26 Aralık 2021 Pazar

YANLIŞ TEŞHİS YANLIŞ TEDAVİ

 Bu tezatlı durum ne ile izah edilir? Dindar kimlikli idarecilerin başımızda bulunmasının toplumdaki yansımaları neden görülmüyor? Neden ters orantılı bir durumla karşılaşıyoruz? Bu noktada akla bir sürü sual geliyor. Toplumun dindar olarak bildiği bu idarecilerin öncelikli tercihleri dinî değerler mi, yoksa sahip oldukları makam-mevkiler mi? Bulundukları makamları muhafaza etmek uğruna dinî değerlerinden taviz veriyorlar mı? Yoksa sahip oldukları makamları kaybetmek uğruna da olsa dinî yaşantılarından taviz vermeden, her halükârda inançlarının gereğini yerine getiriyorlar mı?

Konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’ın şu tesbitlerini hatırlamakta fayda var: “Siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar.” Bir de, “bir elinde siyaset topuzunu, diğer elinde de Nuru tutanlar” dine tam hizmet edemezler.

Konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’ın şu dikkat çekici tesbitini de çok iyi okumak gerekir: “…Bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, her şeyi kendi mesleğine âlet ederek, hatta dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevî âlet hükmüne getiriyor.” (Tarihçe-i Hayat, s: 476)

Görülüyor ki tepeden inme bir tarzda “dindarlığı” sağlamak mümkün olmuyor. İdarî makam mevkilerdeki zevatın muhafazakâr olması öyle beklendiği gibi topluma yansımıyor. Bu işler öyle; “Biz dindar bir nesil yetiştireceğiz… Hiç kimse bizden tinerci bir gençlik beklemesin” türünden kulağa hoş gelen nutukları atarak olmuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder