Malûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor.
O korku, o yavruya gayet lezzetlidir.
Çünki şefkat sinesine celbediyor.
Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem'asıdır.
Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır.
Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur.
Hem Allah'tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur.
Hem Allah hesabına olduğu için, mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.
Evet insan evvelâ nefsini sever.
Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever.
Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır.
Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir.
Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor.
Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor.
Daima ızdırab içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.
Sözler - 358
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder