30 Eylül 2024 Pazartesi

ÇOCUK SEVGİSİ

  DÖRDÜNCÜ İŞARET: 

   Vâlideyn ve evlâda muhabbet-i meşruanın neticesi: (Nass-ı Kur'an ile) Cenab-ı Erhamürrâhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa yine o mes'ud aileye safi olarak lezzet-i sohbeti, Cennet'e lâyık bir hüsn-ü muaşeret suretinde, dâr-ı bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder.

Ve onbeş yaşına girmeden, yani hadd-i büluğa vâsıl olmadan vefat eden çocuklar, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ile tabir edilen Cennet çocukları şeklinde ve Cennet'e lâyık bir tarzda gayet süslü, sevimli bir surette, onları Cennet'te dahi peder ve vâlidelerinin kucaklarına verir.

Veledperverlik hislerini memnun eder.

Ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir.

Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden; ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar.

Dünyadaki her lezzetli şeyin en a'lâsı Cennet'te bulunur, yalnız çok şirin olan veledperverlik, yani çocuklarını sevip okşamak zevki -Cennet tenasül yeri olmadığından- Cennet'te yoktur zannedilirdi.

İşte bu surette o dahi vardır.

Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır.

İşte kable'l-büluğ evlâdı vefat edenlere müjde...

Sözler - 648

EĞİTİMDEKİ PROBLEMLER

 EĞİTİMDEKİ PROBLEMLER

Eğitim,kişide davranış değişikliği kazandırma sanatıdır.Eğitim bir yapıp etmedir.Eğitim bir plan dahilinde örgün ve yaygın şekilde yapılır.Bir plan ve program dahilinde yapılan eğitim verimli eğitimdir.Örgün eğitimin yapıldığı yer okullar yaygın eğitimin yapıldığı yer ise çevredir.Eğitimin başarıya ulaşması için Okul,öğrermen, öğrenci ve çevre unsurları gereklidir.Öğretmensiz ve öğrencisiz eğitim düşünülemez.

Eğitimin önemini belirten şu söz çok önemlidir;

"Öyle gün gelecek ki çocuğu eğitmek,hayvanı eğitmekten zor olacak" işte bu söz günümüz eğitimini tam olarak yansıtmaktadır.Hangi öğretmenle karşılaşsam, hal hatırdan sonra okul işleri nasıl gidiyor desem, ilk söylediği söz malesef durumun hiç iyi olmadığı eğitim ve öğretimin içler acısı durumda olduğu, bilhassa öğrencilerin başıboşluk içerisinde, disiplinin olmaması nedeniyle öğretimde zorluk çekildiği belirtilmektedir.

Öğrencileri eğitmekte, terbiye etmekte zorluk çektiklerini anlatmakta ve  mesleklerini çok zorluklar içerisinde icra ettiklerini belirtmektedirler. İdare, öğrenci  ve veli kıskacında nefes alamaz halde olduklarından dert yanmaktadırlar.Öğrenci ağa,öğretmen köle, idare yetkisiz ve etkisiz bir vaziyette.Böyle bir sistemde eğitimci ne yapsın öğretmen ne yapsın veli ne yapsın? Eğitim öğretim bu şartlarda, içler acısı şeklinde sürüp gitmektedir.

Disiplinin olmadığı bir ortamda eğitim ve öğretim verilemez.Çocuk kendini dokunulmaz kabul eder, veli buna destek çıkar, idare yani yönetim de öğretmenin değil öğrencinin yanında olursa,(bu demek değil ki tüm okul yöneticileri böyle hayır.) Eğitim ve öğretimi hakkıyla yerine getiren çok okullarımız , idarecilerimiz ve öğretmenlerimiz var, onlara minnettarız.Fakat şunu da aklımızdan çıkarmayalım ki,eğer okul yönetimi öğrenciyi korumak adına olumsuz davranışlara göz yumarsa o okulda öğretmen çocuğa hiç bir şey veremez.Bu durum seneler sonra diplomalı cahiller ordusu olarak karşımıza  çıkar.Bu şartlarda yetişen öğrencinin ne kendine ne ailesine ne de topluma hiçbir faydası olmaz olamaz.

İşte bugünkü eğitim ve öğretimin durumu . Öğretim yok eğitim ise can çekişmektedir. Hatta can çekişen hastaya verilen  ilaç mesabesinde bile değil.Gelde bu vaziyette olan öğretmen verimli olabilsin. Öğretmenlik mesleğinin saygınlığı varmı ki,  öğretmenler verimli olsun?Gelin önce öğretmenlerimize saygınlığını kazandıralım.Başta öğrenciler  olmak üzere, toplumda herkes Öğretmenlik mesleği ve öğretmenlerimize saygı duysun.Onları maddi manevi sıkıntılardan kurtaralım kendilerine ve mesleklerine olan güvenlerini kazandıralım.Öğretmenlerimizin toplumun geleceğini hazırlayan değerli insanlar olduğunu unutmayalım.Allah, eğitim ve öğretim camiasının değerli mensupları olan öğretmenlermize kolaylıklar nasip etsin.

Rafet Özcan


ÖFKEYLE NASIL BAŞA ÇIKILIR ?

 Öfkeyle başa çıkmak, duygusal dengeyi koruyabilmek için önemli bir beceridir. Öfke, doğal bir duygu olsa da, kontrol edilemediğinde kişisel ilişkilerde ve genel yaşam kalitesinde sorunlara yol açabilir. Öfkeyle sağlıklı bir şekilde başa çıkmanın bazı yolları şunlardır:

1. Öfkeyi Fark Et ve Kabul Et

Öfkenin farkına varmak ve onu inkar etmek yerine kabul etmek ilk adımdır. Bu, öfkenin kontrol dışına çıkmasını engellemeye yardımcı olur.

2. Derin Nefes Al ve Gevşe

Derin nefes alma teknikleri öfkenin fiziksel belirtilerini hafifletir. Yavaş ve derin nefesler alarak vücudu rahatlatmak sinir sistemini yatıştırır ve daha sakin düşünmeyi sağlar.

3. Düşünmek İçin Zaman Kazan

Öfkelendiğinizde hemen tepki vermek yerine birkaç saniye durup düşünmek büyük fark yaratabilir. "10’a kadar sayma" tekniği, öfkenin kontrol edilmesinde basit ama etkili bir yöntemdir.

4. Olumsuz Düşünceleri Yeniden Çerçevele

Öfkelendiğinizde olumsuz düşünceler zihninizde hızla çoğalabilir. Bu düşünceleri fark etmek ve onları daha gerçekçi, yapıcı bir bakış açısına çevirmek öfkenin etkisini hafifletir.

5. Fiziksel Aktiviteyle Stres Atın

Yürüyüşe çıkmak, spor yapmak gibi fiziksel aktiviteler vücuttaki stres hormonlarını azaltarak öfkeyi hafifletebilir.

6. Çözüm Odaklı Olun

Soruna odaklanmak yerine, çözüm bulmaya çalışmak öfkenin yatışmasına yardımcı olur. Sorunun ne olduğunu ve onu nasıl çözebileceğinizi düşünmek, duygularınızı yönetmenizi kolaylaştırır.

7. Kendini İfade Etmeyi Öğren

Öfkenizi bastırmak yerine, onu yapıcı ve sakin bir şekilde ifade etmek önemlidir. "Ben dili" kullanarak duygularınızı ifade etmek, karşı tarafı suçlamadan kendinizi anlatmanın en iyi yollarından biridir. Örneğin, "Beni bu durum rahatsız ediyor" demek daha yapıcıdır.

8. Dinlenmeye ve Rahatlamaya Zaman Ayırın

Stres birikimi öfkeyi tetikleyebilir. Günlük yaşamda rahatlama tekniklerine yer vermek, öfkenin birikmesini önleyebilir. Meditasyon, yoga gibi gevşeme teknikleri de bu süreçte yardımcı olabilir.

9. Profesyonel Yardım Almayı Düşün

Eğer öfkeniz kontrol edilemez bir hale geliyorsa, bir terapist veya danışmanla görüşmek faydalı olabilir. Özellikle öfke yönetimi terapileri, duygularınızı sağlıklı bir şekilde yönetmenize yardımcı olabilir.

10. Affetmeyi Öğren

Öfkenin kökeninde genellikle hayal kırıklığı ve incinme yatar. Affetmek, bu olumsuz duygulardan kurtulmanıza ve duygusal olarak hafiflemenize yardımcı olabilir.

Öfke duygusunun doğal olduğunu unutmamak önemli; ancak onu kontrol altında tutmak, sağlıklı ilişkiler ve kişisel huzur için gereklidir.


29 Eylül 2024 Pazar

CENNET BİZİ BEKLİYOR

 

29 Eylül 2024, Pazar
İnsan yaratılış itibariyle iyilik yapmaya, güzel düşünmeye ve güzel görmeye meyyaldır.

Her ne kadar, önüne engeller çıksa da, onu aşmak ya da kaldırmak için, çaba sarfeder. Çünkü yaratılışı buna müsait, kabiliyetleri bu şekilde inkişaf etmektedir. Tüm diğer canlılardan farklı ve üstün vasıflarla yaratılan insan kendine yüklenen sorumluluğun farkında olmalıdır.

Bediüzzaman Hazretlerinin otuzuncu sözde bahsettiği emanetin çeşitli yönlerinden birisi, belki de en mühimi ene yani benliktir.

"Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene'dir. Evet ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i Tuba ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir." (Sözler, s. 535.)

Demek ki insan bu emanetleri taşıma sorumluluğunun altına girerek Rabbine karşı kulluk görevini yerine getirme taahhüdünde bulunmuştur.

Bütün kâinatın kendisine hizmet ettiği insan, mahlukatın zikir ve şükürlerini onlar namına Allah'a takdim etmesi yönüyle umumî bir tesbih lisanına mazhar olmuştur.

"Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder." (Sözler, s. 536.)

İnsan eğer yaratılış gayesini bilir ve bu doğrultuda hareket ederse meleklerin dahi gıpta ettiği bir mevki kazanır ve Cennete layık bir hâl alır. Bunun haricinde insan yaratılış gayesini unutur, kendisine emanet edilen alet ve duyguları gayesi doğrultusunda kullanmayıp nefsin esiri olur ve ene denilen benlik hesabına çalıştırırsa o zaman da Cehenneme layık bir vaziyet alır.

Allah bizleri nefsin ve Şeytanın şerrinden korusun. Güzellikler ile birlikte Cennette mesut ve bahtiyar olanlardan eylesin.

RAHMET VE SALEVAT

 İşte  ey insan!

Rahmet seni,

O Müstağni-i Alel-ıtlak'ın ve Sultan-ı Sermedî'nin huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatab eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir.

Fakat nasıl sen Güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın; hiçbir cihetle yanaşamıyorsun.

Fakat Güneşin ziyası Güneşin aksini, cilvesini senin âyinen vasıtasıyla senin eline verir.

Öyle de: O Zât-ı Akdes'e ve o Şems-i Ezel ve Ebed'e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız.

Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor.

   İşte ey insan!

Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nur buluyor.

O hazineyi bulmasının çaresi: Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten-lil-Âlemîn unvanıyla Kur'anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sünnetidir ve tebaiyetidir.

Ve bu Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salavattır.

Evet salavatın manası, rahmettir.

Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten-lil-Âlemîn'in vusulüne vesiledir.

Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn'e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman'a vesile ittihaz et.

Umum ümmetin Rahmeten-lil-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir kesretle rahmet manasıyla salavat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymetdar bir hediye-i İlahiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu, parlak bir surette isbat eder.

   Elhasıl: 

   Hazine-i rahmetin en kıymetdar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi "Bismillahirrahmanirrahîm"dir.

Ve en kolay bir anahtarı da salavattır.

Sözler - 14

28 Eylül 2024 Cumartesi

YAŞAMAK MI,ÖLMEK Mİ?

 Zamanın birinde kendisinden uzakta bulunan iki oğlunun birbirlerine küstüğünü öğrenen baba bu duruma çok üzülür. Çocuklarını barıştırmak amacıyla bir plan yapar.Her iki oğluna da ayrı ayrı şu yazıyı yazar, "Kardeşin trafik kazası geçirdi durumu ağır derhal gel". Bu yazıyı her ikisine de gönderir.Zarfı alan çocuklar içini okuyunca hiç vakit kaybetmeden hemen yola çıkarlar. Önce küçük oğlan baba evine gelir. Onu karşılayan baba, geç kaldın cenazeye yetişemedin der ve onu bir odaya alır.Diğer büyük oğlu da biraz sonra baba evine gelince aynen ona da geç kaldın cenaze kaldırıldı yetişemedin der,onu da başka bir odaya alır.Ayrı odalarda bulunan oğlanlar üzüntü ile ağlarken baba her ikisine ayrı ayrı seslenerek salona gelmelerini söyler.Salona gelince birbirleri ile karşılaşan kardeşler şaşkın bir şekilde koltukta oturan babalarına, niçin bize yalan söyledin demelerine fırsat kalmadan baba, oğullarım ölüm mü değerli yoksa yaşam mı diye sorar ve ilave eder.Sizin birbirinizle barışmanız için birinizin ölmesi mi gerekirdi deyince iki kardeş  ağlayarak kucaklaşırlar ve bu şekilde barışırlar.

Bizler bu olaydan ibret alıp ders çıkarmalıyız. Eğer kardeşlerimiz, akrabalarımız ve doslarımız ile küs yada dargınsak, derhal barışmamız gerekmez mi ? 

Belki yarın çok geç olabilir,belki pişman oluruz ama, son pişmanlık fayda vermez.Selam ve dua ile herkese barışık huzurlu ve mutlu günler dilerim.

Rafet Özcan


TEVHİD NAZARI İLE BAKMAK


Tevhid ve vahdette cemal-i İlâhî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.

Evet, hadsiz cemal ve kemâlât-ı İlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesapsız ihsanat ve baha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedânî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz'iyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.

• Meselâ, iktidarsız ve ihtiyârsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından, beyaz, sâfî, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise, tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok harikulâde ve pek çok şefkatkârâne olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle, rahmet-i Rahman’ın cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemal gizlenir ve o cüz’î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir; bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.

27 Eylül 2024 Cuma

HAKKA HİZMET

    Ey ehl-i hakikat ve tarîkat!

Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir.

O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar.

Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor.

Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalaletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatla maişeti temin etmek, tama' ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz.

   Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak.

Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara'nın uleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes'elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder.

Çünki haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir.

Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur.

Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.

Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur.

   İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlası kazanırlar.

Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar.

Ve bu feci' sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlahiye ile kurtulurlar.

Lemalar - 157

26 Eylül 2024 Perşembe

KUL HATASIZ, KUSURSUZ OLMAZ VE OLAMAZ !

Önce şunu bilmeli:

 Hatasızlık, kusursuzluk yalnızca Allah’a mahsustur: “O, her şeyin sahibidir, her kusurdan paktır, beridir.”

İnsan beşerdir, şaşar, hata yapar, kusur işler ve düşe-kalka gider! Bir ayette, “İnsan yaratılış itibariyle zayıf ve zaafları olan bir varlıktır”denir. Zayıflık ve âcizliği, “Nisyan ile malül, yani, unutkan, acul/aceleci, haris, cimri, övgüyü seven, eksik ve kusuru kabullenmeyen, aldanan, hizmette geri kalan, ücrette koşan, hatalarına bahaneler üretme” zaaflardan kaynaklanır. Dolayısıyla “İnsan kusurdan, nisyandan, hatâdan hâlî” olmaz. Ayrıca, “Herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder… Nefis ve hevâ ve his ve vehim bazen aldatıyorlar.”

Hatta peygamberler de hata, kusur işleyebilir. Buna zelle, yani, “ayağın sürçmesi, kayması”dır. Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva’nın (ra) yasak ağaca yaklaşması, Hz. Yunus’un (as) Allah’tan izin gelmeden vazife mahallini terk etmesi” Hz. Musa’nın (as) dövüşen iki kimseyi ayırmaya çalışırken birinin ölümüne sebep olması” zelledir. İsmet sıfatına sahip olan peygamberler günah işlemezler, fakat, kasıtsız olarak bazı kusurlar işlemeleri mümkün; ama, hataya devam etmezler; Allah hatalarını giderir. Fazilet ve manevi makam bakımından en büyük evliyanın dahi en küçüğüne yetişemediği “Sahabeler de insandırlar; hatâdan, hilâftan hâlî olmazlar…” Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva gibi, “Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!” demeleri gibi pişman olmaktır. “Bu, onları düştükleri zilletten kurtardı ve yüceltti.”

 Kur’an hepimizi uyarır: “Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” O halde herkesin  uyacakları formül şu: “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.”

Son sözümüz şu olmalı;

Ya Rab ! Kusurumuzu affet,bizi kendine kul kabul et .Emanetni kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.Amin

***

KİM ÖĞRETTİ ?

Her şeyi, insanlara ve tüm canlılara bir öğreten var. Meselâ: Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer.

Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi maharet gösterir.

Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu san'atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san'atını kim öğretmiş ve nerede öğrenmiş?

Ben,( yani bu bîçare Said) itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san'atı, bu kerr u ferr harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

   İşte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et.

Hattâ nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin.

Evet Cevvad-ı Mutlak (Celle Celalühü), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midadıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş.

Onunla evamir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi' etmiştir.

Bak o Hakîm-i Zülcelal'e; nasıl Kitab-ı Mübin'in düsturlarından arı vazifesine ait mikdarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur.

O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir.

Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder.

وَ اَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ

âyetinin sırrını izhar eder.

   İşte eğer bu Sekizinci Nota'yı tamam işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî ile

وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ

nin bir sırrını,

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪

nin bir hakikatını,

اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

nun bir düsturunu,

فَسُبْحَانَ الَّذ۪ى بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

nun bir nüktesini anlarsın.

Lemalar - 126

25 Eylül 2024 Çarşamba

BAŞARIDA LİYAKAT ESASTIR

 

İktidar olmak başka, muktedir olmak başka şeydir.Ülke yönetimine talip olanlar önce alt yapı hazırlığnı tamamlamalı  yani yetişmiş kadrolara, elamanlara sahip olmalılar.Yöneticilerin kendi kadroları ile iş yapmak en tabi haklarıdır. Bulundukları yerden giderken de işi ehline teslim edip gitmek en doğru olanıdır.Bizim ülkemizde bunlar pek olmaz.Sebebine gelince, liyakatten ziyade benim adamım olsunda ne olursa olsun anlayışıdır.İşi ehline vermek işlerin düzgün gitmesini sağladığı halde bu gözetilmez torpil ve adam kayırmacılıkla işler yürütülmeye çalışılır. Demokrasilerde şeffaflık esas olmasına rağmen sözde demokrasi ile yönetilen ülkelerde ise, gizli bir istıbdat hakimdir. Bu nedenle işler rüşvet ve yolsuzluklar ile bozulur. Ortalıkta dolaşan haksızlıkların ise önüne geçilemez.Tek kişinin söz sahibi olduğu baskı rejimlerinde kişiler ve bazı değerler tabulaştırılır. Tabulaşan kimselere dokunmak, söz söylemek imkansız hale dönüşür.Kanun ile korunan tabular olduğu gibi, herkesin ortak değerleri olan, vatan, millet bayrak sevgisi belli gurupların dilinde sakız haline gelir.Kendinden başkasının vatan millet ve bayrak sevgisi olduğuna inanılmaz.Zamanla kendilerinden olmayanlar ihanet ve teröristlikle suçlanır.Çünkü ip birilerinin eline geçmiş, devlet demek onlar demektir.İktidarda bulunanlar ise ipi elinde bulunduranların kuklası olarak hareket eder.Tabiri caiz ise davul iktidarın omuzunda tokmak destekçisinde.Onun için ben son günlerde şöyle ülke durumuna bakarak,"Bu işin tadı kaçtı" kimin eli kimin cebinde belli değil diyorum.

Allah ülkemize yardım etsin malesef gelecek pek aydınlık görünmüyor.

Rafet Özcan

MÜSLİM SIFATLI İNSAN

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkâl ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine getirmiştir.

Mebde-i hareketin ile son aldığın suret arasında müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin herbirisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir.

Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin enva'ına bir fihriste şeklini veriyor. Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvalinde: "Nasıl bu nimete vâsıl oldun?

Ne ile müstehak oldun?

Ve şükründe bulundun mu?" diye suale çekileceksin.

Çünki vukua gelen haller suale tâbidir.

Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir.

Geçirmiş olduğun ahval, vukuattır.

Gelecek ahvalin ademdir.

Vücud mes'uldür, adem ise mes'ul değildir.

Öyle ise, mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.

Mesnevi-i Nuriye - 136

AKLI BAŞINDA OLAN İNSAN

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.

Zira dünya durmuyor, gidiyor.

İnsan da beraber gidiyor.

Sen de yolcusun.

Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû' etmiştir.

Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış.

Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır.

Maahâzâ, ebedî ömrün önündedir.

O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa'y ve çalışmalarına bağlıdır.

Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok.

Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

Mesnevi-i Nuriye - 130

TEVEKKÜL EDENE ALLAH KAFİDİR

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Allah'a tevekkül edene Allah kâfidir.

Allah, kâmil-i mutlak olduğundan lizâtihî mahbubdur.

Allah mûcid, vâcibü'l-vücud olduğundan kurbiyetinde vücud nurları, bu'diyetinde adem zulmetleri vardır.

Allah melce ve mencedir.

Kâinattan küsmüş, dünya zînetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur.

Allah bâkidir, âlemin bekası ancak onun bekasıyladır.

Allah mâliktir, sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor.

Allah ganiyy-i muğnidir, her şeyin anahtarı ondadır.

Bir insan Allah'a hâlis bir abd olursa, Allah'ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

Mesnevi-i Nuriye - 130

BALIK BAŞTAN KOKAR

 İşin başında bulunanların sorumluluklarını bilmesi ve yerine getirmesi kendilerine tâbi olanların da sorumlu davranmasını sağlayacaktır.

Yönetici durumunda olan kişiler ben istediğim gibi hareket ederim kanun ve kural tanımam derse, bunu gören halk madem kanunlara uyulmuyor, kural tanınmıyor bizlerde uymayalım diyerek kargaşalığa sebep olur. Kanun ve kurallar uymak için çıkarılır. Güvenlik ve huzur kural ve kanunlara uymakla uymayanları müeyyideler ile uyarıp cezalandırmakla sağlanır. Kanun var uyulmaz, ceza var uygulanmaz ise elbette ki, toplumda ahlâk dışı hareketler çoğalır. Düzen kaybolur isyan ve başıboşluk kargaşaya sebep olur. “Balık baştan kokar” sözü, başta bulunanların sorumsuz davranmaları hâlinde toplumdaki dengenin bozulacağını ifade eder. Balık bozulmaya kokmaya baştan başlar ama kokunca koku bütün çevreyi sarar herkesi rahatsız eder. Tıpkı baştakilerin bozuk davranışlarının alt kademedeki halkı etkilediği gibi.

Devleti yönetenler kanun koyucular, kanunları uygulamakla sorumlu olanlar, “ben bu kanunu tanımıyorum ve uymuyorum” diyemez. Eğer sen uymazsan halk hiç uymaz. Eğer yetkililer yetkilerini kötüye kullanırsa ceza alanlar cezasını çekmez ise işini yapan haksız da olsa açıkgöz sayılıp haksız kazanan haram kazancıyla övünürse millet hep hak etmeden kazanma yollarını mübah görmeye başlar. Bunun neticesinde yolsuzluk, adam kayırma ve rüşvet toplumda normal karşılanmaya başlar. Adalet mekanizması işlemez hâle gelir, haklılar haksız güçlüler haksız da olsa haklı duruma geçer. Mazlumlar hakkını arayamaz, zalimler zulme zorbalıkla iş yapmaya devam eder. Bu şekilde ülkede bulunan huzur ortamı kaybolur, ülke yaşanmaz hâle gelir. Birlik ve bütünlüğümüz kaybolur, herkes birbirine düşman olur. Bunun sonucu olarak da milleti bölüp parçalamak isteyen iç ve dış düşmanlara fırsat verilmiş olur. Bu durumdan ise herkes etkilenir, sıkıntılar artar, ülke maddî ve manevî zarara uğrar.

24 Eylül 2024 Salı

RAFET ÖZCAN

 Rafet Özcan, 

Yeni Asya gazetesine yazılarıyla katkıda bulunan bir yazar ve eğitimci olarak tanınıyor. Özellikle Nurculuk hareketi ve Risale-i Nur üzerine odaklanan yazılar kaleme alıyor. Yazılarında toplumsal ahlâk, ekonomi, tasarruf gibi konulara değinmekte ve İslamî değerleri merkeze alarak toplumsal meseleleri ele almaktadır.

Aynı zamanda Özcan’ın kendi blogu üzerinden de yazılarına ulaşılabiliniyor. Blogunda hem Yeni Asya'da yayımlanan yazılarını hem de diğer düşüncelerini paylaşarak geniş bir kitleye hitap etmektedir. Blogunda yer alan yazılarında da İslamî değerler ve sosyal meselelere derinlemesine eğildiği görülüyor.

Daha fazla bilgiye ve yazılarına, Yeni Asya gazetesi ve kişisel blogundan ulaşabilirsiniz.

rafetozcan.blogspot.com 

ZİKİR,FİKİR VE ŞÜKÜRÜN ÖNEMİ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   "Sübhanallah", "Elhamdülillah", "Allahu Ekber" bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahall-i istimallerini dinle:

   1- Kalbinde hayat bulunan bir insan kâinata, âleme bakarken idrakinden âciz bilhâssa şu boşlukta yapılan İlahî manevraları görmekle hayretler içinde kalır.

İşte bu gibi hayret ve dehşetengiz vaziyetleri ancak "Sübhanallah" cümlesinden nebean eden mâ-i zülâli içmekle o hayret ateşi söner.  

  2- Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle, "Hamd" unvanı altında in'amı nimette ve mün'imi in'amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak "Elhamdülillah" cümlesiyle nimetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

   3- Aynı o insan, mahlukat-ı acibe ve harekât-ı garibeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, "Allahu Ekber" demekle rahat bulur.

Yani, Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür.

Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.

Mesnevi-i Nuriye -129

23 Eylül 2024 Pazartesi

PEYGAMBERİMİZİN GÜZEL DAVRANIŞLARI

 PEYGAMBERİMİZDEN GÜZEL DAVRANIŞ ÖRNEKLERİ VE TAVSİYELER

Her şeyden evvel O’nun (asm) nuru yaratılan, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ı, ahireti, peygamberleri, ahlâkı, güzel davranışları, özetle bize gerekli olan her şeyi O’nun (asm) ile öğrendiğimiz Peygambermiz Hz. Muhammed'i (asm) rahmetle anarken, hayatımızın daha iyi ve saadetli olmasını sağlayacak O’nun (asm) güzel ve ibretli sözlerinden, tavsiyelerinden bir demeti ders almamız ümidiyle sunuyorum.

Çünkü “Onun (asm) terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir Peygamberi (as) tanımaz. Ve Allah’ı tanımaz ve ruhunda, kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez.

İnsanlar arasındaki sevgi bağlantısının nasıl olması gerektiğini şöyle belirtiyor: “Dünyaya fazla bağlanma ki Allah seni sevsin; insanların elindekilere göz dikme ki insanlar seni sevsin.”

Bu dünyada elbette yaşamak için çalışmamız gerekecektir. Çalışmanın nasıl ve hangi ölçüler içinde olması gerektiğini şu veciz ifadesiyle bildirmiştir;

Resulullah (asm) buyurdular ki: “Âdemoğlu için iki vadi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tövbe edenleri affeder.” Yani hırsla çok daha fazlasını istememek gerekiyor her halde.

Aksi halde devamında gelen uyarıya maruz kalabiliriz. “Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dine verdiği zarardan daha fazla değildir.”

Cemiyette, insanlar arasında çok fazla yapılan (aslında yapılmaması gereken) bir davranış, yapılan bir kötü davranışı ayıplamak, kınamaktır. Aşağıdaki hadisleri ile sevgili Peygamberimiz (asm) bizi bu konuda şöyle uyarmaktadır: “Kardeşini bir günahından dolayı ayıplayan kişi, o günahı işlemedikçe ölmez.” ve “Müslüman kardeşini hor görmesi, kişiye kötülük olarak yeter.”

Artık bu uyarıları alan bizlerin bu tür davranışlarda bulunması abes kaçar.

İlim ve öğrenme konusunda da güzel bir tavsiyesi şöyledir: “Ya öğreten ya da öğrenen ol, ya dinleyen ya da seven ol, beşincisi olma helâk olursun.”

Toplumda, insanların aile, komşu, akraba veya diğer insanlarla nasıl bir münasebette olmaları gerektiğini gösteren bir dizi hadis-i şerifi de şöyledir: “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli davranın.”Ana babalarınıza iyi davranın ki çocuklarınız da size öyle davransın.”, “Akrabayla ilişkisini kesen Cennete giremez.”, “Komşusu zararlarından emin olmayan kimse, Cennete giremez.”, “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirine ikramda bulunsun.”, “Güçlü kimse insanları güreşte yenen değil, öfkelendiği zaman öfkesine hâkim olan kimsedir.”, “Yaşlılarla oturun, âlimlere sorun.”, “Herhangi bir genç, yaşından dolayı bir ihtiyara hürmet ederse Allah da o gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler verir.”1 “Birbirinize buğzetmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin; ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Bir Müslüman’a, üç günden fazla (din) kardeşi ile dargın durması helâl olmaz.” “Sizden biriniz kendisi için istediği bir şeyi Müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olmaz.” “Fakirleri kollayıp gözetiniz. Aranızdaki zayıflar sayesinde Allah’tan yardım görüp rızıklanırsınız.”

Toplum huzuru, insanlar arası ilişkiler, işçi-işveren münasebetleri, birlik-beraberlik konularında da aşağıya alacağım hadisler hepimizin önünde ders alınacak birer prensip olarak durmalıdır.

Münafığın üç alâmeti vardır: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz ve emanete hıyanet eder. Demek ki, münafıkçasına hareketlerde bulunmamak için bu uyarıyı göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Allah, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi iyi yapmasından hoşnut olur.

Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.

Bir mü’minin diğer mü’minlere karşı durumu parçaları birbirine sımsıkı kenetlenmiş bir binanın taş ve tuğlaları gibidir.

Allah, Kur’ân’la amel eden toplumları yükseltir; Kur’ân’ın izinden gitmeyip onu arkalarına atanları da alçaltır.

TEVEKKÜL NEDİR ?

 Cenab-ı Hak'tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.

   Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: 

   Vaktiyle iki adam, hem bellerine hem başlarına ağır yükler yüklenip büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler.

Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp üstünde oturup nezaret eder.

Diğeri, hem ahmak hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor.

   Ona denildi: "Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et."

   O dedi: "Yok, ben bırakmayacağım.

Belki zayi olur.

Ben kuvvetliyim.

Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim."

   Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder.

Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin.

Hem gittikçe kuvvetten düşersin.

Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek.

Kaptan dahi eğer seni bu halde görse ya divanedir diye seni tard edecek ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapsedilsin, diye emredecektir.

Hem herkese maskara olursun.

Çünkü ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile aczi gösteren gururun ile riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın.

Herkes sana gülüyor." denildikten sonra o bîçarenin aklı başına geldi.

Yükünü yere koydu, üstünde oturdu.

"Oh!

Allah senden razı olsun.

Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum." dedi.

   İşte ey tevekkülsüz insan!

Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et.

Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şakavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.


22 Eylül 2024 Pazar

DÜNYANIN VE AHIRETİN ZEVKİNİ VE LEZZETİNİ İSTERSENİZ

 İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler!

Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz; meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz.

O, keyfinize kâfidir.

Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyanatta elbette anladınız.

Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi; istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.

Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) kendine rehber etmek gerektir.

Sözler - 144

19 Eylül 2024 Perşembe

HASTA BAKICILIĞIN ÖNEMİ

 YİRMİ DÖRDÜNCÜ DEVA 

   Ey masum hasta çocuklara ve masum çocuklar hükmünde olan ihtiyarlara hizmet eden hasta bakıcılar!

Sizin önünüzde mühim bir ticaret-i uhreviye var.

Şevk ve gayret ile o ticareti kazanınız.

   Masum çocukların hastalıklarını, o nazik vücudlara bir idman, bir riyazet ve ileride dünyanın dağdağalarına mukavemet verdirmek için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbaniye gibi çocuğun hayat-ı dünyeviyesine ait çok hikmetlerle beraber ve hayat-ı ruhiyesine ve tasaffi-i hayatına medar olacak büyüklerdeki keffaretü'z-zünub yerine, manevî ve ileride veyahut âhirette terakkiyat-ı maneviyesine medar şırıngalar nevindeki hastalıklardan gelen sevap, peder ve validelerinin defter-i a'maline, bilhassa sırr-ı şefkatle çocuğun sıhhatini kendi sıhhatine tercih eden validesinin sahife-i hasenatına girdiği, ehl-i hakikatçe sabittir.

   İhtiyarlara bakmak ise hem azîm sevap almakla beraber, o ihtiyarların ve bilhassa peder ve valide ise dualarını almak ve kalplerini hoşnut etmek ve vefakârane hizmet etmek hem bu dünyadaki saadete hem âhiretin saadetine medar olduğu rivayat-ı sahiha ile ve çok vukuat-ı tarihiye ile sabittir.

İhtiyar peder ve validesine tam itaat eden bahtiyar bir veled, evladından aynı vaziyeti gördüğü gibi; bedbaht bir veled eğer ebeveynini rencide etse azab-ı uhrevîden başka, dünyada çok felaketlerle cezasını gördüğü, çok vukuatla sabittir.

   Evet ihtiyarlara, masumlara, yalnız akrabasına bakmak değil belki ehl-i iman (madem sırr-ı imanla uhuvvet-i hakikiye var) onlara rast gelse, muhterem hasta ihtiyar ona muhtaç olsa ruh u canla ona hizmet etmek İslâmiyet'in muktezasıdır.

Lemalar[Y] - 266

18 Eylül 2024 Çarşamba

AHİRET İNANCI VE FAİDELERİ

 BİRİNCİ NOKTA: Âhiret akidesi, hayat-ı içtimaiye ve şahsiye-i insaniyenin üssü'l-esası ve saadetinin ve kemalâtının esasatı olduğuna yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnız dört tanesine işaret edeceğiz.

   BİRİNCİSİ: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler.

Ve gayet zayıf ve nazik vücudlarında bir kuvve-i maneviyeyi bulabilirler.

Ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizac-ı ruhlarında, o cennet ile bir ümit bulup mesrurane yaşayabilirler.

Mesela, cennet fikriyle der: "Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, cennetin bir kuşu oldu.

Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar."

   Yoksa her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zayıf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması; mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalp, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divane bir bedbaht hayvan olacaktı.

   İKİNCİ DELİL: Nev-i insanın nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye ile yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler.

Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen seriü't-teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevalden çıkan elîm ve dehşetli meyusiyete karşı ancak hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler.

   Yoksa o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar, öyle bir vaveylâ-i ruhî ve bir dağdağa-i kalbî hissedeceklerdi ki bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli bir azap olurdu.

   ÜÇÜNCÜ DELİL: İnsanların hayat-ı içtimaiyesinin en kuvvetli medarı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarını tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin eden yalnız cehennem fikridir.

   Yoksa cehennem endişesi olmazsa "El-hükmü li'l-galib" kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere, dünyayı cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.

   DÖRDÜNCÜ DELİL: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem'iyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassungâh ise aile hayatıdır.

Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır.

Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise samimi ve ciddi ve vefadarane hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir.

Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir.

   Mesela, der: "Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır.

Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok.

Çünkü ebedî bir güzelliği var, gelecek.

Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım." diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir.

   Yoksa kısacık bir iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakata uğrayan arkadaşlık, elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun'î bir hürmet verebilir.

Ve hayvanatta olduğu gibi başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlup edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.

   İşte iman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taalluk eder.

Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki hakikat-i haşriyenin tahakkuku ve vukuu, insaniyetin ulvi hakikati ve küllî hâceti derecesinde kat'îdir.

Belki insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delâlet ve şehadetinden daha zahirdir ve daha ziyade tahakkukunu bildirir.

   Ve eğer bu hakikat-i haşriyenin neticeleri insaniyetten çıksa o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir laşe hükmüne sukut edeceğini ispat eder.

   Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyatı ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın!

Gelsinler, bu boşluğu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaraları ne ile tedavi edebilirler?

Şualar[Y] - 179

RİSALE-İ NUR' UN UMUMİ TAMİR GÖREVİ

    Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim.

Size bir hülâsasını beyan edeyim:

   Biri dedi: Risale-i Nur'un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor.

Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

   Ona cevaben dediler: "Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor.

Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet'i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor.

Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avam-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur'an'ın i'cazıyla ve geniş yaralarını Kur'an'ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor.

Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki bu zamanda Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın i'caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır." diye uzun bir mükâleme cereyan etti.

Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim.

Kısa kesiyorum.

  Said Nursî 

Şualar[Y] - 176

17 Eylül 2024 Salı

HERŞEY MANEN BİSMİLLAH DER

    Madem her şey manen "Bismillah" der.

Allah namına Allah'ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar.

Biz dahi "Bismillah" demeliyiz.

Allah namına vermeliyiz.

Allah namına almalıyız.

Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız...

   Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz.

Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor?

   Elcevab: Evet o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymetdar nimetlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir.

Biri: Zikir.

Biri: Şükür.

Biri: Fikir'dir.

Başta "Bismillah" zikirdir.

Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür.

Ortada, bu kıymetdar hârika-i san'at olan nimetler Ehad-i Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir.

Bir padişahın kıymetdar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zahirî mün'imleri medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakikî'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.

   Ey nefis!

böyle ebleh olmamak istersen; Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle.

Vesselâm.

Sözler - 7

KÜFÜR HADSİZ HUKUKA TECAVÜZ

 Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür, elbette hadsiz bir cinayettir.

 Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder.

Madem bir dakika katl, onbeş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür.

Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azab çekmesi, o kanun-u adalete muvafık geliyor.

Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki trilyon sekizyüzseksen milyara yakın dakikada azaba müstehak ve خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَدًا sırrına mazhar olur.

Şualar - 231

16 Eylül 2024 Pazartesi

ELEM VE LEZZET

 İnsan binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelal'e intisab edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensub olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir padişaha iman ile intisab etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin i'dam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz.

   O mektebli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır.

Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.

Hattâ bir bahtiyar mazlum i'dam olunurken bedbaht zalimlere demiş: "Ben i'dam olmuyorum.

Belki terhis ile saadete gidiyorum.

Fakat ben de sizi i'dam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum." Lâ ilahe illallah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

Şualar - 208

GENÇLİK BELASI

 Beşinci Mes'ele 

   Gençlik Rehberi'nde izah edildiği gibi; gençlik hiç şübhe yok ki gidecek.

Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.

Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata -istikamet dairesinde- sarfetse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semavî fermanlar müjde veriyorlar.

   Eğer sefahete sarf etse, nasılki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir.

Öyle de gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes'uliyetinden ve kabir azabından ve zevalinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübe ile tasdik eder.

   Meselâ, haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalar ile o cüz'î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer.

Ve o gençliğin sû'-i istimali ile gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş'et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor.

Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin sû'-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.

   Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlahiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur'an olarak çok kat'î âyâtıyla bütün semavî kitablar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.

Madem hakikat budur.

Ve madem helâl dairesi keyfe kâfidir.

Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir.

Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffette, istikamette sarfetmek lâzım ve elzemdir.

Şualar - 204

İNSAN HAYVAN GİBİ OLAMAZ

   "Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız."

   Cevaben dedim: "Hayvan gibi olamazsın.

Çünki hayvanın mazi ve müstakbeli yok.

Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir.

Lezzetini tam alır.

Rahatla yaşar, yatar.

Hâlıkına şükreder.

Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez.

Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister, fakat o his dahi gider.

O elemden de kurtulur.

Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlahiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir.

Hususan masum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir.

Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahattan tamamen mahrumsun.

Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler; senin cüz'î lezzetini hiçe indirir.

Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.

Madem hakikat budur.

Ya aklını çıkar at, hayvan ol kurtul veya aklını imanla başına al, Kur'anı dinle.

Yüz derece hayvandan ziyade bu fâni dünyada dahi safi lezzetleri kazan!.." diyerek onu ilzam ettim.

   Yine o mütemerrid şahıs döndü dedi: "Hiç olmazsa ecnebi dinsizleri gibi yaşarız."

   Cevaben dedim: "Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın.

Çünki onlar bir Peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler.

Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir.

Bunu da bilmezse, kemalâta medar bazı seciyeleri bulunabilir.

Fakat bir müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve daveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm'ı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir Peygamberi, hattâ Allah'ı kabul etmez.

Çünki bütün Peygamberleri ve Allah'ı ve kemalâtı onunla bilmiş.

Onlar onsuz kalbinde kalmaz.

Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar.

Ve hiçbir Müslüman, hakikî Yahudi veya Mecusi veya Nasrani olmaz.

Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur; vatana, millete muzır bir halete girer." isbat ettim.

O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı.

Kayboldu, Cehennem'e gitti.    İşte ey bu Medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım!

Madem hakikat budur.

Ve bu hakikatı Risale-i Nur o derece kat'î ve güneş gibi isbat etmiş ki; yirmi senedir mütemerridlerin inadlarını kırıp imana getiriyor.

Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takib edip, boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde, Kur'andan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a'mal-i sâliha ile hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve kàtillerin başlarında zebani gibi azab memurları değil, belki Medrese-i Yusufiyede Cennet'e adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.

Şualar - 200

15 Eylül 2024 Pazar

ÖLÜM ÖLDÜRÜLMÜYOR

    Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes'elesidir.

Evet çaresi var ve Risale-i Nur Kur'anın sırrıyla o çareyi iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î isbat etmiş.

Kısacık hülâsası şudur ki:

   Ölüm ya i'dam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır.

Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir.

Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nurani bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır.

Şualar - 195

NİHAYETSİZ İKRAM VE RAHMET

 İKİNCİ HAKİKAT 

  Bab-ı kerem ve rahmettir ki Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.

   Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabb'i; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın?

   Evet, şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki en âciz, en zayıftan tut {(Hâşiye): Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat'î: İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dıyk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücudca zayıflığıdır.

   Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir.

Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense o derece derd-i maişete müptela olur.} tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor.

En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor.

Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor.

Öyle ulvi bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedaheten gösteriyor.

   Mesela, bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların latîf elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit en tatlı, en musanna meyveleri bize takdim etmek, hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek, hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek, hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.

   Hem insan ve bazı canavarlardan başka, güneş ve ay ve arzdan tut, tâ en küçük mahluka kadar her şey kemal-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması; büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.

Sözler[Y] - 70

VALİDELERDEKİ ŞEFKAT

    Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle {(Hâşiye): Evet aç bir arslan, zayıf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi bi'l-bedahe nihayetsiz Rahîm, Kerîm, Şefik bir zatın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar.

   Evet nebatat ve behimiyat gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki: Gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor.

Onlar, onun namıyla işliyorlar.} ve süt gibi o latîf gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır.

   Bu âlemin mutasarrıfının madem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celal ve izzeti vardır.

Nihayetsiz celal ve izzet, edepsizlerin te'dibini ister.

Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister.

Nihayetsiz rahmet, kendine lâyık ihsan ister.

Halbuki bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüzden ancak bir cüzü yerleşir ve tecelli eder.

Demek o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır.

Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir.

Çünkü bir daha dönmemek üzere zeval ise şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı meş'um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-i rahmetin intıfası lâzım gelir.

   Hem o celal ve izzete uygun bir dâr-ı mücazat olacaktır.

Çünkü ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, tehir ediliyor.

Yoksa, bakılmıyor değil.

Bazen dünyada dahi ceza verir.

Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki insan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.

   Evet, hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da insanın Rabb'i de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zat-ı Zülcelal bir dâr-ı mücazat hazırlamasın?

   Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman-ı Rahîm'in kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?

Sözler[Y] - 71

BENİM NE ÖNEMİM VAR DEME

 ÜÇÜNCÜ İŞARET: 

Hatıra gelmesin ki bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki bu azîm dünya onun muhasebe-i a'mali için kapansın,

başka bir daire açılsın?

Çünkü bu küçücük insan, câmiiyet-i fıtrat itibarıyla şu mevcudat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlahiye ve bir ubudiyet-i külliyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır.

   Hem hatıra gelmesin ki kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstahak olur?

Zira küfür; şu mektubat-ı Samedaniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı manasız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esma-i kudsiye-i İlahiyeyi inkâr ile red ve Cenab-ı Hakk'ın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzip olduğundan nihayetsiz bir cinayettir.

Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icab eder.

Sözler[Y] - 69

İNSAN ALDANIR

Ey insanlar! Allah’ın verdiği söz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın, o aldatma ustası (şeytan)da Allah hakkında sizi kandırmasın.

Şüphe yok ki şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman bilin. Çünkü o kendisine uyacaklara yakıcı ateşin mahkûmlarından olsunlar diye çağrıda bulunur.

İnkâr edenler için çetin bir azap vardır; iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanlara ise bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

(Fatır Sûresi 5-6)

*İNSANOĞLU ALDANDI;*

1-“Cehennemi hesaba katmayan dindar” 

aldandı !

2– “Cennetteki yerini hazir bilen herkes”

aldandı !

3– “Ölüm yokmuş gibi yaşayan dünyaperest”

aldandı !

4– “Ameline güvenen âbid”

aldandı !

5– “Salih amel işliyorum sanan riyâkar”

aldandı !

6–“Âleme telkin verip kendini unutan vaiz”

aldandı !

7– “Rabbini bırakıp hevâsına kulluk eden”

aldandı !

8– “Rahmete güvenip kendini emniyete salan fâsık”

aldandı !

9– “Yolunun eğriliğinden şüphe etmeyen kendini bilmez”

aldandı !

10– “Kendini hizmette bilip, kılını dahi kıpırdatmayanlar” 

aldandı !

11– Nasıl desem bilmem ki ömrünü Namazsız geçiren insan 

aldandı !

12- "Ben bundan sonra kurtulmam." diyen me’yus 

aldandı !

13- "Allah c.c dilemeseydi günahkar mı olurdum !" diyen kaderci 

aldandı !

14- "Keşke her Günahım bunun gibi olsa." diyen müznib 

aldandı!

15- "Bakma! Benim kalbim temiz." diyen amelsiz 

aldandı !

16- "Bir lokma bir hırka devirleri geçti artık; bu zamanda her şey para!" diyen zengin 

aldandı !

17- "Bu zamanda da bu olur mu canım !" diyen câhil 

aldandı !

18- "Göreceksin biz nice hacı-hocadan önce gireceğiz cennete" diyen nâdan 

aldandı !

19–"Hem ondan hem bundan lazım; öyle tek taraflı, asosyal olmaz." diyen bîhaber 

aldandı !

20- "O kadar incesine aklım ermez." diyen akıllı(!) 

aldandı !

21- "Bu da bir şey mi canım, millet neler işliyor." diyen günahkar 

aldandı !

22- "Benim anam da babam da Hacı." diyen evlat 

aldandı !

23- “Ben gıybet etmiyorum ki, olanı söylüyorum.” diyen 

aldandı !

24- "İşlediysek biz işledik; azâbını çeker, diyetini öderiz." diyen bedbaht 

aldandı !

*EYYYYY   İNSANOĞLU!!!*   ALDANANLARDAN OLMA...!!!

Allahım;

    Bizi aldananlardan eyleme.

Alıntı

İNSANIN KENDİNİ UNUTMASI

“En çok şaşılan kimse, gafletinden kendinin de haberi olmayan kimsedir. O kişiye şaşılır ki, ölüm onun peşinde, o da dünyanın peşindedir.” (Ebu Nuaym)

İnsanın asıl gayesi ve maksadı iman ve ubudiyet iken, insan bunu inkâr ve gaflet ile unutup başka şeylere müteveccih olduğu için, Yunus Emre, “Ömür bahçasının gülü solmadan/

Uyan gel gözlerim gafletten uyan/ Ecel bir gün bize haydı demeden/ Uyan gel gözlerim gafletten uyan” der.

Evet, “Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması” ölüm hakikatini değiştirmiyor, kabir kapısını kapatmıyor, insanın mahiyetindeki sonsuz âcizliği tedavi etmiyor.

“Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim!”

Üstad Hazretleri, dünya hayatının insanlara Allah’ı ve âhireti unutturduğu, insanların ekserisinin gaflete dalmasının ve günahlara girmesinin bizi aldatmamasını ikaz ediyor.  

Gaflet: Dalgın yaşamak... Hayatını gayesine uygun şekilde yaşayıp yaşamadığını düşünmemek... Böyle hayat bin sene yaşansa yine ahireti kazanma söz konusu olmaz. Çünkü gaflet içinde yaşanmakta bunca seneler. Gafleti silip süpüren ilaç ise tefekkürdür. Hayatın akıp gittiğini düşünmek, sona doğru hızla ilerlediğinin farkına varmak, tasavvuftaki tabirle ‘başını soktuğu kumdan çıkarmak’, yolun sonuna doğru bakma şuuru kazanmak...

Öğrencilerinden biri, çok sevdiği vefat etmiş hocasını rüyasında görünce sorar: O âlemde insanlar nasıllar, neden dolayı pişmanlık duyuyorlar hocam? Hocası der ki: Buradakilerin hepsi de hayatta iken daldıkları gafletten pişmanlık duymaktalar. Siz bari buralara gafletle gelmekten kaçının, hayatınızı, yaratılış gayesine uyarak yaşayın.

Bir hürmetkârı, meşhur veli Zünnûn-u Mısri’ye de benzeri bir soru sorar: Vefatından sonra nasıl bir muamele gördün vardığın yerde? O da der ki: Allahu (cc) bana buyurdu ki: Beni sevdiğini söylerdin; fakat çoğu zaman da benden gafil yaşardın. Keşke hayatında gaflete hiç dalmasaydın da bensiz hiç yaşamasaydın. Baştan sona şuurlu şekilde gayesine uygun bir hayatla gelseydin huzuruma!

Bundan dolayı büyük mutasavvıf Şakîk-i Belhi, gafletle yaşayanlara bakarken şöyle der: İnsanlar dilleri ile üç şey söylerler. Fakat halleri ile üçüne de gafletle bakar, ilgisiz kalırlar.

1- Biz kuluz derler, kulluğunu düşünmeden gafletle hükümdar gibi yaşamak isterler. 2- Allah bizim rızkımıza kefildir, derler. Fakat kalplerini de hep rızık doldurma hırsı ile doldururlar, rızka kefil olanı düşünmeye fırsat bile bulamazlar. 3- Elbette biz de öleceğiz, derler. Fakat tabut içindeki cenazeyi takip ederken bile ahireti değil, dünyayı düşünerek yürürler. Demek ki ayet-i kerime bundan dolayı açıkça ikaz ediyor bizleri: “Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185)

Sakın hayatın hedefini düşünmeden yaşayan ‘gafillerden olmayın!’ 

Alıntı

DÜNYAYI KALBEN TERKET

Hz. Mevlânâ, dünyayı denize, insanı da gemiye benzetmektedir.

Geminin ayakta durabilmesi için suya/denize ihtiyacı vardır. Ancak gemi delikse su alır ve batar. Bunun gibi insan da, kalbini işgal etmeyen dünyalıktan zarar görmez. Aksi takdirde dünyanın onun iç âlemini batırmasına izin vermiş olur.

Kalbin selameti için ise, Hazret-i Üstad’ın ifadesi ile “dünyayı kesben değil, kalben terk etmek” lâzımdır. 

Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Osman (ra), Hazret-i Abdurrahman bin Avf gibi güzîde sahabeler, çok zengindiler. Ama bu dünya malı onların kalblerinde değil, ayaklarının altında idi.

İmam-ı Azam Ebu Hanife ticaretle meşgul, zengin bir zattı. Gündüzleri öğleye kadar mescitte talebelerine ders verir, öğleden sonra ise ticaretle uğraşırdı. Ticari mal taşıyan gemileri vardı.

Bir gün talebeleri ile derste iken dışarıdan bir adam bağırdı: “Ya imam, gemin battı!” 

İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra: “Elhamdülillah…” dedi. Ve derse devam ettiler.

Bir müddet geçtikten sonra aynı adam tekrar geldi: “Ya imam, bir yanlışlık oldu. Batan senin gemin değilmiş” dedi. İmam bu yeni habere de aynı şekilde cevap verdi: “Elhamdülillah…”

Bu hale şaşıran öğrenciler, merakla sordular: “Üstadımız, geminizin battığını duyduğunuzda hamd ettiniz. Sonra batan geminin sizin olmadığını öğrenince tekrar hamd ettiniz. Bunun sebebi nedir?”

İmam-ı Azam izah etti: “Gemin battı diye haber geldiğinde kalbimi yokladım. Dünya malının yok olmasından dolayı herhangi bir üzüntü yoktu. Bu hale şükrettim. Sonra batan geminin bana ait olmadığına dair bir haber geldi. Tekrar kalbime baktım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı bir sevinç yoktu. Bu hale de şükrettim.”

Bu hakikate binaen Abdulkadir-i Geylanî; “Zühd bedenî değil, kalbîdir” diyerek zühdün bedenen dünyayı terk etmek olmadığını, bilakis dünyayı kalben terketmek olduğunu ifade eder.

Yunus Emre bu konuya şöyle dikkat çeker: “Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim./ Aşkın ile avunurum, bana Seni gerek Seni.”

Bediüzzaman da şöyle der: “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.” (Mesnevi-i Nuriye, Habbe)

Alıntı

12 Eylül 2024 Perşembe

HALIKINI RAZI ET YETER

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Ey nefis!

Eğer takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir.

Eğer halk da Allah'ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse, iyidir.

Şayet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur.

Çünki onlar da senin gibi âciz kullardır.

Maahâzâ ikinci şıkkı takib etmekte şirk-i hafî olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir.

Evet bir maslahat için sultana müracaat eden adam, sultanı irza etmiş ise, o iş görülür.

Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur.

Maamafih yine sultanın izni lâzımdır.

İzni de rızasına mütevakkıftır.

Mesnevi-i Nuriye - 185

İKTİDARIN KISA BEKAN AZ

 İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdud, ömrünün günleri ma'dud ve her şeyin fânidir.

Öyle ise, şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarfetme ki, fâni olmasın.

Bâki şeylere sarfet ki, bâki kalsın.

   Evet yaşadığın ömürden dünyada göreceğin istifade ancak yüz sene olur.

Bu yüz sene ömrünü yüz tane hurma çekirdeği farzedelim.

Bu çekirdekler iska edilip muhafaza edilirse, ilâ-mâşâallah semere verecek yüz tane ağaç olur.

Aksi takdirde ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez.

Kezalik senin o yüz senelik ömrün de, şeriat suyu ile iska ve âhirete sarfedilirse, âlem-i bekada ilelebed semerelerinden istifade edeceksin.

Binaenaleyh semeredar yüz tane hurma ağacını terk ve yüz tane çekirdeklerine kanaat ile aldanırsa, o adam, Hutame'ye (cehenneme) hatab olmaya lâyıktır.

Mesnevi-i Nuriye - 182

11 Eylül 2024 Çarşamba

GAFİL İNSAN

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur.

Ve Sâni'in gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delalet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir.

Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır.

İncimad etmiş bir kudret-i basîre olduğu gibi öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.

Öyle bir in'am ve ihsanın kesifidir ki, bütün hâcatına vâkıftır.

Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki, bünyesine lâzım ve münasib şeyleri bilir.

Bu malûmat ile her şeyin mâliki olan Mâlik'inden nasıl tegafül eder; ve bütün cinayetlerini bilen, hâcatını gören, vaveylâlarını işiten Semî', Basîr, Alîm, Mücîb olarak üstünde bir Rakib'in bulunmamasını nasıl tevehhüm edebilir?

   Ey nefs-i emmare!

   Ne için kendini hariç tevehhüm ediyorsun?

Eğer evamire imtisal dairesinden çıkarsan, ya herkesin ayağını öpercesine müraat ve ihtiram etmeğe mecbur olursun.

Veya ehemmiyet vermeyerek "Zalim-i Alelküll" olacaksın.

Bu yük ağırdır, taşıyamıyacaksın.

En iyisi, ecnebi olan şirki terk ile mülküllahın dairesine gir ki, rahat edesin.

Ve illâ, sefineye binip yükünü arkasına alan ebleh adam gibi olacaksın.

Mesnevi-i Nuriye - 182

HZ.ADEM'İN CENNET'EN İHRACI

  BİRİNCİ SUALİNİZ: 

   Hazret-i Âdem'in (A.S.) Cennet'ten ihracı ve bir kısım benî-Âdemin Cehennem'e idhali ne hikmete mebnidir?

   Elcevab: 

   Hikmeti, tavziftir.

Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netaicindendir.

Eğer Hazret-i Âdem Cennet'te kalsaydı; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi.

Halbuki yeknesak makam sahibi olan melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok.

Belki hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı kat'edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melaikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan malûm günahla Cennet'ten ihraç edildi.

Demek Hazret-i Âdem'in Cennet'ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; küffarın da Cehennem'e idhalleri, haktır ve adalettir.    Onuncu Söz'ün Üçüncü İşaretinde denildiği gibi: Çendan, kâfir az bir ömürde bir günah işlemiş, fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var.

Çünki küfür, bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir ve bütün masnuatın vahdaniyete şehadetlerini tekzibdir ve mevcudat âyinelerinde cilveleri görünen esma-i İlahiyeyi tezyiftir.

Onun için, mevcudatın hakkını kâfirden almak üzere, mevcudatın sultanı olan Kahhar-ı Zülcelal'in kâfirleri ebedî cehenneme atması, ayn-ı hak ve adalettir.

Çünki nihayetsiz cinayet, nihayetsiz azabı ister.

Mektubat - 42

9 Eylül 2024 Pazartesi

ÖNCE DİNLEYELİM

 KÜÇÜK KIZ..

On yaşlarındaki küçük kız, okul önlüğünün düğmelerini iliklemeye çalışırken o kadar acele ediyordu ki, yaşadığı panikten elleri birbirine dolanıyordu. Uyumaktan şişmiş gözlerini ovalayarak dışarı fırladı. Ayakkabılarını ayağına geçirmeye çalışarak yürümesi yolda yalpalamasına sebep oluyordu. Son günlerde sürekli geç uyanıyor, ilk derse yetişemiyordu. Öğretmenin verdiği cezadan çok, her seferinde yalan söylemek zorunda kalmasıydı küçük yüreğini yoran. Bu sefer hangi bahaneyi uyduracaktı? Uyuya kaldığını söylese, öğretmen her zamankinden daha çok kızacaktı. Annesine söz vermişti. Ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, kesinlikle yalan söylemeyecekti. Geç kaldığı günlerde öğretmeninin bakışlarıyla alevlenen yangına karşı, sap yığınından yalanların arkasına çaresizlik içinde gizleniyordu.

Okulun kapısına geldiğinde koşmaktan terlemişti. Alnına, çile mürekkebiyle yazılan yazıyı, saçlarından süzülen ipek teller, daha bir belirginleştiriyordu. Al yanaklarının üzerine yerleşen şiş gözlerle etrafına bakıyor, çekingen adımlarla koridorda ilerliyordu. Küçük bedeni, taşıyabileceğinden ağır bir çantanın esaretinde sınıfın önüne geldi. Son kez önlüğünü ve yakalığını düzeltip kulağını hafifçe kapıya yasladı. İçeride hiç ses yoktu. Çantasını sırtından eline alıp, minik elleriyle kapıya birkaç kez vurdu. Ürkek adımlarla içeri girdiğinde sınıftaki sessizlik, yerini fısıltılara karışan gülüşmelere bırakmıştı. Çocukların bazısı, geç kaldığı için ona kızıyor, bazısı alaycı bakışlarını gülmelerle perçinliyordu. Küçük kız, yerine geçmeye hazırlanırken; öğretmen, sınıfı susturan, gülüşmeleri kovalayan, küçük kızın yüreğini titreten konuşmasına başladı.

– Dur bakalım! Yerine oturma! Seni defalarca uyarmaktan, cezalandırmaktan bıktım. Sen, geç kalmaktan bıkmadın. Tahtanın yanına geç ve ders bitene kadar tek ayak üzerinde dur. Sorumsuzluğuna son verene kadar böyle yapacağım… Ayağını indirdiğini görmeyeyim…

Öğretmen, hedefe koyduğu küçük bir kalbi tam ortasından yaralamıştı. Acımasız bir ressamın elinden çıkan hüzün tablosu sınıfın ortasında öylece duruyordu. Diğer çocukların yeniden başlayan gülüşmeleri tabloya vurulan fırçanın son darbeleri oldu.

Alaycı bakışlardan kaçırdığı gözlerinde, yağmaya hazırlanan bulutlara direnen küçük kız, tahtanın yanına geçti. Ayağını kaldırdığında ders kaldığı yerden devam etmişti.

Minik ayaklarında derman tükenmek üzereyken, ızdırabı ve dersi sonlandıran zil nihayet çaldı. Bir yangından kaçar gibi kapıya koşturan çocuklar geride bıraktıklarını çoktan unutmuştu. Öğretmen, masadan kitaplarını toplarken sınıfta kimse kalmamıştı. Küçük kızın yüzüne dahi bakmadan “Tamam! Çıkabilirsin.” dedikten sonra, söyleyecekleri aniden aklına gelmiş gibi, uyuşan ayaklarıyla birkaç adım atan kıza tekrar seslendi.

– Dur biraz! Her gün derse geç kalıyorsun. Bu böyle gitmeyecek! Ya keyifle uyumaktan ya da okuldan vazgeç! İkisini de aynı anda yapmaya çalışmandan bıktım. Nasıl bir annen varmış ki, seni okula hazırlamaktan aciz, geleceğine karşı tasasız. Defalarca çağırmama rağmen bir defa bile göremedim veli toplantılarında. Senin sorumsuzluğunun diğer çocuklara örnek olmasına izin vermeyeceğim. Ya kendine çeki düzen ver ya da…

Öğretmeninin ağzında çakan şimşekler küçük kızın gözlerinde bekleyen bulutlara düşüyordu. Yağan yağmurlar çoraklaşmış bir yüreği yumuşatmaya yetmiyor, sorular devam ediyordu.

– Okumak istemiyor musun? Eğer öyleyse, ne sen yorul ne de biz!

Küçük kızın başı önüne düşmüştü.

– Hayır öğretmenim, dedi. Okumayı çok istiyorum. Hem de çok; ancak her sabah aynı rüyayı görüyorum.

– Ne görüyorsun rüyanda?

– Geçen sene beni yalnız bırakan annemi cennette görüyorum. Beni çok özlediğini söylüyor, pamuk elleriyle başımı okşamak istiyor, tam elini uzatıyor; uyanıyorum.

Yanaklarına süzülen yaşları sildikten sonra derin bir iç çekip, sözlerine kaldığı yerden devam etti.

– Onu o kadar çok özledim ki… Belki aynı rüyayı tekrar görürüm, belki rüya kaldığı yerden devam eder diye tekrar uyuyor, uyanmak istemiyorum; ancak rüya kaldığı yerden devam etmiyor…

Daha fazlasını anlatacak gücü kalmamıştı. Titreyen sesiyle son bir cümle daha kurdu.

– Rüyamda da olsa, bir defa başımı okşamasını, ona doya doya sarılmayı o kadar çok isterdim ki…



4 Eylül 2024 Çarşamba

DÜNYA SALTANATI ALDATICI

 Eğer denilse: Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî'de takarrur etmedi?

Halbuki en ziyade lâyık ve müstahak onlardı?"

   Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır.

Âl-i Beyt ise hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler.

Hilafet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum olmalı veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın.

Halbuki Mısır'da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika'da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran'da Safevîler Devleti gösteriyor ki saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyt'e yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyet'i onlara unutturur.

Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyet'e ve Kur'an'a hizmet etmişler.

   İşte bak!

Hazret-i Hasan'ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı A'zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Cafer-i Sadık ki her biri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur'aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler.

Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.

Mektubat[Y] - 110

ÜÇ DÜNYA

 Ekser nâsın âşık ve mübtela olduğu dünyaya baktım.

Nur-u Kur'an ile gördüm ki; birbiri içinde üç küllî dünya var.

Birisi esma-i İlahiyeye bakar, onların âyinesidir.

İkinci yüzü âhirete bakar, onun mezraasıdır.

Üçüncü yüzü, ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel'abegâhıdır.

Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyası var.

Âdeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiş.

Fakat herkesin hususî dünyasının direği, kendi hayatıdır.

Ne vakit cismi kırılsa, dünyası başına yıkılır; kıyameti kopar.

Ehl-i gaflet, kendi dünyasının böyle çabuk yıkılacak vaziyetini bilmediklerinden, umumî dünya gibi daimî zannedip perestiş eder.

   Başkalarının dünyası gibi çabuk yıkılır, bozulur, benim de hususî bir dünyam var.

Bu hususî dünyam, bu kısacık ömrümle ne faidesi var diye düşündüm.

Nur-u Kur'an ile gördüm ki: Hem benim, hem herkes için, şu dünya muvakkat bir ticaretgâh ve her gün dolar boşalır bir misafirhane ve gelen geçenlerin alış-verişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar ve Nakkaş-ı Ezelî'nin teceddüd eden (hikmetle yazar bozar) bir defteri ve her bahar bir yaldızlı mektubu ve herbir yaz bir manzum kasidesi ve o Sâni'-i Zülcelal'in cilve-i esmasını tazelendiren, gösteren âyineleri ve âhiretin fidanlık bir bahçesi ve rahmet-i İlahiyenin bir çiçekdanlığı ve âlem-i bekada gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı mahiyetinde gördüm.

Bu dünyayı bu surette yaratan Hâlık-ı Zülcelal'e yüzbin şükrettim.

Ve anladım ki; dünyanın, âhirete ve esma-i İlahiyeye bakan güzel içyüzlerine karşı nev'-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti sû'-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarfettiğinden,

حُبُّ الدُّنْيَا رَاْسُ كُلِّ خَط۪يئَةٍ

hadîs-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.

   İşte ey ihtiyar ve ihtiyareler!

Ben Kur'an-ı Hakîm'in nuruyla ve ihtiyarlığımın ihtarıyla ve iman dahi gözümü açmasıyla bu hakikatı gördüm ve çok risalelerde kat'î bürhanlarla isbat ettim.

Kendime hakikî bir teselli ve kuvvetli bir rica ve parlak bir ziya gördüm.

Ve ihtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum.

Siz de ağlamayınız ve şükrediniz.

Madem iman var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalalet ağlasın.

Lemalar - 233

ÖLÜM SEKARATI UYANDIRMADAN EVVEL UYAN

 Âyinede saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: "Dikkat et!" İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti.

Baktım ki; çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadar ve âdeta âşık olduğum dünya, bana "Uğurlar olsun" deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor.

Kendisi de "Allah'a ısmarladık" deyip, o da gitmeye hazırlanıyor.

Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ

âyetinin külliyetinde: "Nev'-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek.

Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek.

Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!" manası, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.

   İşte bu halette vaziyetime baktım ki; medar-ı ezvak olan gençlik gidiyor, menşe-i ahzan olan ihtiyarlık yerine geliyor.

Ve gayet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zahirî karanlıklı dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor.

Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin maşukası olan dünya, pek sür'atle zevale kavuşuyor gördüm.

Lemalar - 231

3 Eylül 2024 Salı

SARHOŞ ADAM

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Müslümanları lehviyat-ı nevmiye mesabesinde olan dünya hayatına davet etmekle, Cenab-ı Hakk'ın helâl ettiği tayyibat dairesinden, haram ettiği habîsat mezbelesine teşvik eden adamın meseli öyle bir sarhoşa benzer ki:

   Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor.

Sehpa ağacı ile jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor.

Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihata çıkıyor.

   Esna-yı irşadda bir adama rastgelir.

Zavallı adamın arka tarafında korkunç bir arslan duruyor.

Ön tarafında da sehpa ağacı kurulduğu gibi, her iki yanında da dehşetli yaralar var.

Fakat adamcağızın elinde iki ilâç vardır.

Ve lisanıyla kalbinde iki tılsım vardır.

Onları istimal ederse şifayab olur.

Ve o arslan, ata inkılab eder; burak gibi bineği olur.

O sehpa ağacı da; daima teceddüd etmekte olan ahval-i âlemi, seyyal manzaraları seyretmeğe âlet ve vasıta olur.

O sarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor: "Yahu nedir o ilâçları, tılsımları saklıyorsun?

Onları at keyfine bak."

   Adamcağız: "Yok baba!

Bu ilâçlar ve tılsımların hıfz ve himayelerindeyim.

Onlardan almakta olduğum haz, lezzet, keyif bana kâfidir.

Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilirsen ve sehpayı kırmakla kabir ağzını kapatabilirsen ve hayatımın maruz kaldığı fena ve zeval yaralarını bir hayat-ı bâkiyeye tebdil etmekle tedavi edebilirsen, pekâlâ seninle beraber dans oynayalım.

Ve illâ gözümün önünden def'ol git.

Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin.

Ben sarhoş değilim.

Dünyanıza, keyfinize ihtiyacım yok.

Çünki

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ ٭ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ Allah ne güzel vekil.*O ne güzel dost ve ne güzel yardımcı

bana yeter."

Mesnevi-i Nuriye - 218

2 Eylül 2024 Pazartesi

ÖNÜMÜZDEKİ KORKUNÇ MESELELER

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Senin önünde çok korkunç büyük mes'eleler vardır ki, insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

   Birisi: 

   Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

   İkincisi: 

   Dehşetli korkulu ebed memleketine yolculuktur.

   Üçüncüsü: 

   Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır.

Öyle ise, bu gaflet ü nisyan nedir?

Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin.

Veya sen Onu görmeyesin.

Ne vakte kadar zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı daimeden tegafül edeceksin?

Mesnevi-i Nuriye - 214

İNSAN NEFSİNİ SEVER

 Seni nefsini sevmeye sevkeden esbab:

   1- Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir,

   2- Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir,

   3- İnsana en karib -yakın- nefistir, diyorsun.

Pekâlâ.

Fakat o fâni lezzetlere mukabil, lezaiz-i bâkiyeyi veren Hâlık'ı daha ziyade ubudiyetle sevmek lâzım değil midir?

Nefis vücuda merkez olduğundan muhabbete lâyık ise, o vücudu icad eden ve o vücudun kayyumu olan Hâlık, daha fazla muhabbete, ubudiyete müstehak olmaz mı?

Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu, sebeb-i muhabbet olursa; bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi', Bâki ve daha karib olan, daha ziyade muhabbete lâyık değil midir?

Binaenaleyh bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem' ve muhabbetin ile beraber mahbub-u hakikî olan Fâtır-ı Hakîm'e ihda etmek lâzımdır.

Mesnevi-i Nuriye - 213

1 Eylül 2024 Pazar

SÖZLERİN DEĞİŞMESİİYLE MANA DEĞİŞMEZ

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Lafızların tebeddülüyle mana tebeddül etmez, bâki kalır.

Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır.

Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır.

Cesed ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enaniyet genç kalır.

Çokluk, cemaat dağılır amma, vâhid-i ferd bâki kalır.

Kesret bozulur, vahdet bâkidir.

Madde kırılır, nur bâkidir.

Binaenaleyh ömrün bidayetinden sonuna kadar devam eden mana, çok cesedleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı halde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak sâlimen ebed yoluna devam edecektir.

   Maahâzâ her vakit "Fenaya hazır ol" emrini intizar eden zâil ve bekasız maddiyatta şu hıfz ve muhafaza düsturu, beka ile çok münasebetdar olan ruh ve manada da caridir.

Mesnevi-i Nuriye - 193

ŞİKAYETE HAKKIN YOK

  İ'lem Eyyühel-Aziz!

   Hiçbir insanın Cenab-ı Hakk'a karşı hakk-ı itirazı yoktur ve şekva ve şikayete de haddi yoktur.

Çünki şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden nizam-ı âlemde binlerce hikmet vardır.

O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır.

Bir ferdi razı etmek için, bin hikmet feda edilemez.

وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَٓاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ

   Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.

   Ey müteşekki!

Sen nesin?

Neye binaen itiraz ediyorsun?

Cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun?

Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun?

Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet olmasın.

Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin!..

Mesnevi-i Nuriye - 192