İnsan ise dünyaya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor.
Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor.
On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder.
Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir.
Demek ki insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir.
Yani "Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum?
Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum?
Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir.
Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kàdıyü'l-Hâcat'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir.
Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubudiyete uçmaktır.
Demek insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.
Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır.
Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı billahtır.
Sözler[Y] - 349
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder