 Mayıs 2024 Cumartesi

İMAN,VİCDAN VE ADALET

 “Dicle kenarında bir kurt kaparsa bir koyunu,

Gelirde adl-ı İlahî sorar Ömer’den onu.” Diyen ve yönetim ve sorumluluk endişesiyle gözüne çoğu zaman uyku girmeyen Ömer’den söz etmemek ve ihmal etmek olmaz.

Uzak diyarlardan, araştırma ruhuna sahip bir gayr-i müslim, Medine’ye varıp Hz. Ömer’i görmek ister. Medine’ye dahil olduğunda rast geldiği ilk kişiye Ömer’i sorar.

Ömer’in, mütevazi bir çalışma yeri vardır. Oraya vardıklarında O’nu yerinde görmezler. Zira o an yerinde yoktur. Nerede görebileceklerini sorduklarında;

Arada bir yorgunluğunu gidermek ve bir nebzecik dinlenmek üzere kenar mahalleden, dışa doğru uzayıp giden, filancanın sakin hurma bahçesine gider, demişlerdi.

Bunun üzerine rehberin refakatinde misafir adam, anılan bahçeye gelirler. Uzaktan birinin kılıcını ağaca astığını ve uzun uzadıya yatıp uyuduğunu görürler.

Refakatçi adam, “Ha işte Ömer oracıkta uzanmış uyuyor! ” Deyince; yabancı adam hayretle; “Ama bu ıssız yerde, bu koca devleti yöneten Ömer’in yanında ne bir bekçi ve ne de bir koruma memuru bulunmadan, burada nasıl tek başına bulunabilir, bunda olsa olsa bir yanlışlık olmalı.” Deyince, yanındaki Müslüman, Medine yerlisi adam; “Bu Ömer’in ta kendisidir.” diye sözünü tekrar te’yid edince;

Yabancı elini Ömer’e doğru uzatarak: ” Âdelte, Eminte, Nimte.” Diyerek Ömer’in dininin hak olduğunu izhar eder ve İslâm’a dahalet ederek, iman eder.

Zira bu veciz sözlerinin çok derin manaları söz konusudur. O manada şudur:

“Şüphesiz ey Ömer! Sen her işinde, her icraatında hak’tan ayrılmadan, hep adil oldun, adaletle hükmettin. İnsanlara dini, dili, ırkı ne olursa olsun, eşit davrandın ki, insanların şerlerinden, yani sana zarar veremeyeceklerinden emin oldun. İnsanların güvenini kazanan, onların şerlerinden emin olan, kendisini güvende hisseden, ancak korkusuzca bu çölde, bu ıssız yerde uyuyabilir.” Diye fikrini ve hayretini dile getirdikten sonra, kendisini de bu emniyetli güven ortamına dahil eder. Yani mümin olur.

Hayat, kendi seyrinde akar gider. Ama hayatın değerli olması veya olmaması, o kişinin kullanma şekline bağlıdır. İnsandan geriye kalan sadece, insanlık adına yaptığı hayırlı iyi işlerdir. Akıllı bir insan için mühim olan; bu Dünya’da hoş bir sada bırakmak ve hep hayırla ve sevgiyle anılmaktır.

Sabit ve kat-i şaşmaz bir kuraldır: Hiç kimseyi incitmeyen ve haksızlık etmeyen, sadakattan ayrılmayan ve her işinde adil olanın, başı her daim dik, alnı açık bir şekilde, şeref ve itibarıyla ve mutlulukla yaşar.

“Akıl gibi zenginlik, cehalet gibi yoksulluk, iyi ahlak gibi miras, ilimden daha büyük şeref olamaz.” HZ. ALİ.

HAYAT YOLUNDAKİ VAZGEÇİLMEZ “PARALEL ÇİFTLER”:

 “Kalitesiz insanı” gösteren iki önemli özellik vardır:1- Şikâyetler.2- Dedikodular.

Hiç çözülemeyecek sanılan problemleri çözecek iki yol vardır:1- Bakış açısını değiştirmek.2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek.

Yanlış yapmayı engelleyen iki tarz vardır:1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek.2- Hak yememek.

Yapılan şu iki şey kişiyi gözden düşürür:1- Demagoji (Lâf kalabalığı)2- Kendini ağıra satmak (Övmek, vazgeçilmez göstermek)

Kaliteli ve ‘nitelikli insan’ olabilmek için şu iki şeye çok dikkat etmek gerekir:1- İradeye hakim olmak2- Uyumlu olmak

Hayatın akışı içerisinde şu iki konu insanın önünde köstek ve handikaptır:1- Kararsızlık.2- Cesaretsizlik.

Hayatı boşa harcamamak için şu iki konuya dikkat etmek gerekmektedir:1- Baskın yeteneği bulmak.2- Sevdiğin işi yapmak.

Başarının sırlarından şu iki esas doğru ve kısa olan yoldur:1- Ustalardan ustalığı öğrenmek.2- Kendini güncellemek.

Eğer başarıyı mutlulukla beraber yakalamak istersen bunun sırrı:1- Niyetin saf olması gerekir.2- Ruhsal farkındalıktır.

Milyonlardan özeli ayıran şu iki maharettir:1- Problemin değil, çözümün parçası olmak.2- Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek.

Gelişmenin önündeki en büyük iki engel:1- Aşırılıktır (mübalâğa, abartı, ifrat)2- Felâkete odaklanmış olmaktır.

Çoğu zaman ve zeminde şu iki şey çözüm getirir:1- Tebessüm (gülümseme).2- Sükût (susmak)

Kaybedilince değeri anlaşılan ama geri getirilemeyen iki can dost vardır:1- Anne.2- Baba.

İki şey asla geri alınamaz:1- Geçen zaman.2- Söylenen söz.

Ulaşmak için çok fedekârlık yapılması gereken iki şey vardır:1- Sevgi.2- Bilgi.

“Hayatta önemli olan her şey” için çok kıymetli iki şey vardır:1- Nefes alabilmek.2- Nefes verebilmek.

ÇOK KIYMETLİ OLAN “ÜÇLÜ KOMBİNASYONLAR”:Hayatta bir kez gittiğinde asla geri dönmeyen üç şey vardır: Zaman, kelimeler ve fırsat.Hayatta hiçbir zaman kaybedilmemesi gereken üç şey vardır: Barış, umut ve dürüstlük.Hayatta en değerli üç şey vardır: Sevgi, kendine güven ve arkadaşlar.Hayatta hiç emin olunamayacak üç şey: Düşler, başarı ve zenginlik.Hayatta insanı geliştiren üç şey vardır: Çok çalışmak, samimiyet ve başarı.Hayatta insanı mahveden üç şey vardır: Cesaretsizlik, gurur ve öfke.

Cenâb-ı Hak hayatı gerçek mânâda yaşamayı ve rızası dahilinde kullanmayı, başta nefislerimiz olarak bütün bu güzel gerçekleri, tecrübe ve bilgileri yaşayıp, etrafımızdakilerle de paylaşıp, onlara da yaşatmayı nasip eylesin. Âmin.

Alıntı

24 Mayıs 2024 Cuma

DEĞER Mİ ?

 Geçici fani dünya için niza etmek değer mi ?

Sanki ebedi dünyada kalacakmış gibi eş dostu kırmak hısım akrabayla münakaşa etmek,ana baba kardeşlerle küsecek dargınlaşacak hale gelmek değer mi? Nefsimizin ve şeytanın sesini dinlersek değer, aklın ve vicdanın sesini dinlersek değmez.Niçin değmez? Çünkü herşey fani, ölüm ani. Bir bakarsın aniden bir bela bir musibet bir hastalık bir felaket ile sarsılır belki de sonumuz olabilir.İnsanların olmadığı eş ve dostların bulunmadığı bir dünya tüm bizim olsa neye yarar ki? Aldanmakta fayda yok, deni dünya denen aldatıcı dünya hayatı bizi hem bu dünyada hem ahırette perişan eder."Dünya bir meta değil ki  bir niza değsin" demiştik. Gerçekten öyle değil mi?Bu koca dünya niza ve kavga edecek bir metağ değilse dünyanın küçücük meseleleri için kırıp üzmeye, darılıp küsmeye değer mi? Emanetçi olduğumuzu unutup benim malım benim mülküm demeye kalkışırız halbu ki malda mülk de bir başkasının. "Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan mülkte yalan var birazda sen oyalan."Mal da mülk de Allah'ın bizler emanetçiyiz.Çocuklarımızı bu kavgaya dahil etmeye ne hakkımız var.Meselelerimizi konuşarak problemlerimizi bir araya gelerek halletmek dururken niçin kavga döğüş hakaret küfür yolunu seçiyoruz? Sonunda pişman olacağımız söz ve hareketleri bir anlık öfke ile neden yapıyoruz? Biz akımızı kullanmamız gerekirken niçin his ve duygularımızın esirı olarak nefis ve şeytana fırsat veriyoruz?

Akıllı insan aklını kullanır daha akıllı insan başkasının aklından istifade etmek için birilerine danışır oturur düşünür salim kafayla kızmadan darılmadan öfke hırsa kapılmadan sakin sakin konuşarak mesele ve problemlerini halledebilir.

Zira akılla halledilemeyecek hiç bir problem yoktur.Yeter ki konuşabilelim .

Onun için nass-ı hadîs ile: "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat'-ı mükâleme etmeyecek."

Bütün bunları düşününce, geçici dünya hayatı küsmeye, kırılıp darılmaya ,hem kendimizi hem başkasını huzursuz etmeye değer mi?

Rafet Özcan


22 Mayıs 2024 Çarşamba

NEDEN ÖFKE, NEDEN ŞİDDET ?

 Güzel bir şekilde  yaratılan insan,Ahsen-i takvim suretine layık iken, neden bu çirkinliklere düşer?

İmtihan çok çetin ve her an her yerde. Belki kıyamete kadar da devam edecektir.

Nefis ve şeytan olduğu müddetçe, insan aldanır ve aldatanlara esir olur.

Güzel ahlak sahibi olması gerekirken zalim vicdansız su-i ahlak sahibi biri haline döner. Çünkü ölçüyü kaçırmış nefis ve şeytanın emrine girmiştir.

Ölçü nedir, ifrat ve tefritten uzak orta yol olan vasat değil mi ?Toplumda görülen huzursuzlukların sebebi nedir? Ölçüsüzlük kural tanımamak, hak, hukuk bilmemek, adaleti göz ardı edip, vicdanı elden bırakmak değl mi?

Evde şiddet,sokakta şiddet okulda şiddet. Kurumlarda kavga döğüş. Sebep, sabırsızlık vicdansızlık ve malesef ahlaksızlıktır.

Okullarımızda olan öğrencilerin birbirleri ile olan  kavgası,öğretmenlerine karşı davranışları,  öğretmenlere velilerin uyguladığı şiddet, velilerin birbirine karşı öfkeli davranışları çok üzücü ve toplum olarak fertlerin tedaviye ihtiyaç duyulmasının bir işaretidir.


Şunu belirtmek istiyorum, okulda öğretmen şiddeti sokakta vatandaş şiddeti ne olacak bu milletin hali?

Yine  basında medyada görülen bir olay; lise öğrencisine öğretmenin kitap vurarak şiddet göstermesi ne eğitime ne eğitimciye ne de insanlığa yakışır.

Bu millet bu hale nasıl geldi ? Neden her yerde şiddet kavga, hepimiz düşünme zamanı, ülkeyi yönetenlerin de tedbir alma zamanı gelmedi mi ? Yarın çok geç olmadan gereken tedbirleri gözden geçirelim ve acilen yapılması gereken neyse yapalım.

Yoksa ülke maddi ve manevi çok şey kaybeder.Belki de bunları telafi etmek çok zor, hatta imkansız hale gelebilir.

ÖFKE VE ŞİDDET NASIL ÖNLENİR ?

Ahirete imanın önemi;

Bedüzzaman hazretleri Asay-ı Musa eserinde, ahiret inancının önemini şu şekilde izah etmektedir;

Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır.

Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir.

Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

   Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.

Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.    Çocuklara der: "Cennet var, haylazlığı bırak." Kur'an dersiyle temkin verir.

   Gençlere der: "Cehennem var, sarhoşluğu bırak." Aklı başlarına getirir.

   Zalime der: "Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin." Adalete başını eğdirir.

   İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar.

Onları kazanmaya çalış." Ağlamasını gülmeye çevirir.

   Bunlara kıyasen cüz'î ve küllî her bir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır.

Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın!

   İşte iman-ı âhiretin binler faydalarından işaret ettiğimiz beş altı numunelerine sairleri kıyas edilse kat'î anlaşılır ki iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.

Asa-yı Musa


Rafet Özcan


14 Mayıs 2024 Salı

TEK ADAM YÖNETİMİNİN NETİCESİ, İFLAS !

İnsan yaratılış itibari ile çeşitli kabiliyetlerle donatılmış farklı farklı özellikler taşımaktadır.Hiç bir insan kişilik ve kabiliyetler açısından birbirine benzemez.Tek yumurta ikizleri dahi kişilik ve yetenekler açısından farklılık arzeder.Onun için dünya işlerinde başarı kişileri istidatları yönünde isdihtam ederek elde edilir yani kişi başarılı olduğu alanda görevlendirilmelidir.Salih olan kişi liyakatli olmadığı bir işe talip olmaması gerektiği gibi bilip anlamadığı bir işe görevlendirmekte hem o insana hem de ülkeye verilecek en büyük zarardır. Bu nedenle adama iş değil işe adam prensibiyle hareket eden kurum ve kurluşlar başarı ve kalkınmayı elde ederek ayakta kalır.

Çevremize bir göz attığımız da işinin ehli olan kimseler başarılı olmakta ve hem kendi hem çalıştığı kuruluş başarılı olarak mutlu bir hayat sürmektedir.

Bu durum ülke yönetiminde de aynıdır.Kurum ve kurluşların başarısı liyakat ve işin ehli olanların isdihdamına bağlıdır.Tek adam otoriter sistemi ile yönetilen devletler ve devlet kuruluşları ileride sıkıntı yaşamaktadır.  Otoriter yönetim biçimi ile bir müddet ayakta kalsa bile uzun ömürlü olmamaktadır.Reyi vahid istibdattır.Tek adamın tek düşüncesi ve tek görüşü zulme kapı açar.

Senelerce tek parti, tek adam ile yönetilen ülkelerin durumu ortada.Kişiler otoriterleşip milleti köleleştirmişler.Nice istidat ve kabiliyetler baskı ve otorite neticesi yok olmuştur.

Tek adam ise, kendisi herşeyden anlayan bir despot olarak başa bela olmuştur.İşte ülkemizin Cumhuriyet dönemindeki 1950 öncesi hali ortada. Demokrasi ye ve çok  Partili  sisteme geçene  kadarki yıllarda yaşanan ekenomik ve siyasi durum.Hem zulüm, hem baskı hem de tek tiplilik ve otoriterlik  sonucu inançsızlık ve küfre giden yol. Baştakilerin insanları kendilerine boyun eğdirip köleleştirdikleri haller.Rantçılık, tabiatçılık, maddecilik ve deizme giden yol.Başıboşluk  dönemi.Baştakilerin kendilerini güçlü görmeleri ya da öyle görülmeye başlanması.Sonra da ülkenin borç bataklığına sokularak iflası...

KEMALİZM'DEN,  ERDOĞANİZM'E...!

Senelerce Kemalizmden kurtulmaya çalışırken ne yazık ki millet daha  beter bir belaya uğradı. Önce Özalizm,şimdi de Erdoğanizm.Tıpkı yağmurdan kaçarken  doluya tutulan insan gibi.Bir otoriterden kurtulmuş başka bir despot fecerelere boyun eğmiştir. Tek adamlar her dönem başa bela olmuşlar ve halkı inim inim inletmşler. Ne yazzık ki millet, Yirmi küsür senedir de bu zulmü çekmek zorunda kalmıştır.Yani bir ateist zalimden kurtulup başka bir günahkarın esiri haline gelmiştir.Allah bu milleti keferelerin ve fecerelerin şerrinden korusun. Günümüz münafık fecerelerinin elinden de en kısa zamanda kurtarsın.

Kurtulmanın yolu ise, demokrasinin ve hür iradenin aracı olan, sandıktan geçer. "Yeter artık söz milletin diyelim". Haydi hayırlısı inşallah istenilen olur demokrasi yerleşir,hak hukuk ve adalet güç kazanır.

Rafet Özcan

13 Mayıs 2024 Pazartesi

ANAYASA" ŞAHSIN DEĞİL, MİLLETİN ANAYASASI OLMALI !

 Anayasalar, ülke yönetiminde yöneticiler için bir pusuladır.Yasalar Ana yasaya uygun olarak çıkarılır, yöneticiler de Anayasaya uygun kanunlara göre hareket ederler.Yani  çıkarlan kanunlar  anayasaya aykırı olamaz.Buna göre hiç kimse de anayasaya aykırı hareket edemez.Son günler de Anayasa tartışmalar gündemde.İhtilalcilerin yaptığı 12 Eylül anayasası değiştirildiği halde beğenilmemektedir.Elbette ki İhtilâl dönemi Anayasaları  sivillerin yapacağı anayasadan farklıdır. Çünkü olaganüstü şartlarda yapılmaktadır.

O zaman akla şu soru takılıyor neden sivil iktidarlar ve muhalefet biraraya gelerek müşterek bir anlayışla milletin büyük çoğunluğunun kabul edeceği bir anayasa yapamazlar? Fırsat elde iken neden bu konuda bir çalışma yapmazlar? İlla ki, anayasa yapmak için olağanüstü bir durumun mu olması gerekir?İktidarı da muhalefeti de, İhtilal ürünü anayasalardan çok çekti.Sivillerin yani milleti temsil eden parlementerlerin anayasa yapma zamanı gelmedi mi? Ne duruyorsunuz madem millet istiyor seçim ile birlikte  Anayasayı da milletin oyuna sunun.Yalnız her şeyde olduğu gibi ben yaptım oldu değil, eşit şartlarda ,istişare ile herkesin tasvip edeceği, Parlementer sisteme uygun demokratik bir anayasa yapın.İktidarı da muhalefeti de kişiye göre anayasa değil de ülkeye faydalı bir anayasa yapsınlar. Böylece hem  millet rahatlar hem de ülke güzel bir Anayasaya kavuşur.Seçilmiş milletvekilleri de milletin emrinde ve hizmetinde olduğunu göstermiş olurlar.İşte birlik olunacaksa bunda birlik olun. Millete hiç olmazsa bir sefer olsun birlik olduğunuzu gösterin.Senin benim istediğim değil,sana göre bana göre de değil, bize göre bir Anayasa yapın.Bir sefer olsun birbirinizi aldatmadan ülkeniz için dürüst bir iş yapın.

Herkes şunu unutmasın ve bilsin ki, aldatmayla ile iş yapanlar, bir gün kendileri de aldanırlar.Anayasa da, anayasa olmaktan çıkar ,"Banayasa "yani şahsı mahsus yasa olur.Bunu da hiç kimse, ne beğenir, ne de kabullenir.

Eskisi değişti işe yaramaz hale geldi.Yeni yapılacak Anayasa ise milletin tasvibinden geçerse ülke huzura kavuşur.

Gayret sizden, yardım ve muaffakiyet Allah'tan.


10 Mayıs 2024 Cuma

İSTİĞFAR VE TEVBE

  Yedincisi: 

   İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır.

Yani manen der: "Ey abdim!

İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm.

Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün.

Çocuk üşüdü yahut düştü.

Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın.

İşte Cenab-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.

   Elhasıl: 

   Ey insan!

Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz'-i ihtiyarî namında bir iraden var.

O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın.

Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem'e yetişmesin.

Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.

Sözler - 468

9 Mayıs 2024 Perşembe

EN LÜZUMLU ESAS İHLAS

    Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a'mal-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlastır.

Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlas bulunuyor.

   Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medar olur.

Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki, yüz cihette mukabele istiyorlar.

Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar.

Fakat maatteessüf bîçare mübarek taife-i nisaiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, za'fiyetten ve acizden gelen başka bir nevide riyakârlığa giriyorlar.

Lemalar - 201

ŞEFKATİN SÛ'İSTİMAL EDİLMESİ

    Eğer hakikî şefkat sû'-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem'den ve i'dam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, vâlidesinin defter-i a'maline geçeceğinden, vâlidesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur.

   Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun vâlidesidir.

Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat'î ve daima hissettiğim bu manayı beyan ediyorum:

   Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş.

Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum.

Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.

   Ezcümle; meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur'un da en büyük hakikatı olan acımak ve merhamet etmeyi, o vâlidemin şefkatlı fiil ve halinden ve o manevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.

Evet bu hakikî ihlas ile hakikî bir fedakârlık taşıyan vâlidelik şefkati sû'-i istimal edilip, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkatı sû'-i istimal etmektir.    Evet kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhunu feda ettiklerine; o şefkatın küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi isbat ediyor.

Lemalar - 200

ŞEFKAT

 BİRİNCİ NÜKTE:

   Risale-i Nur'un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur'la fıtraten alâkadardırlar.

Ve LİLLAHİLHAMD, bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor.

Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlası ve mukabelesiz bir fedakârlık manasını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.

Evet bir vâlide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.

Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir.

Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahut sû'-i istimal edilir.

   Yüzer numunelerinden bir küçük numunesi şudur: O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder.

"Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir.

Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor.

Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken davacı ediyor.

O çocuk, "Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?" diye şekva edecek.

Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, vâlidesinin hârika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.

Lemalar - 199

İNSAN BİR CESEDDEN Mİ İBARET ?

    Eğer insan yalnız bir cesedden ibaret olsa ve insan dünyada lâyemutane daimî kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazife yalnız askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa; sözünüzde dahi bir mana olurdu.

Fakat madem insan yalnız cesedden ibaret değil.

Cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez, onlar imha edilmez.

Onlar da idare ister.

   Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes'elesidir.

Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.

   Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir.

Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur.

Madem manevî hâcat-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var.

Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir.

Lemalar - 173

7 Mayıs 2024 Salı

EY İHTİYÂRLAR

    Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler!

Madem Rahîm bir Hâlık'ımız var; bizim için gurbet olamaz.

Madem o var, bizim için herşey var.

Madem o var, melaikeleri de var.

Öyle ise bu dünya boş değil.

Hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk'ın ibadıyla doludur.

Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler.

Evet bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat'umatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahidler, bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlık'ımızın, Sâni'imizin, Hâmi'mizin dergâhını gösteriyorlar.

O dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır.

Ve acz ve zaafın tam zamanı da, ihtiyarlıktır.

Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.

Lemalar - 228

KADERİ TENKİT EDEN

 Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar.

Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

   Acaba, bir gün adavete değmeyen bir şey'e, bir sene kin ve adavetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?

Halbuki mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip, onu mahkûm edemezsin.

Çünki evvelâ, kaderin onda bir hissesi var.

Onu çıkarıp o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Sâniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adavet değil, belki nefsine mağlub olduğundan acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Sâlisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör; bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlub edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenablıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.

Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye; güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedid bir hırs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adavetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.

   İşte hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adavete ve fikr-i intikama, -eğer şahsını seversen- yol verme ki kalbine girsin.

Eğer kalbine girmiş ise, onun sözünü dinleme.

Bak, hakikatbîn olan Hâfız-ı Şirazî'yi dinle: دُنْيَا نَه مَتَاعِيسْت۪ى كِه اَرْزَدْ بَنِزَاع۪ى

   Yani: "Dünya öyle bir meta' değil ki, bir nizâa değsin." Çünki fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir.

Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın!..

Hem demiş:

آسَايِشِ دُو گ۪يت۪ى تَفْس۪يرِ اِينْ دُو حَرْفَسْتْ

بَادُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بَادُشْمَنَانْ مُدَارَا

   Yani: "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârane muaşeret ve düşmanlarına sulhkârane muamele etmektir."

Mektubat - 266

KÜFÜR BİR GÜNAHTIR

 Zira küfür, çendan bir seyyiedir.

Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delail-i vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzib ve bütün tecelliyat-ı esmayı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına Cenab-ı Hak kâfirden şedid şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adalettir.

Madem insan, küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor.

Az bir hizmetle pek çok işleri yapar.

Onun için ehl-i iman, onlara karşı Cenab-ı Hakk'ın inayet-i azîmine muhtaçtır.

Çünki on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhde etse, haylaz bir çocuğun o haneye ateş vermeğe çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmağa mecbur olması gibi; mü'minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenab-ı Hakk'ın çok inayatına muhtaçtırlar.

   Elhasıl: 

   Eğer kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk'a verir, onun tasarrufunda bilir.

O vakit hakkı var, kaderden ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetsin.

Çünki madem nefsini ve herşeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz'-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder.

Seyyiata merciiyeti kabul edip, Rabbini takdis eder.

Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır.

Hem kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder.

Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder.

Eğer kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz'-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur.

Çünki nefs-i emmaresi, gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder.

Fiilini kendine ve esbaba verir.

Mes'uliyeti ve kusuru kadere havale eder.

O vakit, nihayette Cenab-ı Hakk'a verilecek olan cüz'-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır.

Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.

Sözler - 465

5 Mayıs 2024 Pazar

TASARRUF TEDBİRLERİ

 Devletleri ekonomik krizlere sürükleyen ve toplumu borç bataklığında perişan eden faiz ve aşırı israftır.

Devleti idare edenler ekonomik tedbirlerle israf ve faizle mücadele seferberliği ilan ederken, devletin kurumlarının aşırı harcamalara son vermeye bir türlü yanaşmaması nasıl izah edilebilir?Neden israfta ısrar ediyorlar? Bu durum milleti devletine güvenemez hale getirmiştir. Denetim eksikliğinden mi? yoksa zihniyet değişikliğinden mi bu şekilde harcama yapılıyor? Bunu anlamak mümkün değil.

Bir zamanlar ülkeyi “Darulharp” olarak gören ve her türlü haram kazancın mübah olduğunu söyleyerek, meseleyi devlete vergi verilmez diyecek kadar ileri götürenler, devletin gelir kaynağını kurutmuşlardır. Vergi vermeden kaçınmak ülkeyi borç bataklığına sürüklemeye başka bir işe yaramaz.

Bu zihniyete hakim kadroların bugün iktidarda oldukları ve devlet kademelerine yerleştirildiklerini unutmamamız gerekmektedir.

Zam üstüne zam yaparak milleti geçinemez duruma getirmek sonra da maaş ve yardımlarla kendilerine taraftar ve siyasi destek sağlamak ülkeye yapılacak en büyük fenalıktır.

Şunu akıldan çıkarmamak gelir ki, gün gelir kaynak biter, aç insanlar tok olanları rahatsız eder duruma gelir. Ülke kargaşa ortamına sürüklenir ve kaosa dönüşür. O zaman Allah korusun ülke ve millet büyük zarar görür. 

Bunun için, geç kalmadan tasarruf tedbirlerine uyup, savurganlığa son verelim. Ülke gemisini batırmak isteyen kötü niyetlilere fırsat vermeylim.

 ***

4 Mayıs 2024 Cumartesi

KADER VE İRADE

  BİRİNCİ MEBHAS: 

   Kader ve cüz'-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir.

Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir.

Yani mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyarî" önüne çıkıyor.

Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der.

Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, "Kader" karşısına geliyor.

Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."

   Evet kader, cüz'-i ihtiyarî; iman ve İslâmiyetin nihayet meratibinde.. kader, nefsi gururdan ve cüz'-i ihtiyarî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler.

Yoksa mütemerrid nüfus-u emmarenin işledikleri seyyiatının mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in'am olunan mehasinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz'-i ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz'-i ihtiyariyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes'eleler değildir.

Sözler - 463

ŞERRİN YARATILMASI ŞER DEĞİL

 Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir.

Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: "Yağmur rahmet değil." Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesîr vardır.

Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesîri terketmek, şerr-i kesîr olur.

Onun için o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer.

İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur.

Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir.

   Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir.

Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir.

Çünki kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder.

İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler.

Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti.

Halbuki sen sârık değilsin.

Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var.

İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş.

Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş.

Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir.

İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et.

Demek kader ve icad-ı İlahî; mebde' ve münteha, asıl ve fer', illet ve neticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Sözler - 464

HAYATI VEREN ODUR

  ALTINCI KELİME: 

يُحْي۪ى Yani: Hayatı veren odur.

Ve hayatı rızık ile idame eden de odur.

Ve levazımat-ı hayatı da ihzar eden yine odur.

Ve hayatın âlî gayeleri ona aittir ve mühim neticeleri ona bakar, yüzde doksandokuz meyvesi onundur.

İşte şu kelime; şöyle fâni ve âciz beşere nida eder, müjde verir ve der:

   Ey insan!

Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme.

Hayatın fenasını düşünüp, hüzne düşme.

Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme.

Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyum'a aittir.

Masarif ve levazımatını, o tedarik eder.

Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve ona aittir.

Sen, o gemide bir dümenci neferisin.

Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak.

O hayat sefinesi, ne kadar kıymetdar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini ve o sefine sahibi zâtın, ne kadar Kerim ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret ve anla ki: Vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netaic; bir cihetle senin defter-i a'maline geçer, sana bir hayat-ı bâkiyeyi temin eder, seni ebedî ihya eder.

Mektubat - 225

HAMD ONA MAHSUSTUR

  BEŞİNCİ KELİME: 

وَ لَهُ الْحَمْدُ  Yani: Hamd ve sena, medih ve minnet ona mahsustur, ona lâyıktır.

Demek nimetler onundur ve onun hazinesinden çıkar.

Hazine ise, daimîdir.

İşte şu kelime, şöyle müjde verip diyor ki: Ey insan!

Nimetin zevalinden elem çekme.

Çünki rahmet hazinesi tükenmez.

Ve lezzetin zevalini düşünüp, o elemden feryad etme.

Çünki o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin semeresidir.

Ağacı bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var.

Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd ile düşünüp, lezzeti birden yüz derece yapabilirsin.

Nasılki bir padişah-ı zîşanın sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde yüz belki bin elmanın lezzetinin fevkinde, bir iltifat-ı şahane lezzetini sana ihsas ve ihsan eder.

Öyle de: لَهُ الْحَمْدُ kelimesiyle, yani hamd ve şükür ile, yani nimetten in'amı hissetmekle, yani Mün'imi tanımakla ve in'amı düşünmekle, yani onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in'amının devamını düşünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapısını sana açar.

Mektubat - 225

MÜLK ONUNDUR

  DÖRDÜNCÜ KELİME: 

لَهُ الْمُلْكُ Yani: Mülk umumen onundur.

Sen, hem onun mülküsün, hem memluküsün, hem mülkünde çalışıyorsun.

Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan!

Sen kendini, kendine mâlik sayma.

Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır.

Kendi başına muhafaza edemezsin, belalardan sakınıp, levazımatını yerine getiremezsin.

Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır.

O Mâlik, hem Kadîr'dir, hem Rahîm'dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme.

Kederi bırak, keyfini çek.

Zahmeti at, safayı bul.    Hem der ki: Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm'in mülküdür.

Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. cefasını değil, safasını çek.

O hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir.

Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.

Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler" de, pencerelerden seyret, içlerine girme.

Mektubat - 224

3 Mayıs 2024 Cuma

HERŞEY ONUN VÜCUDUNA DELALET EDER

    Ey Mutasarrıf-ı Fa'al ve ey Feyyaz-ı Müteâl!

Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra'd, rüzgâr, yağmur birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber; birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler.

Hem koca fezayı mahşer-i acaib yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rububiyetinin haşmetine.. ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulandırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve herbir şeye şümulüne şehadet ettikleri gibi; umum zemine ve bütün mahlukata cevv perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve herşeye yetişmelerine delalet eder.

Hem fezadaki hava, o kadar hakîmane vazifelerde istihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmane faidelerde istimal olunur ki; herşeye ihata eden bir ilim ve herşeye şâmil bir hikmet olmazsa, o istimal, o istihdam olamaz.

Lemalar - 360

AB-I HAYAT OLAN YAĞMUR

    Evet camid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir; karışık tesadüf karışamaz.

Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.

Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra'dat dahi, lisan-ı kàl ile konuşarak seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.

Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek, nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi, âdeta bir hikmete binaen "levh-i mahv ve isbat" ve "yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası" suretine çevirmekle, senin faaliyet-i kudretine işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi, senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle, senin vüs'at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder.

Lemalar - 359

RIZA-YI İLAHİYİ KAZANMAK

    Ey sevaba hırslı ve a'mal-i uhreviyeye kanaatsız insan!

Bazı Peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar.

Demek hüner, kesret-i etba' ile değildir.

Belki hüner, rıza-yı İlahîyi kazanmakladır.

Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile "Herkes beni dinlesin" diye vazifeni unutup, vazife-i İlahiyeye karışıyorsun?

Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir.

Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma.

Hem hak ve hakikatı dinleyen ve söyleyene sevab kazandıranlar, yalnız insanlar değildir.

Cenab-ı Hakk'ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melaikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler.

Madem çok sevab istersin, ihlası esas tut ve yalnız rıza-yı İlahîyi düşün.

Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları; ihlas ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevab kazandırsın.

Çünki meselâ sen "ELHAMDÜLİLLAH" dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük "ELHAMDÜLİLLAH" kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır.

Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halketmiş.

Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.

Eğer rıza-yı İlahî ve ihlas o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır.

Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!..

Lemalar - 152

1 Mayıs 2024 Çarşamba

HAK DAVA ETMEYE HAKKIN YOK

 Evet mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü'l-Vücud'a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir.

Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister.

Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır.

İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir.

Ademler ise, illet istemezler.

Nihayetsize illet olamaz.

Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır.

Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır.

Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır.

Ve hâkeza kıyas et.

   Ey insan-ı müşteki!

Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...

   Ey nankör!

Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?

Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.

Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

   Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan!

Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.

İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.

Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış.

Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme.

Kimden kime şekva ettiğini bil, sus.

Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır.

Mektubat - 285

ALLAH RIZASI

  BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: 

   Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı.

Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.

Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.

O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.

Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.

Lemalar - 160

İHLAS

 Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarım!

Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.

Madem ihlasta mezkûr hâssalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız.

Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi' olur, devam etmez; hem şiddetli mes'ul oluruz.

وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ى ثَمَنًا قَل۪يلًا

âyetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfüruşane, sakîl, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi'-i cüz'iyenin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

   Ey kardeşlerim!

Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur.

Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.

Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir.

İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ى

demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilmez.

Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.

İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.

Lemalar - 159

EY EHL-İ İMAN!

    Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız!

İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz.

Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir.

Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa; bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.

İşte ey ehl-i iman!

İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.

Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa,

اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا

düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..

Mektubat - 270

İŞTE EY MÜ'MİNLER!

    Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz?

Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır.

Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?

O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var.

Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an: Uhuvvet-i İslâmiyedir.

Bu kal'a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..

   Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm'ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev'-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.

Mektubat - 269