İnsan, Allah’ın antika bir san’atıdır. Antika, eşsiz, benzersiz demektir. Yaratılmış ve yaratılacak insanlar içinde hiçbir insan yok ki diğer insanlardan farklı bir sîmaya ve farklı bir karaktere sahip olmasın. İşte Yaradan, böyle yaratır.
İnsanda öyle bir anahtar vardır ki, eğer bu anahtarı doğru kullanırsa, Allah’ın esmalarını tanıyabilir ve her yaratılanda Allah’ın esmalarını görebilir. Bu anahtar ene’dir. Ene, bizdeki kabiliyetlerin, güzelliklerin bize ait olmadığını, bizdeki güzelliklerin Rabbimizin isimlerinden bize verdiği bir emaneti olduğunu bize gösterir. Biz de bu güzelliklerden yararlanıp, Allah’ın isimlerini bulmaya çalışarak, mârifetullah ilmine geçebilirsek, imanımızı tahkîkiye çıkarabiliriz. Yoksa eneyi yanlış kullanırsak, Allah muhafaza, bizi firavunluğa kadar götürebilir.
İnsanın kâinata gönderiliş hikmetlerini, felsefenin hikmet bölümü yıllar yılı araştırmış ve şu dört soruyu kendilerine sormuşlardır: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?
İşte bu sorulara kâinat ağacının en mükemmel meyvesi olan Efendimiz (asm), Risale-i Nur’da beyan edildiği üzere, şöyle cevap veriyor:
“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’sü’l-malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşan elimdedir. Şübhen varsa al, oku!” (İşarat-ül İ’caz, s. 13)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder