31 Ekim 2024 Perşembe

ŞEYTANIN TUZAKLARI !

 Şeytanın insanları kötü yola sevk etmek için kullandığı bazı  tuzaklar vardır. İslam inancına göre, şeytanın başlıca tuzakları şunlardır:

1. Küfür ve Şirk: İnsanı Allah'a inanmamaya veya Allah'a ortak koşmaya yönlendirir. Bu, Allah’ın varlığını inkar etmekten veya Allah'tan başkasına tapmaya kadar geniş bir yelpazede olabilir.

2. Günahı Süslemek: Şeytan, kötülükleri ve günahları cazip göstererek insanı yanlışa teşvik eder. Yanlış bir davranışın aslında zararsız ya da eğlenceli olduğunu düşündürerek kişinin doğru yoldan sapmasına sebep olabilir.

3. Zamanı Boşa Harcatmak: Şeytan, insanın ibadet ve iyi işler yapması gereken zamanları boş ve gereksiz şeylerle geçirmesini sağlar. Böylece kişi, hem Allah’a ibadet etmeyi hem de faydalı işler yapmayı ihmal eder.

4. Kibir ve Gurur: Şeytan, kişiye kendisini olduğundan üstün hissettirir. Bu, insanın kibirlenmesine ve başka insanlara yukarıdan bakmasına yol açabilir, bu da ahlaki ve manevi çöküşe neden olur.

5. Kötü Şüpheler ve Vesveseler: Şeytan, insanın zihnine vesvese vererek onu sürekli kötü düşünceler içinde bırakabilir. Bu düşünceler, kişinin iç huzurunu ve imanını zayıflatabilir.

6. İbadetleri Ağır Göstermek: İbadetleri zor, yorucu veya vakit kaybı olarak göstererek insanları ibadetlerden soğutmaya çalışır. Böylece insan, Allah’a yakınlaşmayı erteler ya da ihmal eder.

7. Kin ve Nefret: İnsanlar arasında fitne, fesat ve düşmanlık yayarak aralarında kin ve nefret tohumları eker. Bu, aile bağlarından toplumsal ilişkilere kadar pek çok alanda çatışmalara yol açabilir.

Şeytanın tuzaklarını Bediüzzaman Hazretleri  de Mektubat adlı eserinin Yirmi Dokuzuncu mektubunda Şetanın desiseliri olarak şu şekilde belirtmiştir.

1-Hubb-u cah denen makam sevgisi,

2-İnsanda bulunan korku damarını kullanmak,

3-Tama ve hırs sebebiyle insanları yakalamak,

4-Menfi milliyetçilik ile insanları birbirinden ayırmak,

5-insanların enaniyetin tahrik ederek ayrılık meydana getirmek,

6-İnsanların tembellik ve tenpervelik damarından istifade etmek.

Bu tuzaklara karşı korunmak için İslam inancında, Allah’a sığınmak, ibadetlere önem vermek, sabırlı ve bilinçli olmak, şeytanın vesveselerine karşı bilinçli bir duruş sergilemek önerilir.Allah cümlemizi bu tuzaklardan korusun.

Rafet Özcan

30 Ekim 2024 Çarşamba

FESADA SEBEP İKİ KELİME

 Bütün ihtilalat ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı tek iki kelimedir:

   Birinci Kelime: "Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!"

   İkinci Kelime: "İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim."

   Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki o da vücub-u zekâttır.

   İkinci kelimenin devası, hurmet-i ribadır.

   Adalet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya "Yasaktır, girmeye hakkın yoktur!" der.

Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi.

Daha müthişini yemeden dinlemeli!

   43- Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor.

Zira beşer esir olmak istemediği gibi ecîr olmak da istemez.

Mektubat[Y] - 527

ŞEYTANIN DESİSELERİ

 Altıncı Risale Olan Altıncı Kısım 

   وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatini; ins ve cin şeytanlarının ve Müslümanlar içine girmiş mülhidlerin ve münafıkların altı desiseleriyle altı cihetten hücumlarını altı hakikatle set ve reddetmekle, o sırr-ı azîmi tefsir ediyor.    Birinci Desiseleri: Kur'an hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmalarına mukabil, gayet mukni ve kat'î bir cevapla susturur.

   İkinci Desiseleri: Korku damarıyla, ehl-i hakkı haktan çevirmelerine karşı, gayet güzel ve kat'î bir cevapla tard edilir.

   Üçüncü Desiseleri: Tama' ve hırs cihetiyle, ehl-i hidayeti hizmet-i Kur'aniyeden vazgeçirmelerine karşı, gayet parlak ve kat'î bir cevapla reddedilir.

   Dördüncü Desiseleri: Asabiyet-i milliyeyi tahrik etmek suretinde, hakiki din kardeşlerinin ve hizmet-i Kur'aniyede samimi arkadaşlarının içine yabanilik ve ihtilaf atmak ve üstadlarından soğutmalarına mukabil, gayet mühim ve kat'î öyle bir cevaptır ki şeytan-ı insîyi tamamıyla susturduğu gibi sahtekâr milliyetçilerin maskelerini yırtarak, öyleler milletin düşmanları olduklarını ve hakiki milliyet-perverler kimler olduğunu gösterir.

   Beşinci Desiseleri: İnsanın en zayıf damarı olan enaniyetini tahrik edip ehl-i hakkı haksızlığa sevk etmek ve ehl-i ittihadı ihtilafa düşürmelerine mukabil, kuvvetli ve eneleri susturacak bir cevap verilmiştir.

   Altıncı Desiseleri: Tembellik ve ten-perverlik ve vazifedarlık damarından istifade suretiyle, Kur'an şakirdlerinin gayretlerini, sadakatlerini, ihlaslarını zedelemek suretindeki hücumlarına karşı bir cevaptır.

   Âhirinde, umum cevapların hülâsası olarak şu iki âyet ile Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan mu'cizane cevap veriyor:   يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ٭ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ى ثَمَنًا قَل۪يلًا

Mektubat[Y] - 565

29 Ekim 2024 Salı

FETVA VAZİFESİ

 Bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

   "Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.

Çünki çok emarelerle anlamışız ki: BU ULÛM-U İMANİYEDEKİ FETVA VAZİFESİYLE TAVZİF EDİLMİŞİZ.

Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer.

Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksimü'l-a'mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.." 

Mektubat - 426

KUVVET HAKTA

 Ey efendiler!

Bilirim ki, hak noktasında mağlub olduğunuz zaman, kuvvete müracaat edersiniz.

Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla; dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur'aniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir.

Hem size bunu da haber veriyorum ki: Değil sizler gibi mahdud, manen millet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvanattan fazla kıymet vermeyeceğim.

Çünki bana karşı ne yapacaksınız?

Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur.

Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok.

Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde kat'î iman etmişim ki; tagayyür etmiyor, mukadderdir.

Madem böyledir; Hak yolunda şehadet ile ölsem, çekinmek değil, iştiyak ile bekliyorum.

Bâhusus ben ihtiyar oldum, bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum.

Zahirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek; benim gibilerin en âlî bir maksadı, bir gayesi olur.

Amma hizmet ise, felillahilhamd hizmet-i Kur'aniye ve imaniyede Cenab-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki; vefatım ile, o hizmet bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak.

Benim dilim ölüm ile susturulsa; pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler.

Hattâ diyebilirim: Nasılki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sünbül hayatını netice verir; bir taneye bedel, yüz tane vazife başına geçer.

Öyle de; mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum!..

Mektubat - 424

CEMAATTAKİ BÜYÜK SIR

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Mü'minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki; her bir ferd, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevab cemaatten kazanıyor.

Ve her bir ferd ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur, bilhâssa Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma...

Ve keza her bir ferd arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve Hallak-ı kâinata ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzed olur.

   İşte mü'minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvî, manevî teavün ve birbirine yardımlaşmak ile hilafete haml, emanete mazhar olmakla beraber mahlukat içerisinde mükerrem unvanını almıştır.

Mesnevi-i Nuriye - 239

ARZ ALEMİN KALBİ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihya-yı arz ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celbettiğinden kalbime şöyle bir feyiz damlamıştır ki: Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir.

Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda îsal eden yolların en yakını da topraktır.

Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlık-ı Semavat'a daha yakın bir yoldur.

Zira kâinatta tecelli-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilafete ve Hayy, Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır.

Nasılki arş-ı rahmet su üzerindedir.

Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir.

Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir.

Evet kesif bir şeyin âyinesi ne kadar latîf olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir.

Ve nuranî ve latîf bir şeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmanın cilvelerini cilâlı gösterir.

Meselâ hava âyinesinde yalnız şemsin zaîf bir ziyası görünür.

Su âyinesinde şems, ziyasıyla görünürse de elvan-ı seb'ası görünmüyor.

Fakat toprak âyinesi, çiçeklerinin renkleriyle şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.

اَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّه۪ وَ هُوَ سَاجِدٌ

olan hadîs-i şerif, bu sırra işareten şehadet eder.

Öyle ise arkadaş, topraktan ve toprağa inkılab etmekten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş etme!

Mesnevi-i Nuriye - 241

28 Ekim 2024 Pazartesi

TÜKÜRÜN ZALİMLERİN HAYASIZ YÜZÜNE

 Evet tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!..

   Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı'nın toplarını tahrib ve İstanbul'u istila ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu.

Ben de o zaman Dârü'l-Hikmet-il İslâmiye'nin a'zâsı idim.

Bana dediler: "Bir cevab ver." Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevab istiyorlar.

Ben dedim: "Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevab veriyorum!

Çünki o devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor.

Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.." demiştim.

Şimdi diyorum:

   Ey kardeşlerim!

İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istila ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur'anî bana kâfi geldiği halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.

   Hem ey kardeşlerim!

Çoğunuz askerlik etmişsiniz.

Etmeyenler de elbette işitmişlerdir.

İşitmeyenler de benden işitsinler ki: "En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır.

En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!" قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذ۪ى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلَاق۪يكُمْ mana-yı işarîsiyle gösteriyor ki: "Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar!"

Mektubat - 417

SİYASET TOPUZU YERİNE NUR-U HAKİKAT

 -Bir zaman elinde siyaset topuzu vardı.

Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var.

Eskiden 31 Mart hâdisesinde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler.

Fakat sonra tebeyyün etti ki, mes'ele başkaları tarafından çıkmış.

Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden bela gördüler.

Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı.

Buna binaen; bin değil, binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli!" deyip ehl-i dalaletin dalkavuklarının ağzına vurup tardetmelisiniz.

Hem o dalkavuklara deyiniz ki:

   "Yüzbinler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket gelse; zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız!" Çünki mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki: Büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen bela en evvel onların başında patlar.

Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış.

Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde manen ölmüş.

Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler.

Çünki derler: "Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar."

   Madem hakikat budur.

Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat'î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür.

Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur.

Hem o canavar vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci' eder.

Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur.

Mektubat - 416

İSTANBUL'UN İŞGALİNDE BEDİÜZZAMAN’IN İNGİLİZLERE VERDİĞİ CEVAP

 Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı'nın toplarını tahrib ve İstanbul'u istila ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu.

Ben de o zaman Dârü'l-Hikmet-il İslâmiye'nin a'zâsı idim.

Bana dediler: "Bir cevab ver." Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevab istiyorlar.

Ben dedim: "Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevab veriyorum!

Çünki o devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor.

Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.." demiştim.

Şimdi diyorum:

   Ey kardeşlerim!

İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istila ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur'anî bana kâfi geldiği halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.

   Hem ey kardeşlerim!

Çoğunuz askerlik etmişsiniz.

Etmeyenler de elbette işitmişlerdir.

İşitmeyenler de benden işitsinler ki: "En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır.

En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir!" قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذ۪ى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلَاق۪يكُمْ mana-yı işarîsiyle gösteriyor ki: "Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar!"

Mektubat - 417

27 Ekim 2024 Pazar

KOĞUŞ PENCERESİNDE BİR BAYRAK

Yarın Cumhuriyet Bayramı. Yani halkın bayramı. Yani milletin bağımsızlığının ilan edildiğinin 101. Yılı bayramı.

1948 yılında, Afyon Hapishanesi Müdürü Mehmet Kayıhan bir Cumhuriyet Bayramı’nda, Said Nursî’nin koğuşuna Türk bayrağı astırıyor.

Bunu gören Bediüzzaman Türk Bayrağı ile onur duyuyor ve şöyle diyor:

“Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı Milliye’de İstanbul’da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki ‘Hutuvat-ı Sitte’ eserimi tab’ ve neşrile, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki; Mustafa Kemal şifre ile iki defa beni Ankara’ya taltif için istedi.

Hattâ demişti: ‘Bu kahraman Hoca bize lâzımdır.’ Demek benim bu bayramda, bu bayrağı takmak hakkımdır.”

Said Nursî’yi anlamadılar. Hatta yüz küsur sene geçmesine rağmen hâlâ bugün de anlamıyorlar.

O Zaten Cumhuriyetçi İdi

Said Nursî vatan ve millet dostudur. Ömrü boyunca bu vatan için yaptıklarının bir benzerini, inanın dünyada yapan olmamıştır. Hiç mübalağa etmiyorum.

O henüz bir medrese talebesi iken Cumhuriyetçi idi.

1892 yılında Tillo’da “Kubbe-i Hasiye”de bulunurken, her gün yemeğini küçük kardeşi Mehmed getiriyordu. O zaman Said-i Meşhur denilen Molla Said, yani bugünkü bilinen ismiyle Bediüzzaman Said Nursî de, ekmeğini çorbaya batırarak yiyor; çorbanın tanelerini karıncalara veriyordu.

Bir gün kendisine niçin böyle yaptığı soruluyor. Bediüzzaman’ın cevabı muhteşemdir:

“Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye mâlikiyet ve fevkalâde vazifeşinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için, cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum.”

Demokratik Devlet

Cumhuriyetperverlik bizim dinimizin özünde vardır. Buna karşılık tek adam yönetimi ise Kur’ân’ın kabul etmediği bir yönetim biçimidir. Kur’ân buyuruyor ki: “Onların işleri aralarında şura iledir.” Bir diğer ayette ise, “İş hakkında onlarla istişare et.”

Bu ayetlerin açılımı demokratik bir devlettir. Her işini istişare ile yapan, kanunlarını meşveret ile yapan ve meşveret ile yapılan kanuna uyan, kanun yapmak yerine KHK gibi ucube metinlere itibar etmeyen, tek adam emirleri yerine efkâr-ı ammeyi dikkate alan sistemlerdir.

Kur’ân bu sistemin Hazret-i Âdem ile başladığını söylüyor. Ne var ki, peygamberlerin İlâhî mesajlarıyla birlikte her defasında bu şistem de berhava oluyor. Tarih boyunca bu böyle olmuştur.

Fakat sistemin beşerî bir yönü olması hasebiyle, taa Roma döneminden beri uygulanagelmiş ve tekamül fırsatı bulmuştur. Bununla beraber insan eliyle tekamüle soktuğunuz bu İlâhî programda, hep beşer izine rastlanmıştır. Yani beşer kendi keyfi yönetim anlayışını bu sisteme boca ettirmiş ve adına demokrasi demiştir. Dolayısıyla demokrasi ile şeriat çok uzak yönetimler zannedilmiştir.

Oysa şeriat dediğiniz yönetim biçimi tam demokratik bir sistemin adıdır.

RAHAT AYRI,HUZUR AYRI !

 Evet, rahat ve huzur birbirinden farklı kavramlardır. Rahatlık, genellikle fiziksel veya geçici bir durum olarak tanımlanır; örneğin, konforlu bir ortamda olmak veya ihtiyaçlarının karşılanmış olması gibi. Huzur ise daha derin bir duygudur ve genellikle içsel bir derinliği, duygusal dengeyi ve tatmini ifade eder. Rahatlık geçici olabilir, ancak huzur daha kalıcı ve kişisel bir tatminle ilişkilidir.


Bu farkı düşündüren bir şey ise,

Evet, "madde ve rahat" ile "iman ve huzur" kavramları arasında derin bir ayrım vardır. Madde ve rahatlık daha çok dünyevi, fiziki ve maddi tatminlerle ilgilidir. Bir kişinin maddi olarak refah içinde olması, lüks içinde yaşaması ya da günlük yaşamda rahat olması bu durumu ifade eder. Ancak bu tür bir rahatlık genellikle geçicidir ve sürekli tatmin sağlamaz.


"İman ve huzur" ise manevi ve ruh bir durumu ifade eder. İman, kişinin inançlarına, manevi değerlere olan bağlılığı ve güvenidir. Bu bağlılık, zorluklar karşısında bile içsel bir derinlik, huzur ve anlam bulmayı sağlar. Huzur, imanla gelen derin bir içsel denge ve barış halidir, bu da maddi koşullardan bağımsız olabilir.


Bu iki kavramın birlikte düşünülmesi, maddi dünyanın sunduğu geçici tatminle manevi dünyanın sunduğu kalıcı huzur arasındaki dengeyi anlama açısından önemlidir.

Bu durumu Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde belirtmektedir;

"Gençlik kat'iyyen gidecek.

Eğer insan daire-i meşruada kalmazsa, o gençlik zayi' olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek.

Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarfetseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.

   Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.

Çünki insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır.

O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir.

Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor.

İnsan ise, eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor.

Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür.

Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasında madumdur, ölmüştür.

Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor.

Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine madumdur.

Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar.

Eğer iman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur.

Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve manevî ezvakı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor.

....

   İşte hayat böyledir.

Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz."1

Dipnot:

1-Sözler 


TOPLUMU BATIRAN YALAN VE HARAMDIR !

 "Haram ve helalin birbirine karıştığı dünya" ifadesi, insanların doğru ile yanlışı ayırt etmekte zorlandığı, dini ve etik değerlerin bulanıklaştığı bir durumu tanımlar. Bu kavram, ahlaki sınırların flu hale geldiği, helal olanın haramla karıştırıldığı veya haram olanın normalleştirildiği bir dünya görüşünü yansıtır. Modern toplumlarda teknolojik gelişmeler, küreselleşme ve sosyal medya gibi etkenler, geleneksel değerlerin sorgulanmasına ve insanların doğruyu yanlışı ayırt etmekte zorlanmasına neden olabilir.

Bu tür bir dünyada, bireylerin kişisel ve toplumsal sorumluluklarını unutmadan, inançlarına ve ahlaki prensiplerine sadık kalmaları daha zor hale gelebilir. Bu da insanları, dini ve ahlaki değerlere daha sıkı sarılmaya veya bunlardan uzaklaşmaya itebilir.

Bir toplumu yok eden yalan ve haram:

Toplumun ahlaki ve etik temellerini sarsan iki büyük kötülük olarak kabul edilir. Bu kavramlar, bireylerin ve toplulukların içten içe çöküşünü hızlandıran temel nedenlerdendir.

Yalan: Bir toplumda doğruluğun yerini yalan aldığında, güven ve dürüstlük ortadan kalkar. Güvensizlik, hem bireyler arasında hem de topluma yön veren kurumlar arasında yaygınlaşır. Yalan, sosyal bağları zayıflatır, insanlar arasındaki güveni sarsar ve adaletin sağlanmasını engeller. Yalanlar üzerine kurulu bir düzen, toplumun temellerini zayıflatır ve sonunda kaçınılmaz bir çöküşe yol açar.

Haram:  İslam inancında Allah'ın yasakladığı her türlü fiil ve davranışı ifade eder. Haramın yaygınlaşması, bireylerin ve toplumun ruhani ve ahlaki dengelerini bozar. Haram kazançlar, rüşvet, haksız kazançlar ve ahlaksız davranışlar topluma zarar verir. Haramın normalleşmesi, toplumun etik değerlerini erozyona uğratır, sosyal adaletin zayıflamasına ve ahlaki çöküşe neden olur.

Bu iki unsur, toplumsal yapıyı zayıflatır ve adalet, güven, doğruluk gibi değerlerin yerini alır. Bunun sonucunda, toplumda huzursuzluk, kargaşa ve dengesizlik artar. Bu süreç, o toplumun uzun vadede çözülmesine, kimliğini kaybetmesine ve yok olmasına neden olabilir.


Toplumun huzuru için,dört temel prensip ve beş esas altın formül:


Bir İslâm bilgini kırk kitap kadar ilim ve hikmet toplamış, sonra bunlardan kendisi için dört prensip seçerek kurtuluşun bu dört prensipte olduğunu görmüş ve hayatına bu dört prensibi uygulamıştır. 

Bu dört prensip şunlardır:

1- Allah’tan başkasına güvenme!

2- Sırrını hiç kimseye söyleme!

3- Allah’ın sana verdikleri ile övünme!

4- İlim ve akıl yolundan ayrılma!

Bediüzzamandan altın formül !

Beş esas lâzım ve zarurîdir:

Birincisi, merhamet.

İkincisi, hürmet.

Üçüncüsü, emniyet.

Dördüncüsü, haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.

Beşincisi, serseriliği bırakıp itaat etmektir.

Rafet Özcan



26 Ekim 2024 Cumartesi

KÖPRÜLER FARKLI FARKLI

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnkılablar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor.

O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun.

Lâkin o köprülerin inkılabat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur.

Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür.

Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür.

Ve misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür.

Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür.

Kıyamette ise, inkılab bir değildir.

Pek çok ve büyük inkılablar olacağından, köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir.

Mesnevi-i Nuriye - 225

DUA BİR İBADETTİR

 اُدْعُون۪ٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ

   İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Bazı dualar icabete iktiran etmez, diye iddiada bulunma.

Çünki dua bir ibadettir.

İbadetin semeresi âhirette görünür.

Dünyevî maksadlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler.

Duaların semeresi değillerdir.

Meselâ: Şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.

   Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir.

Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır.

Eğer bu vakitlerde dünyevî maksadlar hasıl olursa, zâten nurun alâ nur.

Ve illâ, icabet duaya iktiran etmedi, diyemezsin.

Ancak, henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır, diyebilirsin.

Çünki o maksadlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir.

Cenab-ı Hakk'ın duaların icabetine vaadetmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir.

Yani, icabet kabulü istilzam etmez.

Duaya her halde cevab verilir.

Cevabsız bırakılmaz.

Matluba olan is'af ise, Mücîbin hikmetine tâbidir.

Meselâ: Doktoru çağırdığın zaman, herhalde: "Ne istersin" diye cevab verir.

Fakat: "Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver" dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülayim olmadığından vermez.

   Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kasdıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden aksü'l-amel olur.

O dua ibadetinde ihlas kırılır, makbul olmaz.

Mesnevi-i Nuriye - 225

ALLAH'I İTTİHAM ETME

 Ey insan!

Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir.

Baksana!

Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva'-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor?

Senin ağzına getirip sokacak değil ya!

Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir?

Allah insaf versin!    Hülâsa: 

   Allah'ı ittiham etmekle işini terk edip Allah'ın işine karışma ki nankör âsiler defterine kaydolmayasın.

Mesnevi-i Nuriye - 224

ALLAH'IN İŞİNE KARIŞMA

    ALLAH'IN VAZİFESİ

Amma gerek nefsine, gerek evlâd ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah'ın vazifesidir.

Evet madem hayatı veren odur.

O hayatı koruyacak levazımatı da o verecektir.

Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem'ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttirdiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem'ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atalet, betalet azabından kurtulsun.

Mesnevi-i Nuriye - 224

İNSAN BİR ASKERDİR

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Gafil olan insan, kendi vazifesini terkeder, Allah'ın vazifesiyle meşgul olur.

Evet insan, gafletten dolayı iktidarı dâhilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zaîf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir.

Ve aynı zamanda bütün istirahatını kaybetmekle âsi, şakî, hain adamların partisine dâhil olur.

   Evet insan bir askerdir.

Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır.

Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir.

Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını vermektir.

Binaenaleyh erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle -meselâ- iştigal eden bir asker, şakî ve hain olur.

Bu itibarla insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir.

Terk-i kebair takvasıdır.

Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.

Mesnevi-i Nuriye - 224

25 Ekim 2024 Cuma

DÜNYA CERYANLARIYLA ALAKAM YOK

 Hodfüruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirane, rakibane bir nazarla bakıyorlar.

Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım.

   Hey efendiler!

Ben imanın cereyanındayım.

Karşımda imansızlık cereyanı var.

Başka cereyanlarla alâkam yok.

O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendini bir derece mazur görüyor.

Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirane, rakibane vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek; gayet fena bir hatadır.

Çünki sâbıkan isbat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye hasr ve vakfetmişim.

Madem böyledir, bana eziyet verip rakibane ilişen adam düşünsün ki; o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.

   Beşinci Mes'ele: 

   Dünya madem fânidir.

Hem madem ömür kısadır.

Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.

Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.

Hem madem dünya sahibsiz değil.

Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var.

Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır.

Hem madem

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا

sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.

Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.

Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

   Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

Mektubat - 71

NEFİS TERBİYESİ

    Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıblarını söyler.

Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevkeder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır.

Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır.

Evet ben nefsim ile musalaha etmemişim.

Çünki terbiye etmemişim.

Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse; ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.

Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur'ana hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil.

O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur'ana havale ediyorum.

O Aziz'dir, Hakîm'dir.

Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nev'inden ise; o da bana ait değil.

Ben menfî ve esir ve garib ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez.

Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilayete hükmedenlere aittir.

Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder.

Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti.

وَاُفَوِّضُ اَمْر۪ٓى اِلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ بَص۪يرٌ بِالْعِبَادِ

dedim.

O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum.

Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur'an onu helâl etmemiş...

Mektubat - 64

SİYASETTEN KAÇINMANIN SEBEBİ

  İKİNCİ NOKTA: 

   Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?

   Elcevab: 

   Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkuk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için.. hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i iman ve Kur'an için şiddetle siyasetten kaçıyor.

Çünki diyor: "Ben ihtiyar oluyorum, bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum.

Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor.

Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor.

Fakat ilim itibariyle insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim.

Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez.

Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.

Onun için o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan imana hizmet cihetini tercih ettim.

Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim manevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum.

Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma keffaret yapar.

Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin, -mü'min olsun kâfir olsun, sıddık olsun zındık olsun- karşı gelmeye hakkı yoktur.

Çünki imansızlık başka şeylere benzemiyor.

Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir.

Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok.

Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azab içinde azabdır.

   İşte böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve iman gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak; benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına keffaret aramağa mecbur bir adamda ne kadar hilaf-ı akıldır, ne kadar hilaf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir, divaneler de anlayabilirler.

   Amma Kur'an ve imanın hizmeti ne için beni men'ediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-i imaniye ve Kur'aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından, "Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?" diye düşünürler.

O elmaslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler.

O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.

İşte ey ehl-i dünya!

Neden benim ile uğraşıyorsunuz?

Beni kendi hâlimde bırakmıyorsunuz?

   Eğer derseniz: 

   Şeyhler bazan işimize karışıyorlar.

Sana da bazan şeyh derler.

   Ben de derim: Hey efendiler!

Ben şeyh değilim, ben hocayım.

Buna delil: Dört senedir buradayım; bir tek adama tarîkat verseydim, şübheye hakkınız olurdu.

Belki yanıma gelen herkese demişim: İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamanı değil.

Mektubat - 62

SİYASETE GİRMEK BOŞ YERE YORULMAKTIR

  BİRİNCİ NOKTA: 

   Denilmiş: "Ne için siyasetten çekildin?

Hiç yanaşmıyorsun?"

   Elcevab: 

   Dokuz-on sene evveldeki Eski Said, bir mikdar siyasete girdi.

Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu.. ve gördü ki; o yol meşkuk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur.

Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var.

Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur.

Eğer muvafık olsa; madem memur ve meb'us değilim, o halde siyasetçilik bana fuzulî ve malayani bir şeydir.

Bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım.

Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım.

Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok.

Çünki mesail tavazzuh etmiş, herkes benim gibi bilir.

Beyhude çene çalmak manasızdır.

Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhalefet etsem, husulü meşkuk bir maksad için binler günaha girmek ihtimali var.

Birinin yüzünden çoklar belaya düşer.

Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor diye Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terketti.

Buna kat'î şahid, o vakitten beri sekiz senedir bir tek gazete ne okudum ve ne dinledim.

Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın söylesin.

Halbuki sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu.

Hem beş senedir bütün dikkat ile benim halime nezaret ediliyor.

Siyasetvari bir tereşşuh gören söylesin.

Halbuki benim gibi asabî ve

اِنَّمَا الْح۪يلَةُ ف۪ى تَرْكِ الْحِيَلِ

düsturuyla, en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervasız, alâkasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz.

Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı; tedkikata, taharriyata lüzum bırakmayarak top güllesi gibi sadâ verecekti.

Mektubat - 61

24 Ekim 2024 Perşembe

İNSAN BİR YOLCUDUR

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsan bir yolcudur.

Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü'l-Mülk tarafından verilmiştir.

Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarfediyor.

Halbuki, o levazımattan lâekal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarfetmek gerektir.

Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmidört lira harcırah alan bir memur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmiüç lirayı sarfederse, öteki yerlerde ne yapacaktır?

Hükûmete ne cevab verecektir?

Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?

Binaenaleyh Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmidört saatlik bir vakit vermiştir.

Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmiüç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatı da beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarfetmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!

Mesnevi-i Nuriye - 223

İNSANDA BULUNAN MANEVİ CİHAZLAR

 Niçin "İnsanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir"?


Bu ifade, Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde geçmektedir. 

İnsanın dünya hayatındaki bedensel, dünyevî zevklerinin sınırlılığını ve yüzeyselliğini vurgulamaktadır. “Hayat-ı hayvaniye” ifadesi, insanın sadece biyolojik ve bedensel ihtiyaçlarına dayalı bir yaşam tarzını ifade eder. Bu tür bir yaşam, yeme, içme, uyuma gibi hayvansal ihtiyaçların karşılanmasından ibarettir.


Bediüzzaman burada, insanın sadece bu bedensel zevklere odaklandığında, aldığı hazzın bir serçe kuşunun hazzından bile daha az olduğunu söylemektedir. Bunun nedeni, insanın sadece maddi yönüyle değil, aynı zamanda manevi ve ruhani yönüyle de bir varlık olmasıdır. Eğer insan yalnızca biyolojik ihtiyaçlarını gidermeye çalışırsa, varlığının asıl gayesini kaçırır ve derin bir tatmin hissi bulamaz. Oysa serçe gibi hayvanlar, kendi varlık gayelerine uygun olarak yaşadıklarında, daha doğal bir tatmin ve lezzet elde ederler.


Ayrıca bu ifadeler, insanın ruhani ve manevi yönünü ihmal etmemesi gerektiğine dair bir uyarıdır ve gerçek lezzetin ancak Allah'a yönelme, manevi ve ahlaki bir hayat yaşama yoluyla elde edilebileceğini ima eder.


Bediüzzaman  yine aynı eserinde şöyle der;

Çünki insanda hüzün, keder, korku var, onda yoktur.

Fakat cihazat, hissiyat, duygular, istidadlar itibariyle hayvanların en a'lâsından fazla lezzet alır.

İnsanın şu vaziyetine dikkat edilirse anlaşılır ki: Bu kadar cihazat, bu hayat için olmayıp, ancak bir hayat-ı bâkiye için kendisine verilmiştir.

Ve keza insan saltanat-ı rububiyetin mehasinine nâzır ve esma-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i kudretle yazılan mektubat-ı İlahiyeyi mütalaa ile mütefekkir olduğu cihetle, eşref-i mahlukat ve halife-i arz olmuştur.


İnsan kendisine verilen akıl,irade ve ruh gibi hissiyatlar, duygular ve cihazatlar vasıtasıyla, mahlukatın en şereflisi ve arzın halifesi durumundadır.


23 Ekim 2024 Çarşamba

SAKIN DÜNYA HAYATINA ALDANMA

 "Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız.

Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.

Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdid ediyor.

Eğer iman kulağıyla Kur'anın sadâsını dinleyecek olursan o ecel arslanı bir burak olur.

Bizleri rahmet-i Rahmana ulaştıracaktır.

Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar.

Bâtıl itikadınız gibi, ebedî bir firak ile dağıtacaktır.

Ve keza önümüzde i'dam sehpaları kurulmuştur.

Eğer iman îkanla Kur'anın irşadını dinlersen, o sehba ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i âhirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.

   Ve keza sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaaf cerihası vardır.

Eğer Kur'anın ilâçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahmanın ziyafetine şevk u iştiyaka inkılab edecektir.

Acz ve za'fımız da Kadîr-i Mutlak'ın dergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

   Ve keza bizler uzun bir seferdeyiz.

Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz.

O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır.

Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümid yok.

Ancak Kur'an'ın güneşinden, Rahman'ın hazinesinden tedarik edilebilir.

Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekâlâ.

Ve illâ sükût ediniz, Kur'anı dinleyelim bakalım ne emrediyor:

Mesnevi-i Nuriye - 219

İNSAN YARATILIŞ AĞACININ MEYVESİ

    İ'lem Eyyühel aziz !

Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin.

Cismin itibariyle küçük, âciz, zaîf bir cüzsün.

Lâkin Sâni'-i Hakîm lütfuyla, latîf san'atıyla seni cüzlükten küllüğe çıkartmıştır.

   Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların ile âlem-i şehadet üzerinde cevelan etmekle filcümle cüz'iyet kaydından kurtulmuşsun.

Ve keza insaniyet i'tasıyla bilkuvve "küll" hükmündesin.

Ve keza iman ve İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve "küllî" olmuşsun.

Ve keza marifet ve muhabbetin in'amıyla muhit bir nur olmuşsun.

   Binaenaleyh dünyaya ve cismanî lezaize meyledersen, âciz, zelil bir cüz'î olursun.

Eğer cihazatını insaniyet-i kübra denilen İslâmiyet hesabına sarfedersen, bir küllî ve bir küll olursun.

Mesnevi-i Nuriye - 215

22 Ekim 2024 Salı

KORKU VE MUHABBET

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir bela, bir elem olur.

Muhabbet bir musibet gibi olur.

Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez.

Muhabbet ettiğin şahıs da, ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez.

Binaenaleyh havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir.

Fâtır-ı Hakîme tevcih et ki, havfın Onun merhamet kucağına -çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi- leziz bir tezellül olsun.

Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.

Mesnevi-i Nuriye - 215

İTTİHAD-I İSLAMA GİDEN YOL

 "İttihad-ı İslam" (İslam Birliği), Müslüman toplumların birleşmesi, siyasi ve kültürel dayanışma içinde hareket etmesi fikridir. Bu düşünce, özellikle İslam coğrafyasındaki siyasi, ekonomik ve sosyal sorunların çözülmesi için Müslüman ülkelerin bir araya gelerek ortak politikalar üretmesi gerektiği görüşüne dayanır. İslam birliğine giden yol ise tarih boyunca tartışılan ve önerilen çeşitli stratejilere bağlıdır. Bu yollar genel hatlarıyla şöyle özetlenebilir:

1. Dini ve Manevi Uyanış:

İslam birliği, temelde Müslümanların dini değerlerine yeniden sarılmasıyla mümkündür. Bu yaklaşım, bireysel ve toplumsal anlamda İslam ahlakının güçlendirilmesi gerektiğini savunur. Müslümanlar arasındaki fitne, mezhep farklılıkları ve bölünmelerin aşılabilmesi için öncelikle İslami prensipler etrafında birleşilmesi önerilir.

2. Mezhepler Arası Diyalog:

Tarih boyunca Müslümanlar arasında çeşitli mezhep farklılıkları olmuştur. İslam birliği fikrini savunanlar, bu mezhep farklılıklarının aşılması gerektiğini ve mezhepler arası hoşgörünün güçlendirilmesini önerirler. Farklı mezheplere mensup Müslümanların ortak inanç değerlerinde buluşarak bir diyalog ve iş birliği içinde hareket etmeleri, birliğe giden yolda önemli bir adımdır.

3. Siyasi Birliktelik:

İslam dünyasında güçlü ve etkin bir siyasi birlik oluşturulması, İttihad-ı İslam düşüncesinin hayata geçirilmesi açısından kritik bir unsurdur. Bu bağlamda, Müslüman ülkelerin ortak dış politika, savunma ve ekonomi politikaları geliştirmeleri gereklidir. Uluslararası arenada İslam dünyasının haklarını savunacak, güçlü bir yapı oluşturulması hedeflenir.

4. Ekonomik İş Birliği:

Müslüman ülkeler arasında ekonomik iş birliğinin güçlendirilmesi, bağımsız bir İslam dünyasının inşasında önemli bir adımdır. İslam Kalkınma Bankası gibi kurumlar bu bağlamda örnek teşkil eder. Ortak ticaret, teknoloji paylaşımı ve sanayi iş birliği, İslam birliğini ekonomik anlamda destekleyebilir.

5. Eğitim ve Bilinçlenme:

İttihad-ı İslam fikrinin yaygınlaştırılması için Müslüman toplumların doğru bir eğitim sürecinden geçmesi gerekmektedir. İslam coğrafyasındaki genç nesillere İslam tarihi, kültürü ve ortak değerlere dayanan bir eğitim verilmesi, bu birliğin sağlanmasında kilit rol oynar.

6. Ortak Kültürel ve Sosyal Projeler:

Müslüman ülkeler arasında kültürel ve sosyal projelerle dayanışmanın artırılması da birliğin güçlenmesine katkı sağlayacaktır. Sanat, edebiyat, medya ve spor gibi alanlarda ortak projeler geliştirmek, Müslümanlar arasında bir kardeşlik bağı oluşturabilir.

7. Uluslararası Platformlarda Ortak Tavır:

Müslüman ülkelerin, uluslararası arenada ortak hareket etmeleri, İttihad-ı İslam'ın dış politika boyutunu oluşturur. Birleşmiş Milletler, İslam İşbirliği Teşkilatı gibi platformlarda ortak bir ses ve politika geliştirilmesi, Müslüman toplumların gücünü artırabilir.

Bu yolların birleşimi, Müslümanların yeniden güçlü bir birliktelik oluşturarak hem kendi iç sorunlarını çözmeleri hem de dünyada adaletin ve barışın tesisinde daha etkin bir rol oynamalarını sağlayabilir.


21 Ekim 2024 Pazartesi

İHTİYAT ET İHTİMAM GÖSTER

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Senin önünde çok korkunç büyük mes'eleler vardır ki, insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

   Birisi: 

   Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

   İkincisi: 

   Dehşetli korkulu ebed memleketine yolculuktur.

   Üçüncüsü: 

   Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır.

Öyle ise, bu gaflet ü nisyan nedir?

Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin.

Veya sen Onu görmeyesin.

Ne vakte kadar zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı daimeden tegafül edeceksin?

Mesnevi-i Nuriye - 214

BASİRETSİZLİK

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Basar masnuatı görüp de, basiret Sâni'i görmezse çok garib ve pek çirkin düşer.

Çünki o halde Sâni'in manen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdanındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır veya pek dar olduğundan mes'eleyi azametiyle kavramadığındandır.

Veya bir hızlan'dır.

Ve illâ Sâni'in inkârı, basarın şuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir.

Mesnevi-i Nuriye - 210

İBADET VE KULLUK

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Ubudiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiatıdır.

Gelecek bir nimetin mükâfat mukaddemesi ve vesilesi değildir.

Meselâ: İnsanın en güzel bir surette yaratılışı, ubudiyeti iktiza eden sâbık bir nimet olduğu ve sonra da, imanın i'tasıyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti iktiza eden sâbık nimetlerdir.

Evet nasılki midenin i'tasıyla bütün mat'umat i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor; hayatın i'tasıyla da, âlem-i şehadet müştemil bulunduğu nimetler ile beraber i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor.

   Ve keza nefs-i insanînin i'tasıyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır.

Kezalik imanın i'tasıyla, mezkûr sofralar ile beraber, esma-i hüsnada iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor.

Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülazım olmak lâzımdır.

Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır.

Mesnevi-i Nuriye - 209

ATÂ,KAZA VE KADER KANUNLARI

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Cenab-ı Hakk'ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır.

Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

   Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir.

O kararın infazı, kaza demektir.

O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.

Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler.

Kaza da ok gibi kader kararlarını deler.

Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir.

Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır.

Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracdır.

Bu hakikate vâkıf olan ârif:

   "Yâ İlahî!

Hasenatım senin atâ'ndandır.

Seyyiatım da senin kaza'ndandır.

Eğer atâ'n olmasa idi, helâk olurdum." der.

Mesnevi-i Nuriye - 206

İNSANI HAYVANDAN AYIRAN ŞEYLER

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsanı hayvandan ayıran şeylerden:

   Biri, mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır.

Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake mâlik değildir.

   İkincisi, gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dâhilî ve haricî şeylere taalluk eden idraki, küllî ve umumîdir.

   Üçüncüsü, inşaata lâzım olan mukaddemeleri keşf ve tertib etmektir.

Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.

   Binaenaleyh insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir.

Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in'amlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sâni'i hamd ü sena etmektir.

Mesnevi-i Nuriye - 206

20 Ekim 2024 Pazar

NİYET,HAYRAT VE HASENAT

 İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Hayrat ve hasenatın hayatı niyet iledir.

Fesadı da ucub, riya ve gösteriş iledir.

Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzât hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıta' bulur.

   Nasılki amellerin hayatı niyet iledir.

Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür.

Meselâ: Tevazua niyet onu ifsad eder, tekebbüre niyet onu izale eder, feraha niyet onu uçurur, gam ve kedere niyet onu tahfif eder.Ve hâkeza kıyas et.

   İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Kâinat bir şeceredir.

Anasır onun dallarıdır.

Nebatat yapraklarıdır.

Hayvanat onun çiçekleridir.

İnsanlar onun semereleridir.

Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf Seyyidü'l-Enbiya Ve'l-Mürselîn, İmamü'l-Müttakin, Habib-i Rabbü'l-Âlemîn Hazret-i Muhammed'dir.

عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاتِ مَادَامَتِ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ

Mesnevi-i Nuriye - 201

ÜLFET VE İLİM

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir.

Yani melufları olan şeyleri kendilerince malûm bilirler.

Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler.

Halbuki ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer hârika ve birer mu'cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; tâ onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye im'an-ı nazar edebilsinler.

Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garib hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuâatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlikü'l-Bihar olan Allah'ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.

Mesnevi-i Nuriye - 196

KELİME,HARF,SAYFA VE SATIR

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Bir kelimeyi yazan harfini yazanın gayrısı, bir sahifeyi yazan satırı yazanın gayrısı, kitabı yazan sahifeyi yazanın gayrısı olması mümkün olmadığı gibi; karıncayı halk eden cins-i hayvanı halkedenin gayrısı, hayvanı yaratan arzı yaratanın gayrısı, arzı halkeden, Rabbü'l-Âlemîn'in gayrısı olması muhaldir.

   Rububiyet-i âmmenin işaretlerindendir ki, kâinat kitabında öyle büyük harfler vardır ki, o harflerin bir kısmında bir kelime yazılıdır.

Bir kısmında bir kelâm, bir kısmında bir kitab yazılıdır.

Meselâ: O kitabda bahr, şecer, arz birer harf makamındadırlar.

Birinci harfte semek kelimesi, ikincisinde şecer kelâmı, üçüncüsünde hayvan kitabı yazılmıştır.

Hattâ, Yâsin suretinde tam Yâsin Suresi yazıldığı gibi, bazı masnuatta, bir kelime olan isminde, çekirdeğinde o masnuun suresi ve kitabı yazılmıştır.

Mesnevi-i Nuriye - 196

DAĞLARIN GÖREVLERİ

 وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا

cümlesiyle en okunaklı sahifeyi göstermiştir.

Halbuki bu sahifenin arkasında "Direk ve kazıklar ile tehlikeden muhafaza edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen herc ü mercden dolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlar ile kazıklanmıştır" sahifesi de vardır.

Fakat bu sahife, avam-ı nâsça o kadar okunaklı olmadığından terkedilmiştir.

Ve bu sahifenin altında da şöyle bir haşiye vardır:

   Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direk yapılmıştır.

Çünki dağlar suların mahzenidir.

Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor.

Toprağın hâmisidir, denizin istilasından vikaye ediyor.

Zâten hayatın direkleri bu unsurlardır.

   Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilâlin tulû' ve gurubu nazara alınmıştır.

Çünki bu ise, ayları günleri hesab etmekten avamca daha kolaydır.

Ve yine o sırra binaendir ki, ezhan-ı avamda tesbit ve takrir için Kur'anda tekrarlar vukua gelmiştir.

Mesnevi-i Nuriye - 195

19 Ekim 2024 Cumartesi

MECLİSTE EDEP VE ÂDAP

 YEDİNCİ NÜKTE: 

   Sünnet-i Seniye, edebdir.

Hiçbir mes'elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın!

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

اَدَّبَن۪ى رَبّ۪ى فَاَحْسَنَ تَاْدِيب۪ى

Yani: "Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş." Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat'iyyen anlar ki: Edebin enva'ını, Cenab-ı Hak habibinde cem'etmiştir.

Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder.

ب۪ى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ

kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.

Lemalar - 54       

MECLİSTE EDEP VE ÂDAP   Bir sohbet meclisine âlim olsun, cahil olsun bir kimse geldiğinde ayağa kalkmayı efendimiz(s.a.v) yasaklamış, bunun yanısıra meclislerde yalnızca üç kişiye yer açılabileceğini beyan etmişlerdir.

Hz.Ebû Hüreyre’nin(r.a) rivayetine göre, Peygamber Efendimiz(s.a.v) Mecliste kime yer açılacağını şu şekilde beyan buyurmuştur: “Meclislerde yalnız üç kişiye yer açılır: Yaşlıya, yaşından dolayı. İlim sahibine, ilminden dolayı. Âdil sultana, sultanlığından dolayı.”

(Ramûz, c.2/480-7)

Hz.Enes(r.a) anlatıyor: “Ashaba, Resulullah(aleyhissalâtu vesselâm)’dan daha sevgili kimse yoktu. Buna rağmen Aleyhissalâtu vesselam’ı gördükleri zaman ayağa kalkmazlardı, çünkü O’nun bundan hoşlanmadığını biliyorlardı.” (Kütüb-ü Sitte 3292)

Bir toplulukta ayak ayak üzerine atarak oturmak, dinimizce hoş karşılanmamıştır. Bu hareket tarzı, gurur ve kibir alâmeti olarak görülmüştür. Aynı şekilde cemaati rahatsız edecek başka oturuş şekillerinden de kaçınmak gerekir.

Amr İbnu’ş-Şerid(r.a) babasından rivayetle anlatıyor: Ben oturduğum sırada, Resulullah(aleyhissalatu vesselâm) bana uğradı. O sırada sol elimi sırtımın gerisine koymuş, sağ elimin kabası üzerine dayanmıştım. Bana: “Gadaba uğramışların oturuşuyla mı oturuyorsun?’ dediler.

(Ebu Dâvud, Edeb 26)

Bir cemaat içinde iki kişinin fısıldayarak konuşması veya karşılıklı olarak işaret ve el hareketleriyle konuşmaları, sünnete uygun düşmeyen bir davranıştır.


İbnu Ömer(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Üç kişi beraberken, ikisi aralarında hususi konuşmasınlar, bu, öbürünü üzer.”

(Buhari, İsti’zân 45; Müslim, Selâm 36)

AİLE HUZURU İÇİN UZUN SÜRE KÜS KALMAMAK GEREKİR UZUN SÜRE KÜS KALMAYIN !

“Bir mü’minin bir mü’mine üç günden fazla küs kalması helâl değildir.”

Resûlullah (asm) sınırı üç gün ile belirlediği halde bazı fert ve aileler arasında aylar süren küslükler yaşanabiliyor. Hatta, nadir de olsa, yılları bulan kırgınlıklar dahi var.

Hiçbir şeyi değiştiremezsiniz küserek. Çünkü bu, bir çözüm değildir. Sadece birbirinize giden gönül ve maddî yolları tıkarsınız.

Küslük, iki ruhun büyük bir hızla birbirinden uzaklaşmasına sebep olur. Aradaki samimiyet, sevecenlik, muhabbet ortadan kalkar. Üstüne üstlük düşmanlık, kin, nefret tohumları filizlenerek kök vermeye başlar.

Hele aile hayatı, küslükle en ağır yarayı alır, en fazla zararı görür. Ailenin temellerini sarsar, mahveder.

Aynı evde yaşayan bireyler arasında yükselen duvarlar, birinin diğerine ulaşmasını engeller. Bir huzur iklimi olabilecek yuva, cehenneme döner.

Birbirinden kopan fertler başka yerlerde, başka mutluluklar aramaya başlar. Küs kalmanın psikolojisine baktığımızda şunu görürüz:

Kızdığı kişi ya da kişileri cezalandırmak. Fakat farkında değil ki, kendi kendini de o cezaya çarpıyor. Hem de yalnızlığa mahkûm ederek.

İnsan fıtraten sosyal bir varlıktır. Sıkıntılarını, anlaşmazlıklarını konuşarak çözmelidir. Konuşmak fiili anlaşmayı, birbiriyle irtibat kurmayı sağlar. Küs kalmak ise anlaşmazlığı çözmeyi bırakın, yeni problemler doğurur.

KIRGINLIKLARI GİDERME  “Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek.” İslâmiyet emrediyor.

Evet, hakikat ve maslahat sulhdur. Kur’an’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslâhat ve insaniyet ve İslâmiyetin iktiza ve teşvik ettikleri barışmak ve musalaha etmektir.

Elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmağa, hem maslâhat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye iktiza ediyor.

(Şualar, 14.Şua)

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) müslümanlar arasında üç günden fazla devam edecek küsüşmeleri yasaklamıştır.

Nevevî, ulemâdan naklen der ki: “Müslümanlar arasında üç günden fazla küsüşmek nassla haramdır.” Ancak üç güne kadar küsmenin mübah olduğu, hadîsin mefhumunda mevcuttur.

Umumî olan yasak, küsmesi için meşru bir sebebi olmayan kimselere mahsustur. Öyleyse meşru olan caiz ve hattâ gerekli olan küsmeler de vardır. Câiz olan küsmek, işlenen cürmün miktarına göre farklılıklar arzeder. Ayrıca, “yüz çevirme” denilen bir dargınlık türü de vardır ki, bu asî, fasık, zalim kimselere karşı yapılacak bir davranıştır.

Söz gelimi masiyete(günaha) giren insana, bundan vazgeçmesi için küsülebilir. Buhârî, bu maksadla Tebük seferine katılmayan Ka’b İbnu Mâlik’le elli gün boyunca konuşmayı Resûlullah’ın yasakladığına dair rivayeti kaydeder.

(Kütüb-ü Sitte, c.10, 15.Fasıl)

Ebû Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.m) buyurdular ki: “Bir mü’minin diğer bir mü’mine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz. Üzerinden üç gün geçince, ona kavuşup selâm versin. Eğer o selama mukabele ederse ecirde her ikisi de ortaktır. Mukabele etmezse günah onda kalmıştır.”

Bir diğer rivâyette şöyle buyrulmuştur: “Kim üç günden fazla küs kalır ve ölürse cehenneme girer.”

(Ebû Dâvud, Edeb 55)

Ebu Hırâş es-Sülemi(r.a) anlatıyor: Resülullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim kardeşine bir yıl küserse, bu tıpkı kanını dökmek gibidir.’

(Ebu Dâvud, Edeb 55)

Hz.Ebu Hüreyre(r.a) anlatıyor: Resülullah(a.s.v) buyurdular ki: “Ameller her perşembe ve pazartesi günü arz edilir. Aziz ve Celil olan Allah o gün, Allah’a hiçbir şirk koşmayan kulun günahını affeder. Bundan sadece kardeşiyle arasında düşmanlık olanı istisna eder, onu affetmez ve der ki: “Bu ikisini, barışıncaya kadar terk edin.”

(Müslim, Birr 36)

Başka bir hadislerinde ise Kâinatın Efendisi(s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve hased etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helal değildir”

(Buhârî, Edep 57,58,62; Müslim, Birr 23,24,28)


Beşeriyetin iktizası gereği, dost ve kardeşler arasında meydana gelebilen kırgınlıklarda arayı bulmak ve tarafları barıştırmak, beşerin hayatı içtimaiyesinde, hayırlı neticeleri meyve veren güzel bir sünnettir. Hemen her hususta barışı, insanların arasını ıslaha çağıran İslâm, tabii olarak kendi mensupları arasında vukû bulan dargınlıklarda da diğer müminleri, söz konusu anlaşmazlığı ya da dargınlığı sona erdirmede aktif göreve çağırmaktadır. Bu yönüyle dargınların barıştırılmasının, dinî ve ahlâkî bir görev olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır.

(Bakara, 208; Nisâ, 114; Enfâl, 1,61; Hucurât, 9,10)

18 Ekim 2024 Cuma

ALLAH'IN TASARRUFATI

 Hâlık'ın tasarrufatına delalet eden âyetlerden en zahir, en aşikâr olan tabakayı

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ

âyetiyle zikretmiştir.

Halbuki bu tabakanın arkasında vücuhun taayyünat, teşahhusat tabakası vardır.

Evvelki tabakanın fehmi, ikinci tabakanın fehminden daha yakındır.

Ve keza en aşikâr dereceyi

اِنَّ ف۪ى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ

âyetiyle zikretmiştir.

Bu derecenin arkasında, arzın şems etrafında emir ve irade-i İlahî kanunuyla tahrik ve tedviri derecesi de vardır.

Lâkin bu derece, evvelki dereceden bir derece mahfî olduğundan terkedilmiştir.

   Ve keza

وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا

cümlesiyle en okunaklı sahifeyi göstermiştir.

