30 Nisan 2025 Çarşamba

ALLA'HI TANIMAK VE SEVMEK

 Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır.

Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur.

   Evet şu perişan dünyada, âvâre nev'-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahibsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder.

İşte bu âvâre nev'-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar.

Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder.

O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.

Mektubat - 223

YARATILIŞIMIZIN GAYESİ

 Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır.

Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır.

Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır.

Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

   Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır.

Onlar, onsuz olamaz.

Mektubat - 222

29 Nisan 2025 Salı

EMRE İTEAT ŞARTTIR

  Altıncı Basamak: 

   Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar.

İşte bunun için Kur'an-ı Kerim, öyle i'cazkâr bir belâgatla ve öyle âlî ve bahir üslûblarla ve öyle gâlî ve zahir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki; kâinatı titretir.

Meselâ:

   Ey ins ve cin!

Emirlerime itaat etmezseniz, haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse çıkınız, meseline işaret eden

مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ

Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın.

Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız.

Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman Salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız da dokunmaz. (Rahmân Sûresi, 55:33-35)

Sözler - 180

SEMA YÜZÜNÜN BASAMAKLARI

  İkinci Basamak: 

   Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar.

Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır.

Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semadan geliyor, yani gönderiliyor.

Vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin icmaı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melaike ve ervah semadan zemine geliyorlar.

Bundan, hisse karib bir hads-i kat'î ile bilinir ki: Sekene-i arz için, semaya çıkmak için bir yol vardır.

Evet nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider.

Öyle de: Ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya veya cesedlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlahî ile oraya giderler.

Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler.

Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve latîf bir kısım sekene-i arz ve hava, semaya gidebilirler.

Sözler - 177

28 Nisan 2025 Pazartesi

ALLAH'A GÜVENMEK

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Allah'a tevekkül edene Allah kâfidir.

Allah, kâmil-i mutlak olduğundan lizâtihî mahbubdur.

Allah mûcid, vâcibü'l-vücud olduğundan kurbiyetinde vücud nurları, bu'diyetinde adem zulmetleri vardır.

Allah melce ve mencedir.

Kâinattan küsmüş, dünya zînetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur.

Allah bâkidir, âlemin bekası ancak onun bekasıyladır.

Allah mâliktir, sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor.

Allah ganiyy-i muğnidir, her şeyin anahtarı ondadır.

Bir insan Allah'a hâlis bir abd olursa, Allah'ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

Mesnevi-i Nuriye 

Onun için;

Dost istersen Allah yeter,

Yaran istersen Kur'an yeter,

Düşman istersen nefis yeter.

Mal istersen kanaat yeter,

Nasihat istersen ölüm yeter. 

ÜÇ MUKADDES CÜMLE

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   "Sübhanallah", "Elhamdülillah", "Allahu Ekber" bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahall-i istimallerini dinle:

   1- Kalbinde hayat bulunan bir insan kâinata, âleme bakarken idrakinden âciz bilhâssa şu boşlukta yapılan İlahî manevraları görmekle hayretler içinde kalır.

İşte bu gibi hayret ve dehşetengiz vaziyetleri ancak "Sübhanallah" cümlesinden nebean eden mâ-i zülâli içmekle o hayret ateşi söner.    2- Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle, "Hamd" unvanı altında in'amı nimette ve mün'imi in'amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak "Elhamdülillah" cümlesiyle nimetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

   3- Aynı o insan, mahlukat-ı acibe ve harekât-ı garibeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, "Allahu Ekber" demekle rahat bulur.

Yani, Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür.

Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.

Mesnevi-i Nuriye - 129

27 Nisan 2025 Pazar

DÜNYANIN LEZZETLERİ ZEHİRLİ BALA BENZER

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terketmek lâzımdır:

   1- Dünyanın ömrü kısa olup, sür'atle zeval ve guruba gider.

Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.

   2- Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer.

Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.

   3- Seni intizar etmekte ve senin de sür'atle ona doğru gitmekte olduğun "kabir", dünyanın zînetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez.

Çünki dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir.

   4- Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir.

Maahâzâ, Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terketmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin.

Öyle ise, kayıdlı ve kelepçeli olarak sevkedilmezden evvel, Allah'ın davetine icabet et.

   Fesübhanallah, Cenab-ı Hakk'ın insanlara fazl u keremi o kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder.

Eğer insan o malı temellük edip Allah'a satmazsa, büyük bir belaya düşer.

Çünki o malı uhdesine almış oluyor.

Halbuki, kudreti taahhüde kâfi gelmiyor.

Çünki arkasına alırsa, beli kırılır; eli ile tutarsa, kaçar, tutulmaz.

En-nihayet meccanen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.

Mesnevi-i Nuriye - 125

FITRİ ZEKA, YAPAY ZEKA

 Yapay Zeka Fıtri Zekanın Yerini Alabilir mi?

İnsan, sadece etten ve kemikten ibaret bir varlık değildir. Onun varlığının merkezinde ruh vardır; ruhuyla düşünür, ruhuyla hisseder, ruhuyla yaşar. Doğduğu anda beraberinde getirdiği bir emanet de vardır: Fıtri zeka. Bu zeka, öğrenilerek değil, verilerek gelir. İnsan, henüz hiçbir şey bilmezken bile içinde doğruluğu, güzelliği, adaleti, sevgiyi sezebilecek bir kabiliyete sahiptir. İşte bu, onun fıtri zekasıdır; yaradılışına yerleştirilen saf ve tertemiz bir nur.


Öte yandan, çağımızın en büyük teknolojik gelişmelerinden biri olan yapay zeka, insan aklının mahsulüdür. Milyarlarca veri, karmaşık algoritmalar ve sonsuz işlem gücüyle çalışan bu sistemler, dışarıdan bakıldığında neredeyse insan gibi düşünüyormuş izlenimi verir. Fakat gerçek şudur: Yapay zeka sadece veriyi işler; ruhu yoktur, sezgisi yoktur, merhameti yoktur. Bir çocuğun gözlerindeki masumiyeti anlayamaz, bir annenin duasındaki sıcaklığı hissedemez, bir dostun omuz verdiği anın derinliğini kavrayamaz.


İnsan, sadece bilgiyle değil; duyguyla, sezgiyle, ilhamla yol alır. Hayatın özüne nüfuz eden bu derinlikler, fıtri zekanın eseridir. Yapay zeka, her ne kadar bazı yetenekleri taklit etse de, insanın kalbinden kopup gelen bir şefkati, bir gözyaşının gerisindeki hikâyeyi anlayamaz. Çünkü anlama, sadece kelimeleri veya olayları çözümlemek değil; hissederek kavramaktır.


Bugün yapay zeka bir şiir yazabilir, bir resim çizebilir, bir müzik besteleyebilir. Ancak o şiirin içindeki hasreti, o resimdeki hüznü, o melodideki aşkı ruhunda taşıyamaz. Çünkü ruhsuzdur. Çünkü kalpsizdir.


İşte bu yüzden yapay zeka, fıtri zekanın yerini asla alamaz. İnsan, aklı kadar gönlüyle de insandır. Sezgileriyle, hisleriyle, dualarıyla, umutlarıyla bütündür. Ve bu bütünlük, hiçbir makine tarafından taklit edilemeyecek kadar eşsizdir.


"Teknoloji aklı büyütür; ruhu besleyen ise fıtri zekadır."


"Ya Rabbi, bize doğuştan lütfettiğin fıtri zekamızı korumayı, onunla hakikati bulmayı ve gönül gözümüzü hep açık tutmayı nasip eyle. Teknolojinin gölgesinde kaybolmadan, ruhumuzun sesini duymaya devam edebilmeyi bize ihsan eyle."


İnsanın Gerçek Değeri: Fıtri Zeka mı, Yapay Zeka mı?


İnsanın gerçek değeri; sahip olduğu teknolojiyle, maddi güçle ya da bilgi birikimiyle ölçülmez. Onun hakiki kıymeti, yaratılışında saklı olan fıtri zeka, ruh, kalp ve vicdan zenginliğindedir. İnsan, sadece düşünen bir varlık değil, aynı zamanda hisseden, inanan, umut eden bir varlıktır.


Doğuştan gelen bu fıtri zeka, insanı hayata yalnızca akıl penceresinden bakmaktan kurtarır; gönül gözüyle bakmayı öğretir. Merhameti, adaleti, sevgiyi ve güzelliği fark ettiren işte bu içsel derinliktir.


Yapay zeka, insan aklının ürünü olarak çok şey başarabilir: hesaplar yapabilir, verileri analiz edebilir, sanat eseri taklit edebilir. Fakat asla bir annenin şefkatini, bir dostun sadakatini, bir çocuğun sevinç dolu kahkahasını anlayamaz. Çünkü yapay zeka ruhsuzdur; insan ise ruhuyla insandır.


Gerçek değer, bilgide değil, bilginin insanı dönüştürme biçimindedir. Gerçek kıymet, gönülde açan çiçeklerdedir.


Bu sebeple, teknoloji ilerlerken de insanın özüne, fıtratına sadık kalması en büyük hakikattir. İnsan, ruhunun sesini kaybettiği anda, teknolojinin en ileri noktasına ulaşsa bile gerçek değerini kaybeder.


İnsanın Fıtri Yönleri ve Modern Dünyada Unutuluşu:


İnsan, yaratılışı itibariyle fıtrat üzere doğar. Saf, temiz ve doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek bir donanımla hayata gözlerini açar. Sevgi, merhamet, adalet ve hakikat duyguları onun en derin tabiatında mevcuttur. Fıtri yönleri, insanı sadece dünya için değil, sonsuz bir hakikate doğru yürüyen bir yolcu yapar.


Ne var ki, modern dünya; insana doğuştan verilen bu asil özellikleri zamanla örten bir perde gibi olmuştur. Bilgi çoğaldıkça hikmet azalmış, iletişim artmışken gerçek anlamda konuşmalar azalmış, teknoloji ilerledikçe insanın ruhuyla olan bağı zayıflamıştır. İnsan artık kendi özüne yabancılaşmakta, kalbini susturup sadece aklın ve çıkarın diliyle konuşmaktadır.

Fıtri yönlerini unutan insan, mekanikleşir. Ruhunun susuzluğunu mal, makam ve teknolojiyle gidermeye çalışır ama hep bir eksiklik duyar. Çünkü insanın kalbi, yalnızca hakikatle, sevgiyle, imanla tatmin olur.


Modern çağın telaşı içinde insan;


Allah'ı anmayı,


gönlünü dinlemeyi,


hakikatin sesine kulak vermeyi unutuyor.

Oysa insanın gerçek huzuru, fıtratına uygun yaşamakla mümkündür.


Ne kadar ilerlersek ilerleyelim, ne kadar bilgi ve güç sahibi olursak olalım; eğer insan doğuştan gelen saf duygularını, vicdanını ve kalbini kaybederse, aslında kendi gerçekliğini de kaybetmiş olur.


İnsan, her çağda ve her şartta özüne dönmeli, fıtri zekasını korumalı ve gönlünün sesini kaybetmemelidir. Çünkü yaratılışta var olan hakikat, zaman aşımına uğramaz.


Vecize:

"İnsanı makineden ayıran, aklından önce gönlünün konuşmasıdır."


Gönül Notu:

"Fıtrat, insanın Rabbine açılan en temiz penceresidir. O pencereyi tozlandırmamak insanın en büyük vazifesidir."


Gönül Duası:

"Allah'ım! Bize fıtratımızı koruyacak bir bilinç, gönlümüzü diri tutacak bir iman nasip eyle. Zamanın getirdiği şaşkınlıklardan, özümüzü unutmaktan bizi muhafaza eyle."

26 Nisan 2025 Cumartesi

İNSAN İÇİN İMTİHAN VESİLESİ

İslâm’a göre, mal-mülk insan için bir imtihan vesilesidir ve bu dünyadaki servet, gerçek manada insanın değildir.

Allah Resulü, malın sadece Allah yolunda harcandığında kişiye ait olduğunu, geriye kalanların ise vârislere kalacağını vurgulamıştır.

Mal konusunda insan dört gruba ayrılır:

1. Hem malı hem de ilmi olan ve bunları Allah’ın rızası doğrultusunda harcayan kişi. Bu kişi en yüksek mertebeye ulaşır.

2. İlmi olan ama malı olmayan, iyi niyet sahibi olan kişi. Malı olsaydı hayır yapacağını söyler ve niyetiyle aynı sevaba ulaşır.

3. Malı olup ilmi olmayan, servetini nefsine göre harcayan kişi. Bu kişi en kötü durumda olandır.

4. Ne malı ne ilmi olan, sefihlere özenen kişi. O da niyetiyle günaha ortak olur.

MAL DA, MÜLK DE, ALLAH’INDIR.

İbni Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir keresinde, “Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?” diye sordu. Cemaat: “Ey Allah’ın Resûlü, içimizde, herkes kendi malını vârisinin malından daha çok sever” dediler.

Bunun üzerine: “Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da vârislerinin malıdır.”

Abdullah İbnu’ş-Şihhîr (ra) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Elhâkümü’ttekâsür sûresini okurken yanına geldim. 

Bana şöyle buyurdu: “İnsanoğlu malım malım der. Hâlbuki âdem-oğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? [Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır.]” 

Şunu unutmayalım, Yunus’un dediği gibi;

“Mal sahibi mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da, sen oyalan”.

O hâlde, malın da mülkün de, gerçek sahibi Allah’tır. Bizler ise her an bize verilen emanetler ile imtihan oluyoruz.

Netice olarak, mal ve mülk gerçek manada Allah’a aittir ve insana sadece bir emanet olarak verilmiştir. İnsan, bu emanetleri nasıl kullandığıyla imtihan edilir. Yunus Emre’nin sözleri de bu hakikati güzel bir şekilde ifade eder.

Mal da yalan, mülk de yalan; bu dünyada insan sadece bir müddet oyalanmaktadır.

Her şeyin sahibi Allah’tır ve insan, dünya nimetlerini sadece O’nun (cc) rızası doğrultusunda kullanarak gerçek başarıya ulaşabilir.

25 Nisan 2025 Cuma

DİN HESABINA YAPILAN YANLIŞLAR

    Tahribatçı ehl-i bid'a iki kısımdır.

   Bir kısmı -güya din hesabına, İslâmiyete sadakat namına- güya dini milliyetle takviye etmek için, "Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz." diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.

   İkinci kısım; millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen, "Milliyeti, İslâmiyetle aşılamak istiyoruz." diye, bid'aları icad ediyorlar.

   Birinci kısma deriz ki: 

   Ey "sadık ahmak" ıtlakına mâsadak bîçare ulemaü's-sû' veya meczub, akılsız, cahil sofiler!

Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata kökler salmış olan Şecere-i Tûbâ-i İslâmiyet; mevhum, muvakkat, cüz'î, hususî, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikilmez!

Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahribkârane, bid'akârane bir teşebbüstür.

   İkinci kısım milliyetçilere deriz ki: 

   Ey sarhoş hamiyet-füruşlar!

Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi.

Şu asır unsuriyet asrı değil!

Bolşevizm, sosyalizm mes'eleleri istila ediyor; unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor.

Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz.

Ve aşılamak olsa da; İslâm milliyetini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.

Evet muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır.

   Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.

O vakit milletin kuvveti, bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek.

İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir.

Mektubat - 439

TERAKKİNİN SEBEBİ

    Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş.

Ne vakit salabeti terketmişse, tedenni etmiş.

Hristiyanlık ise, bilakistir.

Bu da, mühim bir fark-ı esasîden neş'et etmiş.

   Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez.

Bir müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk'ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey'i tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder.

Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var.

Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur.

Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur.

Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer.

Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi' bir vaziyette kalabilir.

Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk'ı bir cihette tasdik edebilir.

   Acaba bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar?

Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa; Allah'ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def'etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşkildir.

Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i hükûmete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi manidirler.

Terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar.

Doğrusu onlar, meslekçe tahribatçıdırlar.

Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.

Mektubat - 438

ALLAH ALLAH DEMEK

 "Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık.

Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti."

   "Cevabü'l-ahmaki's-sükût" kaidesince, böylelere karşı cevab sükûttur.

Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller bulunduğundan deriz ki:

   Ey bîçareler!

Bu dünya bir misafirhanedir.

Her günde otuzbin şahid, cenazeleriyle "El-mevtü hak" hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar.

Ölümü öldürebilir misiniz?

Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz?

Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir.

Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye's-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir?

Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor.

Bir defa top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir.

Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahu Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, 

Mektubat - 438

22 Nisan 2025 Salı

KALP NEDİR?

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Hilkat şeceresinin semeresi insandır.

Malûmdur ki, semere bütün eczanın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için bütün eczanın hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvidir.

Ve keza hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır.

   Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir.

Demek o çekirdek, âlem-i İslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır, hem güneşidir.

Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir.

Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin enva'ıyla, eczasıyla pek çok alâkaları vardır.

Esma-i hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır.

Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır.

Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikî ile itminan edebilir.

   Ve keza o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder.

Ve Vâhid-i Ehad'den başka merkezinde bir şeyi kabul etmiyor.

Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor.

   İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur.

Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.

   Ve keza o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur.

Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal -meselâ- en zaîf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıdlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır.

Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü'l-Esved'in altına koydurur.

Ve şehadetlerini Hacerü'l-Esved'e muhafaza için tevdi ettirir.

   Madem benî-Âdem kâinatın semeresidir.

Nasılki, bir harmanda başaklar döğülür; tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir.

Binaenaleyh haşir meydanı da bir harmandır.

Kâinatın başak ve semeresi olan benî Âdemi intizar etmektedir.

Mesnevi-i Nuriye - 117

DİN VE AHİRETİNİ DÜNYAYA FEDA ETMEK

 Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz.

Elbette mabeynimizde -tahmininizce- bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak; dünyamızı, dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız.

Sizin zalimane ve vahşiyane hükmünüz altında bir-iki sene zelilane geçecek hayatımızı, kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek; bize âb-ı kevser hükmüne geçer.

Fakat Kur'an-ı Hakîm'in feyzine ve işaratına istinaden, sizi titretmek için, size kat'î haber veriyorum ki:

   Beni öldürdükten sonra yaşayamıyacaksınız!

Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tardedilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız!

Arkamdan, pek çabuk sizin Nemrudlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek.

Ben de huzur-u İlahîde yakalarını tutacağım.

Adalet-i İlahiye, onları esfel-i safilîne atmakla intikamımı alacağım!    Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar!

Yaşamanızı isterseniz, bana ilişmeyiniz!

İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz!

Ben rahmet-i İlahiyeden ümid ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak!

Cesaretiniz varsa ilişiniz!

Yapacağınız varsa, göreceğiniz de var!

Ben bütün tehdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum:

اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

Mektubat - 431

21 Nisan 2025 Pazartesi

SEBEPLERİN TESİRİ YOK

Ey esbab-perest gafil!

Esbab, bir perdedir.

Çünkü izzet ve azamet öyle ister.

Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir.

Çünkü tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder.

Sultan-ı Ezelî'nin memurları, saltanat-ı rububiyetin icraatçıları değillerdir.

Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o rububiyetin temaşager nâzırlarıdırlar.

Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar içindir.

Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin.

Acz-âlûd, fakr-pîşe olan insanî bir sultan gibi acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat etmiş değildir.

   Demek esbab vaz'edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin.

Zira âyinenin iki vechi gibi her şeyin bir "mülk" ciheti var ki âyinenin mülevven yüzüne benzer.

Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir.

Biri "melekût"tur ki âyinenin parlak yüzüne benzer.

Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafî hâlât vardır.

Esbab, o hâlâta hem merci hem medar olmak için vaz'edilmişler.

Fakat melekûtiyet ve hakikat canibinde her şey şeffaftır, güzeldir.

Kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münafî değildir.

Onun için esbab sırf zahirîdir, melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikileri yoktur.

   Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak'a tevcih etmemek için o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz'edilmiştir.

Çünkü kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor.

Bu sırra bir misal-i latîf suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki:

   Hazret-i Azrail aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk'a demiş ki: "Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler, benden küsecekler." Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: "Seninle ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım.

Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler."

   İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail aleyhisselâmın vazifesine mütealliktir.

Öyle de Hazret-i Azrail dahi bir perdedir.

Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir.

   Evet, izzet ve azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve celal ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.

Sözler

20 Nisan 2025 Pazar

AİLEDE HUZUR

 İnsanlar yuva kurdukları kadar, o yuvanın huzur içinde devamını sağlamakla da yükümlüdür.

Atalarımız "yapmak zor, yıkmak kolay" diyerek aile yuvasındaki mutluluğun devamına da dikkat çekmişler. "Aileyi koruyacak olan babadır" derken de geçimi temin sorumluluğunu erkeğe vermişler. Çocuk büyütme sorumluluğunun ise anne ile birlikte babanın da vazifesi olduğunu söylemişler. 

Evlenip yuva kurmak, sonra o yuvayı çocuklarla birlikte hatta büyükanne, büyükbaba, amca, dayı, teyze, hala ile birlikte yürütebilmek hayli zor, ama o zoru başarabilmek de o kadar zevklidir.

Dedenin gelinlerini evlâtları gibi görmesi, torunlarını bağrına basması, çocukları arasında eşit davranarak örnek olması ne kadar güzel bir şeydir. Sabah erken kalkıp seherde rızık için koşmak, akşama kadar tüm aile fertleri birlikte çalışıp yemek zamanı bir sofra etrafında birlikte yemek yemek ve işbirliği içerisinde işleri çabucak görüp bitirmek, gelinler arasındaki sevgi saygı bağlarını geliştirmek ve büyük küçük ilişkilerinde sevgi saygıyı esas tutmak, hem dinimizin, hem de örfümüzün gereği güzel hasletlerdir. Bu sıcak aile yuvasını bozmaya değil şeytanın, hiç bir şerrin gücü yetmez. Yeter ki samimi ve dürüst olalım. İnsan içten pazarlıklı, eksik ve ayıp arayıcı insan olmadıktan sonra her şey güzel olur. Yeter ki güzel düşünüp güzel görelim. Muhakkak ki Allah'ın yardımı da bizimle birlikte olacaktır. Bu şekilde ibadet ve Allah'a kulluk ile birlikte, hem dünya işlerimiz ibadet hükmüne geçecek, hem de ahiretimiz kurtulacaktır. Böylece her iki dünyamız mâmur olacaktır.

Dünyada huzur da huzursuzluk da bizim elimizde. Sonunda Cennet de Cehennem de bizim önümüzdedir. Ey insan, akıl ile birlikte irade de senin elinde. Öyle ise, aklını başına al, nefsin ve şeytanın esiri olma. Sıcak yuvanı dağıtıp çocuklarını boynu bükük, öksüz, seni sevenleri üzüntü içinde bırakma. Allah’ın sevmediği bir helal olan boşanma fiilini aklından bile geçirme. Şu geçici yalan dünyada nefse ve şeytana uyup ahiretini tehlikeye atma.


BİRİ YER BİRİ BAKAR


Atalarımız eskiden şöyle derdi, "biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar." Şimdi ise şöyle demek gerekir. "Zenginler yer, fakirler bakar, kıyamet bundan kopar."

Ülke ekonomik sıkıntılar yüzünden ve enflasyon sebebiyle yangın yerine döndü. Zamlar ve pahalılık aldı başını gidiyor. Zengin her gün sermayesine sermaye katarak daha zengin, fakir daha fakir oluyor. Zengin ile fakir arasındaki uçurum her geçen gün daha da derinleşiyor. Fakir borç ile geçinmeye çalışırken, zengin faiz gelirleri ile zenginleşiyor. Bu gelir dağılımındaki adaletsizlik kitleler arası çatışmaya dönüştüğünde ülkede büyük bir kargaşaya sebep olur. Bu da ülkenin huzurunu kaçırır. Elbette ki iş adamları ve zenginlerimiz olacaktır. Gelir dağılımındaki adaletsizlikler, insanların fakirleşmesi zenginlerimizin de huzurunu kaçıracaktır. Devleti yöneten kimselerin, zam ve vergiler ile milleti bunaltması, insanların devletine olan güvenini azaltıp, düşmanlığa sebebiyet verecektir.

Tasarruf tedbirleri fakire değil, devlet kademelerinde çalışan bürokrasi ile yöneticilere ve zenginlere de uygulanmalı. Herkes de evinde, iş yerinde bu tedbirlere uymalıdır. Vergiler adaletli olmalı, çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınmalıdır. Sosyal devlet şefkat ellerini, muhtaç durumda olanlara uzatırken, kaçakçılık ve yolsuzluklar için tedbir alıp, haksız kazanç sağlama yollarının önüne geçilmelidir. Kanunlar işler hâle getirilmeli ve cezaî müeyyideler, hiç bir ayırım yapılmadan, herkese uygulanmalıdır. Eğer ülkede adalet sağlanırsa, her şey çok kısa bir zamanda düzelir. Bu durum tüm insanlarımızın rahat etmesine yarar. 

Dert bizim dertler bizim. Onun için  çare de yine bizim içimizden çıkacaktır. Allah yardımcımız olsun.


19 Nisan 2025 Cumartesi

NAMAZ BİLETİ VE SENET

 Ve o bilet, sened ise; başta namaz olarak eda-i feraiz ve terk-i kebairdir.

Öyle mi?

Evet bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebedü'l-âbâd yolunda zâd ve zahîre, ışık ve burak; ancak Kur'anın evamirini imtisal ve nevahisinden içtinab ile elde edilebilir.

Yoksa fen ve felsefe, san'at ve hikmet, o yolda beş para etmez.

Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.


   İşte ey tenbel nefsim!

Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir.

Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın.

Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim.

Yoksa sus.

Kâinat mescid-i kebirinde Kur'an kâinatı okuyor!

Onu dinleyelim.

O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim.

Evet söz odur ve ona derler.

Hak olup, Hak'tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.

Sözler - 32

PEYGAMBERİMİZİN MUCİZELERİNDEN

  Çocuk tabiatında hayâsız bir kadın, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemek yerken lokma istemiş, vermiş.

Demiş: "Yok, senin ağzındakini istiyorum." Onu da vermiş.

O gayet hayâsız kadın, o lokmayı yedikten sonra, en hayâlı kadın ve Medine kadınlarının fevkinde bir hayâ sahibi oldu.

   İşte bu  misal gibi, seksen değil, belki sekizyüz misalleri var.

Çoğu kütüb-ü Siyer ve ehadîste beyan edilmiştir.

Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübarek eli Hakîm-i Lokman'ın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır'ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa ve nev'-i beşer çok musibet ve belalara giriftar olsa; elbette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a hadsiz müracaatlar olmuş.

Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler.

Hattâ kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tâbiînin azîm imamlarından ve çok sahabelerle görüşen, Taus denilen Ebu Abdurrahmani'l-Yemanî, kat'iyyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ne kadar mecnun gelmişse, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm sinesine elini koymuş ise, kat'iyyen şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamış.

   İşte Asr-ı Saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kat'î ve küllî hükmetmişse; elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifa bulmuş.

Madem şifa bulmuş, elbette müracaatlar binler olacaktır.

Mektubat - 142

UMRE NOTLARI

 1 Nisan 2025 Salı günü başlayan 15 günlük Umre ibadetimiz esnasında;

Allah'ın inayeti,Risale-i Nurun kerameti ve şahsi manevinin himmetinin şahsımın ve grubumuzun yanında olduğunu  gördüm.Bunun da iyi niyet İhlas,samimiyet ve sadakatin bir neticesi olduğunu anladım ve bunları bir takdisi nimet olarak anlatıyorum,şöyle ki;

Umre ibadetimiz esnasında hiç bir zorlukla karşılaşmadık

1-Pasaport ve giriş kontrollarından çabuk ve kolayca geçtik.

2-İbadet anında sıcağın ve klımaların etkisini görmedik

Ne sıcak ve nede soğuk nedeniyle Allah'a binlerce şükür hastalanmadık.

3-Mekke de 5 Umre  ve sayısız tavaf yaptık şahıs ve grup olarak hiç bir zorluk yaşamadık ne kaybolma ve ne de ezilme tehlikesi atlatmadık tavafımız kolaylaştı,mekan genişledi Beytullah'a hiç sıkıntı yaşamadan elimizle dokunabildik halbu ki dokunma imkansız şekilde kalabalık vardı.

4-Medine ziyaretinde Peygamberimizin kabri şerifi randevu ile bir sefer ziyaret edilebilirken elhamdülillah ben ve hanım iki sefer ziyaret fırsatı bulduk cennet bahçesi tabir edilen yerde iki rekat namaz kılma fırsatımız oldu.

5-Dönüşte uçağımız 22.30 yerine,21.40 da kalktı ve 02.00 de Kayseri ye iniş yerine 00.30 da indik. Bunlar tesadüf değil sizlerin duası ve Risale-i Nurların kerameti ve Şahsi manevinin himmeti Allah'ın bu cemaat mensuplarına inayetidir.

Ben de duam da, Allah'ım ülkemizin birlik ve dirliği ve ittihadı islamın oluşması için Risale-i Nur mensuplarının  gönüllerini ve kalplerini birleştir Allah'ım diye dua ettim.Allah dualarımızı ve ibadetimizi kabul etsin.Amin

Rafet Özcan

18 Nisan 2025 Cuma

HUTAMAYA LAYIK

  ONUNCU İŞARET: 

   Şu mu'cize-i şeceriyeyi daha ziyade takviye eden mütevatir bir surette nakledilen, hanînü'l-ciz' mu'cizesidir.

Evet Mescid-i Şerif-i Nebevîde kuru direğin büyük bir cemaat içinde, muvakkaten firak-ı Ahmedîden (A.S.M.) ağlaması; beyan ettiğimiz mu'cize-i şeceriyenin misallerini hem teyid eder, hem kuvvet verir.

Çünki o da ağaçtır, cinsi birdir.

Fakat şunun şahsı mütevatirdir, öteki kısımlar herbirinin nev'i mütevatirdir.

Cüz'iyatları, misalleri çoğu sarih tevatür derecesine çıkmıyor.

Evet Mescid-i Şerifte hurma ağacından olan kuru direk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken ona dayanıyordu.

Sonra minber-i şerif yapıldığı vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minbere çıkıp hutbeye başladı.

Okurken, direk deve gibi enîn edip ağladı; bütün cemaat işitti.

Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yanına geldi, elini üstüne koydu.

Onunla konuştu, teselli verdi; sonra durdu.

Şu mu'cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm pek çok tarîklerle, tevatür derecesinde nakledilmiştir.

   Evet hanînü'l-ciz' mu'cizesi çok münteşir ve meşhur ve hakikî mütevatirdir.

Sahabelerin bir cemaat-i âlîsinden, onbeş tarîk ile gelip, Tâbiînin yüzer imamları o mu'cizeyi, o tarîklerle arkadaki asırlara haber vermişler.

Sahabenin o cemaatinden ulema-i sahabe namdarları ve rivayet-i hadîsin reislerinden Hazret-i Enes İbn-i Mâlik (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Câbir Bin Abdullahi'l-Ensarî (hâdim-i Nebevî), Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer, Hazret-i Abdullah Bin Abbas, Hazret-i Sehl Bin Sa'd, Hazret-i Ebu Saidi'l-Hudrî, Hazret-i Übeyy İbni'l-Kâ'b, Hazret-i Büreyde, Hazret-i Ümmü'l-Mü'minîn Ümm-ü Seleme gibi meşahir-i ulema-i sahabe ve rivayet-i hadîsin rüesaları gibi, herbiri bir tarîkın başında, aynı mu'cizeyi ümmete haber vermişler.

Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha; arkalarındaki asırlara, o mütevatir mu'cize-i kübrayı tarîkleriyle haber vermişler.    İşte Hazret-i Câbir tarîkında der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken, Mescid-i Şerifte جِذْعُ النَّخْلِ denilen kuru direğe dayanıp, okurdu.

Minber-i şerif yapıldıktan sonra, minbere geçtiği vakit; direk tahammül edemeyerek, hamile deve gibi ses verip inleyerek ağladı.

Hazret-i Enes tarîkında der ki: Camus gibi ağladı, mescidi lerzeye getirdi.

Sehl İbn-i Sa'd tarîkında der: Hem onun ağlaması üzerine, halklarda ağlamak çoğaldı.

Hazret-i Übeyy İbni'l-Kâ'b tarîkında diyor: Hem öyle ağladı ki, inşikak etti.

Diğer bir tarîkta, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti:

اِنَّ هٰذَا بَكٰى لِمَا فَقَدَ مِنَ الذِّكْرِ

Yani: "Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki zikr-i İlahînin iftirakındandır ağlaması." Diğer bir tarîkte ferman etmiş: 

لَوْ لَمْ اَلْتَزِمْهُ لَمْ يَزَلْ هٰكَذَا اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامَةِ تَحَزُّنًا عَلٰى رَسُولِ اللّٰهِ

Yani: "Ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resulullah'ın iftirakından kıyamete kadar böyle ağlaması devam edecekti." Hazret-i Büreyde tarîkında der ki: Ciz' ağladıktan sonra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, elini üstüne koyup ferman etti:

اِنْ شِئْتَ اَرُدُّكَ اِلَى الْحَائِطِ الَّذ۪ى كُنْتَ ف۪يهِ تَنْبُتُ لَكَ عُرُوقُكَ وَيَكْمُلُ خَلْقُكَ وَيُجَدَّدُ خُوصُكَ وَثَمَرُكَ وَاِنْ شِئْتَ اَغْرِسُكَ فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلُ اَوْلِيَٓاءُ اللّٰهِ مِنْ ثَمَرِكَ

Sonra, o ciz'i dinledi ne söylüyor; ciz' söyledi, arkadaki adamlar da işitti:

اِغْرِسْن۪ى فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلُ مِنّ۪ى اَوْلِيَٓاءُ اللّٰهِ فِى مَكَانٍ لَا يَبْلٰى

Yani: "Cennet'te beni dik ki; benim meyvelerimden Cenab-ı Hakk'ın sevgili kulları yesin.

Hem bir mekân ki, orada beka bulup, çürümek yoktur." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: قَدْ فَعَلْتُ Sonra ferman etti:

اِخْتَارَ دَارَ الْبَقَٓاءِ عَلٰى دَارِ الْفَنَٓاءِ

   İlm-i Kelâm'ın büyük imamlarından meşhur Ebu İshak-ı İsferanî naklediyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm direğin yanına gitmedi; belki direk onun emriyle, onun yanına geldi.

Sonra emretti, yerine döndü.

Hazret-i Übeyy İbn-i Kâ'b der ki: Şu hâdise-i hârikadan sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Direk, minberin altına konulsun." Minberin altına konuldu, tâ mescid-i şerifin tamiri için hedmedilinceye kadar.

O vakit Hazret-i Übeyy İbn-i Kâ'b yanına aldı, çürüyünceye kadar muhafaza edildi.

   Meşhur Hasan-ı Basrî, şu hâdise-i mu'cizeyi şakirdlerine ders verdiği vakit, ağlardı ve derdi ki: "Ağaç, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a meyl ve iştiyak gösteriyor.. sizler daha ziyade iştiyaka, meyle müstahaksınız." Biz de deriz ki: Evet hem ona iştiyak ve meyl ve muhabbet, onun Sünnet-i Seniyesine ve Şeriat-ı Garrasına ittiba' iledir.

Mektubat - 129

AĞAÇLAR İTEAT ETTİ

  Sekizinci Misal: 

   Sahih-i Tirmizî nakl-i sahih ile Hazret-i İbn-i Abbas'tan haber veriyorlar ki: İbn-i Abbas dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir a'rabîye ferman etti:

اَرَاَيْتَ اِنْ دَعَوْتُ هٰذَا الْعِذْقَ مِنْ هٰذِهِ النَّخْلَةِ اَتَشْهَدُ اَنّ۪ى رَسُولُ اللّٰهِ؟

"Ben, bu ağacın şu dalını çağırsam, yanıma gelse, iman edecek misin?" "Evet" dedi.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çağırdı.

O urcun, ağacının başından kopup, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın yanına atladı, geldi.

Sonra emretti, yine yerine gitti.

   İşte bu sekiz misal gibi çok misaller var; çok tarîklerle nakledilmişler.

Malûmdur ki; yedi-sekiz urgan toplansa, kuvvetli bir halat olur.

Binaenaleyh şu en meşhur sıddıkîn-ı sahabeden, böyle müteaddid tarîklerle ihbar edilen şu mu'cize-i şeceriye, elbette tevatür-ü manevî kuvvetindedir; belki tevatür-ü hakikîdir.

Zâten Sahabeden sonra Tâbiînin eline geçtiği vakit, tevatür suretini alır.

Hususan Buharî, Müslim, İbn-i Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha; tâ zaman-ı sahabeye kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, meselâ Buharî'de görmek, aynı sahabeden işitmek gibidir.

   Acaba o Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ağaçlar, -misallerde göründüğü gibi- onu tanıyıp, risaletini tasdik edip, ona selâm ederek ziyaret edip, emirlerini dinleyerek itaat ettiği halde, kendilerine insan diyen bir kısım camid, akılsız mahluklar; onu tanımazsa, iman etmezse, kuru ağaçtan çok edna, odun parçası gibi ehemmiyetsiz, kıymetsiz olarak ateşe lâyık olmaz mı?

Mektubat - 128

17 Nisan 2025 Perşembe

UMRE İBADETİ

İslam dininde Mekke’de Kâbe’yi ziyaret ederek yapılan kutsal bir ibadettir. Hac gibi farz değildir, ancak sünnettir ve fazileti çok büyüktür. Dinen maddi ve fiziksel imkânı olan Müslümanların ömründe en az bir kez yapması tavsiye edilir.

Umre ibadeti kısaca şu şekildedir:

1. İhrama girmek: Umreye başlamadan önce belirli yerlerde (mikat sınırlarında) ihrama girilir. İhram, belirli yasakların başladığı manevi bir durumdur ve iki parça beyaz dikişsiz bez (erkekler için) giyilir.

2. Niyet ve telbiye: Umreye niyet edilir ve "Lebbeyk Allahümme Umraten" diyerek telbiye getirilir.

3. Tavaf: Kâbe'nin etrafında 7 defa dönülür. Bu dönüşe tavaf denir.

4. Sa’y: Safa ile Merve tepeleri arasında 7 defa gidip gelinir.

5. Tıraş (tahallül): Erkekler saçlarını kazıtır ya da kısaltır; kadınlar ise saçlarının uçlarından bir miktar keser. Böylece ihramdan çıkılır ve umre tamamlanmış olur.

İsteğe bağlı olarak yılın her zamanı yapılabilir, hac ibadetinden farklı olarak sadece belirli zamanlara bağlı değildir.

Umre ibadeti Mekke’de yapılır, ancak birçok Müslüman bu kutsal yolculuğu Medine ziyaretiyle birleştirir. Medine, umrenin bir parçası olmamakla birlikte, manevî değeri çok yüksek olan bir şehirdir. İşte Medine ziyaretiyle ilgili detaylı bilgi:

MEDİNE ZİYARETİ (UMRE YOLCULUĞUNUN MANEVÎ DURAĞI)

1. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Kabri

Mescid-i Nebevî içinde, Ravza-i Mutahhara’da yer alır.

Ziyaret ederken şu bilinçle yaklaşılır: "Peygamberimizi ziyaret, onu hayattayken ziyaret etmek gibidir."

Sessizce, saygıyla selam verilir:

> “Esselâmu aleyke yâ Resûlallah, Esselâmu aleyke yâ Nebiyyallah...”

2. Ravza-i Mutahhara

Peygamber Efendimiz’in kabri ile minberi arasındaki alan.

Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak kabul edilir.

Namaz kılmak için en faziletli yerlerden biridir

3. Cennetü’l-Baki Mezarlığı

Ashab-ı Kiram’dan birçok sahabî burada medfundur (gömülüdür).

Sabah namazı sonrası ziyaret edilmesi tavsiye edilir.

4. Uhud Şehitliği

Uhud Dağı’nın eteklerinde yer alır.

Hz. Hamza başta olmak üzere birçok sahabe burada şehit olmuştur.

Ziyarette dua edilir, ibret alınır

5. Kuba Mescidi

İslam tarihindeki ilk mescit.

Peygamberimiz, “Kuba’da bir namaz, bir umre sevabı gibidir.” buyurmuştur.

6. Kıbleteyn Mescidi

İlk başta Kudüs’e, sonra Kâbe’ye doğru kıble değişikliği burada olmuştur.

MEDİNE’DE NASIL DAVRANMALI?

Sessiz, saygılı, dikkatli olunmalı.

Mescid-i Nebevî’de bolca Kur’an, zikir ve nafile namazla vakit geçirilmelidir.

Fotoğraf çekiminde hassas olunmalı.

Alışveriş değil, ibadet öncelikli düşünülmelidir.

EN HAYIRLI GENÇ

  Yedinci Sualiniz: 

خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَ شَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ

hadîs midir; bundan murad nedir?

   Elcevab: 

   Hadîs olarak işitmişim.

Murad da şudur ki: "En hayırlı genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır.

Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki; gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister; çocukçasına hevesat-ı nefsaniyeye tâbi olur."

   Senin levhanda gördüğün ikinci parçanın sahih sureti şudur ki; ben başımın üstünde onu bir levha-i hikmet olarak ta'lik etmişim.

Her sabah ve akşam ona bakarım, dersimi alırım:

   Dost istersen Allah yeter.

Evet o dost ise, herşey dosttur.

   Yârân istersen Kur'an yeter.

Evet ondaki enbiya ve melaike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.

   Mal istersen kanaat yeter.

Evet kanaat eden, iktisad eder; iktisad eden, bereket bulur.

   Düşman istersen nefis yeter.

Evet kendini beğenen, belayı bulur zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur, rahmete gider.

   Nasihat istersen ölüm yeter.

Evet ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.

Mektubat - 282

ALLAH SABREDENLER İLE BERABERDİR

 اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ

de hikmet ve gaye nedir?

   Elcevab: 

   Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz'etmiş.

Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz.

Onun için hırs mahrumiyete sebebdir.

Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır ki,

اَلْحَر۪يصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ ٭ وَالصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ

durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

Demek Cenab-ı Hakk'ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir.

Çünki sabır üçtür:

   Biri: 

   Masiyetten kendini çekip sabretmektir.

Şu sabır takvadır, اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ sırrına mazhar eder.

   İkincisi: 

   Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.

اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ ٭ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الصَّابِر۪ينَ

şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah'tan şikayeti tazammun eder.

Ve ef'alini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar.

Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı.

Hazret-i Yakub Aleyhisselâm'ın

اِنَّمَٓا اَشْكُوا بَثّىِ وَ حُزْن۪ٓى اِلَى اللّٰهِ

demesi gibi olmalı.

Yani: Musibeti Allah'a şekva etmeli, yoksa Allah'ı insanlara şekva eder gibi, "Eyvah!

Of!" deyip, "Ben ne ettim ki, bu başıma geldi" diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.

   Üçüncü Sabır: 

   İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor.

En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile canibine sevkediyor.

Mektubat - 280

BAZI SUALLER

    Bazı sualler soruyorsunuz.

Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve Mektublar; ihtiyarsız, def'î ve ânî bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu.

Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevab versem; sönük düşer, noksan olur.

Bir miktardır ki; tulûat-ı kalbiye tevakkuf etmiş, hâfıza kamçısı kırılmış, fakat cevabsız kalmamak için gayet muhtasar birer cevab yazacağız:

    Birinci Sualiniz: 

   Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır?

   Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı.

Çünki bazı şerait dâhilinde dua makbul olur.

Şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir.

Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli.

Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.

Hem

بِظَهْرِ الْغَيْبِ

  yani "gıyaben ona dua etmek"; hem hadîste ve Kur'anda gelen me'sur dualarla dua etmek.

Meselâ:

اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ الْعَفْوَ وَ الْعَافِيَةَ ل۪ى وَ لَهُ فِى الدّ۪ينِ وَ الدُّنْيَا وَ الْاٰخِرَةِ

رَبَّنَٓا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَ قِنَا عَذَابَ النَّارِ

gibi câmi' dualarla dua etmek; hem hulus ve huşu' ve huzur-u kalb ile dua etmek; hem namazın sonunda, bilhâssa sabah namazından sonra; hem mevâki'-i mübarekede, hususan mescidlerde; hem Cum'ada, hususan saat-i icabede; hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede; hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmek kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me'muldür.

O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur.

Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.

Mektubat - 279

BİRİMİZ ŞARKTA

 بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ عُمْرِكَ وَذَرَّاتِ وُجُودِكَ

   Aziz, gayretli, ciddî, hakikatlı, hâlis, dirayetli kardeşim!

   Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilaf-ı zaman ve mekân sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mani' teşkil etmez.

Biri şarkta, biri garbda, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler.

Hususan bir tek maksad için bir tek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler.

Sizi her sabah yanımda tasavvur edip, kazancımın bir kısmını, bir sülüsünü (Allah kabul etsin) size veriyorum.

Duada, Abdülmecid ve Abdurrahman ile berabersiniz.

İnşâallah her vakit hissenizi alırsınız.

Sizin dünyaca bazı müşkilâtınız, senin hesabına beni bir parça müteessir etti.

Fakat madem dünya bâki değil ve musibetlerinde bir nevi hayır vardır; senin bedeline "Yahu bu da geçer" kalbime geldi.

لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

düşündüm,

اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ

okudum,

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

dedim.

Senin yerine teselli buldum.

Cenab-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir.

İnşâallah sen de o sevgililerin sınıfındansın.

"Sözler"in neşrine manilerin çoğalması sizi müteessir etmesin.

İnşâallah neşrettiğin miktar bir rahmete mazhar olduğu zaman, pek bereketli bir surette o nurlu çekirdekler, kesretli çiçekler açacaklar.

Mektubat - 278

GIYBETİN CAİZ OLDUĞU DURUMLA

 Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:

   Birisi: 

   Şekva suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.

   Birisi de: 

   Bir adam onunla teşrik-i mesaî etmek ister.

Senin ile meşveret eder.

Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: "Onun ile teşrik-i mesaî etme.

Çünki zarar göreceksin."

   Birisi de: 

   Maksadı, tahkir ve teşhir değil; belki maksadı, tarif ve tanıttırmak için dese: "O topal ve serseri adam filan yere gitti."

   Birisi de: 

   O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir.

Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.

   İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.

Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a'mal-i sâlihayı yer bitirir.

   Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَ لِمَنِ اغْتَبْنَاهُ

demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, "Beni helâl et" demeli.

اَلْبَاق۪ى هُوَ الْبَاق۪ى

Mektubat - 277

GIYBET HAKKINDA

 Hâtime 

  (Gıybet hakkındadır) 

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

   Yirmibeşinci Söz'ün Birinci Şu'lesinin Birinci Şuâının Beşinci Noktasının makam-ı zemm ve zecrin misallerinden olan bir tek âyetin, mu'cizane altı tarzda gıybetten tenfir etmesi; Kur'an'ın nazarında gıybet ne kadar şenî' bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış.

Evet Kur'anın beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.

   İşte

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتًا

âyetinde altı derece zemmi, zemmeder.

Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder.

Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor.

Şöyle ki:

   Malûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır.

O sormak manası, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer.

Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.

   İşte birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şey'i anlamıyor?

   İkincisi, يُحِبُّ lafzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?    Üçüncüsü, اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

   Dördüncüsü, اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?

   Beşincisi, اَخ۪يهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz?

Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi a'zânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

   Altıncısı, مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede?

Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

   Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle: Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur.

İşte bak nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i'cazkârane altı derece o cürümden zecreder.

   Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır.

İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez.

Nasıl meşhur bir zât demiş:

اُكَبِّرُ نَفْس۪ى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ ٭ فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لَا لَهُ جَهْدٌ

   Yani: "Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum.

Çünki gıybet; zaîf ve zelil ve aşağıların silâhıdır."

   Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı.

Eğer doğru dese, zâten gıybettir.

Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır.

İki katlı çirkin bir günahtır. 

Mektubat - 275

İHSANLARIN BOŞA GİTME DURUMU

 Ey ehl-i kerem ve vicdan ve ey ehl-i sehavet ve ihsan!

   İhsanlar zekat namına olmazsa, üç zararı var.

Bazan da faidesiz gider.

Çünki Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun.

Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun.

Hem hakikaten Cenab-ı Hakk'ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun.

Eğer zekat namına versen; Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun.

O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur.

Evet zekat kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede?

Zekat namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ ۨالَّذ۪ى قَالَ اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا وَ قَالَ اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لَا يَفْنٰى وَعَلٰٓى اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ٓ اَجْمَع۪ينَ اٰم۪ينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Mektubat - 274

AHLAKSIZLIKLARIN SEBEBİ

 Beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşe'i iki kelimedir:

   Birisi: "Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?"

   İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim."

   Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı riba ve terk-i zekattır.

Bu iki müdhiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekatın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekat ve hurmet-i ribadır.

Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev'-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekattır.

Çünki beşerde, havas ve avam iki tabaka var.

Havastan avama merhamet ve ihsan ve avamdan havassa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekattır.

Yoksa yukarıdan avamın başına zulüm ve tahakküm iner, avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar.

İki tabaka-i beşer daimî bir mücadele-i maneviyede, bir keşmekeş-i ihtilafta bulunur.

Gele gele tâ Rusya'da olduğu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.

Mektubat - 273

DÜNYA HIRSI İLE SARHOŞ OLMAK

    İşte ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler!

Hırs bu kadar muzır ve belalı bir şey olduğu halde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâb ve haram helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz?

Hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekatı, hırs yolunda terkediyorsunuz?

Halbuki zekat, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır.

Zekatı vermeyenin herhalde elinden zekat kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.

   Hakikatlı bir rü'ya-yı hayaliyede, Birinci Harb-i Umumî'nin beşinci senesinde, bir acib rü'yada benden soruldu:

   "Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı mâliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?"

   Rü'yada demiştim:

   "Cenab-ı Hak, bir kısım maldan onda bir

{(Haşiye-1): Yani her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir.}

veya bir kısım maldan kırkta bir,

{(Haşiye-2): Yani eskiden verdiği kırktan ki; her senede galiben ve lâekal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kırktan taze olarak on aded verir.}

kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasedlerini men'etsin.

Biz hırsımız için tama'kârlık edip vermedik.

Cenab-ı Hak müterakim zekatını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.

Hem her senede yalnız bir ayda yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi.

Biz nefsimize acıdık, muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik.

Cenab-ı Hak ceza olarak yetmiş cihetle belalı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu.

Hem yirmidört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faideli bir nevi talimat-ı Rabbaniyeyi bizden istedi.

Biz tenbellik edip, o namazı ve niyazı yerine getirmedik.

O tek saati diğer saatlere katarak zayi' ettik.

Cenab-ı Hak onun keffareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı." demiştim.

   Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki; o rü'ya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır.

Mektubat - 272

HIRS VE KANAAT EHLİ İKİ ŞAHIS

 Hırs maden-i zillet ve hasarettir.    Hem harîs bir insan, her vakit hasarete düştüğüne dair o kadar vakıalar var ki, اَلْحَر۪يصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ darb-ı mesel hükmüne geçmiş, umumun nazarında bir hakikat-i âmme olarak kabul edilmiştir.

Madem öyledir; eğer malı çok seversen, hırs ile değil, belki kanaat ile malı taleb et, tâ çok gelsin.

   Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki; büyük bir zâtın divanhanesine giriyorlar.

Birisi kalbinden der: "Beni yalnız kabul etsin, dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir.

En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur." İkinci adam güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecbur imiş gibi mağrurane der ki: "Bana en yukarı iskemleyi vermeli." O hırs ile girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister.

Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur.

Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor.

Teşekkür değil, bilakis hane sahibini tenkid ediyor.

Hane sahibi de ondan istiskal ediyor.

Birinci adam mütevaziane giriyor; en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor.

Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor.

"Daha yukarı iskemleye buyurun" der.

O da gittikçe teşekküratını ziyadeleştirir, memnuniyeti tezayüd eder.

   İşte dünya bir divanhane-i Rahman'dır.

Zemin yüzü, bir sofra-yı rahmettir.

Derecat-ı erzak ve meratib-i nimet dahi, iskemleler hükmündedir.

   Hem en cüz'î işlerde de herkes hırsın sû'-i tesirini hissedebilir.

   Meselâ: İki dilenci bir şey istedikleri vakit, hırs ile ilhah eden dilenciden istiskal edip vermemek; diğer sâkin dilenciye merhamet edip vermek, herkes kalbinde hisseder.

Hem meselâ: Gecede uykun kaçmış, sen yatmak istesen, lâkayd kalsan uykun gelebilir.

Eğer hırs ile uyku istesen: "Aman yatayım, aman yatayım" dersen, bütün bütün uykunu kaçırırsın.

Hem meselâ: Mühim bir netice için birisini hırs ile beklersin; "Aman gelmedi, aman gelmedi" deyip en nihayet hırs senin sabrını tüketip kalkar gidersin; bir dakika sonra o adam gelir; fakat beklediğin o mühim netice bozulur.

   Şu hâdisatın sırrı şudur ki: Nasılki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüb eder.

Öyle de: Tertib-i eşyada bir teenni-i hikmet vardır.

Hırs sebebiyle teenni ile hareket etmediği için, o tertibli eşyadaki manevî basamakları müraat etmez; ya atlar düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır; maksada çıkamaz.

Mektubat - 271

15 Nisan 2025 Salı

TAŞLAR ELİNDE ALLAH'I ZİKREDİYOR

 Bu parça altın ve elmas ile yazılsa liyakatı var 

   Evet sâbıkan bahsi geçmiş: Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi;

وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ

sırrıyla aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları inhizama sevketmesi;

وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ

nassı ile aynı avucunun parmağıyla Kamer'i iki parça etmesi; ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi; ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu'cize-i kudret-i İlahiye olduğunu gösterir.

Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler.

Ve a'daya karşı küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur.

Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse derman olur.

Ve celal ile kalktığı vakit, Kamer'i parçalayıp Kab-ı Kavseyn şeklini verir; ve cemal ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer.

Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acib mu'cizata mazhar ve medar olsa; o zâtın Hâlık-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?..

Mektubat - 140

10 Nisan 2025 Perşembe

ALLAH'IN ELÇİSİ

 Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dava etmiş ki: "Ben, şu kâinat Hâlıkının meb'usuyum.

Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek.

İşte parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor.

Kamer'e bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor.

Şu ağaca bakınız; beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor.

Şu bir parça taama bakınız; iki-üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte ikiyüz-üçyüz adamı tok ediyor." Ve hâkeza.. yüzer mu'cizatı böyle göstermiştir.

   Şimdi, şu zâtın delail-i sıdkı ve berahin-i nübüvveti yalnız mu'cizatına münhasır değildir.

Belki ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvarı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder.

Hattâ meşhur ulema-i Benî-İsrailiyeden Abdullah İbn-i Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sîmasını görmekle, "Şu sîmada yalan yok, şu yüzde hile olamaz!" diyerek imana gelmişler.

Mektubat - 90