Halbuki bu sahifenin arkasında "Direk ve kazıklar ile tehlikeden muhafaza edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen herc ü mercden dolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlar ile kazıklanmıştır" sahifesi de vardır.

Fakat bu sahife, avam-ı nâsça o kadar okunaklı olmadığından terkedilmiştir.

Ve bu sahifenin altında da şöyle bir haşiye vardır:

   Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direk yapılmıştır.

Çünki dağlar suların mahzenidir.

Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor.

Toprağın hâmisidir, denizin istilasından vikaye ediyor.

Zâten hayatın direkleri bu unsurlardır.

   Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilâlin tulû' ve gurubu nazara alınmıştır.

Çünki bu ise, ayları günleri hesab etmekten avamca daha kolaydır.

Ve yine o sırra binaendir ki, ezhan-ı avamda tesbit ve takrir için Kur'anda tekrarlar vukua gelmiştir.

Mesnevi-i Nuriye - 195

17 Ekim 2024 Perşembe

SIRRI İHLÂS

Ey Rısal-i Nur şakirtleri ve Kur'anın hizmetkârları!

Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin a'zâlarıyız.. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet olan Dârü's-Selâm'a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.

Elbette dört ferdden bin yüz onbir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlası kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.

Evet üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var.

Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz onbir kıymet alır.

Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, onaltı kıymeti var.

Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbin dörtyüz kırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. hakikî sırr-ı ihlas ile, onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.

   Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir.

Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.

{(Haşiye): Evet sırr-ı ihlas ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi; korkulara hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır.

Çünki ölüm gelse, bir ruhu alır.

Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar; zira o ruhlar her vakit sevabları bana kazandırmakla manevî bir hayatı idame ettiklerinden ben ölmüyorum." diyerek, ölümü gülerek karşılar.

"Ve o ruhlar vasıtasıyla sevab cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum." der, rahatla yatar.}

Lemalar - 161

16 Ekim 2024 Çarşamba

BİLMEDİKLERİMİZİ ÖĞRENMEK

 Bildiklerimiz ile amel etmek:

"Bildiğ ile amel etmek" İslam'da çok önemli bir kavramdır ve kişinin bilgi sahibi olduğu dini ve ahlaki değerleri hayata geçirmesi anlamına gelir. Bu, bilginin sadece zihinsel bir faaliyet olarak kalmaması gerektiğini, aynı zamanda kişinin eylemlerine yansıması gerektiğini ifade eder.


Kur'an ve hadislerde de sıkça vurgulanan bir konu olan bu kavram, insanın sorumluluklarının farkında olması ve öğrendiği ilmi uygulamaya dökmesi gerektiğini öğütler. Aksi takdirde, bilgi kişinin üzerinde bir sorumluluk olarak kalır. Bu anlayış, bilginin yalnızca bir yük olarak değil, aynı zamanda kişisel gelişim ve topluma fayda sağlama aracı olması gerektiği fikrine dayanır.


Özetle, doğruyu bilmek kadar o doğruyla yaşamak da önemlidir.


"Bildiğimiz ve söylediklerimizi yaşamak" ifadesi, kişinin bilgisiyle ve sözleriyle tutarlı bir yaşam sürmesi gerektiğini anlatır. Bu, sadece doğru şeyleri bilmenin veya söylemenin yeterli olmadığını, aynı zamanda o doğruları yaşamında uygulaması gerektiğini ifade eder. İslam ahlakında ve genel olarak etik değerlerde, kişinin inandığı ve dile getirdiği değerlerle hayatını uyumlu hale getirmesi büyük bir erdem olarak kabul edilir.


Bu anlayış, samimiyetin ve dürüstlüğün önemini vurgular. Bilgiyi ve öğretileri dile getiren bir kişinin, aynı zamanda bunları kendi yaşamında örnek göstermesi beklenir. Aksi takdirde, kişinin sözleri ve eylemleri arasında bir uyumsuzluk doğar ki bu da itibar kaybına ve ahlaki zayıflığa neden olabilir.


Sonuç olarak, doğru olanı bilmek ve söylemek önemli olsa da, asıl değerli olan bunları yaşamımızın bir parçası haline getirebilmektir.


Rafet Özcan

15 Ekim 2024 Salı

HAŞİR VE NEŞRİ İNKÂR ETME

 "Onlar, daha acib olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar." Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir bürhan vardır.

   Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız!

Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun.

Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her senede bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır?

Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir.

Bunu hiç düşünemiyorsun.

Çünki kafan boştur.

Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce numuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin.

Doktora git, kafanı tedavi ettir.

Mesnevi-i Nuriye - 121

İKİ TAĞUT

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Otuz seneden beri iki tağut ile mücadelem vardır.

Biri insandadır, diğeri âlemdedir.

Biri "Ene"dir, diğeri "Tabiat"tır.

Birinci tağutu gayr-ı kasdî, gölgevari bir âyine gibi gördüm.

Fakat o tağutu kasden veya bizzât nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.

   İkinci tağut ise, onu İlahî bir san'at, Rahmanî bir sıbgat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm.

Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilah olur.

Maahâzâ o tabiat zannedilen şey, İlahî bir san'attır.

Cenab-ı Hakk'a hamd ve şükürler olsun ki, Kur'anın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tağutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.

   Evet Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab Risalelerimde isbat ve izah edildiği gibi; mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlahiye ve san'at-ı şuuriye-i Rahmaniye güneş gibi ortaya çıkmıştır.

Ve keza firavunluğa delalet eden "Ene"den, Sâni'-i Zülcelal'e raci' olan "Hüve" tebarüz etti.

Mesnevi-i Nuriye - 118

A'MEL- İ SALİH

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a'mal-i sâlihadır.

Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.

Ecnebilerden alınan maddî bilgiler, san'at ve terakkiyata ait ise lâzımdır.

Sefahete dair ise muzırdır.

اَللّٰهُمَّ يَٓا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ وَ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ وَ نَوِّرْ قُلُوبَ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ بِنُورِ الْا۪يمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ وَ نَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْاٰنِ وَ عَظِّمْ شَر۪يعَةَ الْاِسْلَامِ اٰم۪ينَ

Mesnevi-i Nuriye - 115

Ayrıca salih amel;

İslam terminolojisinde "iyi, doğru, erdemli" anlamına gelen salih ve "iş, eylem" anlamına gelen amel kelimelerinden oluşur. Birlikte kullanıldığında, salih amel, Allah'ın emirlerine uygun olarak yapılan iyi ve erdemli davranışlar, ibadetler ve eylemleri ifade eder.

Salih amel, İslam'a göre sadece bireyin kendisine değil, topluma da fayda sağlayan, samimi bir niyetle yapılan her türlü güzel davranışı kapsar. Namaz kılmak, oruç tutmak, dürüst olmak, yardımlaşmak, insanlara iyi davranmak, hayır işleri yapmak gibi ibadetler ve eylemler salih amel örnekleridir. Kur'an-ı Kerim'de sıkça Allah'a iman edenlerin salih amel işlemeleri gerektiği vurgulanır.

Bu tür amellerin karşılığında Allah katında ödüllendirileceğine inanılır.


14 Ekim 2024 Pazartesi

İHLAS HAKKINDA

 بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ ٭ وَ قُومُوا لِلّٰهِ قَانِت۪ينَ ٭ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ٭ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ٭ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ى ثَمَنًا قَل۪يلًا

   Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarım!

Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.

Madem ihlasta mezkûr hâssalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız.

Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi' olur, devam etmez; hem şiddetli mes'ul oluruz.

وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ى ثَمَنًا قَل۪يلًا

âyetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfüruşane, sakîl, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi'-i cüz'iyenin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

   Ey kardeşlerim!

Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur.

Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.

Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir.

İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm

اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّ۪ى

demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilmez.

Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.

İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.

Lemalar - 159